Önce Nobel Edebiyat Ödülünün Orhan Pamuk’a verilmesi vesilesiyle, ardından da Nobel Barış Ödülü vesilesiyle, bu ödüller bir anda burjuva aydın kesiminin ilgisine mazhar oluverdi. Statükocu-devletçi burjuva kesimler, Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü kazanmasını onun “hainliği”ne bağlayıverdiler. Böylelikle Türk burjuvazisinin iki kesimi arasında sürüp giden dalaşmanın konularından biri haline geldi Nobel Ödülü.
İster “pozitif bilimler” alanında verilenler olsun ister “sosyal bilimler” alanında, Nobel Ödüllerinin hiçbir zaman politik kaygılardan ve burjuvazinin çıkarlarından bağımsız olmadığı gerçeğini görmezden gelen statükocular, bu yılki Edebiyat Ödülünü politik kaygılarla verilmiş bir ödül diye şiddetle eleştirdiler. Ne var ki Edebiyat Ödülü vesilesiyle burjuva yazarları iki kampa ayıran Nobel Ödülü, burjuvazinin genel ideolojik ve politik çıkarlarını ifade eden Barış Ödülü söz konusu olduğunda son derece bütünleştirici bir rol oynadı. Başta liberal geçinenleri olmak üzere tüm burjuva yazar ve siyasetçi takımı, üstelik de bu en politik görünen sorun konusunda verilen ödülü değerlendirirken, ne hikmetse ödülün arkasında yatan siyasi-ideolojik kaygılardan hiç bahsetmediler. Tüm burjuva ideologları Nobel Barış Ödülünün Bangladeşli Muhammed Yunus’a verilmesinden son derece memnunlar. Nasıl olmasınlar ki! Muhammed Yunus’un geliştirdiği mikro-kredi sistemini öne sürerek, hem tüm dünyayı kasıp kavuran yoksulluğun kapitalist sistemden kaynaklanmadığını sözde kanıtlamış oluyorlar hem de kapitalist sistem içerisinde kalınarak bu sorunun üstesinden gelinebileceği yalanını yayıyorlar.
Mikro-kredi hakkında makro yalanlar
En liberalinden en sağcısına kadar tüm gazeteler, Barış Ödülünün açıklanmasının ardından, mikro-kredi sistemine övgülerle, başarı öyküsü yalanlarıyla, yoksulluğun artık sonunun geldiği vaazlarıyla doldu. Burjuva gazetelerinin başlıkları, mikro-kredi sisteminin yoksulluktan mucizevi bir kurtuluş reçetesi olduğu ve bu sistemi geliştiren Muhammed Yunus’un kalbinin yoksullardan yana attığı hususunda ortaklaştılar: “Nobel Barış Ödülü yoksul bankerine”, “Nobel, küreselleşmenin yaralarını sarmaya çalışıyor”, “Diyarbakır’da Nobel sevinci”, “Barış Ödülü iyilik meleğine”, “Geçim derdine çare buldu Nobel Barış Ödülünü aldı”, “Barış Nobeli fakir babasına”, “Ödülünü yoksuldan aldı yine onlara harcayacak” …
Burjuva gazeteler, 2003 yılından itibaren Muhammed Yunus’un akıl hocalığı ve AKP Diyarbakır milletvekili Aziz Akgül’ün girişimiyle Kürt illerinde de başlatılan uygulamanın yarattığı “başarı öyküleri”yle dolup taşıyor. Birkaç yüz YTL kredi ile “hayatları kurtulan” Kürt kadınları yere göğe sığdırılamıyor. Kimisi aldığı küçücük krediyle yazma işleyerek geçinmeye çalışıyor, kimisi bakkal dükkânı açmış sekiz çocuğunu geçindirmeye uğraşıyor, öbürü terlik alıp satmaya girişmiş, bir diğeri kuaförlüğe başlamış vb. Tüm bu öyküler “işte size hayatlarında Nobellik değişim yaratan kadınlardan birkaçı” diye yutturuluyor ve “damla damla krediyle yoksulluğun alt edilebileceği”ne inanmamız isteniyor.
