Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri saldırısı, emperyalist savaşlar zinciri olarak seyreden Üçüncü Dünya Savaşının kritik bir halkasını oluşturuyor. Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da taraflar çeşitli argümanlarla kendilerini aklamaya girişerek bu savaşın gerçek niteliğine ilişkin kafa karışıklığı yaratmaya çalışıyorlar. Meseleyi çeşitli boyutlarıyla ele aldığımız yazılarımızda, bu savaşın, bir tarafında ABD-NATO diğer tarafında ise Rus emperyalizminin bulunduğu haksız ve emperyalist bir savaş olduğunun, bu noktanın atlanmasının emekçilerin şu ya da bu burjuva kampa yedeklenmelerinin önünü açacağının altını çizdik. Ne var ki, savaş tamtamlarının çalınmaya başladığı ilk günlerden itibaren, çift taraflı burjuva propaganda bombardımanı karşısında savunmasız olan örgütsüz-bilinçsiz yığınlar bir yana, sosyalist örgütlerin hiç de azımsanmayacak bir bölümünün de bu duruma düştüğünü gördük, görmeye devam ediyoruz.
Bunun emperyalist bir savaş olduğu gerçeğini reddedenlerin bir kesimi meseleyi Ukrayna’nın vatan savunusuna indirgeyerek, onu arkalayan ABD-NATO emperyalist blokunun bu savaştaki rolünü görünmez kılıyor ve bu emperyalist cepheye “asker yazılıyor”. Çeşitli yazılarımızda ele aldığımız gibi, bu tutum özellikle Batı’da işçi ve emekçileri son derece sinsi bir şekilde zehirliyor. Diğer kesimse, Rusya’yı NATO kuşatması karşısında meşru müdafaa veren bir devlet olarak değerlendiriyor ve ABD-NATO karşıtlığına indirgenen sözde anti-emperyalist bir söylemle Rusya’nın saldırısını ve işgalini meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu tutumu savunanların ortak noktasını, Rusya ve Çin’in emperyalist güçler olarak kabul edilmemesi oluşturuyor. Aksine, bunlar emperyalist paylaşımın konusu haline getirilmeye çalışılan mağdur devletler, hatta “kurbanlar” olarak nitelendirilip destekleniyor. Üstelik “büyük güçler” olarak adlandırıldıkları halde!
Bu tezi savunanlar, Rusya’nın 2000’lerden itibaren toparlanıp sıçramalı bir gelişme kaydetmesini, Çin’inse ABD’nin en büyük ekonomik rakibi haline gelmesini hiçe sayıyorlar. Keza Rusya’nın eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerindeki tahakkümünü devam ettirme arzusuyla gerçekleştirdiği çeşitli müdahaleleri “meşru müdafaa” girişimleri olarak değerlendirip mazur göstermeye çalışıyorlar. Onun Ortadoğu-Kuzey Afrika’da yürüyen emperyalist paylaşım savaşına, bu coğrafyada yeniden söz sahibi olmak üzere aktif bir şekilde katılmasını da es geçiyorlar. Bu tutum, tek yönlü değerlendirmelerle gerçekleri görmezden gelmek, bilinçli bir şekilde çarpıtmak ya da perdelemekle sınırlı kalmıyor. Ekonomi cephesindeki irdelemelerinde de çelişkilerden arınmış saf durumlar peşinde koşarak Marksist diyalektik yaklaşımdan tümüyle uzaklaşıyor.
Günümüzü değerlendirirken geçmişin dogmalarına sıkı sıkı sarılmaya devam edenler, diğer emperyalist güçler karşısında Rusya ve Çin’i ne pahasına olursa olsun savunma refleksiyle hareket ediyorlar. Bir zamanlar Troçki, Sovyetler Birliği’nin Stalinist bir karşı-devrimle despotik bürokratik bir diktatörlüğe[1] dönüştüğü gerçeğini görmek istememiş, bu rejimi bürokratik yozlaşmaya uğramış bir işçi devleti olarak görmeye ve bu yüzden onu emperyalist dünya karşısında savunmaya devam etmişti. Troçkist hareketin ağırlıklı kesimi de SSCB yıkılana kadar onun yolundan gitti. Bugün bile bazıları bu tutumu kapitalist Rusya ve Çin için de ısrarla sürdürmeyi meziyet biliyor, hatta bu konuda Stalinistlerle yarışıyorlar. Sonuç olarak, Sovyetler Birliği ve diğer despotik bürokratik rejimlere ilişkin yanlış tahlillerin bugüne dek ciddi bir sorgulamadan geçirilmemesinin, sadece geçmişe değil güncele ilişkin değerlendirmeler üzerinde de nasıl hâlâ belirleyici olduğunu ve körleştirici bir etki yarattığını ne yazık ki pek çok örnek üzerinden tekrar tekrar görüyoruz. Bu durum, Çin ve Rusya gibi yeni emperyalist güçlere olduğu kadar günümüzde yürüyen emperyalist paylaşım savaşına ilişkin tutumlarda da yansımasını buluyor. Zira bu güçler, yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşında, ABD’nin başını çektiği ve Japonya’nın da dâhil olduğu emperyalist Batı kutbu karşısındaki emperyalist kutbu oluşturuyor ve paylaşım sahalarında giderek çok daha aktif bir şekilde yer alıyorlar.
Levent Toprak’ın Emperyalizm Batılı Güçlerden mi İbaret? başlıklı yazısında, günümüz dünyasındaki gelişmeleri doğru anlayabilmek için emperyalist güçler arasındaki kapışmayı doğru temellerde kavramaya ihtiyaç olduğu vurgulanıyor ve “aksi takdirde, niyet ne olursa olsun, sosyalist mücadelenin şu ya da bu emperyalist gücün varlığının ve yaptıklarının meşrulaştırılmasına hizmet etmesi gibi sonuçlar ortaya çıkacağı gibi, emekçi kitlelerin mücadelesi de yeniden çıkmaz sokaklara sürüklenir” deniyordu. Gerçekten de emperyalizm konusundaki yanlış kavrayışlar, gelişmelerin doğru değerlendirilememesine, doğru öngörülerde bulunulamamasına, pusulası şaşmış olarak savrulup durulmasına yol açmaktadır![2] Bugün Ukrayna savaşında tam da böylesi bir durumla karşı karşıya kalmamız da bu bakımdan anlamlıdır.
