İslami köktenciliğin rolü
Avrupa ya da Kuzey Amerika'daki Marksistler, İslamı tümüyle ortaçağa ait ve gerici bir ideoloji olarak görmelerine rağmen, İran rejiminin ABD'yle "karşı karşıya gelişi", Lübnan Hizbullah'ının İsrail'e yönelik askeri direnişi ya da Filistin'de Hamas'ın İsrail ordusuyla çatışması karşısında, durumun ve söz konusu güçlerin sınıfsal karakterinin somut analizini yapma yeteneklerini tuhaf bir biçimde kaybediyorlar. Ya da daha kötüsü, gericiler veya dinsel bağnazlar hakkında oldukça iyi bir değerlendirme yapıyorlar ama onlara sundukları desteği haklı çıkarmak için "onlar eziliyorlar" bahanesini kullanıyorlar!
Köktenci ya da diğer kılıkları içinde siyasal İslamın rolü, Troçkist hareketin ve genel olarak solun on yıllardır karşı karşıya kaldığı önemli bir konudur. Müslüman ülkelerde faaliyet yürüten sosyalistler siyasal İslama karşı her gün mücadele etmek zorunda kalmaktadırlar.
Ama 11 Eylül sonrasında Müslümanlara karşı oluşan büyük tepkinin ardından, pek çok ülkede sol, Avrupa ve başka yerlerdeki Müslüman toplulukların liderlerine teslim olmuştur. Örneğin İngiliz SWP, emperyalizmin askeri politikalarına ve demokratik haklara yönelik saldırılara karşı "bileşik cephe"sinde, Müslüman bağnazların önyargıları önünde tamamen secdeye varmıştır. Bunun da ötesinde, Mısır gibi ülkelerde bu politikayı uygulamaya çalışırken, işçilerin ve gençlerin en iyi unsurlarına nasıl ilgisiz kaldığını da göstermiştir!
Bizim görevimiz, Bolşeviklerden ne kadar bağlam dışı alıntı bulurlarsa bulsunlar, bu tip insanların faaliyetlerini ve duruşlarını haklı gösterecek hiçbir teorik temelin olmadığını işçilere açıklamaktır. "Cihat"a dair hararetli yorumlar yapan Doğu Halkları Kurultayından[1] ya da Lenin'in burjuva milliyetçiliği veya din hakkında söylediği olumlu şeylerden alıntılar yapmak mümkündür.
Ama bu "Troçkistlerin" tutumlarının, İslami köktenciliğin sınıfsal karakterinin ve işçilerin ve ezilen-sömürülen kitlelerin devrimci potansiyelini çıkmaz sokağa sürükleyen rolünün Marksist analiziyle hiçbir ilgisi yoktur.
[…] İranlı sosyalistlerin İran ordusuna katılmaları yönündeki saçma tavsiyeyi tarihsel bağlamına oturtmak, bunun açıkça sınıf-işbirlikçi bir çizgi olduğunu ortaya koymak ve ardından hareketimizin tarihsel pozisyonunu hatırlatmak için, İran İslam Cumhuriyeti'nin (İİC) ve onun "ordu"sunun özgünlüklerine kısaca göz atalım.
"İran Ordusu"na katılmaya dair
Resmi adıyla İİC olarak bilinen şey, özgün bir rejimdir. Bu rejimin büründüğü biçim, işçilerin ve diğer sömürülen ve ezilen kitlelerin muazzam devrimci dalgasının İran burjuvazisinin karşı-devrimiyle parçalanmasının ürünüdür. Bu özgün rejim özgün bir askeri yapıya da sahiptir.
Marksistler için somut olanla başlamak her zaman en önemli şeydir. İran ordusunun %60'tan fazlası erlerden oluşan yaklaşık 350 bin personele sahip olduğu söylenmektedir. İç güvenliği sağlayan ve Irak'la savaş sırasındaki ana askeri güç olan ise, Pasdaran, yani sözde Devrim Muhafızları'dır. Pasdaran en az 125 bin (ordunun profesyonel çekirdeğinden biraz daha az) kişiden oluşmaktadır ve Şah'ın ordusunun paramparça olması ve İslamcıların onun kalıntılarına tam olarak güvenmemesi nedeniyle devrimin ardından kurulmuştur.
Pasdaran başından itibaren Humeyni'ye sadık bir ideolojik güçtü. Önce kitle hareketini ezmek için kullanıldı ve ardından Irak'ın saldırısını takiben savaşta yer aldı. Daima ayrı bir komuta yapısına sahip olmuş olan Pasdaran, Besiç'i (yaklaşık 400 bin personelden oluşan seferberlik gücü) kontrol etmektedir, İran'ın stratejik füze gücünü kontrol etmektedir, nükleer tesisleri savunmakla görevlidir ve eski üyeleri olan üst düzey politikacılarla (Ahmedinecad da buna dâhildir) ilişkileri sayesinde büyük bir ekonomik güce sahiptir. İdeolojik bir yapıya ve yüksek bir motivasyona sahiptir, yüksek maaşlıdır, eğitimlidir ve (İslami rejimin son 29 yıl boyunca tamamen elden geçirdiği) düzenli orduya göz kulak olmaktadır.