Kapitalizmin başkenti denilebilecek ABD’nin bir fırsatlar ülkesi olduğu yıllar boyunca propaganda edildi. Mucizeler ülkesinde herkes zengin olabilirdi, yeter ki aklını kullanmayı bilsindi. Bugün bu fırsatlar ülkesindeki yoksulluk-zenginlik kutuplaşması o denli göze batar duruma gelmiştir ki, artık bu ülkede yaklaşık 30 milyon evsizin bulunduğu, bu insanların hiçbir gelirinin olmadığı, sokaklarda yaşamak zorunda kaldığı ve dilenerek ya da çöplerden beslenerek hayatta kalmaya çalıştığı gerçeği saklanamaz olmuştur. Ve bugün mikro-kredinin mucitleri, ABD’de ve hatta Kanada’da bile bu sistemin yoksulluktan nasıl bir çıkış kapısı sunduğuyla övünüyorlar! Bir başka deyişle, kapitalist ülkelerin mucizeler ve fırsatlar ülkesi olduklarına dair makro yalanlar yeni “mikro” sahtekârlıklarla tazeleniyor.
Geçmişte ileri sürülen fırsatlar ülkesi yalanıyla bugün öne çıkarılan mikro-kredinin mucizeleri yalanı arasında ideolojik açıdan hiçbir farklılık yoktur. Tüm bu hikâyelerle, yoksulluğun kapitalist sistemin doğrudan bir ürünü ve hatta bir gereği olduğu gerçeğinin üstü örtülmeye çalışılıyor. Bir tarafta yoksulluk artarak birikmedikçe diğer tarafta zenginliğin artamayacağı, birilerinin zenginliğinin yüz milyonların yoksulluğu anlamına geldiği gerçeği görülmesin isteniyor. Kapitalizm, sefalete mahkûm edilmiş milyonlarca işsiz olmaksızın, yani bir artı nüfus üretmeksizin, bir yedek işçi ordusu üretmeksizin artı-değerin üretimini ve yeniden üretimini de gerçekleştiremez. Burjuva iktisatçıların ve ideologların üstünü örtmeye çalıştıkları gerçek budur. Böylelikle, işsizliğe ve onun kaçınılmaz sonucu olan sefalete ve mutlak yoksulluğa sürüklenen yığınlar kapitalizmin bir kurbanı olarak değil, yardıma muhtaç bir zavallılar grubu olarak gösterilebilir. Bu durumda yoksulluk, sistemin bir sorunu olarak değil bireyin sorunu olarak ele alınır. Ve bir kez bireysel bir sorun olarak sunulduğunda, yoksulluğun sorumluluğu yine yoksulların sırtına bindirilir. Yoksulluk yoksullarla açıklanır hale gelir. Onların eğitimsizliğine, beceriksizliğine, yeteneksizliğine, kapasitelerinin eksik oluşuna atıf yapılır ve hatta eninde sonunda yoksulların zekâ eksikliği ima edilir.
Muhammed Yunus’un mikro-kredi projesi de bu mantıktan hareket ediyor ve bir taraftan küçücük bir kredi ile tek tek yoksulların hayatlarında köklü bir değişiklik yapabilecekleri yalanını yayarken bir taraftan da alttan alta yoksulları aşağılamanın zeminini döşemiş oluyor. Öyle ya, bir insanın koyu bir sefaletten kurtulup insanca yaşaması için gereken miktar bu denli mikro ölçekli ise, insanca bir yaşama başlamak için 22 sent yani bir sakız parası yeterli ise ve bunu bile bulamamaları kapitalizmin suçu değil de bu insanların bireysel koşulları ise, bu sefaletin kaynağında yoksulların beceriksizliğinden, yetersizliğinden ve akılsızlıklarından başka ne yatıyor olabilir ki?
