5 Mayıs 1818’de dünyaya gelen Marx 190 yaşına basmış durumda ve onun heybetli imgesi hâlâ capcanlı. Onun başlıca kurucusu olduğu dünya görüşü hâlâ bu dünyanın hâkim sınıflarını tedirgin etmeye devam ediyor. Üstelik onların Marksizmin ölümünü defalarca ilan etmelerine rağmen bu böyle. Komünist Manifesto’da Avrupa’ya bir komünizm heyulasının musallat olduğu söyleniyordu, benzer şekilde bugün Marx’ın hayaletinin yeniden dünya hâkim sınıflarına musallat olmaya başladığı bir döneme girmiş olduğumuz açık.
Geçtiğimiz günlerde bunun tuhaf bir tezahürü yaşandı. Türkiye’nin ünlü kapitalistlerinden biri olan İshak Alaton, Türkiye’de sermaye ileri gelenlerinin katıldığı bir toplantıda baş konuşmacı olan General Electric yöneticisi Jack Welch’e, binlerce insanın açlık ve yoksulluk çektiğinden ve hatta yaşamını yitirdiğinden söz ederek, “Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx’ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?” diye sordu ve salonda büyük alkış koptu. Soruya olmasa da kopan alkışa sinirlenen konuşmacı, salondakilere “kendinize gelin sizler kapitalistsiniz” mealinde bir cevap verdi. Belki de Türkiye’ye has bir tuhaflık olan bu hadise, Türk medyasında yer aldığı gibi, dünya burjuvazisinin büyük yayın organlarından biri olan Business Week dergisine bile konu oldu ve bunun üzerine Türk medyasında da Marx üzerine tartışma ve değerlendirmeler yapıldı. Bu arada, bu tartışmalara, bir de Denizlerin idamının yıldönümü ve 68 Mayısının da 40. yıldönümü vesilesiyle yapılan anma ve tartışmalar eklenince, Mayıs ayında medyada hatırı sayılır bir sol gündem oluştuğunu da belirtelim.
Tabii İshak Alaton’un Marx’ı olumluyormuş gibi görünen sorusu ve salondaki şirket sahibi ve yöneticilerinin alkış tutması biraz eksantrik olsa da, gerçekte Alaton bunu, parçası olduğu burjuvaziyi uyarmanın bir yolu olarak yapmıştır. Kapitalizmin yol açtığı yıkıcı sonuçların son yıllarda çok ciddi boyutlara ulaştığının, muazzam bir sefalet ve adaletsizlik oluştuğunun farkında olan Alaton, kapitalizme bir çekidüzen verilmesi gerektiğini, aksi takdirde yoksul kitlelerin tüm sistemi tehdit eden bir isyana yönelebileceğini söylemek istiyor. Ve aslında Keynesçi ya da sosyal demokrat türden politikalarla sistemde bir tamirat yapılması ve kitlelerin gönlünün alınması gerektiğine işaret ediyor. Onu Marx’ın ruhunu çağırmaya iten şey sadece kendi sınıfını dürtme ihtiyacıdır.
Aslında, dünya geneline baktığımızda da burjuvazinin daha ileri görüşlü temsilcilerinin bir süredir benzer uyarılar yapmakta olduğunu ve işin ideoloji boyutuyla daha alakalı olan akademik unsurların da kendilerini artan ölçüde Marx’la tartışma durumunda bulduklarını ve tekrar tekrar onu çürütmeye çalıştıklarını görürüz. Onları buna iten dolaysız dürtü, son dönemin gözden saklanamaz hale gelmiş gerçekliklerinin, yarattıkları yalan imparatorluğunu sarsıyor olmasıdır. Özellikle SSCB ve diğer despotik-bürokratik diktatörlülüklerin yıkılışından sonra artan bir tempoyla pompaladıkları kapitalizmin erdemleri, onun artık krizlerden kurtulduğu, alternatifsiz olduğu yolundaki ideolojinin inandırıcılığı git gide zora girmektedir. İşte bu ideologlar kapitalizmin temel ideolojik argümanlarının fiyakasını düzeltmeye ve ideolojik hasarın kritik boyutlara ulaşmasını önlemeye çalışmaktadırlar.
