6 Aralık gecesi Atina’da bir öğrencinin (15 yaşındaki Aleksandros Grigoropulos) polis tarafından silahla öldürülmesi tüm Yunanistan’ı sarsan bir isyan dalgası doğurdu. Bir haftayı aşkın bir süre boyunca hemen her gün, başta Atina olmak üzere, Yunanistan’ın dört bir köşesindeki kentlerde kitlesel protesto eylemleri, polisle çatışmalar, polis karakollarına baskınlar, devlet binalarına ve büyük sermayenin sembolü olarak görülen mağazalara saldırılar, ortaöğrenim okulları ve üniversitelere dek yüzlerce okulda boykot ve işgaller, radyo-televizyon kanallarının işgali gibi eylemler gece-gündüz dinlemeden sürdü. Eylem dalgası bu ilk yoğun evrenin ardından da son bulmadı ve halen devam etmekte.
Odağında öğrencilerin/gençlerin yer aldığı bu şiddetli isyan dalgası Yunanistan’da tüm siyasal-toplumsal gündemin merkezine oturdu ve hayatı baştan sona etkileyerek bir siyasal kriz atmosferi doğurdu. Bu durum dünya ölçeğinde burjuva medyanın da olaya kayıtsız kalmasını engelledi ve gelişmeler günler boyunca uluslararası haber bültenlerinin baş sıralarında yer aldı. Diğer taraftan, birçok Avrupa ülkesinde öğrenciler Yunanlı kardeşlerine destek amacıyla gösteriler yaptılar.
Daha başka birçok görünümü olan Yunanistan’daki bu süreç kesinlikle devrimci potansiyeller içermektedir. Bu bakımdan son derece önemlidir ve sınıf bilinçli işçilerin bu gelişmelerin anlam ve sonuçlarını iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Bu gelişmeler hem dünya ölçeğinde içine girilen yeni mücadele döneminin işaretlerini vermektedir, hem de temel ve acil görev olan önderlik sorununu çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Diğer taraftan yanı başımızdaki komşu ülke olarak Yunanistan’daki siyasal koşulların Türkiye ile benzerlik ve farklılıklarını daha iyi tanıma sorumluluğunu da hatırlatmaktadır.
Yeni dönemin çarpıcı bir doğrulaması
Yunanistan’daki bu patlamanın en önemli yönü dünya ölçeğinde sınıf mücadelesinin yeni bir yükseliş dönemine girmekte olduğunun çarpıcı bir doğrulamasını teşkil etmesidir. Bir süredir işaret edegeldiğimiz gibi, 80’lerden bu yana gelen uzun geri çekiliş artık yavaş yavaş son bulmakta, dünya ölçeğinde düzene karşı yeni bir mücadele dalgası başlamaktadır. Kabaca 2000 yılından itibaren başlayan kıpırdanma bugünlerdeki dünya ekonomik kriziyle birlikte yeni bir dönüm noktasına gelmiştir. Marksist Tutum’un daha geçen sayısında dünya ölçeğinde açılmakta olan yeni mücadele dönemini ve iklim değişimini özellikle vurgulayan yazılar yer almıştı. Bu yazıların mürekkebi kurumadan Yunanistan’daki isyan dalgası patladı.
O nedenle Yunanistan’daki isyan bir yönden dünya ekonomik kriziyle birlikte belirgin biçimde hissedilmeye başlanan iklim değişiminin ifadesini, bir yönden de 7-8 yıldır Yunanistan da dahil dünyanın değişik ülkelerinde süren mücadelelerin yeni bir halkasını oluşturmaktadır. Ama hangi yönden bakılırsa bakılsın, bu isyanın Yunanistan’ın boyutlarını aşan genel bir anlam ve önemi olduğu açıktır. Gerçekten de, bu gelişmelerin zeminini döşeyen koşullar esasen dünya ölçeğinde işleyen süreç ve dinamiklerin ürünü olduğu gibi, işaret ettiği gerçeklik de, etkileri de Yunanistan’la sınırlı kalmamaktadır.