Nobel ve neo-liberalizm
Muhammed Yunus’a verilen Nobel Barış Ödülü, ödülü veren komite tarafından şöyle gerekçelendiriliyor:
Nobel Komitesi, 2006 Nobel Barış Ödülü’nü iki eşit parçaya bölerek, ekonomik ve sosyal kalkınmayı aşağıdan yaratma çabalarından dolayı Muhammed Yunus ve Grameen Bank’a vermeyi kararlaştırmıştır. Nüfusun geniş kesimleri yoksulluktan kurtulmanın yollarını bulmadığı sürece kalıcı barış sağlanamaz. Mikro-kredi bu yollardan biridir. Aşağıdan başlayan kalkınma, aynı zamanda demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesine de hizmet eder. (…) Dünya üzerindeki her bireyin saygın bir hayat sürme potansiyeli ve hem de hakkı vardır. Yunus ve Grameen Bank, kültürleri ve uygarlıkları aşarak yoksulların en yoksullarının bile kendi kalkınmalarını sağlamak için çalışabileceklerini ispatlamışlardır.
Liberal burjuva ideolojisinin katıksız bir savunusu olan bu gerekçelendirmede yoksulluk sorunu toplumsal bir sorun olarak değil, bireysel bir sorun olarak ortaya konur: “Nüfusun geniş kesimleri” yoksulluktan kurtulmanın yollarını kendi başına “bulmak” zorundadır; yoksullar “kendi kalkınmalarını sağlamak” zorundadır. Bir başka deyişle yoksulluk sorunu yoksulun bizzat kendi sorunudur, bu duruma düşmesinin nedeni kendisidir ve çözümünü de kendisi bulmak durumundadır. Nobel Komitesinin ödüle layık gördüğü Grameen Bank (“Köylü Bankası” anlamına geliyor) da, müşteri kitlesini, aynı mantıkla, “kendisine iş yaratamayan yoksullar” olarak tanımlıyor.
Burada dile getirilen bireyci yaklaşımın, özellikle 1970’lerin sonları ve 1980’lerin başlarından itibaren yükselişe geçen neo-liberal saldırılarla bağını görmek hiç de zor olmasa gerek. Hatırlanacağı gibi neo-liberal politikalarla, gerek en ileri kapitalist ülkelerde gerekse de daha geri ülkelerde, işçi hareketinin tüm kazanımlarına karşı savaş ilan edilmişti. İlk hedef örgütlü işçi hareketini yok etmekti. Bu nedenle tüm dünyada geniş çaplı bir sendikasızlaştırma saldırısı yürütüldü. Bu başarılıp işçi sınıfının haklarını korumak için gerek duyduğu sendikal örgütlenme zayıflatıldığı ölçüde sıra iş güvencesinin yok edilmesine, kazanılmış sosyal hakların gasp edilmesine, emeklilik haklarının kırpılıp ortadan kaldırılmasına ve nihayet eğitim ve sağlık gibi birçok ülkede parasız olarak verilen hizmetlerin paralı hale getirilmesine gelmişti. Bu kapsamlı saldırı dünyanın dört bir köşesinde farklı tempolarla da olsa hayata geçirildi. Bu saldırılardan nasibini en ağır şekilde alan ülkeler, işçi hareketinin göreli güçsüz olduğu ya da güçlü olsa bile faşist darbeler, asker-polis devleti gibi uygulamalarla büyük bir baskı altına alınabildiği geri ülkeler oldular.
Bir taraftan uzun yıllara yayılan bir mücadelenin kazanımı olarak elde edilen, bir taraftan da SSCB faktörünün yarattığı baskıyla emekçi kitlelere bir sus payı olarak sunulan sosyal haklar ve bu hakları güvence altına alan yasalarla birlikte “sosyal-devlet” uygulamaları tek tek ortadan kaldırılıyor. Kapitalizmin derinleşen krizine paralel olarak gerek iktisadi ve sosyal alandaki haklara gerekse de demokratik siyasal haklara dönük saldırıların arkası kesilmiyor. Tek başına bu gerçek bile özellikle ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfını yıllardır “refah devleti” ve “sınırsız-sonsuz demokrasi” yalanlarıyla aldatan reformizmin ne denli gerici bir ütopyadan ibaret olduğunu göstermeye yetiyor.
