Yirmi yılı aşkın süredir düzenlenen ve daha önce burjuva medyanın büyük ilgisine mazhar olan Dünya Ekonomik Forumu son birkaç yıldır sönmüş bir balonu andırıyor. Emperyalizmi küreselleşme adı altında pazarlamayı meslek edinmiş en liberalinden burjuva köşeciler dahi, önceleri bu Forumlarda salına salına boy gösteren anlı şanlı neo-liberal burjuva ekonomistlerin ya da ideologların artık ortalıkta görünmediğini söylüyorlar. Çatırdayan BM, çelişkileri hat safhaya varan AB ve ABD, Irak halkının bombalarla katledilip topraklarının işgal edilmesi, yok olduğu iddia edilen işçi sınıfının tüm dünyada grevlerle, gösterilerle biz buradayız diyerek mücadeleyi giderek yükseltmesi, gençliğin yıllar süren sessizliğini bozması: bütün bunlar, “küreselleşmenin” faydalarını saya saya bitiremeyen, savaşların ve sınıfların tarihe gömüldüğünü ilan eden söz konusu ideologları artık pek fazla ortalarda görünmemeye itiyor.
Diğer taraftan kapitalizmin yarattığı çelişkiler derinleştikçe, yoksulluk, açlık, işsizlik giderek çok daha fazla insanı girdabına aldıkça, yaratılan çevre tahribatı insan sağlığını ölümcül derecede tehdit eder boyutlara çıktıkça, “küreselleşme” ideolojisinin ardında emperyalizmin gerçek yüzü sırıtıverince, tüm bunlara tepki duyan gençlerin ve emekçilerin düzen karşıtı arayışları da artıyor. Daha önceleri belirsiz bir küreselleşme karşıtlığı söylemi hakimken, giderek kapitalizm karşıtlığı da yaygın bir şekilde dillendiriliyor.
Bu arayışlar kendisini belirli biçimler altında ifade ediyor. Arayışın kendisi en genel anlamda bir olumluluğu ifade etmekle beraber, bunun şu ana kadar gösterdiği yönelimler ve kendisini içinde ifade ettiği biçimler için aynı şeyi söylemek zor. Bunu, bu hareketin şu ana kadar ki en belirgin örgütsel ifadesi olan Dünya Sosyal Forumu (DSF) bağlamında görmek mümkün.
DSF, son yıllarda dünya burjuvazisinin üst düzey temsilcilerini bir araya getiren Dünya Ekonomik Forumuna alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan bir oluşum. Ezilenlerin, emekçilerin, mevcut küreselleşmeye muhalif olanların hareketi olarak sunulan bu oluşum ilk kez Ocak 2001’de, Brezilya’nın Porto Alegre kentinde toplanmıştı. Forumun dördüncü toplantısı geçtiğimiz günlerde 16-21 Ocak tarihleri arasında Hindistan’ın Mumbai (Bombay) kentinde yapıldı. 132 ülkeden yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı Forum, dünya medyasında da hatırı sayılır bir yer tuttu.
Forumun son yıllarda özellikle popüler olan sloganlarından birisi “başka bir dünya mümkün” sloganı. Bir başka dünya arayışını ve bunun için mücadeleyi ifade etme iddiasında olan bu sloganın içi, ne yazık ki çağrıştırdığı içeriğe uygun bir şekilde doldurulmuyor. Bir başka dünya aramak için yola çıkanlara sunulan alternatif ya da alternatiflerin eninde sonunda biraz daha ehlileştirilmiş “cici” bir kapitalizm olmaktan öteye gitmediği ortaya çıkıyor. Oysa insanları başka dünya arayışına iten nedenlerin kökünde kapitalizmin şu ya da bu biçimi değil ta kendisi yatmaktadır. O nedenle gerçekten başka bir dünya arayanların istemeleri gereken şey tiridi çıkmış kapitalizmin yeni bir türü değil, onun toptan ortadan kaldırılması ve yerine dünya çapında insanlığın ve doğanın çıkarlarıyla uyumlu, planlı bir üretimin hakim olduğu sınıfsız bir toplumdur. İhtiyaç budur.
