Genel olarak hayatın ortaya çıkışı ve özel olarak da canlılığın çeşitlenip gelişerek insanlığın ortaya çıkışı hep bir merak konusu olarak varlığını sürdürmüştür. Ama bu merakı gidermeye dönük ileri sürülen görüşlerin çoğu, içinde bulunulan dönemin egemen sınıflarının çıkarlarına uygun nitelikte olmuştur. Her olağan döneme hâkim olan düşünceler o dönemin egemen sınıflarının düşünceleridir. Hâkim düşüncelere ters düşecek fikirler ya baskı altında tutulur ya da sessizlik fesadı ile geçiştirilir. Canlılığın gelişim sürecini materyalist bir tarzda ortaya koyan ve yaratılış efsanesini çöp tenekesine gönderen evrim teorisi ise her ikisinden de nasibini almıştır.
Evrim düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın başlarında yoğun olarak tartışılıyor; çoğunluk tarafından kabul edilmese de büyük doğa bilimcileri tarafından benimseniyordu. Ancak tam anlamıyla maddeci bir tarzda ele alınmıyordu. Hatta yaratılış düşüncesinin savunucuları bile canlıların sürekli gelişimini Tanrının bir kusursuzluğu olarak ele alıp evrim düşüncesini kabul edebiliyorlardı. Çünkü bu ilk dönem evrimci fikirlerin ortaya konuluş biçimi idealizme açık kapı bırakıyordu. Evrim düşüncesi, ancak Darwin’in çalışmaları sonucunda diyalektik materyalist anlayışın doğruluğunu kanıtlayan veriler sunar bir hale geldi. Darwin’in türlerin sabitliğine olan inancı Beagle gemisindeki beş yıllık gözlemlerinin ardından yıkıldı ve 1838’de canlı türlerinin değişimine dair evrimci fikirlerini oluşturmaya başladı. Ne var ki Darwin bu gözlemlerinin ve çalışmalarının sonucunu ancak 1859’da, yani aradan tam 21 yıl geçtikten sonra, benzer sonuçlara ulaşan A.R. Wallace kendisinden önce davranmasın diye, Türlerin Kökeni adlı eserinde yayınlayabildi. Darwin’in kuramını bu kadar geç yayınlamasının nedeni, sonuca ulaşabilmesi için bu kadar zamana ihtiyaç duyması değil, idealist düşüncelerin hâkim olduğu bilim dünyasından gelecek tepkilerden çekinmesiydi. Bu dönemde aklın, yani düşüncelerin beynin ürününden başka bir şey olmadığını söyleyen maddeci felsefeyi savunmak büyük cesaret gerektiriyordu.
Darwin’in teorisini geliştirmesinde esinlendiği kaynaklardan biri de, Malthus’un nüfus teorisidir. Malthus’a göre insan nüfusu geometrik olarak (katlanarak) artıyorken geçim araçları aritmetik oranda (toplanarak) artar: “Nüfus artışı, besin artışından daha fazla ve ekilebilir toprak alanları sınırlı olduğuna göre, nüfus artışı besin artışını geçecektir. Ancak; tabii engeller (açlık, afetler...) ile doğum kontrolü ve evlenme yaşının geciktirilmesi gibi durumlar gerçekleşirse, nüfus artışı besin artışının gerisinde kalır.” Darwin buradan hareketle, “canlılar hayatta kalabilecek yavru sayısından daha fazla sayıda yavru yapıyorsa bunlardan ancak bulundukları ortama daha iyi uyum sağlayanlar hayatta kalabilir” fikrinden, doğal seçilim fikrini türetti. Ancak onun Malthus’un sakatlıklar içeren düşüncesinden esinlenmiş olması, doğadaki yaşam savaşımının özünü değiştirmez. Nitekim Engels evrim teorisinin diyalektik yanını görmek istemeyen kesimleri eleştirir:
Gerçekte, yaşama savaşımı fikrinin kökenini Malthus’ta aramak gerektiğini söylemek, Darwin’in aklına bile gelmez. O yalnızca kendi yaşama savaşımı teorisinin, hayvan ve bitki dünyasının tümüne uygulanmış Malthus teorisi olduğunu söyler.[1]
Marx ve Engels’in Evrim Teorisine Yaklaşımları
Marx ve Engels, Darwin’in evrim teorisini kendi diyalektik materyalizm düşüncelerine doğadan somut örnekler sunduğu için büyük bir heyecanla karşıladılar. Marksizmin kurucuları diyalektik materyalizmi toplumlara ve onların tarihlerine uygulamışken, Darwin de benzer şekilde çok bilinçlice olmasa da materyalizmi doğaya ve canlıların gelişimine uygulamıştı.