Kapitalizmin girdiği her ciddi bunalımda Marx’ın siluetinin yeniden belirmesi bir bakıma kaçınılmaz, çünkü insanlık bu durumlarda, bir şeylerin ters gittiği, bunun değişmesi gerektiği fikrine meylediyor. Ve kâh bilinçli kâh el yordamıyla, kapitalizmin ağır bedellerini ödemenin gerekip gerekmediğini sorgulama ihtiyacı duyuyor. Kapitalizmin bunalımlarının gerçek anlamını, yani daha önceki tüm toplumsal düzenler gibi onun da tarihsel olarak geçici, ölmeye mahkûm bir toplumsal düzen olduğunu ortaya koyan Marx’tır. Bunalımların temel mekanizmasını da bilimsel olarak ilk açıklayan Marx’tır. Bu bakımdan Marx’ın silueti kapitalizmin tarihsel kifayetsizliğini, onun sınırlarını ve sonuç olarak onun tarihsel ölümünü simgelemektedir.
Kapitalizmin bugün ciddi bir bunalıma girmekte olduğu, yarattığı can acıtıcı sonuçların milyarlarla sayılan emekçi kitleler için giderek daha katlanılmaz ve isyan ettirici olduğu çok açık. Artık burjuva medyanın bile gözlerden saklayamadığı bu olguları uzun uzun anlatmaya gerek yok. Açlık, yoksulluk, mahrumiyet, savaş, ahlâki çöküntü gibi sonuçlara karşı kitlelerin hoşnutsuzluğu ve isyanı değişik biçimler altında dışa vurmaya zaten başlamış bulunuyor. Bu eğilim kendisini bazı ülkelerde devrimci kabarışlar ve devrimci durumlara varıncaya kadar ortaya koymuş durumda.
Bu bakımdan, dolaysız ideolojik faktörün ötesine geçtiğimizde, burjuva ideologların, daha önce defalarca öldüğünü iddia ettikleri Marx’la hesaplaşmaya girişmeleri, kapitalizmin can acıtan sonuçlarına duyulan tepkiyle gelişen ve daha da gelişecek olan kitle hareketlerinin Marx’ı rehber edinmesi ihtimaline karşı bir bakıma ön almaktır.
Tabii burjuvazi Marx’a dil uzatmak, onu çarpıtmak ve kitlelerin hareketinin Marx’la buluşmasını engellemek için özel olarak çaba sarf etse de, bu işin asıl uzmanları, sosyalist kisveli ve işçi sınıfı dostu görünümlü hizmetkârlardır. Burjuvazinin üst düzey dolaysız temsilcilerinin Marx’a dönük saldırıları ideolojik planda esas olarak iki şekle bürünmektedir. Bunlar bazen Marx’a doğrudan saldırırken, bazen de onu hadım ederek zararsız bir “düşünür”, bir “filozof” derekesine indirmeye çalışırlar. Uğraşları daha sofistike olan gönüllü/gönülsüz hizmetkârlar ise, bin dereden su getiren “yorumlarla”, onun öğretisini proletarya devriminin biricik öğretisi olmaktan başka her şeye dönüştürürler.
Burjuvazinin ve onun hizmetkârlarının Marx’la 160 yılı aşkın süredir uğraşıyor olmasının tartışmasız gösterdiği bir şey varsa, o da onun eserinin ne kadar uzun ömürlü, ne kadar diri olduğudur. Onun eskidiğini söyleyen, onu çürüttüğünü ya da aştığını iddia eden cüceleri bugün kimse hatırlamazken, Marx hâlâ işçi sınıfı için ve dünyanın durumunu anlamak ve değiştirmek isteyen herkes için güçlü bir çekim merkezi olmaya devam ediyor.
Marx’ın büyüklüğü nereden geliyor?
