Anarşizmin siyasal mücadele sorununa yaklaşımı
Anarşizmin belirleyici özelliklerinden biri de, merkezi otorite altında yürütülen siyasi mücadele anlayışına karşı çıkmasıdır. Genelde anarşizm, “otorite karşıtlığı” ilkesine ters düşeceği gerekçesiyle devlet iktidarının ele geçirilmesi ya da iktidar olunması için siyasal eylem yürütülmesini reddeder. Bu noktalardan hareketle, anarşistler, “siyasete katılmama” biçiminde idealist şablonlar yaratmış ve bunların esiri oldukları ölçüde de işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine uzak düşmüşlerdir. Anarşizm daha püriten (sofu) biçimlere büründüğünde, siyasal mücadele konusunda sergilenen yaklaşımlar da mantıksızlık noktasına uzanmaktadır.
Örneğin, işçi sınıfının burjuva düzene yönelteceği her türlü siyasal eylemin (diyelim iş saatlerini kısıtlayacak yasaların çıkartılması, işçi çocuklarına parasız eğitim sağlanması vb. gibi acil talepler uğruna yürütülecek siyasi mücadeleler) mevcut siyasal durumun tanınması anlamına geleceği şeklinde anarşizan yaklaşımlar üretilmiştir. Bir zamanlar Marx’ın bu gibi anarşist yaklaşımları eleştirirken değindiği üzere, bu akıl yürütme tarzıyla pekâlâ işçilerin grev yapmasının da anarşist ilkelere ters düşeceği noktasına ilerlenmesi mümkündür. Çünkü bu mantıkla, ücretleri yükseltmek için ya da ücretlerin düşmesini engellemek için çaba harcamak, ücretlilik düzenini tanımak ve kabul etmek anlamına gelebilir.
İlkesel düzeydeki bu dogmatizme rağmen, işçi sınıfı hareketinin gelişip güçlenmesine bağlı olarak anarşizm de zaman içinde bazı noktalarda belli ölçülerde değişime uğramıştır. Fiili işçi mücadelesinin bindirdiği basınç, anarşistleri, siyasal mücadele konusundaki sekter ve reddiyeci tutumlarını iktisadi mücadele alanına dek uzatmaktan büyük ölçüde vazgeçirmiştir. Nitekim Bakunin de, siyasi mücadele konusundaki menfi tutumunu işçilerin iktisadi mücadelelerini reddetme noktasına kadar ilerletmekten kaçınmıştır.
Bu değişim, bu kez işçilerin sendikal mücadelelerine olduğundan büyük siyasal anlamlar yükleyen anarko-sendikalist eğilimlerin doğmasına neden olan önemli bir faktördür. Ayrıca eklemek gerekir ki, anarşist düşünce akımı içinde cereyan eden çeşitli farklılaşmalar sınıfsal temel bakımından da büyük ölçüde karşılığını bulmuştur. Örnekse, anarko-sendikalizm belirli bir düzeyde de olsa işçi sınıfı mücadelesine yaklaştığından, özellikle Fransa, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde ve Latin Amerika’da işçiler arasında etkili olmuştur. Fakat bu tür farklılıklara rağmen, anarşizm yine de bir bütün olarak işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine ters düşen yönler içermektedir.
Siyasi mücadele konusunda net ve devrimci bir pozisyona sahip olmanın Marksist harekette her zaman merkezi bir önem taşıdığı bilinir. Nitekim Engels’in Enternasyonalin 1871 Londra Konferansında yaptığı bir konuşmada (İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi Üzerine) dile getirdiği önemli bir gerçeklik vardır. “Biz, sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz” der Engels ve devam eder: “Ama devrim en yüce siyasal eylemdir, ve devrim isteyen kişi onu gerçekleştirme aracını da, yani devrimi hazırlayan ve işçilerin devrimci bir eğitimden geçmelerini sağlayan siyasal eylemi de istemek zorundadır”. Ancak açıktır ki, “bizim siyasetimiz işçi sınıfı siyaseti olmalıdır. İşçi partisi hiçbir zaman herhangi bir burjuva partisinin kuyruğu olmamalı; kendi hedefine, kendi siyasetine sahip bağımsız bir parti oluşturmalıdır.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.2, 1977, s.295)
Burjuva toplumun koşulları işçileri siyasetle uğraşmaya mecbur kılar. İşçi sınıfının siyasal mücadelesi devrimci tarzda örgütlenmediği takdirde, işçiler bir biçimde yine siyasete katılacaklar ama bu nihayetinde burjuva bir siyaset olacaktır. Bu bakımdan, anarşistlerin siyaset konusunda işçilere aşıladığı çekimserlik, aslında onları burjuva siyasetin kucağına itmek anlamına gelmektedir. Üstelik siyaset konusunda mutlak bir çekimserlik olanaksızdır. Örneğin anarşistler ne derlerse desinler, onlar da kendi yayın organlarında bal gibi siyaset yapmakta ve kendilerine özgü siyasi çevreler yaratmaktadırlar.