Marksizmden önce de insanların kafalarında yeni bir düzen, yeni bir toplum düşüncesi mevcuttu. Ama bu düşünce hiç kimse tarafından sağlam temellere oturtulamamıştı; ne Fourier, ne Saint Simon ne de Robert Owen! Sosyalist düşüncenin kafalardaki ussal bir düşünce olmaktan çıkıp maddi bir zemine oturtulabilmesi ve böylece bilimselliğe kavuşması şarttı. Marx ve Engels diyalektik yöntemle tarihsel gelişmeyi ve kapitalizmi inceleyip, aynı zamanda işçi sınıfı için yol gösterici bir kılavuz geliştirerek sosyalizmin gökteki ayaklarını yere indirdiler. Darwin’in evrim teorisi de her ne kadar egemen sınıfların ideolojisinin etkisinde de olsa diyalektik materyalizm için doğada somut kanıtlar sunuyordu. Darwin’in kuramı bir yaratıcının varlığına açık kapı bırakan mevcut idealist evrim teorisinden devrimci bir kopuşu ifade etmesine rağmen Darwin’in sağlam felsefi bir bakış açısının olmaması, kuramında sakat noktaların bulunmasına yol açıyordu. Bu yüzdendir ki Marx hiçbir şekilde Darwin’in kuramını eleştirmemezlik etmedi. Nitekim Marx, Manchester’da bulunan Engels’e 1862 yılında yazdığı mektubunda şunları dile getiriyordu:
Darwin’i yeniden gözden geçirdim; “malthusçu” kuramı bitkilerle hayvanlara da uyguladığını söyleyerek beni çok eğlendiriyor; sanki bay Malthus’ta –ve geometrik artış dizisinde– tüm sorun, kuramın bitkilerle hayvanlara değil de yalnızca insanlara uygulanmasıymış gibi… Darwin’in hayvanlarla bitkiler arasında, işbölümüyle, rekabetiyle, yeni pazarlar açışıyla, “icatlarıyla” ve malthusçu “varolma savaşımıyla” kendi İngiliz toplumunu bulup görmesi çok dikkate değer bir şey.[2]
Darwin’in evrim kuramının en büyük açmazı, evrim sürecini tedrici bir süreç olarak, düz bir çizgi üzerinde ağır ve yavaş dönüşümlerden oluşan bir süreç olarak görmesiydi: Natura non facit saltum, yani doğada hiçbir zaman ani sıçramalar ortaya çıkmaz. Doğadaki değişiklikler; örneğin yeni bir türün ortaya çıkışı, dengeli bir şekilde yavaş yavaş gerçekleşen değişimlerin sonucuydu ona göre. Dahası, doğal seçilim, türlerin hayatta kalmalarını sağlamak için yeni özellikler kazanmasını açıklamasına karşın, yeni türlerin ortaya çıkışına bir cevap getiremiyordu.
Darwin’in teorisinde canlıların tek hücreliden insana kadar olan değişim sürecinde bazı noktalarda kopukluklar vardı. Darwin, bu kopuklukları, kuramının tedriciliğinden kaynaklı olarak yeterli fosil kanıtlarının henüz keşfedilmemiş olmasına bağlıyordu. Bu fosil kayıtları ortaya çıktığında evrimin tedriciliği kanıtlanmış olacaktı! Hatta bazı bilim insanları bunun için birçok zorlamaya başvurmuştur. Canlıların önemli bir kısmının çok kısa bir zaman diliminde yeryüzünde belirdiği Kambriyen patlama dönemi evrim teorisinin zayıf karnını oluşturuyordu. Evrim teorisi bu patlamayı açıklayamıyordu. Darwin bu durumun teorinin açık bir yanı olduğunu dürüstlükle kabul ediyordu, ancak bunu Prekambriyen döneme ait fosil kayıtlarının eksikliğine bağlıyordu.
