ABD’nin Kafkaslar’daki ana üssü konumundaki Gürcistan’ın Osetya’ya saldırması ve ardından Rusya’nın bu saldırıya karşılık vermesi, emperyalist savaşın Kafkas cephesinde alevlerin bir anda parlamasına yol açtı. Gürcistan’ın geri adım atmak zorunda kalışıyla alevler fazla uzun sürmeden sönümlenme noktasına geldiyse de, bu savaşın, gittikçe daha büyük bir hızla yayılan emperyalist savaşın bir parçası olarak, cürmünden fazla yer yakacağına kesin gözüyle bakılabilir. Nitekim Rusya’nın Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlık kararını tanımasıyla sürecin ikinci perdesi açılmış bulunuyor. Bu süreçte ABD’nin provokatif açıklamalarının dozu artmakta, AB, Rusya’ya enerji bağımlılığı nedeniyle kükreyemese de sesini yükseltmekte, Türkiye ise diplomatik girişimler silsilesiyle süreci en az zararla atlatma çabası içinde kıvranmaktadır.
Rusya’ya enerji bağımlılığı nedeniyle açıktan bu ülkeye karşı tavır alamasa da, Türkiye aslında Gürcistan’ın ve ABD’nin yanında saf tutmaktadır. Yıllardır Gürcistan ordusuna verilen askeri mühimmat ve eğitim desteği, Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki eli olarak bu ülkeye sokulduğunun en açık göstergesidir. Ancak bu el aynı zamanda ateşe sokulan bir maşadır ve söz konusu maşa, bölgedeki nüfuzunu arttırarak emperyalistleşme hayalleriyle de yanıp tutuşmaktadır.
Sözde bölgesel istikrarı sağlamak adına başta Rusya ve Gürcistan olmak üzere bölge ülkeleriyle Kafkasya İşbirliği Platformu adı altında bir diyalog zemini oluşturmaya çalışan Türkiye, emperyalistleşme niyetlerini takındığı masumiyet maskesinin ardına gizlemeye çabalasa da genel planda safını belirlemiştir. Zaten NATO ve ABD donanmasına ait gemilerin Boğazlardan geçmesine göz yumarak bunu fiilen de göstermiştir. Rusya’nın ABD gemilerinin yol açacağı herhangi bir sorundan Türkiye’yi sorumlu tutacağını açıklamış olması da bunun sonucudur.
ABD donanmasına ait büyük tonajlı gemilerin Boğazlardan geçişine Montrö Boğazlar Sözleşmesini gerekçe göstererek izin ver(e)memesini, Türkiye’nin ABD’ye kafa tutması olarak nitelendirip erken konuşan bir kısım burjuva medya, iki gün sonra daha düşük tonajlı Amerikan gemileri Çanakkale Boğazına girdiğinde suspus kesilmiştir. Sonuçta ABD’nin talebi Montrö’ye uygun bir kılıfa büründürülerek paşa paşa karşılanmıştır. Ancak son bir ayda yaşanan tüm bu gelişmeler, Montrö’nün masaya yatırılarak tadilattan geçirilmesine Türkiye’nin razı edilmesi çabalarının da gündeme geleceğinin ipuçlarını vermektedir. Bu çabaların baş aktörünün ise ABD olacağı açıktır.
Peki bugünlerde adından sıkça söz edilen Montrö Sözleşmesi nasıl bir tarihsel arka plana sahiptir ve neleri öngörmektedir?
Montrö Boğazlar Sözleşmesi
Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan bir imparatorluğun yıkıntıları üzerinde kurulan yeni Türk devletinin coğrafi sınırlarını belirleyen Lozan Antlaşması, aynı zamanda Türkiye’nin Marmara denizi ile Çanakkale ve İstanbul Boğazları konusundaki yetkilerinin de sınırlarını çiziyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan bu antlaşma, İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki kimi bölgelerin askerden arındırılmasını şart koştuğu gibi, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarının bir bölümünü de uluslararası bir komisyona devrediyordu. Dolayısıyla sözde bütün emperyalist güçlere karşı savaşılarak gerçekleştirilmiş ve bir kahramanlık destanıymış gibi sunulan TC’nin kuruluşu, gerçekte emperyalist güçlerle her aşamada uzlaşma arayan özelliğini burada çok net biçimde ortaya koyuyordu. Aslında elde ettikleri de önemli ölçüde Rusya’daki proletarya devriminin ve onun tüm dünyada yarattığı dalgaların emperyalistlerin yüreğine saldığı korku sayesindeydi.