Hem geçmişte hem de günümüzde anarşistlerin en büyük açmazı, onların toplumsal devrimle devrimin gerekleri arasındaki bağı kavramaya yanaşmamalarıdır. Bir yandan devrim hedefini benimser görünmek, diğer yandan onu gerçek kılacak zorunluluklardan tarihsel bir kaçış sergilemek tam bir tutarsızlıktır. Devrimci mücadele en kapsamlısından siyasi iktidar mücadelesi demektir ve bu içerikteki bir mücadeleyi benimseyip örgütlemekten uzak durarak devrimci kalabilmek mümkün değildir.
Anarşizmin öne sürdüğü kimi ilkeler saf ve temiz görünse de, bununla sınırlı bir tutumun kapitalist toplum cangılında işe yarar bir yönü bulunmamaktadır. İlkesel düzeyde sofuca tutumlar takınmakla yetinmek neticede bir küçük-burjuva eğilimi sergilemekte, fakat bu tür tutumlar işçi sınıfını etkileyip devrimci siyasetten uzak tuttuğu ölçüde de zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Anarşistlerin “burjuva düzen kurumlarını reddediyoruz” gerekçesiyle, günlük devrimci siyasal mücadeleden veya seçim platformlarının devrimci tarzda değerlendirilmesi gibi çalışmalardan uzak durmaları bu konuda verilebilecek çarpıcı bir örnektir. Bu örneğin dile getirdiği durumlarda karşı karşıya bulunduğumuz akıl yürütme tarzı, mücadele denen şeyin diyalektik biçimde kavranamamasından kaynaklanır. Söz konusu anarşist yaklaşımlar ilk bakışta devrimci bir izlenim bırakabilir, ancak bu tür tutumları deşelediğimizde, can yakıcı sorunlardan onları yok sayarak kaçıp kurtulma zihniyetiyle karşılaşırız. Unutulmasın ki, sendikal haklar, grevler, işyeri direnişleri, genel demokratik haklar mücadelesi gibi mücadele okullarında pişerek eğitilmeyen bir işçi sınıfı, toplumsal devrimin başarılması gibi üst basamaklara tırmanamaz. Küçük mücadeleleri yürütmeyi öğrenmeyenler, büyük mücadeleleri yürütme ve başarıya ulaştırma kapasite ve direngenliğine ulaşamazlar.
Anarşizmin örgüt sorununa yaklaşımı
Örgütsel sorunlarda anarşistlerle Marksistler arasındaki tutum farklılığını anlamak da ancak geçmiş tarihlere uzanmakla mümkün olacaktır. Genelde anarşizmin kendini var ediş koşulları, Marksistlerin önderliğinde biçimlenen siyasal yapılanmalar karşısında yıkıcı bir tutum takınmayı içerir. Günümüzde devrimci Marksistlerin örgütsel ilkelerine yersiz biçimde saldıran anarşizan yaklaşımların nedenlerini anlayabilmek için de geçmiş dönemleri hatırlamak zorunludur. Burada kısaca değineceğimiz tarihsel geçmiş, Bakunin önderliğinde örgütlenen anarşistlerin Birinci Enternasyonale uzanan deneyimleridir.
Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), Birliğin programının birinci maddesinde de belirtildiği üzere, işçi sınıfını korumak, ileri götürmek ve tüm bağımlılıklardan kurtarmak amacıyla çeşitli ülkelerin işçi dernekleri arasında bir iletişim ve işbirliği yaratmak için kurulmuştu. Birliğin aralarında Marx ve Engels’in de bulunduğu kurucuları, Bakunin ve arkadaşlarının özel teorilerinin bu maddeyle çelişik olmadığı düşüncesiyle onları Enternasyonale üye olarak kabul etmişlerdi. Ayrıca da Bakuninciler’e, Birliğin amaç ve ilkeleriyle çelişmemek koşuluyla kendi düşüncelerini meşru bütün olanakları kullanarak yayabilmeleri için gereken her türlü izin verilmişti. Ancak buna rağmen Bakuninciler Birinci Enternasyonal saflarında istenmeyen bir bölünmeye sebep olacak tarzda davrandılar. Her türlü otoriteye karşı çıkmak adına, Birliğin meşru yönetim ve otoritesine karşı kendi otoritelerini dayatma yolunu tuttular.
Bakunin 1868 Ekiminde Cenevre’de “Sosyalist Demokrasinin İttifakı” adıyla ayrı bir uluslararası kuruluş yaratmaya girişti. Ama onun amacı, hem kendilerine ait bu kuruluşu yürütmek hem de Enternasyonal toplantılarına katılımı sürdürmekti. Bakunin’in bu ikili davranışı Enternasyonal Genel Kurulunda tartışılmış ve Birliğin tüzüğüne aykırı bulunarak ondan ya İttifakın kendini dağıtmaya karar vermesi ya da Enternasyonalden ayrılması istenmişti. Bakuninciler bu karara uygun davranmadılar ve çeşitli Avrupa ülkelerinde Enternasyonali tam bir dağınıklığa sürükleyip tüketecek davranışlar içine girdiler. Marx ve Engels’in Enternasyonaldeki bölünmeleri değerlendirirken değindikleri gibi, Bakuninciler Enternasyonalden, tam da köhnemiş dünya onu ezmeye çalışırken, kendi örgütlülüğünü dağıtıp yerine anarşiyi geçirmesini talep ettiler.