Dünya ölçeğinde işleyen aynı süreçler sonucu, nasıl işçiler, köylüler ve öğrenciler kabaca 2000’lerin başından beri başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere dünyanın değişik ülkelerinde düzene karşı kitle hareketi biçiminde isyan ettilerse, bugün de Yunanistan’da ön planda gençliğin olduğu kitleler aynı şekilde isyan etmekteler. Nasıl o isyanlarda şu ya da bu hadise bardağı taşıran son damla olmuş ve isyanı tetikleme işlevi görmüşse, burada da bir gencin polis tarafından kurşunlanarak katledilmesi benzer bir işlev görmüştür.
Yunanistan’daki isyan dalgasının bu genel bağlamını özellikle vurgulamak gerekiyor, çünkü dünyada ve Türkiye’de burjuva medya olayı büyük oranda Yunanistan’a özgü bir şeymiş gibi sunma telâşındadır. Bunun anlamı gayet açık. Böylelikle alttan altta bundan evrensel bazı sonuçlar çıkmayacağını, dünyanın başka yerlerinde öğrencilerin, işçilerin böyle heveslere kapılmaması gerektiğini ima etmektedirler.
Patlama yılların birikimidir
Bu patlama gerçekten de kapitalizmin on yıllardır dünya ölçeğinde emekçi sınıflara yönelttiği saldırıların, onlara dayattığı tahammül ötesi koşulların bir ürünüdür. Her ülkede bu saldırıların dozu ve temposu kuşkusuz farklılık göstermiştir. Bunun da sebebi esas olarak ülkelerin sınıf mücadelesi tarihlerinin farklılıkları ve bunun sonucu oluşan gelenekler ve sınıf dengeleridir. Bunun sonucu olan işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğü ne denli yüksekse, orada saldırılar o denli zamana yayılmış, o denli sürüncemede kalmış ve o denli başarısız olmuştur.
Yunan işçi sınıfı da bu saldırılardan nasibini almıştır ve almaktadır. Hem Karamanlis’in başbakanlığını yaptığı şimdiki Yeni Demokrasi hükümeti hem de öncesindeki PASOK hükümetleri fırsatını buldukça bu evrensel saldırı programını adım adım hayata geçirmeye çalışmışlardır. Sonuçta tüm dünyada olduğu gibi Yunanistan’da da reel ücretler ve yaşam standartları genel olarak düşmüş, dolayısıyla göreli yoksulluk artmış, işsizlik genelde yüzde 15’lere, gençler arasında ise yüzde 22 düzeyine yükselmiş, bütçeden eğitim ve sağlığa ayrılan pay düşürülmüş, emeklilik yaşı yükseltilmiştir. İş bulabilen gençler ortalama olarak 500 avroya talim etmek zorunda bırakıldıkları için “500 avro kuşağı” olarak anılıyorlar. Dolayısıyla Yunanistan’da işsizlik, düşük ücretler, birden fazla işte çalışma, geleceksizlik gibi sorunlar gitgide dayanılmaz bir hal almakta ve öğrenciler de bunu fazlasıyla yaşamaktadırlar.
Tüm bu ekonomik-sosyal saldırıların, beraberinde artan bir devlet baskısı getirmesi kaçınılmazdır. Nitekim bu dönem zarfında polis baskısı ve şiddeti de artmış, öğrencilere, işçilere, göçmenlere, mültecilere karşı polis şiddeti uygulanan vakalar belirgin biçimde yükselmiştir. Bu bakımdan son isyanı doğuran polis şiddeti vakası bir istisna olmayıp tam da bu sürecin doğal bir halkasıdır.
Ayrıca bu süreçte bilhassa özelleştirmeler ve AB fonlarından gelen kaynaklar üzerinden korkunç bir yağmanın yürümüş ve rüşvet, yolsuzluk ve skandalların birbirini izlemiş olması da, genel anlamda artmakta olan toplumsal hoşnutsuzluğu ve gençler arasındaki öfkeyi daha da arttırmıştır.