DSF’nin niteliği
Fikir babalarının sınıfsal konumlarına bakıldığında, hele de baş organizatörünün Le Monde Diplomatique’in o zamanki Genel Yayın Yönetmeni ve ATTAC’ın[1] kurucularından Bernard Cassen olduğu hesaba katıldığında, DSF’nin ne gibi amaçlarla oluşturulduğu daha bir açıklık kazanacaktır. Kurucularının temel amacı “daha adil, daha insani bir kapitalizm” olarak özetlenebilecek olan DSF, kuruluşundan bu yana geçen üç yıl içinde elbette farklı görüşlere de açılmış, daha geniş bir tabana sahip hale gelmiştir. DSF’nin tabanı, anarşistinden sosyalistine, çevrecisinden feministine, sosyal demokratından küçük-burjuva milliyetçisine kadar çok geniş bir fikir yelpazesi oluşturuyor.
Dünya Sosyal Forumunun 2001 Haziranında onaylanan ilkelerine baktığımızda, forumun neden bu kadar çeşitli ve çelişik unsurlardan oluştuğunu daha iyi anlayabiliyoruz. DSF toplantılarına katılanların “asgari” müşterek noktalarını şöyle özetleyebiliriz: neoliberalizme, dünyaya sermaye tarafından hükmedilmesine, “küreselleşmenin” mevcut biçimine (bunu kavram üzerinde hiç de hemfikir olunmayan bir emperyalizm olarak da alabiliriz) karşı olmak, “başka bir dünya” inşa etme amacı gütmek.
Ne var ki yoğun bir çabayla bu birkaç noktaya indirgenebilecek müştereklerde dahi, derin bir anlayış farklılığı bulunmaktadır. Katılanların tümü neoliberalizme karşıdır. Ancak “dünyaya sermaye tarafından hükmedilmesi”ne karşı olduğunu söyleyip (ki bu ilkeler arasında yer alıyor) kapitalizmin “daha insancıl” formlarını arayanların sayısı hiç de az değildir. Hatta lafa değil beyinlerin arkasına bakıldığında harekete şimdiye dek bu görüşte olanların damga vurduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır.
Kapitalizm var oldukça dünyaya sermaye tarafından hükmedileceği çok açıktır. Bu gerçeği sulandırmak isteyenler, ancak mevcut düzenin devamından şu ya da bu ölçüde çıkarı olan burjuva ya da küçük-burjuva solculardır ve bunlar hareketi tümüyle düzen içi kanallara hapsetmek için azami gayret göstermektedirler.
“Küreselleşmenin mevcut biçimine karşı olmak” şeklinde özetlenebilecek noktada da pek çok görüş ayrılığına rastlamak mümkündür. Bundan emperyalizme karşı olmak anlaşılabilirse de, ilkelerde “her türlü emperyalizme” karşı olmak denmesi bizzat kafa bulandırıcıdır. Türlü türlü emperyalizm olmamasına rağmen, kimileri bunu kapitalizmin ulaştığı en son nokta olarak değil, izlenmese de olabilecek, tercihe kalmış bir politika olarak görmektedir.
Herkes tarafından kabul gören bir diğer nokta ise “başka bir dünyanın mümkün ve yaratılması gereken” bir şey olduğu. Katılımcılar dünyanın mevcut halinden hoşnutsuzlar, ama herkesin alternatif dünyası da başka başka!
İşte Dünya Sosyal Forumu, sokağa, eyleme birlikte çıkan ama bu yapısı ve anlayışıyla dünyayı değiştirmek için ortak hiçbir şey yapamayacak ilkesiz bir kitleden ibaret.