Yakın tarihten Pasdaran'a bulunabilecek en yakın örnek, Hitler ve Nazi Partisinin kontrolü altındaki bir askeri örgüt olan SS'tir. ABD ve İngiltere Almanya'ya saldırdığında, hiçbir Marksist SS'e katılmayı haklı bulabilir miydi?
"İran ordusuna katılma"yı savunan politik çizginin yanlışlığı pratikte çoktan kanıtlanmıştır. Irak'ın 1980 Eylülünde İran'a saldırmasının ardından bir dizi İranlı grup, özellikle de Tudeh ve Halkın Fedaileri'nin Çoğunluk hizbi bu politikayı izlediler. Zaten İİC'ye koşulsuz destek verdikleri ve hatta onunla işbirliği yaptıkları için, cephede propaganda çalışması yapmak üzere "İran ordusuna katılma"ya çalıştılar. Bir kez oraya gittiklerinde, dua etmek, dini görevleri yerine getirmek vs. zorunda olduklarını öğrendiler. Üyelerinin çoğu, bunları yapmayı reddettiklerinde oracıkta vurularak infaz edildiler.
ABD emperyalizmi açıkça Baas rejiminin arkasında olduğu ve İran rejimi o zamanlar bugünkünden çok daha "devrimci" ve "anti-emperyalist" göründüğü için, onların tutumunun […] [bugün İran ordusuna katılmayı savunanlardan] "daha iyi" olduğu ileri sürülebilir. Şüphesiz emperyalizmin Irak'a arka çıkması İran rejimini devirmeyi hedeflemiyordu ve "devrimci" ve "anti-emperyalist" sloganlar sadece boş laflardı.
Bu nedenle, "İran ordusuna katılma" çağrısı –rejimin Stalinistlere yaptıklarına ve bölgedeki gericiliği nasıl güçlendirdiğine tanıklıkla geçen 25 yıldan sonra– bu rejimin doğası ve onun ABD emperyalizmiyle ilişkisi hususunda tam bir cehaleti göstermektedir. […] bilinmelidir ki, gerçek bir savaşta ordu içinde savaş karşıtı propaganda yapma somut sorununun, Doktor Jivago'da Çarlık ordusuna katılan Yevgraf'ın durumuyla hiçbir alâkası yoktur! […]
"Standart" tutum
"Troçkist" hareket içindeki pek çok insanın Avrupa'da burjuva medyadan okuduklarından başka hiçbir bilgiye sahip olmadıkları ülkeler hakkında tutum takınmaları yeterince kötüyse de, daha da kötüsü, Komintern'in ya da Troçki'nin tutumunun arkasındaki mantığı hiç anlamadan harfi harfine tekrar etmeleridir.
Troçki'nin İtalyan emperyalizmiyle Etiyopya arasındaki savaşta takındığı tutuma bakarsak, bu tutumun dayandığı temel düşüncenin, emperyalist ülkenin yenilgisinin proletarya için daha elverişli bir uluslararası güçler dengesi yaratacağı ve azgelişmiş ülkenin bağımsızlığına yol açacağı düşüncesi olduğunu görürüz. Troçki şöyle der: "Şüphesiz, bizler İtalya'nın yenilgisi ve Etiyopya'nın zaferinden yanayız...", ve haklı olarak şunu ekler: "… bu savaşın faşizme karşı değil emperyalizme karşı yürütüldüğü hususunu vurgulamak isteriz. Savaş başladığında, bizim meselemiz, kim "daha iyi", Negus [Etiyopya kralı] mu yoksa Mussolini mi meselesi değildir; bizim için mesele, sınıflar ilişkisi ve azgelişmiş bir ulusun emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi meselesidir."[2]
Açıktır ki, bugünün dünyasında "sınıflar ilişkisi meselesi", emperyalist ülkedeki sınıflarla sınırlanmayacak, fakat tahakküm altındaki ülkenin işçilerinin durumunu da gerçekten eşit (ya da daha fazla) vurguyla dikkate alacaktır. "Azgelişmiş bir ulusun emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi"ne gelince, bu, tarihsel açıdan artık büyük ölçüde konu dışıdır.
Troçki 1930'ların sonunda Brezilya'ya ilişkin olarak bile böyle bir pozisyon takınabilmişti:
"Brezilya'da şimdi her devrimcinin ancak nefretle bakabileceği yarı-faşist bir rejim egemenlik sürüyor. Bununla birlikte, varsayalım ki, yarın İngiltere Brezilya'yla askeri bir çatışmaya girmiş olsun. Soruyorum size, işçi sınıfı bu çatışmada kimin yanında olacaktır? Şahsi görüşümü söyleyeyim; bu durumda ben "demokratik" İngiltere karşısında "faşist" Brezilya'nın yanında olurum. Neden? Çünkü bunlar arasındaki çatışmada sorun demokrasi ya da faşizm sorunu olmayacaktır. Eğer İngiltere muzaffer olursa, Rio de Janeiro'ya başka bir faşisti yerleştirecektir ve Brezilya'yı iki kat zincire vuracaktır. Tersine eğer Brezilya muzaffer olursa, bu, ülkenin ulusal ve demokratik bilincine güçlü bir itki verecek ve Vargas diktatörlüğünün devrilmesine yol açacaktır. İngiltere'nin yenilgisi aynı zamanda İngiliz emperyalizmine bir darbe indirecek ve İngiliz proletaryasının devrimci hareketine bir itki verecektir."[3]
Troçki'nin faşist İtalya ile Etiyopya arasındaki savaşa ve yarı-faşist bir Brezilya'ya karşı İngiliz tehditlerine ilişkin tutumu, Marx'ın örneğin 1878 Rus-Türk Savaşındaki tutumuyla benzerdir. Çünkü koşullar 1878 ve 1935 ya da 1938 arasında kökten değişmemiştir. Bu 60 yıl esnasındaki gelişme adımı, bu toplumların sınıfsal yapısında niteliksel bir değişiklik yaratmamıştır.