Anarşistler, Enternasyonali, “tam disiplinli şubelerin hiyerarşik ve otoriter bir örgütü” olmakla suçluyor ve onun “özerk şubeler federasyonu”na dönüştürülmesini istiyorlardı. Bakunin’in gelecek toplum tasarımı ve ona ulaşılmasını sağlayacak örgütsel araç konusundaki yaklaşımı tam anlamıyla bir hayalperestlik ve kafa karışıklığının ürünüydü. Ona göre Enternasyonal, “anarşi” diye adlandırdığı geleceğin toplumunun bir embriyonu olmalı ve bu nedenle de “özgürlük ve federasyon” ilkelerini cisimleştirmeli ve otoriteye dair her şeyi bünyesinden fırlatıp atmalıydı. Engels’in bu yaklaşımı eleştirirken belirttiği gibi, böylece Enternasyonalin birtakım hayalperestlerin yarının toplumu üzerine kendi kafalarında kurdukları bulanık tasarımlara göre örgütlenmesi öneriliyordu. Oysa mücadelenin ihtiyaçlarına uygun bir örgütlenme yaratmak yaşamsal bir zorunluluktu.
Anarşistlerin Enternasyonal yönetimine yönelttikleri suçlamalarla kendi pratikleri arasında her zaman tam bir tutarsızlık uçurumu yer aldı. Enternasyonali hiyerarşik biçimde örgütlenen bir birlik haline gelmekle suçlayan Bakuninciler, kendilerinin hiyerarşik biçimde örgütlenmiş gizli örgütlülüklerine dayanarak Enternasyonal şubelerinin tüm özerkliğini ayaklar altına aldılar. Ve neticede beş yıl süren bir mücadele sonucunda Eylül 1872’de toplanan La Haye kongresinde Bakuninciler Enternasyonalden ihraç edildiler. Fakat anarşistlerin neden olduğu uzun süreli yıpratıcı çekişmeler, işçi sınıfının bu ilk enternasyonal örgütlülüğünü tüketip bitirmişti.
Bakuninciler işçi sınıfının devrimci mücadele birliğini sağlama konusundaki ters tutumlarını, ilerleyen yıllar içinde de çeşitli örnekler temelinde pek çok kez pratikte sergilediler. Bu bakımdan İspanya’daki 1873 ve 1936 dönemi cumhuriyet savaşı deneyimleri eğitici derslerle doludur. Bu tarihsel örneklerden ikincisi günümüzde daha çok bilinir. Birincisi ise Bakunin’in doğrudan parçası olduğu bir deneyimdir ve anarşistlerin daha sonraki eylemlerine ve hatalarına kaynak oluşturması bakımından özellikle önem taşır.
İspanya’da 1873 Şubatında cumhuriyetin ilanı döneminde işçiler Bakuninci İttifak üyelerini siyasal eylemliliğe zorlamışlardı. Fakat Bakuninci örgüt, o ünlü özerklik ilkeleri gereğince, Enternasyonal üyelerinin her birinin kendi adına hareket edebileceği ve kendine uygun gelen herhangi bir partiye girebileceği kararını almıştı. Böylece işçi sınıfının öncüsü, bağımsız bir siyaset izleme şansından yoksun bırakılmış ve netice olarak “siyasal ve askeri yönetim” cumhuriyetçi burjuvaziye terk edilmişti. Bu büyük yanılgının üstünü örtme telâşı içinde, devrimci bir çıkış yapabilmek üzere Bakuninciler daha sonra genel grev şablonuna sarıldılar. Bakunincilerin genel grev çağrıları militan işçileri Andalusia’da olgunlaşmamış bir ayaklanmaya sevk etti. Ne var ki, dönemin en önemli sanayi bölgesi Barcelona işçilerinin hazırlıksızlığı ve hareketsizliği nedeniyle bu ayaklanmaya takviye gelmeyince, ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı. Buna rağmen, genel grev, anarşizmin programında toplumsal devrimin iradi biçimde patlak vermesi için başvurulacak bir kaldıraç niteliğine büründürüldü.