Bu saldırılar ve baskılar karşısında Yunan işçi sınıfı özellikle 2000’lerin başından beri belli bir direniş içinde oldu. Bu dönemde sayısız grev ve gösteriler gerçekleşti. Aynı saldırıların eğitim ve gençlik alanını ilgilendiren boyutları bağlamında da öğrenciler kitlesel eylemler gerçekleştirdiler. Bu grev ve gösteriler saldırıların etkilerinin gitgide daha belirgin biçimde hissedilmeye başlandığı son birkaç yıldır özellikle yoğunlaşmaktaydı. 2007 sonlarından 2008’in Mart ayına kadar, hükümetin yeni emeklilik yasasına karşı aylar boyunca dalga dalga grev ve gösteriler gerçekleştirilmişti. Hükümet zorlukla da olsa yasayı geçirmekle beraber hâlâ yürürlüğe koyabilmiş değildir. Genç Aleksandros’un öldürüldüğü günün sadece birkaç gün sonrasında önceden planlanmış olan bir genel grevin olması (hükümetin yeni bütçe tasarısına karşı) basit bir tesadüf değildir. Yine Ekim ayında öğrenci meclisleri, hükümet tarafından her an gündeme getirilmesi beklenen “eğitimde reform planı” için, gündeme getirildiğinde gerçekleştirilmek üzere üniversiteleri işgal kararı almıştı. Sadece bu iki örnek bile Yunanistan’da durumun ani bir patlamaya ne kadar elverişli olduğunu göstermektedir. Özetle ne genç Aleksandros’un polis tarafından katli şaşırtıcı bir gelişmedir (çünkü polis terörü zaten son yıllarda ciddi bir tırmanış içindeydi ve öğrenciler de bu terörün başlıca hedefleri arasındaydı) ne de işçi ve öğrenciler genel bir durağanlık içindeyken birdenbire bir isyan dalgası patlamıştır.
Patlama için sadece bir kıvılcım gerekiyordu. Genç Aleksandros’un polis tarafından öldürülüşü de yeteri kadar güçlü bir kıvılcımdı. Tarihte birçok kez görüldüğü gibi toplumsal hastalıkları en yüksek ateşle dışavuran kesim gençlik olmuştur ve Yunanistan’da da bunun yeni bir örneği yaşanmaktadır.
Yine de patlamanın daha dolaysız nedeni ve bağlamı Yunanistan’ı ciddi biçimde vurmaya başlayan dünya ekonomik krizidir. Bunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Biriken tüm çelişkiler, krizin patlak verişi ve tüm ağırlığıyla Yunanistan’ın üzerine çöküşüyle birlikte genel bir atmosfer değişimi yaratmıştır. Meselâ hükümetin yeni bütçesinin ve ekonomik tedbirlerinin temel unsurunu, kriz bahanesiyle bankalara 28 milyar avro aktarılması oluşturuyor. Yani sosyal harcamalardan şimdiye kadar yapılan kısıntıların üzerine şimdi çok daha ağır yeni bir kemer sıkma dönemi planlanıyordu. Eylemler sırasında bankaların da hedef alınmasında bir faktörün bu olduğuna şüphe yoktur.
Diğer yandan eylemlilik sürecinde seferber olan ve aktif biçimde yer alan kitleye baktığımızda, bunun dar bir aktivist grup olmayıp öğrencilerin geniş bir kesimini oluşturduğu görülmektedir. İkinci olarak, bu kitle sadece, yaş ve ortam dolayısıyla politik eyleme daha alışık olan üniversitelilerden oluşmuyor. Aksine çok daha büyük bir kesim ortaöğrenim öğrencilerinden oluşuyor. Üçüncü olarak bu geniş kitle doğal olarak çok büyük oranda işçi çocuklarından oluşmaktadır. Dördüncü olarak, öğrenciler eylemlerinde ne salt eğitim sorunlarıyla ilgili taleplerle kendilerini sınırlandırıyorlar ne de kimi öğrenci hareketlerinde görülebilen belirsiz soyut özgürlük talepleriyle. Şu anda toplumun gündeminde olan ekonomik-sosyal-siyasal sorunların bütününe ilişkin talepler ve düşünceler dile getiriyorlar. Zaten isyanın patlama noktasını son derece keskin ve net bir biçimde devlet terörü, devlet baskısı oluşturuyor. Beşinci olarak, öğrenciler toplumun geneli tarafından, yani işçi kitleler tarafından sempatiyle karşılanmakta ve desteklenmektedirler. Devletin polis gücüyle daha şiddetli bir bastırma denemesini göze alamamasının, başlarda telaffuz edilmesine rağmen sıkıyönetim ilanı gibi olağanüstü yollara sapmaktan kaçınmasının temel sebebi budur. Altıncı olarak, öğrencilerin eğitimle ilgili ve diğer taleplerinde belirgin biçimde kendilerini geleceğin işçileri olarak algıladıkları görülmektedir, ki bu iki yıl önce Fransa’daki öğrenci isyanında da kendisini net biçimde gösteren bir olguydu. Yedincisi, hareketi dizginlemeye, bastırmaya çalışan düzenin sol payandası partilere ve sendika bürokrasisine rağmen birçok genç işçi de eylemlere katılmaktadırlar. Hatta bunlardan bir kısmı sendikalarının tutumunu protesto etmek ve değişmesi yönünde basınç yaratmak amacıyla en büyük sendika federasyonunun merkez binasını işgal etmişlerdir. Yönetimleri düzenin sol payandası partilerin elinde olan sendikalar hem bu genel basınç nedeniyle hem de rollerini oynayabilmek için soruna tümüyle ilgisiz kalamamaktadırlar. Son olarak işçi sınıfının bir parçası olan öğretmenler de öğrencilerin işgal vb. eylemlerine katılıyor ve destekliyorlar.