Çok değil biraz daha derine inersek, “mümkün olan başka bir dünyanın” yani sosyalist bir dünyanın yaratılmaması için ne gerekiyorsa Forumun bunları “ilke” diye sıraladığını görürüz:
· Başka bir dünya inşa etmek amacıyla, örgütlerin ve hareketlerin merkeziyetçi olmayan bir biçimde birbiriyle ilişkiye geçmesi
· Siyasi parti temsiliyetleri veya askeri örgütlerin foruma katılamaması
· Devlet şiddetine karşı şiddet içermeyen toplumsal direniş
Eğer bu dünyaya, yani kapitalist dünyaya samimi bir şekilde alternatif aranıyorsa, bunun sınıfsız, sömürüsüz bir dünya olan sosyalist dünyadan başkası olamayacağı çok açıktır. Peki böyle büyük ve ulaşılması zorlu mücadeleleri gerektiren bir amaç için, “örgütlerin ve hareketlerin merkeziyetçi olmayan bir biçimde birbiriyle ilişkiye geçmesi” yeterli olabilir mi? Bu mücadeleyi bir oyun olarak görmeyen biz Marksistler için kuşkusuz hayır! Bu zorlu mücadele, en sıkı disiplinle hareket eden ve Leninist tarzda örgütlenen proleter müfrezelerin uluslararası ölçekte, demokratik merkeziyetçilik temelinde birliğini gerektiren bir mücadeledir. Bunun aksini, yani gevşek, isteyenin istediğini savunduğu ve yaptığı, hiçbir bağlayıcılığın ve yaptırımın olmadığı bir örgütlülük modeli, sol liberalizmi ve reformizmi de içine alan ve en “sol” ifadesini geçmişte İkinci Enternasyonal partilerinin temsil ettiği anlayışlara aittir. Bunlar “bu dünyayı” devrimle değil burjuvaziyi ikna ederek, adım adım değiştirecekleri masalını anlatıp dururlar.
Siyasi partilerin ve askeri örgütlerin foruma katılamaması koşulunun dibinde yatan nedenleri incelediğimizde, aslında bu kuralın burjuva partileri ya da askeri örgütleri değil, tümüyle devrimci yapıları dışlamak için koyulmuş olduğunu görürüz. Askeri örgütlerden kasıt, silahlı mücadeleyi savunan ya da veren örgütlerdir. DSF’nin yaratıcıları ve başını çekenler neredeyse tamamen reformist ya da sol liberal örgütlere/partilere mensup kişilerdir. Bu örgüt ya da partilerin resmi olarak DSF içinde yer alamıyor olmasıysa hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Zira 9. maddeye eklenen “bu tüzüğü kabul eden devlet liderleri veya parlamento üyeleri kişisel kapasitelerinde katılmak üzere foruma davet edilebilir” ibaresi, DSF içinde reformist görüşlerin en üst düzeyde temsil edilmelerini mümkün kılmaktadır. Brezilya’nın Lula’sına ve Venezuela’nın Chavez’ine gösterilen yoğun ilgi bunun bir göstergesidir.
Aynı reformist ve pasifist mantığın diğer bir uzantısı da, “devlet şiddetine karşı, şiddet içermeyen toplumsal direniş”in savunulmasıdır. “Her türlü şiddete karşı olmak” şeklinde özetlenebilecek bu anlayış, su katılmamış küçük-burjuva pasifizminin ürünüdür. Dünyayı bir şiddet bataklığına çeviren, nükleer bombalarla sadece yaşamakta olanları öldürmekle kalmayıp gelecek nesilleri de sakatlığa, ölümcül kanserlere maruz bırakan, milyarlarca insanı açlık içinde yok oluşa terk eden emperyalist-kapitalist militarizme, karanfilli, tefli, zilli bir “toplumsal direnişle” karşı koyacağını sanan bu küçük-burjuvalar, sadece haksız ve emperyalist savaşlara değil, devrimci savaşlar da dahil olmak üzere genel olarak tüm savaşlara karşıdırlar. On binlerce insanın katıldığı toplantılarda birkaç mağazanın camının indirilmesi, şiddet eylemlerine baş vurulması, onlara göre bu toplantıları polisin şiddetine açık hale getiriyor ve geniş kitlelerin katılımını engelliyor.