Sözünü ettiğimiz yazıda, özellikle Çin emperyalizminin çeşitli alanlardaki göstergeleri irdelenmişti. Bu yazımızda ise Rusya üzerinde yoğunlaşacağız. Ancak başlamadan önce şu satırları yeniden hatırlatalım:
“Emperyalist güç kavramının hayatın içinde gerçekten bir anlamı varsa, o halde bu dünyanın gidişatı üzerinde belirleyiciliği diğer ülkelere ve güçlere nazaran belirgin ölçüde daha büyük olan güçleri anlatmalıdır. Sözgelimi Rusya sizin gözünüzde emperyalist bir güç değilse, Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Akdeniz’den Kuzey Kutbuna, nükleer silah anlaşmalarına dek birçok büyük sorunun ana kutuplarından birisinin Rusya olması gerçeğini yerli yerine oturtamazsınız. Onun Suriye’de devreye girip ağırlığını koyarak savaş sürecinin tüm seyrini değiştirmesi olgusunu tutarlı ve inandırıcı biçimde açıklayamazsınız. Keza bugün ABD ve İngiltere’de iç siyasal sorunların ele alınışında bile özellikle Rusya’nın hedef tahtasına konmasını yeterince anlamlandırmak mümkün olmaz. Seçimler dâhil olmak üzere ABD’nin iç işlerine Rusya’nın müdahalede bulunduğuna dair son zamanlarda Trump’a kadar uzanan soruşturmaları ve yürüyen genel kampanyayı nereye oturtacağız? Örneğin İran bir tehdit olarak ABD’de çok yaygın olarak sahneye sürüldüğü halde ona böylesi bir etki düzeyi atfedilmemektedir. Aradaki fark nedir? Keza İngiltere’deki Rusya karşıtı hezeyanı ve girişimleri de, ABD ile işbirliği içinde devletin derinlerinden örgütlenen, Corbyn gibi siyasetçileri Rusya’nın ajanıymış gibi sunma kampanyalarını anlamlandırmak zordur vb.”
Bugün Venezuela’da olanları tam kapsamıyla anlamak için de burada giderek artan Rusya ve Çin etkisinin hesaba katılmak zorunda olunduğuna dikkat çekilen bu yazıda, bu ve daha nice örneğe rağmen mesela devlet mülkiyetinin yüksek oranı nedeniyle Çin’e kapitalist bile denemeyeceğini ya da Lenin’in ortaya koyduğu emperyalizm ölçülerini kaba bir şablona dönüştürüp bunların tutmadığını ileri sürebilenlerin bulunduğu dile getirilerek şöyle devam ediliyordu:
“Lenin’in ünlü Emperyalizm kitabı başta olmak üzere, emperyalizmin tanımlanması bağlamında ortaya konulan ölçüler son tahlilde böylesi güçlerin hangi temeller üzerinde yükseldiğine ışık tutarlar. Örneğin dünyanın emperyalizm çağına adım attığı dönemde, geniş ve zengin topraklara sahip, büyük nüfusları barındıran, zengin bir tarihsel-kültürel mirası olan Osmanlı, İran ve Çin gibi büyük imparatorluklar vardı. Ancak görünüşteki tüm ihtişama rağmen bu imparatorlukların dünyanın gidişatını belirlemede büyük bir rolleri yoktu artık. Yeni bir çağ açılmaktaydı ve Lenin tekelleri, mali sermayeyi ve sermaye ihracını vurgulayarak bu dünyanın büyük güçlerinin sırrını ortaya koymaya çalışıyordu. Ancak siz bu ölçüleri hayatın canlı gerçekliğinin içinde gerekli diyalektik esneklikle uygulamıyorsanız, kavramlar size hayatı anlamada ve eyleminizde yardımcı olmayıp aksine sizi hayatın dışına düşüren şablonlara dönüşür, eyleminizi de sakatlar.”
Nitekim bugün Rusya ve Çin’e ilişkin kimi değerlendirmelerde bu şablonlaştırmanın artık saçmalama boyutlarına vardığını ve Ukrayna savaşında Rusya’nın yanında yer alınmasının savunulmasında olduğu gibi son derece sakat eylemlerle bütünleştiğini görüyoruz. İşçi sınıfını alenen bir emperyalist gücün arkasına takmaya çalışan bu tutumun Marksizm adına savunulmasını utanç verici buluyoruz.
Rus emperyalizminin çelişik yapısının nesnel zemini
Lenin’in, 20. yüzyılın başlarında kapitalizmin en yüksek aşamasına sıçramasının ifadesi olan emperyalizme ilişkin çözümlemelerinin yer aldığı Emperyalizm kitabı, tekelleşme ve mali sermayenin rolü başta olmak üzere emperyalizmin ekonomik temellerinin kavranması için gerçekten önemli açılımlar sunar. Fakat bir Marksist olarak emperyalizmi doğurduğu siyasal sonuçlarla birlikte irdeleyen Lenin’in bunun yanı sıra bir temel amacı daha vardır: 1914-18 savaşının doğasını sergilemek, sosyal-emperyalistleri teşhir etmek ve işçi sınıfının bu savaş karşısında takınması gereken tutumu ortaya koymak! [3] Burada sadece şunu belirtelim ki, bugün işçi sınıfını şu ya da bu emperyalist gücün peşine takmaya çalışan tutumların Lenin’in belirttiği doğru tutumla hiçbir alâkası yoktur.