Oysa sorun fosil kanıtlarının eksikliğinden değil, doğayı ve toplumu kavrayış yöntemindeki yanlışlıktan kaynaklanıyordu. Tedrici evrim anlayışı tamamıyla diyalektik dışı bir yaklaşımdır. Milyonlarca yıl içerisinde gerçekleşen niceliksel değişiklikler on binlerce yıl gibi kısa bir süre içinde niteliksel bir değişime dönüşürler. On binlerce yıl mutlak olarak bizim için çok uzun bir süreymiş gibi gelebilir, ama milyonlarca yılın yanında bir an gibi kalır.
Darwin’in evrim teorisinin diyalektik olmayan bu yönünü eleştiren Stephen Jay Gould, Niles Eldredge ile birlikte tedrici evrim kuramına karşı kesintili denge kuramını ortaya attı. Bu kurama göre Darwin’in evrim teorisinin temel yanlışlığı onun tedrici yaklaşımındadır. Böylesi tedrici bir gelişimin kanıtı olacak fosiller, Darwin’in düşündüğü gibi henüz bulunmadığı için değil, gerçekte olmadıkları için asla bulunamayacaktı. Çünkü türlerin değişimi, küçük niceliksel özelliklerin birikmesinden ibaret değildi. Bu niceliksel değişimler niteliksel sıçramalara yol açıyordu. Yani doğa bal gibi de sıçramalarla ilerliyordu. Gerçekten de belli dönemlerde çok hızlı bir şekilde yeni türler ortaya çıkmıştır. Örneğin Kambriyen dönemde birkaç milyon yıl gibi jeolojik bakımdan anlık bir sürede bugünkü hayvanların tüm ataları ortaya çıkmıştır. Tıpkı ısıtılan suyun bir süre sonra fokur fokur kaynaması gibi.
Evrimde İlerleme Yok mudur?
Kesintili denge teorisi evrimin diyalektik temelini çok daha sağlamlaştırmıştır. Nitekim bu teorinin mimarlarından Stephen Jay Gould, Marx ve Hegel’in diyalektiğini bilen ve bunu bilimsel çalışmalarında da kullanan; ayrıca gerici düşüncelere karşı olan solcu bir bilim insanıydı. Gould, sık sık grevlerde ve gösterilerde de boy gösterdi. 1960’ların başlarında İngiltere’de Leeds Üniversitesinde zencilerin okuldan atılmalarına karşı haftalık gösteriler örgütledi. Yine Vietnam savaşında muhalif bir tutum takındı. Yardımcı profesörlük görevini yürütürken dahi öğrencilerin savaşı protesto etmek için yaptıkları işgal eylemini destekledi. Gould’un politik düşünceleri doğal olarak bilimsel çalışmalarına da yansıdı. Bilimsel ırkçılık, yaratılışçılık, biyolojik belirlenimcilik ve “sosyobiyoloji” hipotezleriyle, statüko ve eşitsizliğe bilimsel temel oluşturmaya çalışan düşüncelere karşı amansız bir mücadele yürüttü.
Kesintili denge kuramı, aslında diyalektiğin evrim teorisine uygulanmasının sonucuydu. Gould, Darwin’in kuramının üç ana bileşenini şöyle tespit etmişti: 1) evrimin ana etmenleri olarak bireyler üzerinde durması, 2) uyumun düzeneği olarak doğal seçilimi göstermiş olması ve 3) evrimsel değişimin yavaş ve tedrici olduğuna inanması. Gould özellikle Darwin’in evrim kuramının bu sonuncu yönünü eleştirerek diyalektiği evrim teorisine uyguladı ve kesintili denge kuramını ileri sürdü. Ne var ki, Darwin’in görüşlerine eleştirisi ve katkısı yalnızca bununla sınırlı değildi. Gould, evrimin ana etmeni olarak bireylerin alınmasının yetersiz ve o ölçüde yanlış bir yaklaşım olduğunu ve yine evrimin tek mekanizmasının doğal seçilim olmadığını savunuyordu.