Troçki, işçi sınıfının önemli bir hareketinin olmadığı pre-kapitalist ya da kapitalizmin çok geri olduğu ülkeleri ele alıyordu; Brezilya'yı ele alırken İngiliz proletaryasından söz ediyordu, Brezilya proletaryasından değil. Peki diyelim ki emperyalist bir güç şu ya da bu nedenle Brezilya'yı tehdit etse, bugün böyle bir tutum alınabilir mi? Marksistler, geçen 70 yılda Brezilya kapitalizminin sıçramalı bir şekilde geliştiği gerçeğini göz ardı edebilirler mi? Ya da sınıfsal farklılaşmada ve bu sınıflar arasındaki sosyal eşitsizliklerde muazzam bir artış yaşandığını? Veya işçi sınıfının pek çok mücadeleye katıldığını ve reformist bir işçi hükümeti ve hatta fabrika konseyleri deneyimi geçirecek düzeyde olgunlaştığını? Yahut toplumun diğer pek çok kesiminin de, meselâ siyahlar, önemli kitle hareketleri geliştirdiğini? Tüm bunlar göz ardı edilebilir mi?
Bugün Brezilya'da "sınıflar ilişkisi meselesi" Brezilya işçi sınıfına –özellikle de fabrika konseyleri ve PT'nin sol kanadı etrafındaki unsurlara– odaklanmak zorunda olacaktır. Bu nedenle, herhangi bir analizin, tutumun ya da ilkenin tarihsel özgünlüğünü akılda tutmak önemlidir.
Bu tutum 1950'lerin sonu ve 1960'ların başındaki pek çok durum için halen geçerli idiyse de, bu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte geçersiz hale gelmiştir. 1979'la birlikte, İran'da bu tutum, sınıf ihaneti beratına dönüşmüştü! Gustav Mahler'in dediği gibi: "Gelenek, küllere tapmak değil, ateşi korumaktır."
Tutumumuzun kökleri
IRSL'nin (İran Devrimci Sosyalistler Birliği) tutumunun kökleri, İran'da 1978-81 esnasındaki deneyimlerimizdedir. Biz, devrimi ezmek için anti-emperyalist bir görünüm sergileyen İslami karşı-devrim olgusuyla pençeleşmeye çalıştık. Karşı-devrim, bu yöntem sayesinde devrimin liderliğini ele geçirmeyi başardı ve bunu yaptıktan sonra, 10 milyon insanı seferber eden bir kitle hareketini –nüfusun dörtte biri– ezmeye doğru ilerledi.
Bu hareket içindeki ana güç işçi sınıfıydı. Birkaç aylık bir dönemde, işçi hareketi, Şah diktatörlüğü dönemindeki yenilgilerle ve durgunlukla geçen on yılları telafi etti: petrol işçilerinin siyasal grevi, üretimi ve dağıtımı denetleyen işçi konseyleri, vs. Bunların hepsi ezildi, çünkü Stalinist ve Maoist sol, kuzu postuna bürünmüş kurdu göremedi.
İslamcılar en başından itibaren radikal ve hatta sol görünen, ama gerçekte işçi hareketini zayıflatan taktikler benimsediler. İşçi sınıfının, özellikle de petrol işçilerinin kilit bir rol oynadığı bir hareketin ortasında, İslamcılar ABD elçiliğini ele geçirdiler ve işçileri ve diğer aktivistleri gösteri politikasına ve elçiliğin önünde sloganlar atmaya yönelttiler. Tam da işçilerin pek çok bölgede fabrika konseylerini kurarak, üretimi ve hatta bazı durumlarda dağıtımı denetlediği bir zamanda, bazı gerillacı ve Stalinist gruplar, işçi denetiminin ve işçi konseylerinin önemini anlamadılar. Kadınların bağımsız hareketinin ve ulusal azınlıkların oynayabileceği devrimci rolü anlamadılar.
"Devrimci" kılığa bürünmüş bir karşı-devrim, kitlelerin dinsel ve kültürel geleneklerini sömürdü ve harekete etkisi onyıllar boyunca sürecek ezici bir darbe indirirken kuşkusuz emperyalizmden yardım aldı.
Bu karşı-devrimin İslami ideolojisi, sol tarafından tümüyle ortaçağa ait ve gerici bir ideoloji olarak görülürken, uluslararası sol da dahil olmak üzere solun büyük bir kesimi, Humeyni rejiminin bir biçimde nesnel olarak ya da ampirik olarak, yahut bilinçsiz (!) olarak "anti-emperyalist" ve "devrimci" olduğunu düşünüyordu. Bu hüsnükuruntu, tüm Stalinist, Maoist, merkezci ve diğer gruplar için felâket oldu. Hatta bu, Troçkistler arasında da bir bölünmeye yol açtı; İran Troçkistlerinin yarısı Humeyni'yi destekledi. Ne yazık ki DEBS [Dördüncü Enternasyonal –Birleşik Sekretarya] liderliği sınıf-işbirlikçi politikayı savunan gruptan uzak durmak yerine, işçi sınıfının bağımsızlığını destekleyen grupla ilişiğini kesti.