İşçi sınıfının sorunlarının kalıcı ve gerçek bir çözümü anlamına gelmese de, söz konusu kazanımların temel bir anlamı, işçi sınıfının örgütlü sınıfsal dayanışmasını temsil etmeleri ve onun bir ürünü olmalarıydı. Yani işçiler kendi sınıf kardeşlerinden zor duruma düşenler için (işsizlik, hastalanma, sakatlanma, hamilelik, yaşlılık ve daha birçok benzeri mağduriyet durumları) ulusal ölçekte kolektif bir dayanışma mekanizmasını burjuvaziye dayatmış ve kabul ettirmişlerdi. İşçi sınıfı çeşitli örgütleri aracılığıyla bunları parlamentolarda ulusal yasalar düzeyine getirmiş, siyasal ve sendikal yollarla baskı uygulamış ve muhtelif denetim mekanizmaları geliştirmişti. Oysa şimdi genel olarak bu dayanışma biçimi ortadan kaldırılıyor, yerine bir yandan özel sigorta sistemleri diğer yandan burjuvaların hayır işleri ve inayetine bağlı mekanizmalar getirilmeye çalışıyor.
Sağlık, eğitim, emeklilik vb. hakları her geçen gün daha da budanan yığınlara yıllardır söylenen şey, bu hizmetleri artık kendilerinin bireysel olarak satın almak zorunda oldukları ve bu noktada devletten bir katkı beklememeleri gerektiğiydi. Şimdilerde, Nobel Barış Ödülüyle birlikte tüm burjuva dünyanın nezdinde resmi bir otorite, bir onay mercii olarak görülen bir kurum aracılığıyla burjuvazi şunu haykırıyor: Sağlığını, eğitimini, emekliliğini kendin düşünüp kendin halletmek zorunda olduğun gibi işsizlik ve yoksulluk sorununu da kendin hallet, “tabandan kalkın”, benim devletimden bir şey bekleme!
Mikro-kredi ve neo-liberalizm
Nobel Komitesi’nin ödüle layık gördüğü Muhammed Yunus’un yukarıda sıraladığımız hususlardaki görüşleri de Komite’nin burjuva liberalizmini tamamlar nitelikte. Yunus, liberalizmin bireysel girişimciliği öven, kutsayan ve dokunulmaz ilan eden görüşlerini aynen benimsemekle kalmıyor, geliştirdiği mikro-kredi sistemi üzerinden yoksulluğun ancak “kendi kendinin efendisi olmakla” yani küçük bir girişimci olmakla üstesinden gelinebileceğini propaganda ederek, emekçilere küçük-burjuva hayaller pompalıyor. Bir işçi olarak kurtuluşunu diğer sınıf kardeşlerinle birlikte verilecek bir mücadelede aramak yerine, küçük bir dükkân aç, minnacık bir atölye kur ve bireysel kurtuluş hayalinin peşinden koş! Ona kalırsa “kendi işinin sahibi olmak” bir özgüven ve onur kaynağıdır. Mikro-kredi sayesinde mikro-üretici olarak kapitalist pazara dahil olan emekçi, Yunus’a göre daha esnek ve kendi gönlünce çalışma özgürlüğüne sahiptir. Birkaç parça mal satmak, ürettiği küçük metalara müşteri bulmak ya da bir eşyasını tamir ettirmek üzere gelecek bir müşteriyi beklemek için sabahın köründen gece yarılarına kadar dükkânını açık tuttuğu ve bunu haftanın yedi günü, yılın her haftası ve ömrünün her yılı boyunca yapmak zorunda kaldığı halde kıt kanaat geçinen küçük esnaf yığınları için pek de iyi bir haber!