Düzen güçlerinin tutumu
Tüm gerçeklik Yunanistan’da patlak veren isyanın ne sebepleri ve koşulları, ne de anlam ve sonuçları açısından salt Yunanistan’a özgü bir nitelik taşımadığını; bulutsuz gökte çakan bir şimşek olmadığını; ve de salt bir öğrenci karakteri taşımadığını apaçık göstermektedir. İçerdiği diğer tüm boyutlarla birlikte bu bileşim devrimci potansiyeller taşıyan bir duruma işaret etmektedir. Bunu belki de en iyi, düzenin sağlı sollu güçlerini saran telâştan anlamak mümkündür. Bir kere Yunanistan’da hükümet derhal özür dilemek ve alçak tonlu bir söylem tutturmak zorunda kalmıştır. Üzerindeki baskıya ve telkinlere rağmen gösterileri yasaklamak, şiddet yoluyla ezmek, olağanüstü hal ilan etmek gibi yollara başvurmaktan kaçınmıştır.
Yunan burjuvazisinin yanı sıra Avrupa burjuvazisinin tutumuna da bakmak gerekiyor. Yunanistan’daki isyan, hiç de tesadüf olmayan biçimde, Avrupa’da da bir hareketliliğe denk gelmektedir. Almanya, İtalya, Fransa, İspanya ve İrlanda’da benzer nitelikte eğitim reformu tasarıları, bütçe kısıntıları, çalışma saatlerinin uzatılma girişimleri vb. nedenlerle işçiler ve özellikle öğrenciler cephesinde bir hareketlilik var. Bu zemin dolayısıyla Yunanistan’daki gelişmelerin yayılma ihtimalini gören Fransız burjuvazisi orada da yükselen öğrenci eylemleri karşısında eğitim yasasını bir yıl öteye erteledi. Benzer biçimde Avrupa Parlamentosunda çalışma haftasını 60 saate çıkarmayı hedefleyen tasarı da gündemden kaldırıldı. Zira Avrupa çapında sendikalar buna karşı 25 saatlik iş haftası talebiyle bir muhalefet yürütmekteydiler. Yunanistan’ın verdiği ateşle bu muhalefetin hızla momentum kazanabileceğini gören Avrupalı egemenler meseleyi şimdilik göz önünden kaldırmayı yeğlediler.
Şüphesiz bunlardan daha önemlisi Yunanistan’da düzenin sol payandası konumundaki yapıların tutumlarıdır. Ortaya çıkan durum kesinlikle devrimci potansiyeller taşımasına rağmen düzenin sol payandası konumundaki siyasal güçler, işçi sınıfının geniş kitlesini hızla mayalanan devrimci dinamikten izole etmek ve kitlelerde oluşan sempatiyi ve mücadeleye atılma eğilimini kırmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Ve ne yazık ki bunda başarılı da oluyorlar. Toplumun genelinde gençlerin devlet ve düzen güçlerine karşı mücadelesine duyulan sempatiyi kıramamakla birlikte, bu mücadeleye geniş işçi kitlelerinin aktif katılımını engellemeyi halihazırda başarmışlardır. Bu da devrimci bir işçi sınıfı önderliğinin önemini bir kez daha yakıcı biçimde göstermektedir.