Fakat tarihimizin bu kötü dönemi orada sona ermedi. Bunu bir trajedi olarak yaşayan hareket, aynı şeyle birçok kez komedi olarak karşı karşıya kaldı. Diğerlerini devrim sırasındaki Humeyni yanlısı tutumları nedeniyle eleştiren pek çok grup, İslam Cumhuriyeti ile ABD arasındaki çatışmalar kızıştığında İran'ı "savunmak"ta birbirleriyle yarıştılar!
Benzer tutumlar ve sloganlar hareketin peşini bırakmadı: "Libya'yı destekliyoruz" (Nisan 1986); "Irak'a zafer!" (1991) ve "Şimdi Hepimiz Hizbullahız" (2007), ve bunların bazıları daha keskin bazıları daha düşük tonlu çeşitlemeleri, Troçkist olduğunu iddia eden çok sayıda grup tarafından dillendirildi. Bu tür tutumlar, küçük, marjinal, küçük-burjuva sektlerden, işçi sınıfı içinde sağlam kökleri olan büyük partilere kadar geniş bir aralıktaki örgütler tarafından paylaşıldı.
Ve hareket, şarlatanlardan, düzenbazlardan ve ahmak hayırseverlerden çok çekmesine rağmen, bu tutumlara karşı teorik bir blok olmadıkça bu hataların tekrarlanacağına inanıyoruz.
Biz önce İran rejimine ilişkin tutumumuzu ortaya koyduk ve ardından Körfez Savaşı sırasında bu tutumu daha da geliştirdik (Körfez Savaşı ve Devrimci Sosyalizm başlıklı broşürde). 1990-91'de ABD emperyalizmine karşı Baas rejiminin yanında olmadık. Hem emperyalizme hem de onun yerli yardakçısına karşı Iraklı kitleleri destekledik. Rejime karşı Kürt ve Şii ayaklanmaları, bu politik çizginin hiçbir şekilde ütopik olmadığını göstermiştir. Bir de uluslararası solun tümü bu politik çizgiyi ilerletmeye çalışmış olsaydı …
Sosyalistler ve ulusal sorun ve sömürge sorunu: kısa bir tarih
İster Stalinist olsun ister "Troçkist", sol grupların çoğunun tutumları, Komintern'in "ulusal sorun ve sömürge sorunu"na yaklaşım tarzından köklenmektedir. Ama bunlar maalesef bu ilkeleri basitleştirici ve şabloncu tarzda kopyalamaktan başka bir şey yapmıyorlar.
İkinci Enternasyonal bu sorunu göz ardı eden ya da en azından asla pratiğe geçirilmeyen kararlar alan uzun bir geleneğe sahipti. Bu "enternasyonal", sömürgelerdeki sosyalistlerin herhangi bir gerçek katılımından hoşlanmıyordu. Hatta, ilk İran devrimi üzerine bir kararı oylarken İranlı sosyalistleri oylamaya dahil bile etmemişti.
Komintern ise İkinci Kongresinde, ulusal sorun ve sömürge sorunu konusunda sadece İkinci Enternasyonal'den kökten farklı bir politika oluşturmakla kalmadı, bunu tümüyle farklı bir tarzda formüle etti. Sömürge ülkelerden gelen çeşitli delegeler –özellikle de Hintli M.N.Roy ve İranlı A.Sultanzede– bu konuyu ele alan iki oturumda ve komisyonda olduğu kadar kongre öncesi hazırlıklarda da çok aktif bir rol oynadılar. Ardından birkaç hafta sonra, anti-sömürge hareketle çok daha yakın bağlar kurmak ve bu ülkelerde komünist örgütler inşa etmeye başlamak için, özel bir kongre, Doğu Halkları Kongresi toplandı.