Emperyalistlerle yapılan Lozan uzlaşması sonucu Boğazların yönetimini uluslararası komisyona bırakan Türkiye, kısa bir süre sonra bu egemenlik haklarını kısıtlayan Lozan maddelerinin kaldırılması için diplomatik çabalara girişecekti. Ne var ki uzun bir süre boyunca, Boğazlar rejiminin yeniden tayin edilmesi için uluslararası bir konferans toplanması talebini emperyalist devletlere kabul ettirmeyi başaramayacaktı. Ta ki 1936’ya dek. 1935 Kasımında İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesiyle Milletler Cemiyetinin çeşitli yaptırım kararları almasını fırsat bilen Türkiye, yeni bir girişim başlattı ve o anki devletler arası güç dengeleri dolayısıyla bu girişim hedefine ulaştı.
22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö kasabasında yapılan uluslararası konferans sonucunda, Lozan’ın getirdiği “askerden arındırma” ve “uluslararası komisyon” dayatması kaldırılarak, Boğazların rejimi Türkiye’nin egemenliği lehine yeniden belirlendi. 9 Kasım 1936’da yürürlüğe giren bu sözleşmeyle, “savaş durumu”, “barış durumu” ve “Türkiye’nin kendisini çok yakın bir savaş tehlikesi tehdidi altında hissetmesi durumu”na göre, ticari ve askeri gemilerin ve uçakların Boğazlardan geçişi konusunda bir rejim değişikliğine gidiliyordu. Ticari gemilerin ve uçakların söz konusu alanları kullanımında serbestlik ilkesi benimsenmeye devam edilirken, ticari gemilerden harç ve vergi alınması ve kılavuzluk işlemleri de kurala bağlanıyordu. Konunun bamtelini ise Boğazlardan savaş araçlarının, özellikle de Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş araçlarının geçişi oluşturmaktaydı. Nitekim bugünlerde tartışmalara konu olan husus da buradan patlak vermektedir.
Birçok ayrıntısı bulunan sözleşmede, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin Boğazlardan geçirebileceği savaş gemilerine tip (uçak gemisi, büyük savaş gemisi ve denizaltı geçemez) ve azami tonaj sınırlaması (15 bin ton) getirilmektedir. Bu devletlerin Karadeniz’de belli bir anda bulundurabileceği gemilerin toplamı için de yine azami tonaj (en fazla 45 bin ton) ve süre (21 gün) sınırlaması gibi kısıtlamalar getirilmiştir.
20 yıl süreyle geçerli olmak üzere imzalanan bu sözleşme, anlaşmaya taraf olan herhangi bir devletin süre bitimine iki yıl kala “sona erdirme ön-bildirimi” vermemiş olması nedeniyle 20 yıl dolduktan sonra da geçerliliğini korumaya devam etmiştir. Sözleşme ayrıca, anlaşmaya taraf devletlerin herhangi bir zamanda “sona erdirme ön-bildirimi” vermelerinden 2 yıl sonrasına kadar Montrö’nün geçerli olacağını hükme bağlamaktadır ve şu ana dek böyle bir itiraz gelmediği için sözleşme geçerliliğini korumaktadır.
Yeni bir emperyalist savaş ve değişen dengeler
Lozan Antlaşması, bilindiği gibi Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşını takip eden yıllarda ve o savaşın yarattığı güç ilişkileri koşullarında imzalanmıştı. Montrö Sözleşmesi ise, bu güç ilişkilerinin altüst olduğu ve yeniden kurulmak üzere ikinci bir emperyalist savaşın kapıda pusu kurduğu bir atmosferde imzalanacaktı. Bugün bir kez daha emperyalistler arası güç dengelerinin yeniden şekillendirildiği günlerden geçiyoruz. Oluşmakta olan yeni emperyalist saflaşmada bir kutbun başını ABD çekerken, Rusya diğer bir kutup başı olarak sivrilmeye başlıyor. Bu durum doğal olarak Karadeniz-Boğazlar’ın emperyalist güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda engelsiz kullanımı sorununu da gündeme getirmiş bulunuyor. ABD ne zamandır Karadeniz’de kendi kontrolünde bir NATO donanması oluşturulması için uğraş veriyor. Ancak Rusya’nın şiddetli karşı koyuşu ve Türkiye’nin bile ikna edilememesi şimdiye dek bu planın sürekli ertelenmesine yol açıyordu. Bugün Gürcistan ekseninde patlak veren krizin bu planları yeniden gündeme getireceği açıktır. ABD’nin Karadeniz’de dilediği gibi cirit atmasının önündeki olası bir “Türkiye” engelini aşması için Montrö’nün yeniden masaya yatırılmasını dayatması da kuvvetle muhtemeldir. Ya da bu sağlanamadıkça anlaşmanın hile yoluyla delinmesi, geçersizleştirilmesi yollarına başvurulacaktır ki, aslında bugünlerde yapılan da budur. Güya “insani yardım malzemeleri” taşıyan gemiler, tonaj şartlarına uygun olduğu söylenerek ve hiçbir denetime tâbi tutulmayarak vızır vızır Karadeniz’e geçirilmektedir. Ayrıca bu uygulama gemilerin giriş-çıkış yapmaları suretiyle de adeta bir turnike sistemine çevrilmiş durumdadır. Dolayısıyla işin özü bakımından Montrö zaten delinmeye başlamıştır.