Bu sorunun yanıtına bir başka sorudan hareketle ulaşmaya çalışalım. Bugün kapitalizmin yıkıcı sonuçları daha belirgin ortaya çıkmaya ve bu yıkıcı sonuçlar çok daha geniş kitleleri doğrudan vurmaya başladığı için, kapitalizmi daha önce eleştirmiş ve ona alternatif bir toplum düzeninden söz etmiş bir kişinin hatıra gelmesi normal değil midir? Normal olmasına normaldir, ancak biraz daha yakından bakalım meseleye. Marx kapitalizmi eleştiren ve ona alternatif gösteren tek kişi miydi? Kapitalizmi şu ya da bu biçimde eleştiren sosyalist düşünceler ve akımlar Marx’tan daha eski olduğu gibi, Marx zamanında da ona ve onun sosyalizm anlayışına alternatif olan kişilikler ve akımlar vardı. Sözün gelişi, İshak Alaton ya da dünya ölçeğinde diğer burjuva ideologlar neden Proudhon’dan, Bakunin’den, Lassalle’dan ya da daha nicesinden değil de Marx’tan dem vurma gereği duymuştur? Bunların hangi biri için koca bir akademik endüstri seferber edilmiştir?
Apaçık bilinen bir şey ki, bu şahsiyetlerin temsil ettiği düşünce ve yaklaşımlar burjuvazi için ne genelde ne de bugün Marx ve Marksizm gibi bir tehdit ifade etmektedir. Daha da önemlisi –ki aynı zamanda burjuvazinin tehdit algılamasını şekillendiren de budur– bu düşünce ve yaklaşımların derinliğinin, etkisinin ve zamanın sınamasına dayanıklılığının Marksizme nazaran bariz sınırlılığıdır. Bu anlayışlarla karşılaştırıldığında Marx bir granit kitlesi gibi sapasağlam durmakta, sönmeyen bir kor gibi ışımaktadır. Lenin bunu kendine has bir yalınlıkla ifade etmişti: “Marksist öğretinin gücü sonsuzdur, çünkü doğrudur. Kapsamlıdır ve iç tutarlılığa sahiptir, ve insanlara, batıl inancın, gericiliğin ve burjuva zulmünü savunmanın hiçbir biçimiyle uzlaşmayan, bütünlüklü bir dünya görüşü sağlar.” (Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni)
Burada kapsamlılık, tutarlılık, iç bütünlük gibi kavramların önemi ilk bakışta yeteri kadar takdir edilemeyebilir. Ancak biraz derin düşünüldüğünde bunun önemi anlaşılır. Zira kapsamlılık, tutarlılık, iç bütünlük bakımından üstünlük, gerçeğin kavranmasının önünde engel oluşturan önyargılar ve darkafalı takıntılardan uzak olmaya, yani söz konusu düşüncenin üstün devrimci vasfına işaret ederler. Ancak ve ancak devrimci bir düşünce, gerçeği derinlikli biçimde açıklama gücüne sahiptir. Marksizm varlığın üç temel alanı olan doğayı, toplumu ve düşünceyi ortak temel çizgiler üzerinden açıklama gücüne sahiptir, çünkü kendisini varlığın en özsel, en değişmez özelliği olan değişime (=harekete) dayandırmaktadır. Yani onun devrimciliği tüm evrene hâkim olan biricik şaşmaz öğe olan değişim ilkesine dayanmaktadır. Sürekli olarak değişen gerçekliği, yöntem olarak bu özüne uygun biçimde kavrama çabası Marksizme emsalsiz devrimci karakterini verir. Onu eskimez kılan şey budur.