Komintern'in İkinci Kongresi
Taslağı Lenin tarafından oluşturulan Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu Üzerine Tezler'de, Komintern'in ulusal sorun ve sömürge sorunundaki politikasının dayandığı üç ilke şöyle tanımlanıyordu: "… Komünist Parti, ulusal sorunda temel vurgularını soyut ve biçimsel ilkelere değil, birincisi, tarihsel olarak verili ve en başta da ekonomik ortamın kesin bir değerlendirmesine yapmalıdır. İkincisi ezilen sınıfların, emekçilerin, sömürülenlerin çıkarlarını, egemen sınıfın çıkarları anlamına gelen ulusal çıkar genel kavramından açıkça ayırt etmelidir. Üçüncüsü, mali sermaye ve emperyalizm çağına özgü olan, dünyanın toplam nüfusunun muazzam çoğunluğunun, en zengin, en ileri kapitalist ülkelerdeki küçük bir azınlık tarafından sömürgeleştirilmesi ve mali bakımdan köleleştirilmesini gizleyen burjuva-demokratik yalanlara karşı, ezilen, bağımlı, eşit haklara sahip olmayan uluslarla, ezen, sömüren, ayrıcalıklı uluslar arasındaki ayrımı aynı açıklıkta vurgulamalıdır."[4]
Komintern, aşağıda açıklanan bu yöntem sayesinde tutumunu belirledi:
(i) tarihsel koşulların, özellikle de ekonomik durumun somut analizi
(ii) ezilen ve sömürülen sınıfların çıkarlarını, "ulusal çıkar" elbisesi giydirilmiş egemen sınıfın çıkarlarından kesin bir şekilde ayrıştırmak
(iii) ezilen, bağımlı uluslarla ezen, sömüren, ayrıcalıklı uluslar arasında açık bir ayrım
(i) Somut analiz
Komintern, bu işi yapmanın zorluklarının farkında olarak, analizini bu ülkelerdeki durum hakkında kesin ve somut bilgiye dayandırmak için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmaktaydı. İkinci Kongre sırasında, pek çok "Doğu" ülkesinde (hatta Avrupa'da bile) henüz hiç KP yoktu: Asya, Latin Amerika ve Afrika'nın tümünde sadece üç KP vardı. Bu partiler de çok küçük bir tabana sahiplerdi, yeterli deneyime sahip kadrolar eksikti ve aşırı baskıcı koşullar nedeniyle etkinlik alanları sınırlıydı.
Lenin'in Tezler taslağını sunarken önsöz olarak aşağıdakileri söylemesinin nedeni budur:
"Ulusal sorun ve sömürge sorununda İkinci Kongre tarafından tartışılmak üzere sunulan aşağıdaki taslak tezlere ilişkin olarak, tüm yoldaşlardan, özellikle de bu çok karmaşık sorunların herhangi birine dair somut bilgi sahibi olanlardan, başta aşağıdaki noktalardaki düşüncelerini, önerilerini, eklerini ve somut yorumlarını … bana iletmelerini isteyeceğim…"[5] Ardından, tüm dünyadan, aralarında şunların da bulunduğu 16 konuyu sıralar: "… Polonya-Yahudi ve Ukrayna deneyimi; Alsace-Lorraine ve Belçika; İrlanda; … Balkan deneyimi; Doğu halkları; Pan-İslamizme karşı mücadele; Kafkaslar'daki ilişkiler; Başkır ve Tatar Cumhuriyetleri; Kırgızistan; Türkistan … Amerika'daki siyahlar; Sömürgeler; Çin-Kore-Japonya."
Şunun altını çizmekte yarar var, Lenin yalnızca Doğu halkları, genel olarak sömürgeler, Çin-Kore-Japonya gibi geniş alanlar ya da Pan-İslamizme karşı mücadele konusunda değil, son günlerine kadar Çarlık imparatorluğunun parçası olmuş olan pek çok yer için de yeterli bilgisinin olmadığını düşünüyordu. Bu "çok karmaşık sorunlar" hakkında "somut bilgi"ye sahip olmak, her ülkede nesnel koşullara uygun taktikler geliştirmek için anahtardı. Ve Troçki'nin Komintern'in yozlaşması ve kendi sürgünü sonrasında –koşullar elverdikçe– izlemeye çalıştığı çizgi de buydu. Örneğin Latin Amerika'ya dair bir soru sorulduğunda, şunları söyleyerek başlıyordu sözlerine: "Tek tek Latin Amerika ülkelerindeki hayata dair yeterli bilgiye sahip değilim, bu da sorduğunuz sorulara somut bir cevap vermemi mümkün kılmıyor."[6]
Bu yaklaşım, Dördüncü Kongre zamanında pek çok ülkede KP'lerin kurulması ve bunların buralardaki işçi hareketleri ve anti-sömürge hareketlerinde etkin olmaları anlamına geliyordu.
O zamanla bugün arasındaki temel fark
Yirminci yüzyıl başlarında ulusal sorun ve sömürge sorununa dair genel uluslararası durumla bugünün koşulları karşılaştırıldığında temel bir fark vardır: Komintern'in uğraştığı şey bağımsız ulusların karşısındaki bağımlı ülkeler idi.
Bu yeni gelişmenin şu sonuçları olmuştur: Avrupalı egemenler değil yerli burjuvazi iktidara gelmiştir; yerli burjuva devlet aygıtı ve ordu statükoyu korumaktadır; kapitalizm eski pre-kapitalist toplumlarda baskın üretim tarzı haline gelmiştir; (köylülerden ziyade) işçi sınıfının büyümesi ve ekonomik önemi; tarımsal üretimden ziyade sanayideki büyüme; kırsal yaşamdan ziyade kente kayış; ve son olarak, eski sömürge ulus içinde sınıf mücadelesi, özellikle de proleter sınıf mücadelesi.
Geçmiş onyıllar boyunca bu faktörlerin bileşik etkisi bu ülkelerde belirli bir somut duruma yol açtı.
Bağımsızlık
Bu toplumlarda üretici güçleri geri tutan şey yabancı egemenliğiydi.