Esasen PASOK (Sosyalist Parti) ve Yunanistan Komünist Partisi’nin kontrolünde olan sendika yönetimleri, işçileri de güçlü biçimde sokağa dökecekleri yerde, önceden planlanmış eylemleri dahi çabucak bitirip, geçiştirme yoluna gittiler. İşçileri evde tutup sessiz kalmalarını sağlama ve öğrenci hareketiyle temasa geçmelerini engelleme politikasını elbirliğiyle yürüten asıl güçler elbette PASOK ve Komünist Parti’ydi. Bu politikayı başarıyla yürütebilmek için bu iki parti de bir yandan sendikaların frenine basarken diğer yandan da ideolojik planda isyancı öğrenci ve gençleri karalamaya, halkın gözünden düşürmeye çabaladılar.
Sözde sosyalist ana muhalefet partisi PASOK, hükümeti derhal istifa etmeye ve erken seçimlere çağırdı. Ve bu durum haberlerde genelde bu kısa ibareyle verildi. Ama PASOK’un gerekçesi polisin adam öldürmesi değil, hükümetin isyanı bastıramaması ve “halkı anarşiden koruyamaması” idi. Ama bu konuda asıl ibret verici rolü KP oynamaktadır. O kadar ki, KP yöneticileri ağızlarını her açtıklarında lafa şiddete başvuran gençleri mahkûm etmekle başlamakta, bu gençleri “Taliban” olarak damgalamakta ve onların şiddetini devlet şiddetiyle eş koşmaktadır. İsyanı emperyalist güçlerin gizli planlarının hayata geçirilmesi olarak sunmaktan tutun, sağcı düzen güçlerinin kullandığı “maskeli holiganların kör şiddeti” söylemini sahiplenmeye, ortada isyan filan olmadığını, göstericiler içinde birçoğunun öğrenci olmadığını söylemeye varıncaya kadar hayasızca bir karşı-devrimci kampanya yürütebilmektedir. KP’nin okullardaki gençlik örgütü öğrenci eylemlerini baltalamaya ve hatta öğrenci toplantılarının yapılmasını bile engellemeye çalışmaktadır. Parti ise salt kendi kitlesini topladığı küçük bağımsız gösteriler düzenleyerek kendi kitlesinin gençliğin ve diğer sol güçlerin ana gösterileriyle birleşmesini engellemektedir. Bu ayrı gösteri yapma tutumunun Yunan KP’nin diğer başka birçok sorunda da sergilediği genel bir sekter tutum olduğunu hatırlatalım. Bu partiyle sık sık resmi temaslarda bulunan TKP(SİP)’in de kendi yayınlarında Yunanistan’daki olaylar hakkında “kör şiddet” gibi düzen ağzına yakışan ifadeleri kullanarak kardeş partisiyle ağız birliği ettiğini de geçerken not edelim. Hatta dünya ölçeğinde bakıldığında bazı Troçkist çevreler arasında da bu eylemlerdeki şiddet unsurunu özellikle mahkûm etme ihtiyacını duyanlar vardır ki, bu da onların reformistliğini göstermektedir.
Ne yazık ki Yunanistan’da sendikaları da kontrol eden sosyalist ve komünist etiketli iki büyük partinin onyıllardır işledikleri oportünist günahların, devrimci duygularla dolu geniş bir genç kesimin anarşizme yönelmesine yol açtığı görülmektedir. Devrimci Marksistler bu tür devrimci gençleri dostça eleştiri yoluyla devrimci Marksizmin saflarına kazanmaya çalışırlar. Marksizmin anarşizme dönük haklı eleştirilerinin arkasına sığınıp, anarşistlerin Yunanistan’daki düzen karşıtı kitlesel şiddet eylemlerini eleştirenler gerçekte yalnızca kendi reformizmlerini gizleme derdindedirler.