Emperyalizm çağının temel belirleyenlerini ve ayırt edici yönlerini ele alan Lenin, çeşitli emperyalist ülkeleri incelerken, gelişim halindeki süreçleri kalıplaştırıp donduran, kesin başlangıç ve sonlar arayan, çelişkileri dışlayan mekanik ve dogmatik bir yaklaşımdan uzak durarak, olguları diyalektik bir yöntemle değerlendirmiştir. Emperyalizmin bazı özelliklerini şablonlaştırıp, ülkeleri bu kaskatı kriterlere tâbi tutmak, bu yönteme tamamen terstir. Ne var ki, Marksist olduklarını iddia eden kimileri bugün tam da bunu yaparak Rusya’nın emperyalist olmadığını iddia etmekte ısrar ediyorlar. Bunu yaparken, çelişik olguları, eşitsizlikleri vb. öne çıkarıyorlar. Oysa Lenin, benzer eşitsizlikleri, çelişkileri hiçbir şekilde göz ardı etmeden, örneğin İtalya, Japonya, hatta Rusya gibi ülkeleri emperyalist olarak nitelendirmekten geri durmamıştı. Bu ülkelerin o dönemki kapitalist gelişme düzeyi, bugünün Rusya’sıyla kıyas kabul etmez derecede geriydi. Fakat bunlar geçmişin mirasına yaslanarak dünya siyasetinde belirleyici bir rol oynuyorlardı ve yürüyen emperyalist paylaşım savaşının taraflarını oluşturuyorlardı. Tüm bu ekonomik ve siyasi olguları birlikte değerlendiren Lenin, bütüne damgasını vuran şeyi görüyor ve dile getiriyordu. Günümüzde de bir Marksistin, kadim bir imparatorluğun ve Sovyetler Birliği gibi bir süper gücün mirasına konan bugünün Rusya Federasyonu’nda bütün bu çelişik olguların nasıl yan yana var olabildiğini, baskın olanın ne olduğunu açıklamaya çalışması gerekir. Ancak bunun için öncelikle geçmişin doğru bir şekilde değerlendirilmesi elzemdir.
1990’ların başları bilindiği gibi despotik bürokratik diktatörlüklerin yıkılarak tarihin akışının bir kez daha keskin bir şekilde değiştiği bir dönüm noktasıydı. Kuşkusuz burada en büyük depremi yaratan SSCB’nin çöküşü olmuştu. Yugoslavya’nın doğrudan emperyalist paylaşım savaşının konusu haline gelip kanlı bir şekilde parçalanmasını ayrı tutacak olursak, SSCB dışındaki diğer ülkelerde bu yıkılış süreci kapitalizme daha hızlı ve daha sorunsuz bir geçişle sonuçlanmıştı. Bunda elbette ABD ve Avrupa’nın bu ülkeleri kapitalist temelde yeniden inşa etmek ve tümüyle kendilerine tâbi kılmak üzere ciddi fonlar ayırmalarının rolü büyüktü. Çin’in kapitalistleşmesi ise 70’li yıllara uzanan bir çözülme sürecinin uzantısı olarak çok daha “evrimsel” bir gelişim çizgisi izlemişti. Burada bürokrasiden bozma yeniyetme burjuvazinin ÇKP örtüsünü muhafaza etmeyi kendi çıkarları açısından çok daha uygun görmesi (tıpkı Vietnam ve Küba’da olduğu gibi) özgün bir form ortaya çıkaracaktı. Devasa bir nüfusa ve büyük topraklara sahip olan Çin böylece tekelci devlet kapitalizmi şeklindeki bir çözülmeyle sisteme entegre olurken, dizginsiz bir baskı ve emek sömürüsü koşullarında yabancı sermayenin ülkeye çekilmesiyle büyük bir ekonomik atılım da gerçekleştirecekti. Ne var ki SSCB açısından “yıkılma”nın ötesinde tam bir “çöküş”le sonuçlanan bu süreç son derece sancılı bir seyir izleyecekti.
SSCB’nin 1991’de çökmesinin ardından Rusya’da çok sancılı bir kapitalist yeniden inşa süreci başladı. Yeni kurulan Rusya Federasyonunun yaklaşık ilk on yılına damgasını basan şey oligarşik bir yapının dizginsiz egemenliğine dayanan kaotik bir durumdu. Uyanık bürokratların ve bunların beslemelerinin oluşturduğu yeniyetme burjuvazinin mafyatik ilişkiler içinde zenginleşen bu kesimi, özeliyle devletiyle Rusya’nın en büyük şirketlerinin tepesine kurularak devasa bir zenginliğe kavuşmuştu. Öyle ki 1990’ların ikinci yarısında, ülkenin finans alanının %50 ilâ 70’i sadece 9 oligarkın kontrolündeydi ve bunlar bu güce Yeltsin yönetimi üzerindeki ağırlıkları sayesinde ulaşmışlardı. Putin 2000 yılında iktidara geldikten sonra bu oligarkları da hizaya getiren bir Bonapart olarak sivrildi. Fakat oligarkların bir kısmı tasfiye edilse de oligarşik yapıda değişen hiçbir şey olmadı; tasfiye edilenlerin yerini Putin destekçisi oligarklar aldı.
Bununla birlikte 2000’lerin başları Rus ekonomisi açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu dönemde petrol fiyatlarındaki yükseliş ve artan yabancı sermaye akışı sayesinde ekonomi toparlanmaya başlamış ve bu durum oligarkların daha da zenginleşip güçlenmesine yol açmıştır. Ne var ki, bu oligarkların elinde biriken devasa miktarlardaki sermaye büyük ölçüde yurtdışına akıtılıp emperyalist ekonomi çarkına katılırken, ülke içinde gerekli yatırımların yapılmaması, sınai gelişmeyi gerek çeşitlilik gerekse teknolojik yenilenme açısından yapısal bir sorunla yüz yüze bırakmıştır.
Olguları tek yanlı değerlendirerek, seçmece unsurları oportünistçe öne çıkararak ya da gizleyerek her türlü manipülasyona başvurmak mümkündür ama gerçeklerin üzerini örtmek mümkün değildir. Kimileri Rusya’nın emperyalist olmadığını kanıtlamak adına onu çeşitli alanlardaki seçmeci karşılaştırmalarla zayıf göstermeye çalışabilmektedirler. Bu alanların başında ekonomi gelmektedir. Ne var ki Rusya iddia edildiği gibi geri bir ekonomik temele sahip olmadığı gibi, tekelleşme, sermaye ihracı vb. konularda da resmedildiği gibi bir tablo sergilememektedir. Ama tüm bunlar, yukarıda da dile getirdiğimiz gibi çelişkili bir yapı oluşturmaktadır.