Komintern'in İkinci Kongresinde Hindistan delegesi M.N.Roy tarafından yazılan ve kongrede kabul edilen Ulusal Sorun ve Sömürge Sorununda Ek Tezler, sorunun kaynağına açıkça işaret etmektedir: "Yabancı egemenliği sürekli olarak toplumsal hayatın özgür gelişimini engellemektedir; bu yüzden devrimlerin ilk adımı bu yabancı egemenliğinin yıkılması olmalıdır."[7]
Kapitalist gelişmenin temel engelini –sömürgeci boyunduruk– kaldıran politik bağımsızlık bu yüzden daima bu ülkelerin burjuvazisinin ana politik amacı olmuştur. Bununla birlikte, bir kez burjuvazi iktidara geldiğinde, onun emperyalizme karşı olmasının temel nedeni ortadan kalkmıştır (bazı durumlarda bu sadece biçimsel bağımsızlık olsa bile). Bu yüzden "ulusal burjuvazi" sömürgeci yönetime karşıyken, şimdi emperyalizmin ülkedeki iktisadi egemenliğine kökten karşı değildir.
Pek çok bakımdan emperyalist burjuvazinin müşterisi olan bu "ulusal burjuvazi"nin yine de kendi çıkarları vardır ve bu nedenle de emperyalistlerle ihtilaf içine girebilmektedir. Fakat ortada süper kârlar varsa o zaman her boydan hırsıza yetecek şey var demektir.
Bağımsızlığın ve yerli burjuvazinin yükselişinin çok önemli bir özelliği, ulus devletin gelişmesidir. Anti-sömürge mücadele sırasındaki "potansiyel ulus" şimdi bir gerçeklik olmuştur. Ulusun oluşması, aynı zamanda onun çeşitli sınıflara ve tabakalara ayrışmasının da başlangıcıdır. Çok geçmeden yerli sınıflar birbirleriyle kafa kafaya gelmeye başlarlar (burjuvazinin gerçek doğasına dair olarak sömürgeci boyunduruk sırasındaki muğlaklık ortadan kalkar, kafa karışıklıkları ve karmaşıklık durumu sona erer).
"Ulusal burjuvazi" iktidara geldiğinde, egemen sınıf haline gelir. İster Kenya'daki gibi bir mücadeleyle, isterse İran'daki gibi yukarıdan emperyalizmle anlaşarak iktidara gelsin, artık toplumda herhangi bir ilerici rol oynamaz. "Anti-emperyalist" her söz ya da davranış, emperyalizmden daha fazla ödün koparma pazarlığının sonucudur ve sonuçta ortaya çıkan her çatışma ya da hatta savaş, bu burjuvazinin ülke içindeki ya da uluslararası alandaki diğer sınıflar karşısında karakterini değiştirmez.
Burjuva-demokratik görevler, çarpılmış ve tamamlanmamış bir tarzda yerine getirilir. Kontrolü kaybetmeksin burjuvazinin yapabileceği azami şey budur. Bunlar üretici güçleri ve kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmek için yeterlidir.
Dahası dikkat etmeliyiz ki, bağımsızlıktan önce bile Komintern "ezilen ülkelerdeki ayrıcalıklı sınıflar"ın doğasına ve bağımsızlık gerçeğinin pek çok durumda neye benzeyeceğine dair net bir görüşe sahipti. Ek Tezler'de şunlar söyleniyor: "Sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadele … ulusal burjuvazinin ulusal amaçlarının altına imza atmak anlamına değil, bundan ziyade sömürgelerin proletaryası için kurtuluş yolunun düzlenmesi anlamına gelir." Komintern, "Troçkistlerin" tersine, ulusal burjuvaziye hiç de "refleks" kabilinden bir koşulsuz destek vermemiştir.
Tezler , mümkün olan her yerde Komintern'in "…söz konusu ülkelerdeki Komünist Partiler aracılığıyla … bağımlı uluslardaki devrimci hareketlere doğrudan destek vermesi" gerektiğini de açıklamaktadır.
Dikkat edelim: Birincisi, Komintern politikasını, "bağımlı uluslardaki devrimci hareketler" üzerine inşa eder, bağımsız ülkelerdeki burjuva devlet (veya yarı-devlet) yapılarını bir yana bıraktık, gerici ya da diğer hareketler üzerine değil. İkincisi, "bağımlı uluslardaki devrimci hareketlere doğrudan destek" verirken bile, Komintern, bunu "söz konusu ülkelerdeki Komünist Partiler aracılığıyla" yapmaya çalışır. O dönemdeki sömürge ve yarı-sömürge dünyada, Meksika, Hollanda Doğu Hindistan'ı ve İran'da olmak üzere sadece üç Komünist Parti var olmasına rağmen, Komintern sömürgeci işgale karşı mücadele veren devrimci hareketlere nasıl yardım etmek istediği konusunda net bir görüşe sahipti.