Yunanistan’da solun üçüncü partisi olarak bilinen Sinaspismos ya da onun ana bileşeni olduğu seçim bloğu partisi Radikal Sol Koalisyon (SİRİZA) ise konumu en ikircikli olan parti. Çünkü eylemlere öncülük eden gençliğin önemli bir bölümü bu partinin tabanında yer alan çeşitli devrimci gruplara bağlı ya da bunlarla temas halinde. İçinde daha önce resmi KP’den ayrılmış avrokomünist reformistlerden çevrecilere, feministlere, Troçkist ve anarşistlere kadar çok sayıda çevreyi barındıran ve bir bakıma bizdeki ÖDP’yi (başlangıçtaki haliyle) andıran bu partinin tabanındaki radikal unsurlarla yönetim arasında bir tutum farklılığı olduğu açık. Gerçekte tümüyle reformist bir yönelimi olan parti yönetimi oportünistçe hesaplarla parlamenter planda bu isyanın siyasi semeresini toplamak istiyor. Ancak bir yandan da düzen ağzıyla “kör şiddeti” kınayarak kendini radikal eylemcilerden ayırmaya çalışıyor ve gelişmeler karşısında çare olarak “polisin demokratik reorganizasyonunu” savunuyor. Ancak SİRİZA’nın isyana destek çıkar görüntüsü, zaten son zamanlarda artmakta olan popülaritesini daha da beslediği için, desteği gitgide zayıflamakta olan KP cephesinden özellikle saldırılara maruz kalıyor. Düzen sözcüleri SİRİZA’yı, “maskelileri pohpohlayarak sorumsuzca hareket etmekle” suçlarken, KP temsilcileri de aynı ağzı kullanarak bu saldırıya katılıyor ve SİRİZA’ya “maskeli isyancıların sırtını sıvazlamayı bırakması” çağrısında bulunuyor. Aslında böylece sağlı sollu tüm düzen güçleri bindirdikleri gerici basınçla SİRİZA’yı da hareketin yatıştırılması için oluşan görünmez şer cephesine tam tekmil dahil etmek istiyorlar. Ama SİRİZA bu baskıya maruz kalmadan da “kör şiddeti” kınamış ve “şiddet şiddeti doğurduğu ve bir çıkmaza yol açtığı için maskeli çetelerle ideolojik çatışma” içinde olduğunu duyurmuştu.
Özellikle KP’nin, gayretkeş çabaları dolayısıyla tüm gerici düzen güçlerinin takdirini kazandığını ve bunun açıkça ifade edildiğini de hatırlatalım. Örneğin Çalışma Bakanı, “ultra solu ve anarşistleri” kınayan ve bir an önce “toplumsal barışın” tesis edilmesini talep eden KP’nin tutumunu “sorumlu tutum” olarak örnek gösterirken, KP lideriyle söyleşi yapan sağcı bir gazete, “Polisin yapabileceği bir şey yok – Yurttaşların ya da KP’nin düzeni yeniden sağlamasını isteyelim” diye başlık atıyor, yine gerici bir sağ partinin lideri de “bazı ciddi politik güçlerin yanı sıra, sırt sıvazlayıcılar da bulunuyor” diyor.
Sonuç olarak, düzenin sağlı sollu bütün güçlerinin bu denli yoğun mesaisine ve telâşa kapılmalarına yol açan bir toplumsal gelişmenin basit ve gelgeç bir gelişme olmadığı, yaşananın sıradan bir öğrenci hareketliliği olmadığı son derece açıktır.
“Komşu komşunun ateşine muhtaç”
Türkiye’den olaya bakıldığında ise bir başka ibretlik manzara söz konusudur. Türkiye’de polis her gün canı istediği gibi adam öldürür ve anlamlı bir toplumsal tepki olmazken Yunanistan’da bütün ülkenin ayağa kalkması, despotik geleneklerin imbiğinden geçmiş Türk burjuva medyasında biraz şaşkınlıkla karşılandı. Hatta denebilir ki olay bir bakıma abdest bozucu türdendi. Öyle olduğu için değişik kesimlerin ağzından akla ziyan sayıklamalar döküldü. Demokratlık ve özgürlükçülük taslayanlardan bazıları, Türkiye’de doğup büyümüş ve şu anda Yunanistan’da yaşayan bir Rum akademisyen olan Herkül Milas’ın gençliğe ve demokrasiye tüm öfkesini kustuğu ibretlik yazısına yılana sarılır gibi sarıldılar. Milas’la birlikte, bu kadar demokrasinin “fazla” olduğunu ileri sürerek, Yunan halkının “fazla demokrasiden şımardığını” söyleyebilecek kadar ileri gidebildiler. “Halk devletten korkmaz olmuş”, “otorite ile özgürlükler arasında da bir denge olmalı”ymış vb. Bu tür sözler, devletin ve itaatin adeta her şey demek olduğu bu kadim Asyatik topraklarda elbette gayet normal. Bu topraklarda burjuva demokratlığı bu kadar oluyor.