Bugün Rusya yaklaşık 1,7 trilyon dolarlık gayrisafi yurtiçi hasılası ile dünya sıralamasında 11. basamağa denk düşen bir ekonomik büyüklüğe sahiptir.[4] Kişi başına gelir sıralamasında 60’lı basamaklarda olduğu da doğrudur.[5] Ne var ki her iki kriter de bir ülkenin ekonomik gücünü tek başına yansıtmadığı gibi, emperyalist hiyerarşideki yerine ilişkin gerçekçi bir fikir vermekten de uzaktır.[6] Örneğin çok yakın büyüklükte ekonomilere sahip olan Brezilya ve Avustralya’yla, hatta hemen onların ardından gelen emperyalist İspanya’yla Rusya’nın dünya siyasetindeki yerini kıyaslamak, karşımızda kategorik olarak farklı bir gücün bulunduğunu görmeye yetecektir. Rusya, sahip olduğu devasa topraklarla, eski Sovyet cumhuriyetleriyle halen devam eden çok yönlü organik bağlarıyla, çok zengin enerji kaynaklarıyla, bunlar kadar önemli bir yer tutan askeri gücüyle ve tüm bunlardan dolayı Sovyetler Birliği döneminde tutulan uluslararası mevzileri koruması nedeniyle dünya politikasında ekonomisiyle kıyaslanmayacak kadar belirleyici bir yer tutmaktadır. Öyle ki, ABD, İngiltere, Fransa ve Çin’in yanı sıra Rusya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinden biridir ve bu kilit konumu nedeniyle Güvenlik Konseyinden onun veto ettiği hiçbir karar çıkamamaktadır. Öte yandan en büyük emperyalist güçlerin oluşturduğu G7 (Yediler Grubu), Rusya’nın 1997’de üye olmasıyla birlikte G8 haline gelmiştir.[7] Keza Rusya’nın çeşitli bölge ülkelerini kendi hegemonyası altında bir araya getirdiği ekonomik birliklerin ve askeri paktların gücü de artmaya devam etmektedir.
2014’ten itibaren Suriye, Libya ve Ukrayna üzerinden hegemonya savaşına askeri olarak çok daha aktif bir şekilde katılan Rusya’nın, özellikle Kırım’ın ilhakıyla birlikte güçlü ekonomik yaptırımlarla karşı karşıya kaldığı biliniyor. Ekonomisi üzerinde ciddi bir olumsuz etki yaratan bu yaptırımların 2022’deki Ukrayna savaşıyla daha yıkıcı hale geldiği de görülüyor. Gerek bu olumsuz durum, gerekse oligarşik yapının yol açtığı engelleyici faktörler dikkate alındığında Rusya gerçekte görülenden çok daha büyük bir ekonomik potansiyele sahiptir. Bu potansiyel ona, politik rejimle de sıkı sıkıya bağlı olan ekonomi politikasının köklü bir değişikliğe uğraması durumunda sıçramalı bir kapitalist atılım gerçekleştirme olanağı sunmaktadır (konumuz emperyalizm olduğundan kapitalizm çerçevesinde bunu söylüyoruz; işçi sınıfının iktidarı eline alması durumunda Rusya’nın elbette çok daha büyük bir ekonomik atılım gerçekleştirmesi söz konusu olacaktır).
Ekonomisi büyük devlet şirketleri biçiminde örgütlenen SSCB’nin çöküşünden sonra bu şirketlerin tümüne yeniyetme burjuva egemenlerin çöreklenmesi ve tekelci yapının değişmemesi nedeniyle, Rusya’da ekonominin hemen her alanında yüksek düzeyde bir tekelleşme söz konusudur. Bunların bir bölümü devlete, bir bölümü özel sektöre aittir, bir bölümüyse kamu-özel ortaklığındadır. Petrol, doğalgaz, kömür gibi enerji sektörünün yanı sıra, bankacılıktan askeri sanayiye, demir, nikel, altın gibi madenlerden inşaata ve gıdaya pek çok alanda üretim yapan bu tekellerin 25 tanesi, dünyanın en büyük 2000 şirketi arasında yer almaktadır.[8] Lenin Emperyalizm kitabında emperyalist büyük güçlerde sermayenin nasıl yoğunlaşıp merkezileştiğini, yani tekelleşmenin hızla artan düzeyini sergilemekteydi. Peki bu açıdan bakıldığında günümüz Rusya’sı başka nereye oturtulabilir?
Sermaye ihracına gelecek olursak… Bu konudaki saçma argümanlarla tek tek uğraşmak zaman kaybı olacağından, sadece birkaç hususu hatırlatmakla yetinelim. Bugün Rusya, az ve orta düzeyde gelişmiş ülkelere borç veren (yani bu şekilde sermaye ihraç eden) ülkeler arasında 8. sıradadır.[9] Yine bu ülkede sayıları 80’le 100 arasında değişen ve ülkenin toplam zenginliğinin %30’una yakınını ellerinde bulunduran oligarkların, yüz milyarlarca doları dünyanın dört bir yanındaki daha kârlı alanlara akıttıkları da bilinmektedir. Devasa miktardaki bu paralar ister spekülatif işlemlere, ister doğrudan yatırımlara, ister hisse senetlerine, ister futbol takımlarına aksın, ister kirli işlere bulaşsın bunun sermaye ihracı olduğu şüphe götürmezdir. Tüm bunların yasal ya da yasadışı yollardan yapılması da bu gerçeği değiştirmemektedir. Nitekim Lenin’in o dönemin Rusya’sındaki bankalara ilişkin bir incelemedeki yorumları eleştirirken dile getirdiği şu sözler, spekülatif alanlara akan sermayeyi “sermaye ihracından” saymayan, Rus tekellerinde yabancı hisselerinin bulunmasını onların güçsüzlüğünün ifadesi olarak gören (ama ne kafa!) bugünün küçük-burjuva “teorisyen”lerine de yanıt niteliğindedir:
“Yazar, büyük Rus bankalarını, başlıca iki gruba ayırıyor: (a) «holding sistemi»ni uygulayanlar ve (b) «bağımsız bankalar» (ancak burada, bağımsızlık kavramıyla, keyfi bir şekilde, yalnızca yabancı bankalar karşısındaki bağımsızlık anlaşılmaktadır.) (…) Ayrıca yazar, yatırılmış banka sermayelerini «üretken» (sanayi ve ticaret alanlarında) ve «spekülatif» (borsa ve para işlemleri uygulanmış) sermaye olarak ikiye ayırıyor. Böylece E. Agahd kendine uygun düşen küçük-burjuva reformist görüşüyle, kapitalist düzen içinde, bu iki çeşit yatırımı birbirinden ayırmayı ve ikincisini yok etmeyi hayal ediyor.”[10]
Öte yandan, tam da Lenin’in Emperyalizm kitabında işaret ettiği gibi, yurtiçinde üretken yatırımları ya da teknolojik yenilenmeyi beslemeyen bu sermaye ihracının Rusya’nın sınai ve ekonomik gelişimini belirgin şekilde engellediği doğrudur. Ama bu, emperyalizm çağında mali sermayenin asalaklığının ve kapitalizmin küresel ölçekte artık çürümenin doruk noktasına ulaşmış olmasının çarpıcı ifadesinden başka bir şey değildir.