İlerleyen yıllar içinde anarşistler, Fransa’da örneklendiği üzere, kitle desteği sağlamak amacıyla sendikalara yönelecekler ve 1892 yılında ulusal bir konfederasyon oluşturacaklardı. Böylece, devrimci siyasal örgütlülüğün görevini sendikalara devreden ve anarko-sendikalizm ya da devrimci sendikalizm diye adlandırılan eğilim ete kemiğe bürünmüş oluyordu. Sendikal mücadelenin yükselişini taçlandıran bir genel grev sayesinde kapitalist sistemin ve devletin çökeceğini savunan anarko-sendikalizm, anarşist hareketin güçlü olduğu İspanya gibi ülkelerde işçileri etkileyecekti.
Dün olduğu gibi günümüzde de anarşizmin örgütsel sorunlara yaklaşımındaki başlıca kusuru, kitle ile öncü arasındaki diyalektik ilişkinin keyfi biçimde parçalanarak ele alınması teşkil ediyor. Anarşizm bu nedenle, Marksizmin temel bir ilkesi olan devrimci öncü parti anlayışının karşısına, örgütsüz kitlenin gücünün abartılması anlamına gelecek itirazlarla dikiliyor. Hemen tüm anarşistler aynı noktadan hareketle Leninist parti anlayışını şiddetle mahkûm ediyor ve bu tutumlarını “şefler mi, yığınlar mı?” benzeri ikilemler ileri sürerek haklı göstermeye çalışıyorlar. Oysa devrimci Marksizm “öncü” ve “kitle” arasındaki ilişkiyi diyalektik tarzda kavrar ve açıklar. Devrimci mücadelede “öncü” ihtiyacının yakıcı önemini kabul etmek, “kitle”nin oynayacağı tarihsel rolü reddetmek anlamına gelmez. Ama kitle faktörünü öncünün ehemmiyetini zayıflatacak kertede abartarak öne sürmek, son tahlilde devrimin yenilgisine çıkartılmış bir davetiye anlamına gelir. Zaten anarşizmin başlıca zaafı da işte budur.
İşçi kitlesinin kendi çıkarlarını devrimci tarzda kavraması ve burjuvaziden bağımsız bir siyasal mücadele yürütmeyi öğrenebilmesi için, sınıfın öncü unsurlarından oluşmuş bir örgüte ihtiyacı vardır. Diğer yandan, hiçbir siyasi çevre kendi özlem ve iddiaları temelinde sınıfın öncüsü düzeyine yükselemez. Bu payeyi hak edebilmek için, sınıfın kitlesinin çıkarlarını doğru tarzda kavrayacak, kitleyle sıcak ve canlı bağlar kuracak, kitle eylemlerine devrimci biçimde yol gösterecek ve bu gibi özellikler sayesinde kitlenin güvenini kazanıp onun devrimci potansiyelini örgütlü güç katına yükseltecek bir örgütsel nitelik gerekir.
Dünyada şimdiye dek “örgütsüz kitle” veya “şefsiz yığınlar” eliyle oluşturulmuş herhangi bir siyasal hareket mevcut olmamıştır, bundan sonra da olacak değildir. Böyle bir durum anarşistlerin pratiğinde de asla yaşanmamıştır. Bir toplumsal hareketten bahsettiğiniz her yerde mutlaka başı çeken öncüler, yığınlara yol gösteren “şefler” mevcut olmuştur. Zaten aksi bir durum, anarşistlerin jargonuyla konuşacak olursak, “anarşi” denen bir düzene değil hani o yanlış şekilde anarşi anlamında kullanılan kaosa neden olurdu. O halde, Marksistlerin savunduğu devrimci öncü anlayışına yöneltilen anarşist suçlamaları değerlendirirken irdelenmesi gereken temel bir husus vardır. Bu, tıpkı otorite bahsinde olduğu gibi, “öncülük” veya “liderlik” ihtiyacına külliyen karşı çıkmak yerine “ne tür bir öncü” ya da “ne türden şefler”in savunulduğudur. Marksizmin öncü örgüt ilkesi, kitlelerin aktif inisiyatifini öldürmek bir yana onu harekete geçirmeye çalışan bir anlayışa dayanır. Marksizm, sömürücü ve baskıcı sınıfların gelenek ve tutumlarına denk düşen bir şeflik anlayışını kabul etmez, tersine onunla mücadele içinde kendini var edebilir. Devrimci öncü vasfı ya da devrimci önderlik, devrimci mücadele içinde ve o mücadeleye katılan unsurlar tarafından benimsenmekle bilek hakkıyla kazanılabilir.