Tabii nispeten daha samimi bir demokrat bakışa sahip olanlar esas olarak Yunanistan’daki tepkiye imrenmeyle bakıp, Türkiye’de devlet terörüne karşı böylesi tepkiler olmamasına hayıflandılar. Bir kısım ise demokrasiyi ve imrenilecek noktaları, devlet terörüne gençlerin öncülüğündeki kitlesel isyanda değil de, başbakanın gencin ailesinden özür dilemesinde ve polis müdürüyle içişleri bakanının başbakana istifa dilekçelerini sunmasında buldu. Oysa Türkiye ile Yunanistan arasındaki fark bu düzmece jestlerde değil (nitekim istifalar başbakan tarafından reddedildiler) işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyindeydi. Ve bu da geniş işçi kitlelerinin sempatisi ve desteğini alan gençlerin o sokak eylemlerinde ifadesini buluyordu. Burjuva devlet özü itibariyle her yerde aynıdır ve Yunanistan’da bu gayet açık biçimde ortaya serilmiştir. Polis devleti her yerde tahkim edilmektedir. Üstüne üstlük yaşanan isyan dalgası egemenler tarafından yeni baskıcı yasa ve düzenlemeler için bir zemin yoklama vesilesi yapılmaya çalışılmaktadır.
Yunanistan’daki gelişmeler tam da burjuva demokratik özgürlüklerin bile büyük oranda burjuvaziye rağmen kazanılabildiğini çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. Bu özgürlükler Yunanistan’da esas olarak 1967-74 arasında hüküm süren askeri diktatörlükten çıkış sürecinde kazanılmıştır. 7 yıl hüküm süren Albaylar Cuntasının sonunu hazırlayan süreç 14 Kasım 1973’te Politeknik’te öğrencilerin açtığı isyan bayrağıyla başlamıştı. Öğrenciler okulu işgal ederek halka cuntaya karşı direniş çağrısında bulunmuşlardı. Cunta da bu işgali tankları okula sürmek ve 44 öğrenciyi katletmek suretiyle bastırmaya kalkışmıştı. Ancak isyan ateşinin halka yayılmasıyla birlikte kitlesel kalkışma sonucu cunta kısa sürede yıkılmıştı. Ardından cuntacı subaylar da yargılanmış ve idama mahkûm edilmişlerdi. Her ne kadar süreç PASOK ve KP eliyle bir devrime evrilmeden burjuva demokrasisi yoluna sokulmuşsa da, bu burjuva demokrasisi güçlü bir halk hareketi temelinde kurulduğu için sınırları kendi içinde geniş olmuş ve örneğin anayasaya halkın “direnme hakkı” da girmiştir vb. Bu da, özellikle çağımızda kitlelerin devrimci enerjisi olmadan kapsamlı siyasal sorunların gerçek bir çözümünün mümkün olmadığını göstermektedir. Yanı sıra Türkiye’de 12 Eylül’den hesap sorulması sorununun niçin önemli bir sorun olduğu da böylece bir kez daha açığa çıkmıştır.
Bizdeki halim selim demokratlar, idmanlı oldukları Türkiye’ye özgü ordu-hükümet itişmeleri dışında bir olgu olarak kitle eylemleri ortaya çıkınca işte böyle demokratlıklarının dibini gösterdiler. Böylece Türkiye’de de bir militan kitle hareketi oluştuğunda, bir devrimci durum geldiğinde, şimdilerin bu pek özgürlükçü liberal tayfasının kolayca kanun-nizam-otorite kampına sıçrayabilecekleri ortaya çıkmış oldu. Gerçekten de çağımızda anti-kapitalist olunmadan (yani sermayenin diktatörlüğüne karşı çıkılmadan), kitlelerin aktif mücadelesi ve inisiyatifini arzulamadan, devrimci bir bakışa sahip olunmadan, gerçek ve tutarlı bir özgürlükçü tutum mümkün değildir.