Kesintili denge kuramının özü, doğanın düz bir çizgi üzerinde ilerlemediği, görece daha uzun sakin dönemlerin çok hızlı başlangıç ve bitişlerle kesintiye uğradığı gerçeğine dayanır. Gerçekten de, tedrici evrim savunucularının sabırla bekledikleri yeni fosil kayıtları, evrimin tedriciliğine değil ama tersine kesintili oluşuna kanıt sunuyor. Yeni bulunan Pre-Kambriyen (Kambriyen öncesi) dönemine ait fosiller henüz çok basit yaşam formlarının varlığını gösteriyordu. Oysaki bundan çok kısa bir süre sonra aniden bir patlama gerçekleşiyor ve gelişmiş canlılar ortaya çıkıyordu. Ayrıca Gould, araştırmaları sonucunda, yeryüzünde iki buçuk milyar yıl boyunca sadece basit hücreler olan prokaryotların (çekirdeksiz hücre) var olduğunu ortaya koymuştur. Daha sonra 700 milyon yıllık süre boyunca ökaryotlar (çekirdekli hücre) var oldu; hemen ardından 100 milyon yıl gibi iki buçuk milyar yıla göre çok kısa bir süre içinde karmaşık çok hücreli organizmalar sahneye çıktı. Bu canlıların ortaya çıkmasıyla birlikte eski yaşam formlarının temeli olan stromatolitler de yine çok hızlı bir şekilde kitlesel şekilde yok olmuşlardır. Tüm bunlar kesintili denge kuramının doğruluğunu açıkça gösteriyor.
Ancak Gould, kesintili denge kuramıyla evrime diyalektik bir bakış sergilemesine karşın, evrimin şu ya da bu anlamda bir ilerleme anlamına gelmediğini savundu. Ona göre doğal seçilim yalnızca değişen yerel koşullara uyumu ifade eden bir kuramdır, ilerlemeci bir gelişmeye tekabül etmez: “…çünkü bir amip kendi çevresine, bizim kendi çevremize sağladığımız kadar iyi uyum sağlamışsa, daha üstün yaratıklar olduğumuzu kim söyleyebilir?”[3]
Oysaki canlılığın başlangıcı olan tek hücreli canlılardan memelilere kadar gelen sürece baktığımızda bir ilerleme olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Tabiî ki doğa inişli çıkışlı bir seyir göstermektedir. Gould’un haklı olarak iddia ettiği gibi, evrim süreci, nihai sonucu önceden belli bir planın adım adım gerçekleşmesi demek değildir. Yine Gould’un çok haklı olarak ortaya koyduğu gibi, evrim süreci, merdiven şeklinde bir gelişim demek değildir. Yani, evrim doğrusal şekilde yükselen bir çizgi üzerinde gerçekleşmez; evrim süreci içerisinde, kopuşlar, gerilemeler ve duraklamalar vardır. Ama bu, inorganik maddeden organik canlıya doğru, daha basit canlılardan daha karmaşık canlılara doğru, genel anlamda bir ilerleme olmadığı sonucunu doğurmaz. Nitekim insanın ortaya çıkışı tüm bu süreç içerisinde müthiş bir ilerlemedir.
Üstelik milyonlarca yıldır süren evrimin sadece bir değişime değil, aynı zamanda bir gelişmeye de yol açtığını kabul etmek için evrimin insanın gelişimiyle birlikte son noktasına ulaştığını kabul eden tek yanlı bakış açısına dönmek de gerekmiyor. Aynı şekilde, evrimsel süreç içerisinde yalnızca bir değişimin değil, gelişimin de olduğunu söylemek, evrimin önceden tasarlanmış nihai bir amaca doğru ilerleyen bir süreç olduğunu iddia etmek değildir.
Gould, Kambriyen dönemde çeşitliliğin daha fazla olduğunu, evrimde uzun dönemli eğilimler bulunmadığını ve yaşamın bu denli karmaşıklaşmasının, yani zeki yaşamın, evrimin tesadüfî bir sonucu olduğunu öne sürer. Ne var ki, Marx ve Engels’in diyalektik yaklaşımından haberdar olan ve bu yaklaşımı uygulamaya çalışan Gould bu noktada çubuğu fazla büker. Oysa çok doğru bir tespitle, “evrim, tesadüf ve zorunluluğun bir bileşimidir –değişiklik düzeyinde tesadüf, seçilimin işleyişinde zorunluluk” diyen de yine Gould’dur.