Anarşizm devrimde kitlelere yol gösterecek öncü örgütlülüğün yaratılması zorunluluğunu reddettiğinden, Leninist parti anlayışını da toptan mahkûm etmekte, Bolşevik devrime ve Bolşevik tarzda örgütlenen partilere haksız suçlamalar yöneltmektedir. Günümüzde de anarşistler, Bolşevizmin Stalinizmi doğuran yönler içerdiğini iddia etmektedirler. Oysa Lenin önderliğindeki Bolşevik parti anlayışı ile Stalinizmin egemenliği altına girmiş resmi komünist partiler arasında kesinkes uzlaşmaz bir ayrılık vardır. Lenin önderliğindeki Bolşevizm, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünü inşa etmenin pratik ifadesidir. Stalinizm ise, çok açıktır ki, egemen bürokrasilerin despotik iktidarlarını sürdürmelerinin aracı olmuştur. Stalinizm, Ekim Devrimine öncülük eden Leninci ilkelerin ve bu devrimin yaratıcısı Bolşevik çizginin doğal uzantısı değildir, tam tersine onun inkârıdır. Leninist parti anlayışını Stalinizmin uygulamalarına bakarak değerlendirmek, siyasal bir varlığı yaşatmaya çalışanla onun yaşamına son vereni aynı kefeye koymak gibi esaslı bir hataya sürüklenmek anlamına gelir. Zaten tarihsel ve siyasal olguların derinine inmeden, yüzeysel ve biçimsel değerlendirmelerle yetinenlerin hiçbir zaman gerçeklere ulaşabilmeleri mümkün olmamıştır.
Çarpıtmalara ve farklılıklara dikkat!
Anarşistlerin Marksizme ideolojik ve teorik açıdan yönelttikleri suçlamalar arasında devlet sorunu özel bir yer tutuyor. Bu tür suçlamaların kökü de aslında çok daha gerilere uzanıyor. Suçlamalara kaynak oluşturan başlıca nedenlerden biri de, Marksizmin devlet konusundaki kavrayışının vaktiyle oportünistler tarafından çarpıtılmış olmasıdır. Önce konunun bu yönünü kısaca hatırlatalım.
Marksizmin, işçi devrimiyle ulaşılabilecek toplumsal düzeni sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal formasyon olarak kavradığı çok açıktır. Marx ve Engels, komünist mücadelenin ilk programatik temellerini atmaya başladıkları kesitten itibaren bunu bu şekilde ortaya koymuşlardır. Daha sonra gerçekleşen Paris Komünü deneyimi ise, proletaryanın toplumsal devrimi sınıfsız topluma ilerletebilmesi için eski devlet aygıtını parçalaması ve yerine daha baştan sönmeye yüz tutmuş cinsten bir “devlet”, Komün tipinde bir yarı-devlet geçirmesi gerektiğini çarpıcı biçimde kanıtlamıştır. Bu tarihsel halka, komünistlerin devlet sorununda asla gerisine düşemeyecekleri ilkesel bir husus olarak Marksizmin programatik temellerine kazınmıştır. Ne var ki oportünist zihniyet pek çok konuda olduğu gibi devlet sorununda da Marksist kavrayışı bulandırmaktan geri durmamıştır. 1870’li yıllar civarında Alman sosyal-demokratları programlarına “özgür halk devleti” gibi bir saçmalığı sokmuşlar ve karşılığında Marx ve Engels tarafından en sert biçimde eleştirilmişlerdir. Fakat oportünistlerin zihniyetinde değişen bir şey olmamıştır.
İşte Marx ve Engels tarafından kesinlikle mahkûm edilmiş olan bu “özgür halk devleti” ya da “halk devleti” veya “özgür devlet” kombinasyonları şeklinde sıralayabileceğimiz oportünist yaklaşımlar, Bakunin döneminden başlayarak anarşistler tarafından komünistlere maledilmek istenir. Nitekim Bakunin 1873 yılında yayınlanan ve Bakuninci çevrelerce bir metin-program olarak kabul edilen Devlet ve Anarşi kitabında şunları yazar: “İşçilere, en son ülkü olarak değilse bile hiç olmazsa en yakın başlıca hedef olarak bir Halk devletinin kurulmasını öğütleyen –ki bu devlet onların ifadelerine göre (egemen sınıf olarak örgütlenmiş) proletaryadan başka bir şey olmayacaktır– Lassalle ve Marx’ın teorilerine karşı duyduğumuz tiksintiyi daha önce de ifade etmiştik.” (akt: Marx, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.179)
Açıktır ki Bakunin, Marksistlerin savunduğu “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”dan başka bir şey olmaması gereken komün tipi yarı-devletle, oportünistlerin çarpıtması olan “halk devleti”ni aynı şeymiş gibi göstermiştir. Buradan hareketle de Marx ve Engels’e veryansın edip durmuştur. Ve de anarşistlerin Marksistlere yönelttiği bu tip haksız ve yersiz suçlamalar hiç değişmeksizin günümüze taşınmıştır.