Tezler , farklı ülkeler arasında da ayrım gözetir ve "… çok geri, baskın olarak feodal, ataerkil ya da köylü ataerkil nitelikteki devletler"e ilişkin olarak bir dizi önemli noktaya dikkat çeker:
"a) Tüm Komünist Partiler bu ülkelerin devrimci kurtuluş hareketlerini eylemleri ile desteklemelidirler. Söz konusu ülkede Komünist Parti varsa, bu desteğin alması gereken biçim bu parti ile tartışılmalıdır. […]
b) Din adamlarının … gerici ve ortaçağa özgü etkisine karşı koşulsuz bir mücadele yürütülmelidir.
c) Pan-İslamcı, Pan-Asyacı hareketlere ve benzer akımlara karşı mücadele edilmelidir.
d) Toprak ağalarına ve feodalizmin her türlü biçim ve kalıntısına karşı … köylü hareketlerinin desteklenmesi bilhassa gereklidir. Her şeyden önce, köylü hareketine mümkün olduğunca devrimci bir karakter vermeye çalışılmalıdır.
e) Geri ülkelerde gerçekte komünist olmayan devrimci kurtuluş hareketlerini komünistmiş gibi gösterme çabalarına karşı kararlı bir mücadele yürütülmelidir. Sömürgelerdeki devrimci hareketleri desteklemek Komünist Enternasyonal'in görevidir. Ancak bu görevin tek amacı tüm geri ülkelerde geleceğin proleter partilerini (sadece lafta değil, gerçekte komünist olan partileri) oluşturacak unsurları bir araya toplamak ve bu unsurları kendi özel görevlerinin (yani kendi ulusları içindeki burjuva demokratik eğilimlere karşı mücadele etme görevinin) bilincine varacak şekilde eğitmektir. Komünist Enternasyonal, sömürgeler ve geri ülkelerdeki devrimci hareketle birlikte yolun bir kısmını yürümeli ve hatta bu hareketle ittifak yapmalıdır; ne var ki, Komintern bu hareketle kaynaşmaz, salt bir nüve halinde bile olsa proleter hareketin bağımsız karakterini koşulsuz olarak muhafaza eder."[8]
Bu ülkelerden bazılarına atıfta bulunurken, Lenin'in, "kendinizi uyanmakta olan … ve tarihsel meşruluğu bulunan burjuva milliyetçiliğe dayandırmak zorunda kalacaksınız"[9] demesi şaşırtıcı değildir.
İşçi sınıfı
1919'da, Doğu Halkları Komünist Örgütlerinin İkinci Tüm Rusya Kongresine Çağrı'sında Lenin şöyle der: "… Doğu halklarının çoğunluğu … kapitalist fabrika okulundan geçmiş işçiler değil, ortaçağ baskısının kurbanı durumundaki emekçi ve sömürülen köylü kitlelerin tipik temsilcileridirler." Şunu ekler: "… nüfusun büyük kısmı köylülerdir ve … görev, kapitalizme değil ortaçağ kalıntılarına karşı mücadele yürütmektir."[10]
İkinci Kongre, köylülüğün baskın durumuna ve proletaryanın bulunmayışı ya da yeni ortaya çıkışına ilişkin son derece netti: "Sömürgelerde sanayinin gelişmesini köstekleyen emperyalist politikalar sayesinde, yerli proletarya ancak çok yakın zamanda bir varlık kazanabilmiştir. Dağınık durumdaki yerel zanaatlar emperyalist ülkelerin merkezileşmiş sanayinin karşısında tutunamamıştır. Sonuç olarak, halkın büyük çoğunluğu tarımda ve ihracata yönelik hammaddelerin üretiminde çalışmak zorunda kalmıştır. Diğer taraftan, toprak mülkiyetinin, büyük toprak sahiplerinin, kapitalistlerin ve devletin elinde hızla toplandığını ve bunun da yine topraksız köylülerin sayısının artmasına katkıda bulunduğunu gözlemleyebiliriz." (Ek Tezler)
Bununla birlikte, üretici güçlerin gelişmesiyle, proletarya yeni ulusun günlük ekonomik ve nihayetinde politik hayatında hiç olmadığı kadar önemli hale geldi. Aynı zamanda da yeni ulus oluşurken giderek daha fazla ayrışmaya başladı. Sınıfsal katmanlaşma kentlerden köylere ve ekonominin tüm büyük sektörlerine yayıldı.
Baskın tarımsal ve kırsal çalışma biçimleri, sınai ve kentsel çalışma biçimleri tarafından geride bırakıldı. Köylerde bile, mevcut sanayiler sadece fabrikaların sağladığı teknolojileri giderek daha fazla benimsemekle kalmadı, tarımsal üretimin kapitalist çizgiler üzerinde örgütlendiği ve üreticilerin geçimlerinden ziyade pazara arza yöneldiği köklü bir kayış gerçekleşti. Büyük ölçekli sanayi gelişti ve en küçük aile işletmeleri bile kapitalist çizgide yol aldı. Zengin mülk sahibi köylülerin ve kır proleterlerinin (ve bunlar arasında sınıf mücadelesinin) gelişmesiyle kırda bile bir bölünme yaşandı.
Bu işleyiş kalıbı, hiçbir ideolojik engelin olmadığı yerlerde, çok daha büyük halk katmanlarını kapitalist üretime ve işgücü piyasasına çekti. Yalnızca diğer sınıfların giderek artan sayıda katmanı proleterleşmekle kalmadı, kadınlar da çalışma yaşamının ve genel olarak toplumsal hayatın içine çekildi.
İşçiler, başlangıçta bunun farkında olmasalar da, toplumun iki ana sınıfından biri haline geldiler. Diğer ana sınıf, burjuvazi, kendi çıkarlarının tümüyle farkındaydı ve uluslararası ölçekte kendi sınıf müttefiklerinin tam desteğine sahipti. Bununla birlikte, dünya kapitalist sistemindeki yeri nedeniyle, bu tip ülkelerde sanayileşme hızı, eski üretim yöntemleri ya da tarzlarının yıkılma hızının gerisinde kalır. Sonuç olarak, proleterleşenlerin tümü her zaman proletaryanın saflarına gerçekten katılamaz ve işgücü piyasası tarafından emilemezler, ve çoğu, bazen milyonlarcası, kapitalist toplumun kenarlarında, kentlerin etrafındaki gecekondu tepelerinde yaşamayı sürdürürler. Bu lümpen unsurlar, yanlış bir önderlikle birlikte, gerçek proletaryaya karşı gerici bir rol oynayabilirler.
