Kısa yanıt durumun bu olmadığıdır. İsrail rejimi askeri bir saldırı düzenlemeyi isteseydi, onu duyurmaksızın yapardı (tıpkı geçmişte Suriye ve Irak’ta yaptığı gibi). Mevcut İsrail-İran savaş hali, ABD-Sovyet Soğuk Savaşını ve İsrail’in 1950 ve 60’lardaki Cemal Abdül Nasır Mısır’ına karşı ve 1970’lerdeki ve 80’lerdeki Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütüne karşı nüfuz savaşını anımsatmaktadır. Bunlar benzer karakterdedirler: düşmanın şiddetli ideolojik reddi, onun varlığına karşı tehditler, silahlanma yarışı, gizli küresel faaliyet, müttefiklere silah sağlama, bölgesel ve küresel güçlerle diplomatik ittifak, ekonomik boykot ve diplomatik izolasyon.
Nükleer bilimcilere suikastler, çok yönlü bir siber saldırı, 12 Kasım 2011’de, Karaj yakınlarındaki Bid Ganeh’deki bir cephanelik üssünde, İran’ın balistik füze programının “büyükbabası” Hasan Tahrani Mokaddam’ın ve 17 kişinin öldüğü esrarengiz güçlü patlama ve daha pek çok olay İran’la Batı (ve onların müttefiki İsrail) arasındaki soğuk savaş durumuna işaret etmektedir. Geçtiğimiz Pazar günü İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak üsteki patlamaya dair şunu demiştir: “Daha çok da olabilir! ” Son iki yılda en az üç İran nükleer bilimcisi öldürüldü. Geçen kış da İran’ın nükleer zenginleştirme santrifüjüne kod adı Stuxnet olan bir bilgisayar virüsü sokuldu ve bu virüs ağır hasara yol açıp programın ilerlemesini aylarca durdurdu.
İran’a askeri saldırı çok yakın mı?
Batı’nın içgüdüsel eğilimi savaş çığırtkanlığına ve askeri saldırılara dayansa da, 1979 ayaklanmasının başlangıcından beri Amerika’nın İran’a askeri birliklerini göndereceği ve mollaları Batı yanlısı bir rejimle değiştireceği günleri bekleyen İran muhalefetinin burjuva ve küçük-burjuva eğilimlerinin aksine, ABD daima İran’ın kapitalist-ruhban rejimiyle anlaşmayı tercih etmiştir.
İran monarşistleri ve onların “lideri” Rıza Pehlevi (Şah’ın oğlu), İran’da geri dönmek için gereken politik itibara (sosyal demokratlaştıkları ve diğer eğilimlerle birleşmek istediklerine dair kopardıkları velveleye rağmen) sahip değildir. Kraliyet rejiminin, SAVAK’ın (Şah’ın gizli polisi) ve canilerin (1953 CIA darbesinde yer almaları için para ödenen) mührü ve arması bunların alınlarına ebediyen damgasını basmıştır. Asla bir burjuva alternatif haline gelmemiş olan Mücahitler kendilerini Saddam rejimine bağımlı kılarak bir kumar oynamış ve kaybetmişlerdir. İranlı “reformcular” da omurgasız ve işe yaramaz çıkmıştır. ABD gelecek için bütün bu alternatifleri koruyor olsa bile, onun temel perspektifi bizzat İslam Cumhuriyeti’yle anlaşmaktır.
Açıktır ki, durumu kendi lehine dengelemek için emperyalizm rejimle mücadelesini iki yöntem ya da yolla yürütmek zorundadır. İlki Obama yönetiminin ve Avrupa hükümetlerinin benimsediği ılımlı yöntemdir. Diğeri, şimdi İsrail tarafından ifade edilen zorbalık ve kuvvet kullanma yöntemidir. Aslında ABD, Avrupa devletleri ve İsrail arasında İran’daki duruma dair hiçbir politik fark yoktur. Farklılıklar taktik ve minördür.