Lenin yaptığı çözümlemelerde emperyalist ülkelerin tümünü aynı kefeye koymuyor, hatta birtakım köklü gelişme farklılıklarına da dikkat çekiyordu. Örneğin şunları dile getiriyordu: “Sömürgeci İngiliz emperyalizminden farklı olarak, Fransız emperyalizmini, tefeci olarak adlandırabiliriz. Almanya’nın durumu ise, üçüncü bir türü ortaya çıkarmaktadır; Almanya’nın sömürgeleri azdır, yabancı ülkelere akan sermayesi de Avrupa ile Amerika arasında eşit ölçülerde dağılmaktadır.” Onun dikkat çektiği bir başka husus, tekeller çağında, ülkelere verilen borçların bir kısmının “borç veren ülkelerden yapılacak satınalmalara, özellikle de savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması”, bu ülkelere birtakım imtiyazlar sağlanması koşulunun ileri sürülmesiydi. Lenin böylece sermaye ihracının meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline geldiğini belirtmekteydi. Bugün sadece Batılı emperyalist güçlerin değil Rusya ve Çin gibi yeni emperyalist güçlerin de aynı yöntemlere başvurduğu açıktır. Rusya’nın derin ilişkiler kurduğu Türkiye’ye S-400’leri, nükleer santrali, hatta SU-35’leri dayatması bunun sadece küçük bir örneğidir.
Rusya’nın emperyalist olmadığını kanıtlamak adına yapılan çarpıtmalardan birisi de askeri harcama miktarı ya da askeri bütçe miktarı konusundaki seçmeci karşılaştırmalardır. Denilmektedir ki, Rusya’nın ABD’nin onda biri kadar askeri harcaması var, o halde emperyalist olamaz! Oysa Rusya 2021 verilerine göre ABD, Çin, Hindistan ve İngiltere’nin (üstelik bu sonuncusu ancak son bir yılda, o da küçük bir farkla Rusya’nın önüne geçebilmiştir) ardından beşinci sırada yer almaktadır ve söz konusu ülkelerin hiçbiri ABD’nin 800 milyar dolarlık yıllık askeri harcamasının yanına bile yanaşamamaktadır. O zaman demek ki dünyada ABD’den başka hiçbir emperyalist güç yoktur! Yine benzer bir zırva argümandan hareketle örneğin İtalya, İspanya, Hollanda, İsveç, İsviçre gibi emperyalist güçlerin askeri harcamalarının toplamının ancak bir Rusya ettiğini söyleyerek onların emperyalistliğini sorgulamak da mümkündür elbette!
Askeri gücü kriter olarak alıp Rusya’ya emperyalist denemeyeceğini söyleyebilmek için hakikaten ya kör ya da aptal olmak lazımdır. Rusya dünyanın en büyük nükleer askeri gücüne sahip oluşuyla, gelişmiş uçak, gemi, füze envanteriyle, büyük ordusuyla vs. ekonomik gücünü çok çok aşan bir askeri varlığa ve caydırıcılığa sahiptir. ABD’den sonraki en büyük askeri güç olmasının yanı sıra, her türlü hava, deniz ve kara savaş aracını kendi gücüyle üretme kapasitesine sahip birkaç büyük kapitalist güçten biridir. Sadece bu bile onun emperyalist bir güç oluşunun doğrudan göstergesidir. Öte yandan sanayisi önemli ölçüde militarize olan Rusya, askeri üretiminin büyük bir kısmını ihracata dönük olarak gerçekleştirirken, dünya silah ihracatında %20’lik payıyla ABD’den sonra ikinci sırada bulunmaktadır. Nükleer reaktör ihracatında da ilk sırayı alan Rusya’nın bu ve benzeri ileri teknoloji ürünlerini dikkate almayıp, petrol, kömür ve birtakım madenlere odaklı bir analiz yapmak da apaçık bir çarpıtmadır.
Keskinleşen hegemonya mücadelesinde Rusya’nın yerinin gösterdikleri
Rusya’nın emperyalist olmadığını iddia edenlerin, onunla büyük emperyalist güçler arasındaki çeşitli eşitsizlikleri buna kanıt olarak gösterdiklerini biliyoruz. Oysa kapitalist dünya sisteminde sadece ileri ve geri ülkeler arasında değil bizzat emperyalist devletler arasında da çeşitli düzeylerde eşitsizlikler söz konusudur. Hiç kimse ABD ile örneğin Hollanda gibi bir emperyalist devleti aynı kategoride değerlendirmez. Hollanda, İspanya, İtalya gibi görece daha zayıf emperyalist devletler bir yana, bir zamanların üzerinde güneş batmayan imparatorluğu İngiltere bile ABD ile aynı klasmanda sayılamaz. Ama sırf bu eşitsizlik nedeniyle bu ülkelerin emperyalist güçler olarak nitelendirilmesinden geri durulamaz. Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası emperyalist güçler için de geçerlidir ve paylaşım savaşları tam da bu yüzden emperyalizm çağının değişmez parçasıdır.