Yunus bu küçük-burjuva hayalleri pompalamakla da kalmaz, katıksız bir neo-liberal olarak uzun yıllara dayanan mücadelelerle elde edilen işçi haklarına saldırıya geçip, işçi sınıfının işsiz kesimlerini ve işçi emeklilerini asalaklıkla suçlayacak kadar ileri gider. Ona göre mikro-girişimciliğin yayılmasıyla devletin sosyal-politikalar için ayırması gereken kaynaklar da azalacaktır! Yoksullar sosyal yardıma bağımlılıktan da kurtulacaktır! Nitekim Yunus’a göre işsizlik sigortası gibi uygulamalar, işçiyi yozlaştıran ve onu dilenciliğe teşvik eden araçlardır; yaşlılar emeklilik parasıyla boş boş oturacaklarına üretken olacaklardır ve böylelikle bu kesimler bugüne kadar parasız olarak kendilerine sunulan sağlık gibi hizmetlerin parasını ödeyebilecek bir ekonomik gelire kavuşacaklardır! Şöyle buyuruyor bu sözde “yoksul babası”: “Önemli olan, insanlara sağlık hizmetlerini, tam bir eğitimi ve diğer zorunlu ihtiyaçlarını alabilmeleri için bir kazanç yolu verilmesidir. Herhangi bir şeyi «bedava» sunmak, konunun özünü gözden kaçırtır.” Eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, haberleşme gibi temel insan ihtiyaçlarının parasız olmasına karşı çıkan, bu ihtiyaçları her insanın doğal bir hakkı olarak değil de satın alınması gereken bir meta olarak ele alan “yoksulların bankacısı” Muhammed Yunus, kendi sınıfsal meşrebine uygun olarak, yeni bir insan hakkı keşfediyor: “Biz kredinin bir insan hakkı olduğuna inanıyoruz.”
İşin doğrusu, burjuva gazetelerinin “yoksulların bankacısı”, “yoksul babası”, “yoksul dostu” olarak takdim ettikleri Muhammed Yunus’un kalbi yoksullardan yana değil, yoksulların en yoksullarının sırtından kazanabileceği milyon dolarların yarattığı heyecanla atıyor. Onun icat edip geliştirdiği mikro-kredi uygulaması, gezegenimizdeki milyarlarca yoksul için değil ama kendisi için gerçekten de mucizevi bir kapitalist “başarı öyküsüdür”. 42 köylü kadına kendi cebinden çıkarıp verdiği toplam 27 dolarlık kredi ile yola çıkan Yunus’un 1976 yılında kurduğu Grameen Bank bugün 6,6 milyon aileyi kapitalist sömürü çarkının içine katarak, 5,5 milyar dolarlık bir kredi hacmine ulaşmıştır. Bu son derece kârlı yatırım, 30 yıl içerisinde dev bir şirketler topluluğuna dönüşmüş durumda: cep telefonu şirketlerinden internet şirketlerine, kumaş ihracatına, konfeksiyona, balık ve gıda işletmeciliğinden enerji şirketlerine kadar toplam 8 büyük şirkete sahip olan bir sermaye grubu. Grameen Bank 100’den fazla ülkede faaliyet yürütürken, bu grubun bileşenlerinden olan Grameen Vakfı, 22 ülkede 52 ortakla birlikte çalışıyor. Yaz aylarından bu yana ayaklanma halinde olan Bangladeşli tekstil işçileri aylık ortalama 16 dolarlık ücrete isyan ederken, bu tekstil işçileri arasında Yunus’un kurduğu Grameen Triko’da çalışan işçiler de yer alıyorlar!
Yunus’un Grameen Bankasının tam da neo-liberal politikaların dünyayı kasıp kavurmaya başladığı yıllarda yükselişe geçmesi hiç de tesadüf değildir. Kapitalist ekonominin dünya çapında durgunluk ve kriz ortamına girmesinin ilk işaretleriyle birlikte canlandırılıp hızlandırılan neo-liberal politikalar, bir taraftan milyarlarca emekçinin hayat standartlarının düşmesine yol açarken diğer yandan da emperyalist sermayenin canhıraş bir şekilde yeni yatırım ve pazar alanları arayışı içerisine girmesinin bir dışa vurumuydu. 90’lı yıllarla birlikte daha da şiddetlenen bu arayış bugün artık pazarlar ve nüfuz alanları üzerinde giderek askeri biçimlere bürünen bir emperyalistler arası rekabeti de beraberinde getiriyor.