Oysa anarşistlerin devlet sorununda kendi çarpıtmalarının ürünü olan suçlamalara yıllar öncesinde Marksist önderler tarafından gereken yanıtlar verilmiş durumdadır. Marx Gotha Programının Eleştirisi’nde bu konu üzerinde etraflıca durduğu gibi, Engels de çeşitli vesilelerle aynı konuya eğilmiştir. Engels 1875 yılında Bebel’e yazdığı ünlü mektubunda, sosyalist toplum düzenine ulaşılmasıyla birlikte devletin kendiliğinden eriyip dağılacağına ve ortadan kaybolacağına daha Komünist Manifesto’da değinilmiş olduğunu hatırlatır. Oportünistlerin özgür halk devleti saçmalıklarının kılıktan kılığa girdiğine (özgür devlet vb. gibi) dikkat çeken Engels, aynı mektubunda, “artık devlet anlamında bir devlet olmayan Komünden sonra devlet üzerine bütün bu gevezelikleri bir yana bırakmak yerinde olurdu” der. Engels, devlet konusundaki Marksist yaklaşımların çarpıtılması karşısında son derece önemli bazı gerçeklerin altını çizer: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten sözetmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten sözedilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için, biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinswesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.” (Seçme Yapıtlar, Sol Yay., c.3, 1979, s.42)
Bu ve benzeri eleştiri ve açılımlarıyla Engels, Alman sosyal-demokratlarını “devlet” konusundaki oportünist sapmalarından kurtarmak için yoğun bir çaba sarf etmişti. Ne var ki, oportünistler uğursuz rollerini oynamaya devam ettiler. Nitekim Engels’in Bebel’e yazdığı ünlü mektup da 36 yıl boyunca çekmecelerde kilitli kaldı. Söz konusu mektup nihayet gün yüzüne çıktığında da oportünistler devlet konusundaki çarpıtmalarını sürdürmekten vazgeçmediler. Hatta iş o noktada da kalmadı, Marksizmin özüyle bağdaşmayan oportünist yaklaşımlar Stalinizmin marifetiyle dünya komünist hareketine de bulaştırıldı. O nedenle de, anarşistlerin dünden bugüne devlet konusunda Marksizmi suçlamaları sanki haklılık kazanmış gibi oldu. Oysa açıktır ki, anarşizmin suçlamalarının muhatabı devrimci Marksistler olamaz. Bu muhatap, İkinci Enternasyonal sosyal-demokrasisinin uzantısı olan oportünist ve reformist sosyalizm ve de uzun yıllar boyunca Stalinizmin egemenliğinde somutlanmış bulunan resmi komünist çizgidir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir hususa işaret edelim. Toplumcu düşüncelere yaklaşan anarşistlerin özgürlük ve otorite karşıtlığı konusunda söyledikleri hepten de yanlış kabul edilmemelidir. Örneğin Bakunin Siyaset Felsefesi’nde, sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna ve özgürlük olmadan sosyalizmin kölelik ve şiddet anlamına geleceğine değinmiştir. Kropotkin de, anarşizmi, sosyalizmin hükümetsiz sistemi şeklinde tarif etmiştir.
Sosyalizme dair bu tür hususlar, anarşistler bunu kabule yanaşmasalar da, aslında Marx ve Engels’ten başlayarak devrimci Marksist önderler tarafından çeşitli fırsatlarda dile getirilen bir gerçekliktir. Fakat Stalinist bürokrasinin egemenliği altında yaşanan ve adı reel kendi sözde “sosyalizm”, hem kimi anarşist liderlerin hem de devrimci Marksist önderlerin endişelerini haklı çıkarmıştır. Anarşizmin “devletli sosyalizm diye bir şey olamayacağı” konusundaki hassasiyeti tamamen doğrudur. Ama zaten devrimci Marksizm de devletli sosyalizm anlayışına kökten karşı çıkar. Ne yazık ki bu fevkalâde önemli gerçeğin yukarda değinilen nedenlerle bulandırılması neticesinde, bazı yaşamsal doğruları yalnızca anarşistlerin savunduğu yolundaki yanılsamalar da gelişebilmiştir.
İşçi devriminin zaferinden sonra Komün tipi bürokrasisiz bir iktidarın yaşatılamaması, bürokrasinin egemenliği altında sınıflı, sömürülü ve baskıcı bir toplumsal düzenin oluşumuna yol açar. Nitekim Sovyetler Birliği’nde Ekim Devriminin ürünü olan işçi iktidarı, içten yürüyen bürokratik karşı-devrimle tasfiye olmuş ve Stalinist bürokrasinin egemenliği altında despotik-bürokratik bir rejim biçimlenmiştir. Stalinizm aynı zamanda resmi komünist harekette de Marksizmin katledilmesi anlamına gelen sınıflı ve devletli bir “sosyalizm” anlayışını yerleştirmiştir. Bu bakımdan, hem bu “devletli sosyalizm” anlayışıyla hem de işçi iktidarının bürokratik bir devlet aygıtıyla varlığını sürdürebileceği yolundaki görüşlerle hesaplaşmadan Marksizmin özünü savunmak mümkün değildir.