Lenin’in dile getirdiği gibi, “kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanların güçler dengesi ise eşitsiz biçimde değişmektedir, çünkü kapitalist düzende tek tek girişimlerin, tröstlerin, sanayi dallarının ve ülkelerin eşit şekilde gelişmeleri olanaksızdır. Yarım yüzyıl kadar önce Almanya, kapitalist gücü o zamanki İngiltere ile karşılaştırıldığında, zavallı bir hiçti; Rusya ile karşılaştırıldığında Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıl sonra, emperyalist güçlerin nispi güçlerinin değişmeden kalacağı varsayımı «düşünülebilir» mi? Kesinlikle düşünülemez”. Nitekim öyle olmuştur ve Rus Çarlığı Ekim Devrimi sayesinde tarihten silindiği için emperyalist paylaşım kavgasından geri düşmüş, ama yeni emperyalist güçler olan ABD, Almanya ve Japonya büyük bir ivmeyle ileri atılıp, zaman içinde eskilerin bile önüne geçmeyi başarmışlardır. İçinde bulunduğumuz dönemin yeni emperyalist güçleri ise Çin ve Rusya’dır ama diğer emperyalist güçlerle bunlar arasında da, bu ikisinin kendi aralarında da pek çok bakımdan eşitsizlikler bulunmaktadır.
Emperyalist hiyerarşi basamaklarının tepesinde konumlanan devletler, ekonomik ve askeri güçlerinin yanı sıra, nüfuz alanlarının genişliği ve derinliğiyle, dünya gündemini belirleme kapasitesiyle vb. sadece orta ve az gelişmiş kapitalist ülkelerden değil, daha küçük emperyalist güçlerden de ayrışırlar. Henüz küresel ölçekte söz geçirecek kadar güçlü olmayan alt-emperyalist ülkelerin bile kendi bölgelerinde bir güç odağı oluşturabildiği[11] bir dünyada, Rusya ve Çin, dünya gündemini belirleme gücüne sahip oldukları gibi, alt-emperyalist güçlerden farklı olarak, sadece kendi bölgelerinde değil küresel ölçekte bir güç odağı durumundadırlar. Aklı başında hiç kimsenin bu ülkelerin şu ya da bu emperyalist güce mali ve diplomatik bir bağımlılık içinde olduğunu iddia edemeyeceği açıktır (emperyalizmin karşılıklı ekonomik bağımlılık üretmesi ise ayrı bir konudur ve tüm ülkeler için geçerlidir).
Öte yandan, Almanya, Fransa, İngiltere gibi emperyalistliklerinden sual olunmaz büyük güçlerin bile pek çok alanda ABD’ye tâbi bir dış politika izlemek zorunda kalabildikleri de bilinmektedir. Örneğin başbakanlığı döneminde “şimdiye dek genelde ABD’ye bel bağladık, artık kendi kaderimizi kendi ellerimize almalıyız” diyen Merkel, ABD’den bağımsız ortak bir Avrupa dış politikası ve ortak savunma politikası oluşturulmasının zorunlu olduğunu vurgulamıştı. Kimilerinin mantığından hareket edersek, Almanya ya da genel olarak AB’nin ABD’ye bağımlı güçler olduklarını, dolayısıyla emperyalist olamayacaklarını söylememiz gerekmez mi? Görüldüğü gibi, gerçeklerden kopulup, içinden çıkılamayan bir ideolojik girdaba girildiğinde saçmalamanın sınırı kalmamaktadır!
ABD’nin “ulusal güvenlik strateji belgeleri”nde Rusya ve Çin’in ABD’nin gücüne, nüfuzuna ve çıkarlarına meydan okuyan “rakip güçler” olarak tanımlanmasının nedeni tam da onların birer dünya gücü oluşlarıdır. Çin dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü olarak bu alanda ABD’nin tahtını sarsacak kadar ileri gittiği gibi, gerek askeri gücü gerekse nüfuz alanlarının durmaksızın genişlemesi bakımından da diğer emperyalist güçlerce ciddi bir tehdit olarak görülmektedir. Onun ABD açısından ticaret savaşlarının temel aktörü olması boşuna değildir.[12] Bir başına kıtasal büyüklükte topraklara sahip olup, Asya ve Ortadoğu’da ciddi bir nüfuzu bulunan ve Avrupa, hatta ABD siyasetinde belirgin bir rol oynayacak güce ulaşan Rusya ise enerji kaynaklarından uzay teknolojisine, askeri güçten nükleer güce, pek çok alanda ciddi bir rakip olarak boy göstermektedir.
Elif Çağlı 2007’de kaleme aldığı Çürüyen Kapitalizm adlı makalesinde, rakip emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşlarının alan olarak bölgesel görünseler bile içerik olarak bir dünya savaşı niteliği kazandığını belirterek şöyle devam ediyordu:
“Kapitalizmin pek çok yönden artık bir sistem krizi boyutlarına varan dengesiz durumuna, ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler arasında kızışan ve geleceği belirsiz hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Yarın bu savaş alanının ne şekilde genişleyeceği konusunda fal açamayız. Ama bilinen bir gerçek var ki, dönemin yükselen emperyalist güçleri Rusya ve Çin de paylaşım bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklardır. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecektir. (…) Ne var ki günümüz dünyasının değişen koşulları altında, küresel ölçekteki hegemonya savaşlarının sona ermesi geçmiştekinin basit bir tekrarı biçiminde olmayacaktır. Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir.”
Uzunca bir süredir karşı karşıya olduğumuz tablo, Rusya ve Çin’in yeni yükselen emperyalist güçler olarak sivrilmesi de dâhil olmak üzere, buradaki öngörülerin tümüyle doğrulandığını göstermektedir. Nitekim 2010’ların başlarına dek böylesi bir risk ve tehdit kaynağı olarak görülmeyen Rusya ve Çin, süreç ilerledikçe, “Amerika’nın gücüne, nüfuzuna ve çıkarlarına meydan okuyan” güçler olarak kodlanmaya başlamıştır. Bu değişim süreci, ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgeleri üzerinden de net bir şekilde izlenebilmektedir.