Kapitalizmin kenara itip dışladığı, kapitalist pazarın hem birer üretici hem de verimli birer tüketici olarak dışına düşen 1,1 milyardan fazla insanın oluşturduğu potansiyel tehdidin bertaraf edilemese bile bir ölçüde azaltılması, bu muazzam yığının en azından reklâmı yapılabilecek kadarlık bir kesimini tekrar sisteme dahil etme imkânının yaratılması, böylelikle yoksulluğun sistem içi çözümleri bulunduğu yanılsamasını kuvvetlendirerek kapitalist dünya sisteminin meşruluğunun sorgulanmasının önüne geçilmesi. Nobel Komitesi’nin “kalıcı barış sağlamak”la kastettiği işte budur. Dünya burjuvazisi ile dünya emekçileri arasındaki bir iç savaş ve devrim tehdidini ertelemek!
Ama görüyoruz ki, bu genel ideolojik ve politik çıkarların yanı sıra, Yunus’un projesi burjuvazi açısından gerçekten çok somut iktisadi çıkarlara da işaret ediyor. Çünkü özelde Yunus’un genelde ise çeşitli burjuva kuruluşların sözde yoksullukla savaşım programları, yoksulluğu ortadan kaldırmayı değil, onu yönetilebilir, kontrol edilebilir bir düzeyde tutmayı amaçlar. Ayrıca, krizler ve iktisadi durgunluk içinde debelenen burjuvazi, Yunus sayesinde, yepyeni bir yatırım alanı bulmanın sevincini de yaşıyor. Böylelikle yalnızca yoksul kesimler içerisinde biriken patlayıcı barutun bir kısmı yok edilebileceği gibi, onların sırtından milyar dolarlar kazanmak hâlâ mümkündür. Kişi başına ortalama 100 dolarlık bir kredi verilebilirse, mutlak sefalet içerisinde yaşayan 1,1 milyar insanın yaratacağı kredi talebi, kriz dönemlerinde sinekten yağ çıkartmaya çalışan burjuvazi açısından hiç de yabana atılamayacak bir potansiyel anlamına geliyor. 1996 yılında Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn, “mikro-kredi programları dünyanın en yoksul köylerine ve en yoksul insanlarına pazar ekonomisinin canlılığını getirmiştir” derken, aslında finans kuruluşları için yeni olan bu yatırım alanının önemine işaret etmiş oluyordu.
Bu nedenledir ki, 90’lı yılların ortalarından itibaren dünyanın her köşesinde büyük sermaye grupları bu mikro-kredi ve mikro-finansman işine el atmaya başladılar. Bugün tüm dünyada sayıları 3500’e yaklaşan bu finans kuruluşları bugüne dek 100 milyona yakın “müşteri”ye ulaşmışlar. “Yoksullara dokunulmaz ve dışlanmış kişiler olarak davranmak finansal açıdan da aptallıktır” diyen Muhammed Yunus, onlarda halen sömürülmeye hazır bir potansiyel olduğuna işaret ediyor aslında. Bu işaret görülmüş olacak ki, 1997 yılından itibaren Dünya Mikrokredi Zirveleri düzenlenmeye başlanmıştır. Bugüne dek yapılan üç zirvede konuşulan esas konu, yoksullara yardım görüntüsü altında verilen kredilere nasıl daha fazla faiz uygulanabileceğiydi. Gerçek şu ki, büyük emperyalist finans şirketlerinden ve çeşitli devletlerin ve sivil vakıfların yardım fonlarından birer hayır kuruluşu statüsüyle ucuz krediler alarak fonlanan bu mikro-kredi kuruluşları, faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki bankacılık sektöründe yaygın olan faiz oranlarından çok daha yüksek faiz oranlarıyla kredi veriyorlar. Yüzde 35’leri bulan yüksek faiz oranları bunun göstergesidir. Dahası bu kuruluşlarda artık başlangıçta olduğu gibi bu hayırseverlik yalanına kanmış gönüllüler değil, okullu ve kariyer peşindeki iktisatçılar görev alıyorlar. Onlar da amirlerine daha fazla yaranıp kariyer basamaklarını daha hızlı tırmanmak için, faiz oranlarının hangi mekanizmalarla daha da arttırabileceğine kafa patlatıyorlar.