Birinci ve ikinci emperyalist savaşın yarattığı eski denge koşullarının değişmiş olduğu bu süreçte, eski sözleşmelerin, anlaşmaların ve bu dengeler etrafında oluşmuş statükonun dağılmakta olduğu yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu nedenle, Montrö’nün tartışmaya açılmasının gündeme geleceği beklentisi de, Karadeniz’e açılan ABD savaş gemilerinin Goeben ve Breslau’yu çağrıştırması da abesle iştigal etmek olarak değerlendirilemez. Bilindiği gibi, 1914 Ağustosunda Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisi Boğazlardan geçerek Rusya limanlarını bombalamıştı. Ardından Osmanlı devleti bu gemilere kendi bayrağını asarak ve adlarını Yavuz ve Midilli diye değiştirerek onları donanmasının bir unsuru olarak göstermiş ve böylece emperyalist savaşa resmen dahil olmuştu. Çok açıktır ki, bugün ABD de Gürcistan’a gönderdiği askeri gemileri herhalde ki “insani yardım taşımak” için son sistem füzelerle donatmış değildir! Putin’in, Rusya’nın Karadeniz’e giren ABD-NATO gemilerine “serinkanlı ve yumuşak” bir yanıt vereceğini ifade etmesi de boşuna değildir. Tüm bunlar sürecin gidişatına dair önemli ipuçları vermektedir.
Yaşanan son süreçte, Afganistan’ın ve ardından Irak’ın işgaliyle başlayan emperyalist savaşın Kafkas cephesi açılmıştır. Bu savaşın büyük bir hızla cephe genişletmeye devam edeceğini görmek için kâhin olmaya da gerek yoktur. Dolayısıyla zaten savaş cehenneminin içinde ölüm-kalım mücadelesi veren on milyonlarca emekçiye, her gün yüz binlercesinin daha ekleneceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Irak’ta her gün 100’e yakın insan katledilmeye devam ederken, Afganistan’da sular durulmak bir yana her gün biraz daha kana bulanırken, Osetya’da yaşanan savaşta sadece beş gün içinde 2000’den fazla sivil ölüp 170 binden fazla Gürcü ve Oset göç etmek zorunda kalmıştır. Ortadoğu ve Kafkaslar’ı alevleri içine alan bu emperyalist savaşın, tüm bölge emekçileri gibi Türkiye’deki emekçi kitlelere yönelik tehdidi de her geçen gün daha çıplak hale gelmektedir.
Nasıl Irak savaşı öncesi Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçirilmesi ve bir kuzey cephesi açılması sorunu Türkiye devrimci işçi sınıfının gündemine girmişse, bugün de Boğazların savaş yolu haline getirilme girişimleri aynı şekilde işçi sınıfının gündemine girmelidir. Buradan geçen savaş gemileri Türkiye’nin de dahil olduğu Karadeniz ve çevresine “barış ve insani amaçlar” için gitmiyorlar. Bugünkü gerilim mevcut haliyle bir süre sonra dinebilirse de, artık Karadeniz’in yeni bir savaş alanı haline getirilmesi yolunda çok önemli bir dönemeç geçilmiş durumdadır. Bunun bilincine varılmalıdır. Bunu önlemek için emperyalist ülkelerin işçi sınıflarına önemli görevler düştüğü kadar Türkiye işçi sınıfına da önemli görevler düşmektedir. Boğazların bir savaş yolu yapılmasına izin vermemek de bunun en kritik parçalarından biridir.
İşçi-emekçi kitlelerin devrimci bir örgütlülükten yoksun oluşlarının, sürecin çok daha hızlı, emperyalistler açısından engelsiz ve çok daha kanlı yaşanmasına yol açtığı açıktır. Kutupları daha belirginleşen bu emperyalist savaş sürecinin, emperyalistlerin diplomasi oyunlarıyla, alicenaplıklarıyla, sözde barış antlaşmalarıyla, “insani yardım”larıyla durdurulamayacağını, yaşanan iki büyük emperyalist savaş gibi son yedi yıllık süreç de net bir biçimde kanıtlamış bulunmaktadır. Bu emperyalist savaşın en kısa sürede son bulmasının tek bir yolu var: Örgütlü ve devrimci proletaryanın “emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı ve kapitalizme karşı işçi sovyetleri iktidarı” şiarıyla ayağa kalkması. Aksi takdirde işçi ve emekçi kitleleri, geçmiş iki dünya savaşında yaşanan felâketten kat kat korkunç felâketler bekliyor.
link: İlkay Meriç, Boğazlar Savaş Yolu Olurken, Ekim 2008, https://fa.marksist.net/node/1910
Kadıköy’de “Ne Ergenekon Ne AKP, Çözüm Demokratik Cumhuriyet” Mitingi
Küresel Isınma ve Emperyalist Paylaşım