2000’lerin ortalarına kadar, Rusya’yı kapitalist dünya sistemine entegre edilecek bir devlet olarak değerlendiren ABD, o dönemde yayınlanan tüm Ulusal Güvenlik Strateji Belgelerinde[13] Rusya’nın ekonomisinin güçlenmesine yardımcı olmaktan, Balkanlar’da NATO’yla ortak davranmasının öneminden, nükleer silahların azaltılmasına yönelik anlaşmalardan vb. söz ediyordu. 2010 tarihli belgede Rusya “uluslararası arenada yeniden güçlü bir ses olarak ortaya çıkan” ve güçlü, barışçıl ve müreffeh olmasının ABD’nin çıkarına olduğu bir devlet olarak nitelendirilmekteydi. Böylelikle Rusya’nın yeniden “ben de varım” diyerek oyun sahasına çıkışı rakiplerince de tescil ediliyor ama bir tehdit olarak nitelendirilmiyordu henüz. Fakat 2014 yılı bu açıdan bir dönüm noktası oluşturmuştur. O yıl Suriye savaşına doğrudan dâhil olarak Amerika’nın planlarını altüst eden ve Ukrayna’ya saldırıp Kırım’ı işgal ederek dişlerini açıktan göstermeye başlayan Rusya, 2015 tarihli belgede artık “saldırgan bir güç” olarak anılmaya başlanmıştır. Obama tarafından imzalanan bu belgede “Çin’in yükselişi ve Rusya’nın saldırganlığı, büyük güç ilişkilerinin geleceğini önemli ölçüde etkiliyor” denerek, bu iki devletin askeri, siyasi ve ekonomik güçlerindeki sıçramalı yükselişle yarattığı risk ve tehdit algısının çarpıcı bir şekilde arttığı dışa vurulmuştur. Yine bu belgede Ukrayna ve Avrupa’nın Rusya’ya enerji bağımlılığının artması, kaygıları ağırlaştıran bir durum olarak nitelendirilmiştir.
Tüm bunlar, bir süre sonra Trump tarafından “büyük güç rekabeti” olarak dillendirilen emperyalist rekabetin adım adım şiddetlendiğinin somut ifadesidirler. Bilindiği gibi emperyalist sistemin hegemon gücü, kendi liderliğini ve üstünlüğünü diğer güçlere kabul ettirebildiği ölçüde hegemonluğunu devam ettirebilir. Çatlak sesler, mız çıkarmalar, efelik taslamalar, kendi başına hareket etmeler, hele hele plan bozmalar artıyorsa bu durum hegemonyanın sarsılmaya başladığına işaret eder. Nitekim milenyum dönemecinden bu yana aşama aşama artarak yaşanan tam da budur. Trump’ın 2016 seçimlerinde “Amerika’yı yeniden büyük yap” sloganıyla boy göstermesi, onun “eskisi kadar büyük” olmadığının açıkça itiraf edilmesiydi aslında. İktidara gelmesinin ardından yayınladığı 2017 tarihli Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde geçen şu ifadelerse, Rusya ve Çin’in ABD gözünden nasıl göründüğünü açıkça yansıtırken, onların emperyalist niteliklerinin nasıl olgunlaştığını ve hegemonya krizinin nasıl şiddetlendiğini de göstermektedir:
“Çin ve Rusya, bölgesel ve küresel olarak nüfuzlarını yeniden hâkim kılmaya başladılar. … Kısacası jeopolitik avantajlarımıza meydan okuyorlar ve uluslararası düzeni kendi lehlerine değiştirmeye çalışıyorlar.”
“Çin ve Rusya, nüfuzlarını genişletmek ve ABD’ye karşı rekabet avantajı elde etmek için gelişmekte olan dünyadaki yatırımlarını hedefliyorlar. Çin, dünya genelinde altyapıya milyarlarca dolar yatırım yapıyor. Rusya da Avrupa ve Orta Asya’nın bazı bölgelerindeki kilit enerji ve diğer altyapıları kontrol ederek nüfuzunu ekonomik olarak yansıtıyor.”[14]
Rusya ve Çin’in ciddi rakipler olarak boy göstermesi karşısında alarm zillerine asılan sadece ABD değildir. Onun kadar agresif tepki gösteren bir diğer emperyalist güç, bugün Ukrayna savaşındaki aktif tutumunun da çarpıcı bir örneğini sunduğu gibi İngiltere’dir. İngiliz Genelkurmay Başkanı General Nick Carter, 2018 yılı başlarında yaptığı bir açıklamada İngiltere’nin Rusya ve diğer jeopolitik rakiplerle savaşa hazır olmak zorunda olduğunu söylerken, Rusya’yı açıkça “baş düşman” olarak tanımlamış ve bu kanının Amerikan, Fransız ve Alman Genelkurmay Başkanları tarafından da paylaşıldığını dile getirmişti.[15]
Trump’tan sonra tümüyle farklı bir politika izleyecekmiş pozları keserek iktidara gelen Biden’ın Rusya’ya karşı çok daha agresif bir tutum takınması, bunun bir devlet politikası olduğunu ve emperyalist rekabetin çok daha keskin boyutlar alacağını gösteriyor. Nitekim Biden’ın 2021 Martında yayınladığı Geçici Ulusal Güvenlik Stratejisi Rehberinde, Rusya, “küresel etkisini arttırmaya ve dünya sahnesinde yıkıcı bir rol oynamaya kararlı bir güç olarak” nitelendirilerek, düşman algısı çok daha çıplak bir şekilde ortaya konmaktadır.
Peki emperyalist olmayan bir gücün, sadece bölgesinde değil küresel ölçekte böylesi büyük bir siyasi etkiye sahip olması, dünyanın hegemon emperyalist gücünü böylesine rahatsız etmesi mümkün olabilir mi? Ya da örneğin Putin Rusya’sının aralarında Fransa, Almanya, Macaristan, Avusturya, Brezilya, hatta Türkiye gibi çok sayıda ülkede egemen sınıflar içinde belirgin bir yarılmaya yol açarak bir kesimi (bunun daha ziyade faşist kanattan oluşması ise tarihin ironisi olsa gerektir!) yanına çekmeyi başarabilmesi nasıl açıklanabilir? Rusya’nın emperyalist bir güç olduğu ve kızışan hegemonya mücadelesinde kutup başlarından birini oluşturduğu gerçeği kavranmaksızın bunlara bir yanıt getirilemeyeceği son derece açıktır.