Evet, anarşizmin devletli sosyalizm olamayacağı konusunda gösterdiği hassasiyet doğru bir tutumdu. Ama anarşistler, söz konusu oportünist yaklaşımların Marksizme bütünüyle sinmiş olduğu iddiasıyla yanlış uçlara savruldular. Lenin, anarşizmin pek çok durumda işçi sınıfının oportünist günahları için bir çeşit ceza olduğunu ifade etmişti. Böylece o, yaşanan gerçekliğin önemli bir yönünü dile getirmek istiyordu. Tüm siyasal ömrü boyunca, Lenin, devlet ve benzeri önemli sorunlarda oportünistlerin çarpıtmalarına karşı devrimci Marksizmin pozisyonlarını savunmak için direngen bir çaba sarf etti. Burada yalnızca tek bir hatırlatmayla yetinelim.
Devlet ve Devrim adlı eserinde Lenin, proletaryanın devlete ancak bir süre için ihtiyaç duyacağının altını çizer. Dolayısıyla, amaç olarak devletin kaldırılması konusunda anarşistlerle hiçbir anlaşmazlığımızın olamayacağını belirtir. Anlaşmazlık, bu amaca ulaşmak için devlet iktidarının araçlarını, yol ve yöntemlerini sömürücülere karşı kullanma ihtiyacının kabulü noktasındadır. Anarşistlerin kabule yanaşmadıkları fakat Marksistlerin kabul ettiği gerçek, sınıfları ortadan kaldırmak için ezilen sınıfın geçici diktatörlüğünü kurmanın vazgeçilmez zorunluluğudur.
Üzerinde durmaya çalıştığımız tüm bu hususlardan da anlaşılacağı üzere, şu halde anarşistlerle Marksistler arasındaki büyük ayrımı, “biz devleti kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor!” biçiminde dile getirmek Marksizmi katletmek ve oportünistlerin çarpıtmalarına teslim olmak anlamına gelecektir. Zaten uzun yıllardır anarşistlerin bu gibi temel sorunlarda kendilerini üste çıkmış gibi hissetmelerinin nedeni, oportünizmin günahları ve onunla yeterince mücadele edilmemiş olmasıdır. Bunun sonucu olarak anarşizme yönelen genç insanlar arasında da büyük bir kafa karışıklığı hasıl olmuştur. Onlar, Marksist Tutum’un görüşlerinde dile geldiği gibi, devletin son bulması hedefinin benimsendiğini ve devrimci işçi iktidarının da aslında artık kelimenin gerçek anlamında bir devlet olmayan Komün tipi bürokrasisiz bir yönetim olması gerektiğinin savunulduğunu gördüklerinde şaşkınlığa kapılıyorlar.
Çünkü onların Marksizm diye bildikleri, tarihin uzun bir kesiti boyunca oportünizmin ya da resmi komünizmin çarpıtmalarıyla artık Marksizm olmaktan çıkmış bir “Marksizm”dir. Ve bu durumun onların bilincinde yarattığı yanılsamalar nedeniyle, gerçek Marksist pozisyonları savunanları gördüklerinde inanamamaktadırlar. Örneğin, işçi iktidarının komünler (ya da aynı anlama gelmek üzere konseyler, sovyetler) temelinde örgütlenmiş işçi ve emekçilerin en tam ve doğrudan demokrasisinden başka bir şey olamayacağı şeklindeki kavrayışların anarşistlerden çalındığı yanılgısını sergilemektedirler. Oysa ortada “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali bir çalma, çırpma yoktur. Marksizm, işçi devrimi, devrimci işçi iktidarı, sınıfsız topluma geçiş dönemi gibi yaşamsal konularda bilimsel temeller üzerinde yükselen devrimci ilke ve açılımlarıyla doğru görüşlerin sahibidir. Marksizmi devlet ve otorite budalası bir dünya görüşü olarak tanıtanlar, altını hangi politik gerekçelerle doldururlarsa doldursunlar, ya gerçek Marksizmden bir nebze olsun bir şey anlayamamışlardır ya da anlamamaya yeminlidirler.
Çeşitli tarihsel örneklerin gözler önüne serdiği bir gerçeklik var. Anarşizm eğitimli kesimlerin bireysel özgürlük fantezilerini süsleyip, bu temelde onlar tarafından benimsendiği ölçüde, devrimci işçi mücadelesinden uzak yoz yapılanmalara hayat verdi. Fakat devrimci mücadele içindeki unsurlar ve işçiler tarafından sahiplenildiği durumlarda ise, kendi saf halinden uzaklaştı ve komünizan renkler kazandı. Anarşizm bir bütün olarak Marksizm dışı bir akımsa da, bu değindiğimiz farklı tutumlar arasında ayrım yapmak zorunludur.
Çeşitli akımların değişik ülkelerde işçi hareketi içindeki etkinlik ve nitelik farklılıklarını karşılaştırmak da günümüze ilişkin önemli ipuçları sunar. Örneğin bir anlamda anarşizmden esinlenen varoluşçuluk akımının beşiği olan Fransa, sol düşünce bakımından tarihi boyunca fazlasıyla aydınca ve küçük-burjuva özellikler sergiler. Nitekim Fransız sendikalarının anarko-sendikalist kanadı da Bakunin’den çok Proudhon’un görüşlerinden etkilenmiştir. İngiltere’nin tarihine baktığımızda ise, daha proleter nitelikli ve radikal hareket örnekleriyle karşılaşırız. Örneğin İngiltere’deki ünlü Çartist hareket, anarko-sendikalizm akımını andıran kimi yönler içerse de, işçi sınıfının militanlığının ve radikalizminin damgasını taşımıştır. İspanya’da anarşizm militan işçiler tarafından desteklenip komünizan renklere büründüğünde, Durruti gibi yiğit işçi önderlerini öne çıkartmıştır.