Bu isyan bir işaret fişeğidir
Yunanistan’da patlak veren isyan başta da işaret etiğimiz gibi dünya ölçeğinde açılmakta olan yeni mücadele döneminin bir işaret fişeği gibidir. Bu isyan bir yanıyla 2000’lerin başından beri kesik kesik gelen mücadeleler sürecinin yeni bir halkasını oluşturmaktayken, diğer taraftan da, devreye giren yeni ve çok önemli bir olgu olarak dünya ekonomik kriziyle hem çakıştığı hem de bağlantılı olduğu için, yeni bir evreye geçişi de temsil etmektedir. Demek oluyor ki hem bir süreklilik hem de daha önemli olarak yeni bir düzleme sıçrayış vardır.
Yunanistan’da mücadele sürecinin daha uzunca bir süre durulması mümkün görünmemektedir. Çünkü bir yandan sorunlar düzelmek ya da oldukları yerde kalmak bir yana daha da keskinleşmektedir, bir yandan da kitle hareketinin henüz ezilmesi ya da demoralize olması gibi bir durum yoktur. Gençler arasında ortalamanın çok daha üzerinde olan işsizlik (yüzde 22), düşen yaşam standartları, zorlaşan emeklilik koşulları ve krizle birlikte bunların daha da derinleşecek olması Yunanlı işçi ve öğrencileri tekrar tekrar mücadele alanına itmektedir. Karamanlis hükümetinin gitmesi ve yerine PASOK’un bir şekilde başını çektiği bir hükümetin gelmesinin de bu sorunları ortadan kaldırmayacağı açıktır. Bu da tüm dünyada olduğu gibi Yunanistan’da da devrimci önderlik sorununun ne denli yakıcı olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Öte yandan yepyeni genç kuşaklar bu süreçte kitlesel biçimde politize olmuşlardır. Ülke çapındaki genel politizasyon bir yana, sadece bu olgu bile yeni bir devrimci mayalanma kaynağını oluşturacaktır. Bu da Yunanistan’daki devrimci örgütlenme çabaları için çok daha elverişli bir dönem anlamına gelmektedir. Hiç kuşkusuz önümüzdeki yıllarda komşumuz Yunanistan yeniden bir devrimci kaynama potası olacaktır. Hele hele Yunan burjuvazisinin dünya ölçeğinde yürümekte olan emperyalist savaş sürecine katılma arzusu nedeniyle çeşitli bölgelere asker gönderme gibi niyetlerini hayata geçirmeye çalıştığı ve güçlü anti-militarist gelenekleriyle Yunan işçi sınıfının ve devrimci gençliğinin buna vereceği tepki de düşünülecek olursa, Yunanistan’da patlama dinamikleri açısından sıkıntı çekilmeyeceği açığa çıkmaktadır.
Yunanistan’da patlak veren bu isyan, tüm dünyada devrim cephesi ile düzen cephesi arasındaki siyasal ayrım çizgilerinin belirginleşmesine hizmet etmiştir. Burjuva devlet terörü karşısında Yunan gençliğinin gösterdiği kararlı militan tepki tüm dünyada gerçek anlamda devrimci bir ruh taşıyan herkesin yüreğini sevinç ve dayanışma duygularıyla doldurmuş, düzene karşı öfkelerini bilemiştir. Sağlı-sollu ve açık-gizli düzen yandaşlarını ise endişelendirmiş, huzursuz etmiş ve nefret kusmalarına yol açmıştır. Aynı şeyi özgürlükçülük üzerinden anlatmak da mümkün. Bu isyan dalgası özgürlüğün tutarlı savunucuları ile tutarsız savunucularını, yani bir anlamda gerçek ve sahte özgürlükçüleri ayırt etmede hayırlı bir işlev görmüştür. Selam olsun Yunanlı devrimci kardeşlerimize!
link: Levent Toprak, Yunanistan’daki İsyanın Gösterdiği, 1 Ocak 2009, https://fa.marksist.net/node/1980
Sendikalardan Filistin’e Destek: Yaşasın Enternasyonal Dayanışma!
Huzur Bozan Özürcüler