Marx Avrupa’da burjuva devrimlerin coşkusunun, özellikle de Fransız Devriminin etkilerinin sürdüğü ve bunun yanı sıra işçi sınıfının da yeni yeni tarih sahnesine çıkarak devrimci potansiyellerini sergilemeye başladığı bir çağda yetişkinliğe adımını atmıştı. Devrim dönemindeki Fransa’ya göre daha gelişmiş kapitalizm şartlarında bir burjuva devrimine gebe olan Almanya’nın canlı entelektüel atmosferinde yetişti ve çağının bilgisini önemli ölçüde özümsedi. Bu maddi ve entelektüel temeller üzerinde yükselen Marx, kısa sürede kendisini, tek tutarlı devrimci sınıf olma potansiyeli taşıyan işçi sınıfına bağladı ve insan bilgisinin hemen her alanına sirayet eden verimli ve devrimci buluşlar yaptı. Diyalektiğin maddeci temellere oturtulması, materyalist tarih anlayışı ve artı-değer teorisini bunların en önde gelenleri olarak sıralayabiliriz. Marx’a yönelik tüm karalamalara rağmen, bilimin değişik dalları bu verimli düşüncelerin cazibesinden kendini alamamıştır. Bugün tarih, antropoloji, biyoloji, ekonomi, politika, felsefe vb. alanlarda Marx’ın düşüncelerinin verimli sonuçları çoğu zaman onun adı anılmadan ve tüm mantıki sonuçlarına ulaştırılmaksızın kullanılmaktadır. Hatta kimi dallarda bu düşünceler o alanın temel verileri haline gelmiştir. Marx’ın büyüklüğü bu alanların önde gelenlerince çoğu kez içten içe bilinmekte ve kimi zaman itiraf da edilmektedir.
Marx’ın kapitalist toplumun temelini oluşturan kapitalist ekonomiyi çözümlemesi bu toplum düzeninin tarihsel olarak sınırlı ve geçici niteliğini kesin biçimde ortaya koymuş, yaşanan periyodik bunalımların da bunun belirtisi olduğunu tespit etmiştir. Esasen Ricardo’ya kadar olan burjuva iktisatçılar bu alanda önemli katkılar yapmış olmakla birlikte kapitalizmin temel sırlarını ortaya koyamamışlardır. Onlardan sonrakilerin ise esas kaygısı bu alanda bilimsel bilgiyi ilerletmek değil, kapitalist düzene mazeretler bulmak, gerçeği gizemlileştirerek örtmek olmuştur. Ekonomik bunalımlar da açıklanamayan sırlardan biriydi. Marx bu sırrı çözen ilk ve tek kişi olmuştur. Burjuva iktisatçılar ise esas olarak her bunalımdan sonra “artık bunalımların bittiğini” ilan etmekle meşgul olmuşlardır. Ancak her derin bunalım kaçınılmaz olarak bu konuda tek bilimsel açıklamayı getirmiş olan Marx’ı akla getirmektedir ve bu artan ölçüde böyle olmaya devam edecektir.
Sermayenin işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına yönelik olarak son çeyrek yüzyıldır yürüttüğü ağır saldırıya eşlik eden ideolojik taarruzun temel hedeflerinden biri her ne kadar Marx idiyse de, gerçekte kapitalizmin küresel gelişmesi Marx’ı her geçen gün daha da doğrulamakta ve onun adını bu vesileyle de daha fazla gündeme getirmektedir. SSCB’nin çöküşünü Marksizmin sonu gibi algılayanların ne büyük bir gaflet içinde oldukları artık çok daha açık biçimde görülmektedir. Tam tersine enternasyonalist komünistlerin o zamanlar tespit ettikleri gibi, Marx’ın öngörülerinin ve işaret ettiği sınıfsız toplumun gerçekleşme koşulları bugün çok daha fazla olgunlaşmıştır. Küreselleşme denilen olgu bunu çok berrak biçimde ortaya koymaktadır. Küreselleşme tartışmalarının revaçta olduğu 90’larda Manifesto’nun meşhur satırlarının herkesin diline düşmesi boşuna değildir. O satırlar gerçekte yazıldığı dönemden çok, muazzam derinlikte bir kavrayışla, aslında kapitalizminin gelecekteki, yani bugünkü halini tasvir ediyordu. Bu muazzam tahlil gücü Marx’ın sonuna kadar devrimci yöntemiyle henüz filizlenme aşamasındaki bir eğilimi teşhis edebilmesinden geliyordu. Bu bakımdan, Marx’ın son yıllarda yeniden gündeme gelmesinde kapitalizmin bunalımı kadar, bu gerçekliğin de önemli payı olduğunu unutmamak gerekiyor. Marx eskimek bir yana şimdi çok daha günceldir. Marx’a eski diyenlerin, ondan daha eski bir şey olan liberalizmi savunuyor olmaları kaba bir ikiyüzlülük ve çelişkiden başka şey değildir.