İnsanın ortaya çıkışı, evrimin ilginç oyunlarından biridir gerçekten de. Nitekim bugün gerek evrimsel biyologlar, gerekse de fosilbilimciler, canlıların özellikle de insanın evrim sürecinde, yalnızca biyolojik evrimin değil, onun topluluk yapısının, kültürel evriminin de ne denli önemli etkilerde bulunduğunu göstermiş bulunuyorlar. Gerçekten de canlıların evriminde Darwin bireylerden yola çıkmıştı. Ona göre, bireylerin tek tek sahip oldukları özelliklerin, ortama uyum açısından elverişli ya da elverişsiz olması belirleyici önemdeydi. Avantajlı olanlar çoğalır ve bu avantajlı özellikleri gelecek nesillere aktarırken, o ortamda avantajsız olanlar elenip giderlerdi.
Ne var ki, memelilere ve özellikle insana geldiğimizde işler değişiyor. Grup halinde yaşayan memelilerde, avantajlı olmak artık yalnızca bireysel özelliklere indirgenemez bir boyut kazanıyor. Dayanışma, yardımlaşma, “işbölümü”, grup içi ilişkiler gibi etkenler, belli bir grubu, içinde yaşadığı ortama çok daha uyumlu hale getirip, bu grubun bireylerinin de yalnızca kendi bireysel avantajlarından değil topluluğun kolektif avantajından yararlanması sonucunu doğuruyor. İnsana geldiğimizde durum daha da çarpıcı hale geliyor.
Diğer tüm canlılardan farklı olarak, insan, denebilirse, kendini var etmiştir: Emekle. İnsan, daha başından itibaren içinde bulunduğu doğal koşullara kölece bağlı kalmaya karşı amansız bir savaşım içerisine girmiştir. İnsanın bilinçli üretim faaliyeti, artık onun içinde bulunduğu doğal ortamı değiştirebilir bir nitelik kazanmıştır. Bugün insanoğlu, doğanın ya da genlerinin kölesi olmaktan kurtulma yolunda nesnel olanaklar bakımından muazzam bir gelişme kaydetmiş durumdadır. İnsanlık gerek doğal, gerek kültürel ve gerekse de toplumsal evrimiyle, bugün artık doğanın kölesi değil efendisi olma noktasına nesnel bakımdan son derece yaklaşmış durumdadır. Hatta bunun dehşet verici göstergeleri de mevcuttur. Açgözlü sermaye egemenliğinin hüküm sürdüğü kapitalist toplum, bıraktık doğanın tek taraflı belirlemesine tâbi olmayı, bugün doğayı mahvedecek güçleri de kendi ellerinde (maalesef) biriktirmiş ve kendisi de dahil tüm canlıların yaşamını tehdit eder bir hale gelmiştir. Ne var ki, bilimsel gelişmeler, kapitalist toplumun aşılmasıyla birlikte, bal gibi de evrim sürecinin biçare figüranları olmaktan kurtulabileceğimizi göstermektedir. Tıpkı Marx’ın 150 yıl önce dile getirdiği gibi: İnsanlığın gerçek tarihi, yani bilinçli insanlık komünizmle başlayacaktır. Ve bugün bunun nesnel temelleri gün geçtikçe daha da hazır hale geliyor. Tüm bunlardan sonra, gerçekten de bir amip ile bir insanı aynı gelişkinlik düzeyine koymak mümkün mü?
Peki Gould neden evrimin aynı zamanda bir gelişme-ilerleme demek olmadığını savunmaktadır? Bunun nedeninin, Gould’un, evrim teorisini dini, gerici ya da ırkçı düşüncelerine temel haline getirmek isteyen gericilere karşı yürüttüğü haklı ve onurlu mücadelede çubuğu tam ters tarafa bükmesinde yattığını söylemeliyiz. Gould, evrimsel ilerleme fikrinin nasıl kötüye kullanıldığından hareketle, bu fikrin kötüye kullanılışını değil, fikrin kendisini yok etmeye girişir. Pire için yorgan yakar.