Örgütleyenlerin hakim anlayışı bu olunca, Ford Vakfı gibi emperyalist tekellere ait kuruluşlar dahi bu “cici” hareketin sponsorluğunu yapmaya soyunabiliyorlar. Nitekim geçen yıl Porto Alegre’de gerçekleşen toplantıda Ford Vakfı bu öneriyle gelmişti. Fakat Mumbai’de toplanan kitleler, bunun DSF’nin ilkelerine aykırı olduğunu belirterek teklifin reddedilmesini sağladılar. Bununla birlikte, ABD emperyalizmiyle birebir örtüşen bir kuruluş olarak görülen Ford’a duyulan tepkinin, AB’ye üye diğer emperyalist devletlerin benzer kuruluşlarına duyulmaması işin bir başka düşündürücü yanıdır. Benzer nitelikte pek çok emperyalist kuruluş, doğrudan ya da “Sivil Toplum Örgütleri” aracılığıyla bu ve benzeri organizasyonlara maddi desteklerini esirgemiyorlar. Kitlelerin emperyalizmi ABD ile özdeşleştirmeleri diğer emperyalist devletlerin işine geliyor ve bu yanlış kavrayışın devamı için her türlü destek sunuluyor. Böylece anti-emperyalizm, ABD karşıtlığına indirgenmiş bir milliyetçilik haline getiriliyor.
İşçi sınıfının her alanda büyük bir örgütsüzlük içinde bulunduğu, ona yön verecek enternasyonalist komünist bir önderliğin henüz yaratılamadığı koşullarda, varolan hareketlere örgütsüzlüğün, reformizmin, pasifizmin damgasını vuracağı çok açıktır. Bu böyle olduğu sürece, bu hareketler, ne kadar kitlesel olurlarsa olsunlar, kitleler üzerinde ne kadar coşku ve umut yaratırlarsa yaratsınlar, sonuçta hareketin amaçlarına ulaşamaması kitleler üzerinde büyük bir hayal kırıklığına ve umutsuzluğa yol açar. Geçen yıl on milyonlarca insanın ABD’nin Irak’ta başlattığı savaşa karşı sokaklara döküldüğünü, fakat bunu durduramayınca muazzam bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk yaşadıklarını gördük. Açıktır ki, emperyalist savaşların komünist bir önderlik olmaksızın sokağa dökülmüş kitleler tarafından durdurulabileceği ham hayallerini yayanlar, sonuçta kitleleri demoralize etmekten, pasifize etmekten, onların tepkilerini düzen kanallarına akıtmaktan ve onları komünist bir önderliğin yaratılması mücadelesinden alıkoymaktan başka bir amaç gütmüyorlar.
DSF’yi örgütleyenlere hakim olan anlayış reformizm ve pasifizm. Fakat tabanında on binlerce kişinin, özellikle de on binlerce gencin olduğu bir ortamda devrimci fikirlerin hiç bulunmaması elbette mümkün değildir. Kuşkusuz bunlar devrimci Marksist bir anlayıştan ve örgütlülükten yoksunlar, ama buna son derece açık bir potansiyel taşıyorlar.
Genç insanların bu düzene karşı çıkıp “başka bir dünya” isteminde somutladıkları başka bir düzen arayışı hiç de küçümsenemez. Kafa karışıklıkları elbette olacaktır. Enternasyonalist komünist bir önderliğin olmadığı koşullarda böyle olması da son derece doğaldır. Bizlere düşen görev, mevcut sisteme karşı sesini yükselten ve mücadele vermek isteyen işçileri, emekçileri ve öğrencileri gerçek bir Marksist bilinçle donatmak, emperyalist-kapitalist sisteme karşı tek alternatifin sosyalizm olduğunu göstermek ve onları bu uğurda mücadeleye katmaktır.
[1] ATTAC (Yurttaşlar Yararına Mali İşlem Vergisi İçin Birlik), 1998’de Fransa’da Le Monde Diplomatique’in inisiyatifiyle kurulan, sınıfsal taban olarak küçük burjuva katmanlara dayanan, gençliğin hiç de ağırlıklı olarak yer almadığı bir oluşumdur.
link: Zeynep Güneş, Başka Bir Dünya Mümkün: Onun Adı Sosyalizm!, 15 Şubat 2004, https://fa.marksist.net/node/246
Burjuva sistemin öteki adı: bol kurbanlı bayramlar!
İşçi Hareketinden: Ocak-Şubat 2004