İşçi sınıfı devrimciliği
Ancak Marx’a büyüklüğünü veren fikir ve buluşların önemli bir boyutu, onun kendisini çağın gerçek devrimci sınıfı olan işçi sınıfına dayandırmış olmasıdır. Kimi yazarlar Marx’ın öğretisiyle onun işçi sınıfına bağlılığı arasındaki bağlantıyı koparmaya ve sınıf tarafgirliğinin bilimsellik vasfını zedelediği safsatasını yaymaya çalışırlar. Oysa Lenin’in de hatırlattığı gibi, “sınıf çatışması temeline dayanan bir toplumda ‘tarafsız’ toplumsal bilim yoktur.” Bu durumda sorun, özellikle toplumsal gerçekliği daha doğru anlamak için hangi sınıfın tarafından bakmak gerekir sorununa dönüşür. Burjuvazinin mi, küçük-burjuvazinin mi yoksa işçi sınıfının mı tarafından bakmak bizi doğru bilgiye daha çok yaklaştırır? Mevcut düzenin devamından çıkarı olan sınıfların temel kaygısının toplumsal gerçekliğin anlaşılması değil, mevcut düzenin korunması olacağını anlamak için âlim olmaya gerek yok. Ancak bu düzenden çıkarı olmayan bir sınıf, tümüyle özgür ve önyargısız bir yaklaşım için doğal zemin oluşturabilir. Bu sınıf, mülkiyetten dışlanmış ve zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan işçi sınıfıdır. Marx, yüce gönüllü ve duygulu küçük-burjuvaların aksine, işçi sınıfında yalnızca sefaleti, köleliği, düşkünlüğü gördüğü için değil, bunları ortadan kaldıracak potansiyele sahip yegâne sınıfı gördüğü için ona bağlamıştır. O nedenle de “işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey” demiştir. Demek ki Marx’ın devrimci öğretisi, işçi sınıfından ve devrimci işçi sınıfı siyasetinden ayrı düşünülemez.
Marx bir devrimciydi ve bu onun en önde gelen özelliğiydi. Marx’ın cenaze töreninde Engels’in söylediği sözler bu noktayı açıkça vurgulamaktadır: “Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Onun hayattaki gerçek misyonu kapitalist toplumun yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmaktı… Kavga tam onun işiydi. Ve kimsenin aşık atamayacağı bir tutku, azim ve başarıyla kavga verdi.” Herkesin kendi meşrebine göre bir Marx algılaması olabilir, ama devrimci işçi sınıfı açısından Marx’ın anlamı burada yatmaktadır. Burjuvazi ve küçük-burjuvazi kendi meşrebine uygun bir Marx icat etmeye uğraşıyor. Onu büyük bir devrimci olmaktan çıkarıp salt saygın bir düşünür derekesine düşürmeye, bir akademik ikona çevirmeye, sözlerini çarpıtarak kapitalizmle uzlaştırmaya, hatta küreselleşme ideolojisinin bir elçisi haline getirmeye çalışıyorlar. Ama Marx’ı Marx yapan ve onun yüzyılı aşkın bir süredir, hakkında akıtılan sonsuz burjuva zehrine rağmen, bugün böylesine hatırlanmasını sağlayan şey onun tarihin gördüğü en büyük devrimcilerden biri olmasıdır.