Türkiye işçi sınıfının tarihi ise Avrupa ülkelerinden oldukça farklı yönlere sahiptir. Türkiye’de işçi hareketi içinde hiçbir zaman anarşizm ya da anarko-sendikalizm adına anmaya değer önemli bir damar mevcut olmamıştır. Anarşist düşünce bu topraklarda uzun yıllar boyunca eğitimli çevreler arasında, o da son derece sınırlı biçimde ilgi görmüştür. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşüne bağlı olarak resmi komünizmin iflası ve böylece değişen siyasi atmosfer, Türkiye’de de bazı genç grupların anarşist komünist düşünceye sempatiyle yaklaşmalarına neden olmuştur denilebilir.
Anarşizmin genel çerçevesi içinde yer alan farklı eğilimleri yerli yerinde eleştirebilmek için, sınıfsal bakış açısını egemen kılmak büyük bir önem taşıyor. Kendi içlerinde ciddi görüş ve siyasi yaklaşım farklılıklarına sahip bulunan değişik eğilimleri aynı kefeye koymak asla doğru bir tutum olamaz. Farklılıklar, işçi sınıfının devrimci mücadelesine yakınlık ya da uzaklık açısından değerlendirilmelidir. Buradan hareketle özenli bir ayrım yapmakta yarar var. Devrimci işçi hareketi içinde anarko-sendikalist anlayışlara kayan militan unsurların, dürüst ve samimi bir ideolojik-siyasal mücadele temelinde komünizm saflarına kazanılması devrimci bir görevdir. Sahte Marksistlerin ya da oportünistlerin yarattığı haklı öfke nedeniyle, anarşizmin kimi yönlerinin daha devrimci olduğu yanılsamasına kapılan anarşist komünist çevrelerin türeyeceği gerçeği unutulmamalıdır.
Bu tür unsurların yanılgılarından kurtulmalarına yardımcı olacak ve böylece bunlarla devrimci Marksizm temelinde ortaklaşmayı mümkün kılacak tutarlı yaklaşımlara sahip çıkmak gerçekten de önemlidir. Bu konuda vaktiyle Lenin’in örneklemiş olduğu olumlu yaklaşımı hatırlatalım. Lenin, S. Pankhurst’a 1919 tarihli bir mektubunda, Sovyetler iktidarının içten yandaşı iseler, parlamentoya katılmayı reddeden işçilerle ayrılığın temel bir ayrılık sayılmaması gerektiğini belirtmişti. Temel konuda anlaştıktan sonra böyle özel ve ikincil konuda yanılan işçilerle birlikte olmanın, parlamentoya katılmayı kabul eden oportünistlerle birlikte olmaktan daha iyi olduğunu özellikle vurgulamaktaydı. Bu tutumunu, verdiği somut bir örnekle daha da anlaşılır kılmıştı Lenin. Rosa Luxemburg ve yoldaşlarının, Alman “bağımsızları” gibi burjuva yardakçılarla bir olmaktansa, bu özel konuda yanılgıya düşen komünist partisi ile birlikte kalmakta haklı olduklarının altını çiziyordu.
Komintern’in İkinci Kongresi (1920) için kaleme aldığı tezlerde de, Lenin, anarşist işçi unsurlar arasında Sovyetler iktidarı lehindeki tutum değişikliğinin dikkatle izlenmesi gerektiğine dikkat çekti. Ekim Devriminin önderi bu önemli konuyu Komintern üyesi komünist partilerin önüne bir görev olarak koydu. Lenin tezlerinde şunu vurguluyordu: “kongre, proleter kitleler içindeki tüm anarşist unsurların, her çareye başvurularak III. Enternasyonalden yana geçmelerine yardım edilmesini bütün yoldaşların ödevi sayar. Kongre, gerçekten komünist olan partilerin eyleminin başarılarının, başka işler yanında, aydın ve küçük-burjuva değil, ama proleter ve kitlelere bağlı olan anarşist unsurları kazanmakla gösterecekleri başarı oranıyla ölçülmesi gerektiğine işaret eder.” (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s.391) Lenin’in işçi hareketinde oportünistlerle devrimci unsurları ayrıştırmaya çalışan ve devrimci unsurlara sekterce yaklaşımlara karşı çıkan ilkeli tutumu günümüzde de yol gösterici örnek olmayı sürdürüyor.
link: Elif Çağlı, Anarşizm Üzerine /II, 25 Ekim 2007, https://fa.marksist.net/node/1644