Mikro-kredi savunucuları, yoksulluk sorununun nedenleri ve çözümü konusunda hiçbir bilimsel açıklama getirmedikleri gibi, başlı başına yoksulluk olgusunu bile çarpıtırlar. Onların da benimsediği Dünya Bankası’nın kriterlerine bakılacak olunursa, aşırı yoksulluk, günlük 1 doların altında bir gelire sahip olmaktır. Yine aynı kuruma göre, ılımlı yoksulluk, günlük 2 doların altında bir gelire denk düşüyor. Bu denli düşük bir gelire ve insanca bir yaşamdan bu denli mahrumiyete sahip kaç kişi olabilir ki bu kaynakları muazzam gezegende? Söyleyelim, ılımlı yoksulluk kriterine göre tam 2,7 milyar insan, yani tüm insanlığın yarıya yakını. Aşırı yoksulluk kriterine göre ise, tam 1,1 milyar insan, yani insanlığın beşte biri! Bir de bu ülkeden örnek verelim. Türkiye’de günlük 4 dolarlık bir gelirin altında olmakla tarif edilen resmi yoksulluk sınırına göre, 19 milyon insan yoksullukla cebelleşiyor! Salt gıda tüketimi açısından bakıldığında bile yoksulluk içerisinde bulunan insanların sayısının, açıklanan resmi sayılardan (ki bu sayılar bile yeterince dehşet vericidir) çok daha fazla olduğu rahatlıkla görülebilir.
Yoksulluğa savaş ilan ettiğini iddia eden mikro-kredi sisteminin dürüstlüğüne ve içtenliğine bir an için inanacak kadar saf olsak bile, bu sistemin gerçekte günde 1 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda kalan 1,1 milyar insanı, olsa olsa günde 1 ilâ 2 dolar arasında bir gelirle yaşama düzeyine çıkartmaktan ötesini hedeflemediği ortadadır. Ama onlar bu son derece mütevazı hedefi bile tutturmaktan acizler. Nitekim Grameen Bank’tan yıllar boyunca borç alıp faiziyle geri ödeyenlerin yüzde 55’inin halen temel gıda ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları ve birçoğunun da aldığı borcu, yiyecek satın almak için kullandığı söyleniyor. Daha genel bir gerçeği ise bizzat Muhammed Yunus şöyle itiraf ediyor: “Örneğin bizim buradaki en büyük sorunlarımız arasında, yoksulluktan kurtulan insanların, çok kısa sürede yeniden en alta düşmesi var.”
Yoksulluğun kaynağı ve çözümü
İster emperyalist Birleşmiş Milletler’in ister Dünya Bankası’nın yaklaşımını alalım, tüm bu yaklaşımlarda yoksulluk salt bir niceliksel olgu olarak, sayılarla ifade edilebilecek bir mahrumiyet durumu olarak ortaya konur ve tüm dünya emekçilerinin yaşadığı yoksulluk ve sefaletin karanlık yüzü gözlerden saklanır. En ağır koşullarda, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan, kuralsız ve sınırsız bir sömürüye tâbi olarak ve sadaka niteliğindeki bir asgari ücretle çalışan yüz milyonların geçim standartları bile, bu tür burjuva istatistiklerinde kabul edilen yoksulluk sınırlarının epey üstünde kalır. Böylelikle yoksullukla işsizlik neredeyse eş anlamlı olarak kullanılarak, bir iş bulup çalışanların yoksulluktan kurtulduğu üstü kapalı olarak vazedilir. Oysa resmi açlık ve yoksulluk sınırının üzerinde olan asgari ücret düzeyleri, iş gerçekten insanca bir yaşam sürmeye, yani yoksulluktan gerçekten kurtulmaya geldiğinde, son derece gülünç kalmaktadır. Nitekim Türkiye’de bugün sendikaların açıkladıkları dört kişilik bir aile için asgari geçim düzeyi 2100 YTL civarındadır! Demek ki iddia edilenin aksine, ücretli işçilerin çok büyük bir kesimi, insanca bir yaşamdan mahrum olarak yoksulluk içerisinde yaşamaktadırlar.