Hacıyatmaz küçük-burjuva sosyalizmi
Ama burada önemli bir başka nokta var. Marx’ın öğretisinin ezici gücü zaman içinde ona alternatif olan rakipleri kaçınılmaz olarak safdışı etmiştir. Fakat Lenin’in de vaktiyle işaret ettiği gibi bu düşünce ve yaklaşımlar orijinal ve bağımsız halleriyle yenilgiye uğramış olsalar da, özlerini önemli ölçüde muhafaza ederek kendilerini Marksizmin kılığı altına soktular. Böylelikle Marksizmin gerçek devrimci özüne karşı mücadelelerini Marksizm kisvesi altında yürütmeye başladılar. Marksizm bir öğreti olarak 20. yüzyılın başında entelektüel zaferini kazanmış ve diğer sosyalist akımları bağımsız kimlikleriyle büyük oranda yenilgiye uğratmıştı. Ancak Marx’ın kurduğu devrimci geleneği gerçek anlamda sürdüren esas olarak Lenin önderliğindeki Bolşevizm oldu. Bunun dışında 20. yüzyılın başından bu yana Marksizm etiketiyle önümüze çıkan siyasal eğilim ve akımların tümü (Stalinizm, Maoculuk, reformizm, gerillacılık vb.) küçük-burjuva sosyalizminin bir türüydü. İşte Marksizmin yenilgisinden söz edenler esas olarak, Marksizmin özüne uymayan, ama Marksizm etiketine sahip olan bu tür eğilim ve akımları kendilerine ölçü olarak almaktadırlar. Şüphesiz değişen koşullarla birlikte bu eğilimler de değişim geçirmişlerdir. Ama onların özde Marksizm dışı olan karakterleri değişmeden kalmıştır. Türkiye’de küçük-burjuva sosyalizminin bu hacıyatmaz niteliği konusunda proleter devrimcilerin özellikle uyanıklık göstermesi gerekmektedir.
Marx her türlü küçük-burjuva sosyalizmine karşı amansız bir mücadele vermiş, bu tür darkafalı sosyalizm anlayışlarını kesin biçimde mahkûm etmişti. Mücadelesinde bilimsel ve tutarlı tek sosyalizm anlayışının işçi sınıfı sosyalizmi olduğunu böylece ortaya koymuştu. Bu anlayışlar bağımsız kimlikleriyle sahneden giderek çekilmek zorunda kaldılar ve kendine Marksist diyenlerin sayısı arttıysa da, Marksizmin doğru bir kavranışı 1800’lerin sonlarına kadar hayli sınırlı kaldı. Marx’ın en yakınındaki Wilhelm Liebknecht gibi kimselerin bile Marksizmden anladıkları çok sınırlıydı. Bu tür örnekleri gören Marx “ben Marksist değilim” demişti. Marksizmin devrimci proleter özüne uygun kavranışının nispeten yaygınlaşması, asıl olarak Rusya’da Lenin önderliğinde Bolşevizmin yükselişi ve Ekim Devrimiyle oldu. Ancak kısa sürede gerçekleşen bürokratik karşı-devrim süreciyle işçi iktidarının yıkılmasından sonra, özellikle devlet sosyalizmi biçimi altında küçük-burjuva sosyalizmi yeniden boy verdi. Öyle ki köylülüğe dayalı bir devrim anlayışını esas alan Maoizm bile kendini Marksist diye sunabildi. Ezcümle, bugün kendini Marksist olarak niteleyenlerin çoğu Marksizmin özüne uygun bir kavrayış ve konumlanış içinde değildirler.
Marx’ın mirasçısı devrimci işçi sınıfıdır
Marx yetişkin ömrünün büyük bölümünü ağır bir yoksulluk, mahrumiyet ve sağlıksız koşullar içinde geçirdi. Kendini düzene satsaydı böylesi bir deha şüphesiz en yüce ödüllerle düzen tarafından el üstünde tutulurdu. Marx’ın annesi “kapital hakkında yazmaya bu kadar uğraşacağına biraz kapital edinmeye baksaydı daha iyi olurdu” demişti. Kapital gibi insan düşüncesinin en büyük anıtlarından birini yaratan Marx, eserin yayınlanmasından elde ettiği gelirin onu yazarken tükettiği tütünün parasını bile karşılamadığını espriyle anlatırdı. Sonunda Marx’ın nispeten erken ölümüne neden olan da, bu ağır yoksulluk koşulları, ucuz kötü tütün tüketimi ve aşırı çalışma sonucu iflas eden ciğerleri olmuştur. Marx ve yoldaşı Engels sabırla, inatla işçi kitlelerini bilinçlendirmeye, örgütlemeye, onları öz güçlerinin farkına vardırmaya ömürlerini adadılar. Marxların, Leninlerin yaşantılarında “kahramanlık” öyküleri yok, destanlar yok. Bir duvarcı ustası gibi sebatla çalışmak var.