Ne var ki meslekten olmayanların çoğu evrimi hâlâ ilerlemeyle özdeşleştiriyor ve insan evrimini yalnızca değişiklik olarak değil, artan zekâ ya da uzayan boy gibi varsayımsal gelişmişlik ölçüleriyle tanımlamayı sürdürüyor. (…)
Organik evrimle ilerleme arasında kurulan bu hatalı denklem talihsiz sonuçlar üretmeyi sürdürüyor. Tarihsel olarak, (Darwin’in kendisinin bile büyük kuşkuyla karşıladığı) toplumsal Darwinciliğin kötüye kullanılmasına neden olmuştur. Bu utanç verici kuram insan gruplarını ve kültürlerini, sözde evrimsel gelişmişlik düzeylerine göre, (hiç de şaşırtıcı olmayan bir sıralamayla) beyaz Avrupalıları en üste, onların sömürgelerinde yaşayanları ise en alta yerleştirerek sınıflara ayırmıştır. Bu denklem bugün de, küresel kendini beğenmişliğimizin yani gezegenimizde yaşayan bir milyondan fazla tür ile kader birliği içinde değil de onlardan üstün olduğumuz inancının ana bileşenlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor.[4]
Demek ki, Gould’un evrimde ilerleyişin olmadığını savunmasının asıl amacı, ırkçı, statükocu, dinci düşüncelerin bilimsel bir temelle açıklanmasına engel olmak istemesiydi. Çünkü evrimle ilerleme arasında bir bağlantı kurulması “sosyal Darvinizm”i besliyordu: “Sömürgelerde yaşayan insanlar evrimsel olarak daha geri bir türü oluşturuyor; biz onlardan daha üstün ırklar olduğumuz için onları birer köle olarak kullanmak bizim suçumuz değil!” yollu sonuçlara mahal vermemek için Gould evrimin ilerleme olduğunu reddederek çubuğu öbür tarafa büküyordu. Irkçılığa karşı ömrü boyunca mücadele eden saygıdeğer bir bilim insanının çabasıdır aslında söz konusu olan.
Benzer şekilde insanların genetik biyolojilerinin onların bilinçlerini belirlediği şeklindeki gerici görüşe karşı da savaş vermişti Gould. Aşağıdaki satırlar Gould’un dünyaya bakışı hakkında önemli ipuçları vermektedir:
Biyolojik belirlenimcilik yandaşları bilimin, bir boş inanç ve duygusallık ağını yararak bize gerçek doğamızı gösterebileceğini iddia eder. Ancak iddialarının temel etkisi çoğu zaman farklı olmuştur: Sınıf ayrımlaşmasının var olduğu toplumların liderleri bu iddiaları kullanarak, geçerli toplumsal düzenin sürmesi gerektiğini, çünkü bunun doğanın yasası olduğunu ileri sürmüşlerdir.[5]
Gould’un evrimin ilerlemeye tekabül ettiği görüşüne karşı olmasının bir başka nedeni de yine egemen sınıfın varlığını sürdürme araçlarından biri olan dine temel sağlayan teolojik yaklaşıma karşı olmasıydı. İlerleme kavramının evrimde kabul görmesinin teolojik yaklaşıma; yani doğanın ve doğada yaşayan tüm canlıların üstün bir yaratıcı güç tarafından ayrıntılı bir şekilde tasarlanmış olduğu, doğanın önceden yapılmış bir plan çerçevesinde işlediği anlayışına yol açma olasılığı vardır. Gould bu olasılığı bertaraf edip, teolojik yaklaşıma mahal vermemek adına var olan bir gerçekliği yadsımıştır.
Şurası açık ki, gerek dini yorumlar gerekse de ırkçı yorumlar, belli gerçeklerin üstü örtülerek bertaraf edilemez. Bu tür sağ ve gerici düşünceler, kendi gerçek köklerini bilimsel görüşlerden değil, kapitalist toplumdan alırlar. Dolayısıyla onları yok etmenin tek yolu da insanlığın başına belâ olan kapitalist toplumu ortadan kaldırmaktır. Bu sistem işçi sınıfı tarafından yerle bir edildiğinde, Gould gibi, kapitalist bir bataklığın içerisinde bile pırıl pırıl parlayan ender bilim insanları, insanlık tarihi içerisinde hak ettikleri yerleri alacaklardır.
[1] Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.142
[2] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay, Kasım 1995, s.147
[3] Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Mayıs 2000, s.21
[4] Stephen Jay Gould, age, s.23
[5] Stephen Jay Gould, age, s.239
link: İsmail Karagil, Evrimin Diyalektiği, 8 Şubat 2005, https://fa.marksist.net/node/1317
Sesimiz çıksın artık, suskunluğumuzu bitirelim!
Soğuk kış günleri, burjuvazi ve ölüm üzerine