Yoksulluğu “kişinin kendi hayatı üzerinde belirleyici olma kapasitesine sahip olamama, gerekli donanımlara sahip olamama” durumu olarak daha soyut bir şekilde tanımlayan burjuva yaklaşımlar da mevcut. Bu yaklaşım da kökten sakattır. Çünkü her şeyden önce yoksulluğun nedenlerini tümüyle örtbas etmektedir. İnsanlığın sahip olduğu tüm zenginliğin kaynağında doğal kaynaklar ve emek yatar. Her yetişkin insan, çalışma, emek harcama, bir emek ürünü üretme potansiyeline, yani “gerekli donanıma” kendi insani doğası gereği zaten sahiptir. Bu durumda onu “kendi hayatı üzerinde belirleyici olma kapasitesinden” mahrum eden şey, gerekli donanıma sahip olmaması değil, doğal kaynaklara ve bizzat kendi emek ürününe sahip çıkmasının önüne bir engel olarak dikilen toplumsal üretim ilişkileridir.
Kapitalist toplumda “kişinin kendi hayatı üzerinde belirleyici olamaması”, daha doğru ifade edelim, Marx’ın deyişiyle “kişinin hayatta kalmak için gerekli geçim araçlarından” yoksun olması, onu sahip olduğu tek şeyi, yani çalışabilme kapasitesini kapitaliste satmaya mecbur kılar. Çalışması sürecinde ürettiği toplam değerin bir kısmı ona ücret olarak geri dönerken, onun yarattığı artı-değer burjuvanın cebine girer ve durmadan onun sermayesini genişletir. Demek ki “kişinin kendi hayatı üzerinde belirleyici olamaması” durumu, yalnızca emekçinin sefaletinin ve yoksulluğunun değil, aynı zamanda burjuvanın sermayesinin ve zenginliğinin de kaynağıdır. İşçi üretim araçlarından yoksun oluşundan ötürüdür ki, kapitalist için zenginlik üretirken kendisi için yalnızca sefalet ve yoksulluğu yeniden üretir!
Bu durumda, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde görünüşte tüm insanlığın zenginliği olarak üretilen, gerçekte ise bir avuç mülk sahibinin sermayesi olarak büyüyen zenginliğin kaynağı da, milyarlarca emekçinin yoksulluğunun kaynağı da, ücretli emek ve sermaye sistemidir. İşgücünün işçinin hayatta kalmak için satmak zorunda kaldığı bir meta olduğu bu sömürü sistemine son verilmedikçe, toplumun bir kutbunda muazzam bir zenginliğin, diğer kutbunda ise ister mutlak ister göreli anlamda olsun yoksulluğun, yoksunluğun ve sefaletin birikmesi kaçınılmazdır. Bu durumu ortadan kaldırmanın tek yolu ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vererek bunları tüm toplumun hizmetine sunmak üzere işçilerin kolektif denetimi, yönetimi ve demokratik planlaması altına sokmaktır. Bunun anlamı, kapitalizmi yıkmak, burjuvazinin iktidarına son vermek ve sınıfsız bir topluma giden yolu açacak bir işçi iktidarını tüm dünya çapında kurmak demektir. Yoksulluktan ve sefaletten olduğu kadar, savaşlardan, baskılardan ve sömürüden kurtuluşun da böylesi bir toplumsal devrimden başka hiçbir yolu yok!
link: Oktay Baran, Mikro Kredi ve Makro Yalanlar, Aralık 2006, https://fa.marksist.net/node/1267
Sendika Bürokratları Asgari Ücretliyi Yine Allaha Emanet Edecek!
Geçici İşçilik Sorununda Saldırının Yeni Adı: “657 4-B”