Ancak tarihin gördüğü en büyük beyinlerden biri olan bu deha, tüm hayatını işçi sınıfının davasına adadığı halde, Engels’in ifadesiyle “kimsenin aşık atamayacağı” bir tutku, azim ve başarıyla kavga verdiği halde, bugün Türkiye’deki sosyalist çevrelerin çoğunun bilinçli biçimde sivrilttikleri örnek devrimci tiplemeler arasında ne yazık ki Marx’ın en önde geldiğini söyleyemiyoruz. Üstelik bu akımların hepsi kendilerini Marksist olarak nitelendirmelerine rağmen bu böyle. Marx ya da Lenin’den ziyade, şüphesiz kendi koşulları içinde saygıya değer devrimciler olan Che Guevara, Deniz ya da Mahir tiplemesinin daha önde geldiğini görmekteyiz. Ölüme giden romantik devrimci tiplemesinin fedakârlığı, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükseltmek için bir ömür boyu kahırla yapılan fedakârlık karşısında daha cazip gösterilmektedir. Bu devrimciler muhakkak ki saygıyı hak ediyorlar, düzenin saldırılarına, kara çalmalarına karşı sahiplenilmeyi hak ediyorlar. İşçi sınıfı devrimcileri bundan geri durmazlar. Ama proleter devrimci çizginin, yaşamları ve mücadele tarzlarıyla öne çıkartması gereken önderlerin Marx ya da Lenin türü önderler olması gerektiği de o denli açıktır.
Marx’ın da Lenin’in de mirasçısı işçi sınıfıdır, işçi sınıfı devrimcileridir. Marx’ı en iyi anlama şansına sahip olanlar da, kendilerine Marksist deseler bile, akademisyenler ya da küçük-burjuva sosyalizminin devrimcileri değil, ancak işçi sınıfı sosyalizminin enternasyonalist komünist devrimcileridir. Ancak onlar onun devrimci mücadelesinin ruhuna nüfuz edebilirler. Onu kuru bir akademik araştırma konusu yapanların ya da küçük-burjuva devrimcilerinin bu ruhu yakalamaları ve dolayısıyla Marx’ı hissedebilmeleri mümkün değildir.
Engels, Marx’ın mezarı başında yaptığı konuşmasını bitirirken, “onun adı ve eseri asırlarca yaşayacak” demişti. O sözlerin üzerinden bir asrı aşkın zaman geçti ve Marx hâlâ capcanlı. Dostlarına sonsuz bir enerjiyle gülümsüyor, düşmanlarına korku salıyor. Üstelik Marx’ın sınıfsız toplum öngörüsü henüz gerçekleşmemiş olduğu halde bu böyle. Varın siz geleceğin işçi iktidarında ve sınıfsız toplumunda yeni kuşakların Marx’a duyacağı minnettarlığı düşünün. Marx’ın 190 yaşına girdiği bugünlerde ise, dünyanın yeni bir kriz, savaşlar ve toplumsal mücadeleler dönemine girdiği artık herhangi bir şüpheye yer vermeyecek biçimde açık. Bakalım onun uğruna ömrünü adadığı işçi sınıfı ona 200. yaş gününde yeni proleter devrimler hediye etmiş olabilecek mi? İşçi sınıfı devrimcileri onun yolundan gitmeye ve kendi devrimini yapabilmesi için işçi sınıfını bilinçlendirme ve örgütlendirmeye ant içmiştir.
link: Levent Toprak, İşçi Sınıfının Devrimci Önderi Marx, Mayıs 2008, https://fa.marksist.net/node/1816
İstihdam Paketi mi, Patronlara Kıyak Buketi mi?
İsrail’in 60. Yılında Ortadoğu Yasta