Ek olarak, özellikle Irak ve Afganistan’daki feci deneyimden sonra, güçler dengesi Amerikan hükümetinin gündeminde başka bir askeri saldırının yer almasını ihtimal dışı bırakmaktadır. ABD Irak ve Afganistan’da uzun süre kalmak zorunda kalacaktır (Obama’nın içerdeki kitleler ve kamuoyu için tasarlanmış olan “birlikleri çekme” planına rağmen) ve İran’a yönelik bir başka askeri saldırı için gerekli kaynaklara sahip değildir.
Batı İran’a “demokrasi” getirebilir mi?
Katiyen hayır. 2005’te yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında George Bush kendini özgürlük ve demokrasi savunucusu olarak gösterdi ve “terörizm”e karşı savaş ilan etti. Bugün Obama-Clinton aynı demagojiyi takip ediyorlar. Fakat Birleşik Devletler’in (ve CIA’in) tüm terörist devletlere önderlik ettiğini belirtmeyi unutuyorlar. Onların terörizm ve “haydut devlet” tanımlarını kullanırsak, ABD aslında bunların en büyüğüdür. Saddam ve Bin Ladin aynı CIA tarafından eğitilmemiş miydi? Bugünün “teröristleri”, Kürt halkının bastırılmasından yana olan çıkarlarının sürdürülmesi ve Rusya’ya karşı bir savaşın yürütülebilmesi için ABD tarafından ağır silahlarla donatılan aynı insanlar değil miydi? Hatemi hükümeti “ılımlı” ve reformist bir hükümet olduğu için birkaç yıl öncesine kadar ABD tarafından desteklenmiyor muydu? Nasıl oldu da Saddam Hüseyin ya da Bin Ladin ABD’ye itaat ettikleri süre boyunca Amerika’nın müttefikleri olarak görüldüler? Nasıl oldu da rejim içi muhaliflerin işlediği “seri cinayetler” ve İranlı öğrencilerin ve işçilerin parlamento önünde katledilmesi karşısında aynı ABD yönetimi Hatemi hükümetini “terörist” saymadı? ABD yönetimi neden Dr. Musaddık’a karşı gerçekleştirilen 19 Ağustos 1953 darbesinde ve Şili’de Allende’ye karşı gerçekleştirilen darbede CIA’in rolüne ve dünyada pek çok insanı öldüren CIA cinayetlerinin tekrar eden trajedilerine dair tek söz etmiyor?
Açıktır ki, bu çelişkiler bizzat ABD’nin terörist doğasından kaynaklanmaktadır. Eğer terörizmin dünyadan kazınması gerekiyorsa, her şeyden önce onun ana kaynağı yerle bir edilmelidir.
Ya İran’la savaş olursa?
İran işçi sınıfı bağımsız bir üçüncü kamp oluşturulması için kitlelere önderlik etmelidir; ne “ulusal çıkar” savunusuyla “kendi” burjuvazisini desteklemelidir ne de emperyalizmi. Bu, işçilerin ve toplumdaki tüm sömürülen ve ezilen katmanların bir birleşik cephesidir. Bu cephe sadece anti-emperyalist olmayıp, işçi denetimi gibi geçiş talepleri ileri sürerek kapitalizmin yıkılması için de mücadele edecektir. Tüm uluslararası sol ya da ilerici örgütleri bu bağımsız ve gerçekten devrimci cepheyi diğer iki kampa gerçek bir alternatif kılmak için destek vermeye çağıracaktır. Marksistler, işçileri gerici işbirlikçi burjuvazinin ordusuna katılmaya çağırmak yerine, orduya alınan işçileri subaylarını vurmaya, asker konseyleri oluşturmaya, kitleleri kendi fabrikalarını ve mahallelerini savunmak için ağır silahlarla silahlandırmaya, askeri becerilerini yükseltmek için kitleleri eğitmeye ve emperyalizme ve yerli burjuvaziye karşı devrimci bir savaş yürütmeye çağırırlar.
link: Maziar Razi, İsrail İran’a Yönelik Bir Askeri Saldırıya mı Hazırlanıyor?, 19 Kasım 2011, https://fa.marksist.net/node/2808
On Binler Kazlıçeşme’de Haykırdı: “İrademe Dokunma!”