Emperyalist hegemonya kavgası, büyük güçlerin küçük güçlere değil rakiplerine boyun eğdirme kavgasıdır. Dolayısıyla ABD’nin Rusya ve Çin’e boyun eğdirme kavgası, tam da bunların onun karşısına pek çok alanda büyük rakipler olarak dikilmesinden kaynaklanmaktadır. Hatta bu öyle bir büyüklüktür ki, ABD bu iki büyük gücü ancak Avrupalı emperyalist güçleri yanına alarak alt etmeye girişebilmiştir ve onyıllardır süren bu çabasında halen hedefe ulaşabilmiş değildir. Aksine, Rusya da Çin de 1990’larla kıyaslanmayacak kadar güçlü rakipler olarak dikilmiştir diğer emperyalist güçlerin karşısına. Batı emperyalizminin Putin’in “Sovyet imparatorluğunu” diriltmek istediği yönündeki propagandası tümüyle manipülatiftir, doğru olan onun Çarlık Rusya’sının yayılmacı emellerini yeniden hortlattığıdır ve bu da Rus emperyalizminin geldiği düzeyle doğrudan ilişkilidir.
Bu gerçeklere gözlerini kapayanların Rusya ve Çin’in emperyalist olmadığına yönelik tahlilleri bilinç bulandırıcıdır. Türkiyeli komünistler, Türkiye’nin bir NATO ülkesi olması nedeniyle elbette ABD’nin başını çektiği emperyalist blokun savaş politikalarını açıkça teşhir etmek ve buna karşı mücadele etmek noktasında birincil derecede yükümlüdürler. Ancak Türkiye’nin aynı zamanda burjuvazinin bir kesiminin ve faşist rejimin Rusya ve Çin’le fazlasıyla yakınlaştığı bir ülke olduğunu da asla göz ardı etmemeli ve bu emperyalist güçlere karşı mücadelenin geri planda kalmamasına da büyük bir dikkat göstermek zorundadırlar. Aksi takdirde, ABD düşmanlığının rejim tarafından kitleleri paralize etmek için manipülatif bir silah olarak sıkça kullanıldığı bu ülkede, işçi sınıfının Batı emperyalizmi karşısında Doğu kampına yedeklenmesinin önüne geçmek olanaksızdır. O nedenle, yazı boyunca değindiğimiz yanlış görüş ve tutumlara karşı politik ve ideolojik mücadeleyi ihmal etmemek fazlasıyla önem taşımaktadır. İşçi sınıfının emperyalizme karşı vereceği bütünlüklü mücadele sadece ve sadece anti-kapitalist bir mücadele, yani iktidarı ele geçirerek bu sistemi yıkma mücadelesi olabilir. Enternasyonalist komünistlerin ona gösterecekleri ve önderlik edecekleri tek yol bu devrimci yoldur.
[1] Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabında, Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin gerçek karakteri, ortaya çıkış koşulları ve tarihsel gelişimi devrimci Marksist temellerde sorgulanarak derinlemesine tahlil edilmektedir.
[2] Levent Toprak, Emperyalizm Batılı Güçlerden mi İbaret? (Mart 2019), marksist.com
[3] Emperyalizm konusunda ayrıntılı bir inceleme için, Elif Çağlı’nın güncel sorunlara doğru bir perspektifle yanıt sunabilmek amacıyla kaleme aldığı Kolonyalizmden Emperyalizme adlı kitabına bakılmasını öneriyoruz.
[6] Bir ülkenin milli gelir sıralamasındaki yerinin onun ekonomik gücünü hiçbir şekilde yansıtmadığı iddiasıyla karşılaşabiliyor olsak da bunun gerçeklikten uzak olduğu çok açıktır. Milli gelir kuşkusuz nüfusla da ilişkilidir ve görece daha zayıf konumdaki kalabalık bir ülkenin milli geliri daha güçlü konumdaki ülkelerden daha fazla olabilir. Dolayısıyla milli gelirin ekonomik gücü birebir yansıttığını söylemek yanlış olur. Ne var ki aynı şey, kişi başına gelir açısından yapılan sıralamalar için de geçerlidir. Kişi başına gelir sıralamasına bakıldığında örneğin Monako, Lihtenştayn, Lüksemburg, İrlanda gibi çok düşük nüfuslu ülkeler ABD’den daha önde bulunmaktadır. Ya da Singapur, İzlanda, San Marino, Katar, İsrail gibi ülkeler Fransa’nın, İngiltere’nin, Almanya’nın, Japonya’nın vb. önündedir.
Keza Hindistan, kişi başına gelire bakıldığında, Cibuti, Esvatini, Fas, Tunus, Laos, Bhutan, Honduras, Arnavutluk gibi onlarca ülkenin gerisinde, 162. sırada bulunmaktadır. Oysa milli gelire göre yapılan sıralamada ABD, Çin, Japonya, Almanya ve İngiltere’yi takiben 6. sırada yer almaktadır. İster öyle olsun ister böyle, Hindistan’ın yukarıda sözünü ettiğimiz geri ülkelerle kıyas kabul etmeyecek kadar güçlü bir ekonomiye ve potansiyellere sahip olduğu tartışma götürmezdir. Üstelik Hindistan, siyasi ve askeri gücüyle bir bölge gücü, alt-emperyalist bir güç konumundadır. Demek ki tek başına ekonomik gücüne bakmak, bir ülkenin kapitalist hiyerarşide bulunduğu yeri görmek için kesinlikle yeterli değildir. Bu Rusya açısından da fazlasıyla geçerlidir.
[7] 2014’te Ukrayna’ya saldırmasının ve Kırım’ı ilhak etmesinin ardından Rusya G8’den çıkarılmışsa da bu onun kategorik yerini değiştiren bir durum değildir.
[9] Dünyanın en büyük borç veren ülkesi ise kimilerinin onu da emperyalistten saymadığı Çin’dir. https://knoema.com/
[10] Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., 1979, s.63
[11] Bkz. Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, marksist.com
[12] Ayrıntılı bilgi için bkz. Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları (Ağustos 2018) ve Ticaret Savaşında Son Durum (Aralık 2018).
[15] İlkay Meriç, Emperyalist Savaş Makinesi Tüm Dünyada Vites Yükseltiyor (Şubat 2018), marksist.com
link: İlkay Meriç, Bir Emperyalist Güç Olarak Rusya ve Özgünlükleri, 9 Mayıs 2022, https://fa.marksist.net/node/7637
Oxfam’ın Verileriyle Kapitalizm
Yıkılacak Bu Düzen!