Birkaç yıl içinde, işçiler (ve ülkenin tüm ezilen ve sömürülen katmanları), giderek, "kendi burjuvalarını" temel sınıf düşmanları olarak ya da daha az bağımsızlık söz konusuysa, emperyalizmin yerli "ajanları" olarak görürler. Proleter mücadeleler bu tip ülkelerde en önemli mücadeleler haline gelir. Her ne kadar zaman zaman öğrenciler, gençler, yoksul köylüler, ulusal azınlıklar, kadınlar vs. "ulusal" hükümete karşı mücadele eden kitlelerin belli başlı kesimleri olabilirse de, bunlar ancak işçilerin önemli kesimleri bu mücadelelere katıldığı zaman hükümeti ve hatta kapitalist devlet yapısını sarsarlar.
(ii) Ezilen ve sömürülen sınıflarla ezen-sömüren sınıflar arasında sınıf-işbirliğine hayır
Komintern'in buradaki birincil amacı, emperyalist ya da ileri ülkelerin işçilerinin kendi burjuvalarıyla hiçbir ortak "ulusal çıkar"a sahip olmadıklarını açıkça sergilemekti. Yeni oluşan (ya da yakında oluşacak olan) Komünist Partilerin kendi egemen sınıfları tarafından yayılan burjuva ideolojisine karşı açık bir tutum alması ve dış askeri maceralar ve ilhaklarda onunla yan yana durmaması (burjuvazi bunu "ulusal çıkar"ın parçası olarak sunsa bile) şarttı.
Bugün, Lenin zamanının sömürgelerinin tümünde burjuvazinin iktidarda olduğu düşünüldüğünde sınıf-işbirlikçiliğine karşı bu kararlı duruş sadece Hindistan-Pakistan, Türkiye, İran, Çin ve Orta Asya cumhuriyetlerine değil, tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika'ya genişletilmek zorundadır.[11]
Bu ülkelerin çoğunda proleter sınıf mücadelesinin uzun bir tarihi mevcuttur, hatta bazılarında bu mücadele kökleri anti-sömürgeci mücadele dönemine kadar uzanıyor. Bu yüzden, bir ülke bir şekilde tehdit edildiğinde, uluslararası sol bu ülkelerin ulusal egemenliğini ya da toprak bütünlüğünü savunmakla ilgilenmek zorunda değildir. Bu ülkelerdeki işçiler ve diğer ezilen ve sömürülen sınıfların nesnel çıkarları kendi burjuvazilerininkiyle karşıtlık içerisindedir, dolayısıyla da onunla ortak bir "ulusal çıkar"a sahip değildirler.
Amerika'nın ülkeye (ya da bölgeye) ilişkin planları karşısında burjuvazi altından kalkamayacağı yükler üstlendi diye, işçilerden birdenbire onlarca yıllık geleneklerini unutmalarını ve sınıf mücadelesini askıya almalarını istemek, bu ülkelerdeki işçi hareketine ihanet olurdu. Ülke burjuvazisi böyle bir destek isteyebilir, fakat işçiler emperyalizmle böylesi bir anlaşmazlığın doğasının tümüyle gerici olduğunu ve bu eğer gerçekten savaşa yol açacaksa, o zaman, işçi sınıfının en ileri kesimlerinin öncülüğündeki ezilen ve sömürülen kitleler için emperyalizmle savaşmanın en iyi yolunun, istilacılara karşı askeri direniş örgütlemek ve rejimi devirmek için seferber olmak olduğunu bilmelidir.
Komintern'in üç ilkesinden biri olan bu ilkenin düzeltilmesi gerekiyor. Sınıf-işbirlikçiliğine karşı ilke dünyadaki tüm ülkeleri kapsayacak şekilde genişletilmelidir.
(iii) Ezilen, bağımlı uluslarla ezen, sömüren, ayrıcalıklı uluslar arasındaki ayrım
"Troçkistler"in geniş çoğunluğunun Bolşeviklerden (ve SSCB'nin yozlaşmasından sonra Troçki'den) öğrendikleri tek ilke bu gibi gözükmektedir.
Açıktır ki, bu hâlâ büyük ölçüde geçerlidir: aklı başında hiç kimse Baas Irak'ıyla ABD emperyalizmini eşit göremez. Ne var ki, "Troçkistler"in çoğunluğu, bunu basit bir formül olarak kullanmaktadırlar: Irak=ezilen, ABD=ezen. Bir kez böylesi bir kategorileştirme yapıldığında, ezilen ülkedeki sınıf güçlerinin somut analizine kafa yormaya ya da kaygılanmaya ihtiyaç kalmaz. Buradan türetilen politik tutumlar, söz konusu ezilen ülkede (ya da bölgede) destekçi bulamadığı gibi, Batı'da da işçileri kazanma çabasında büyük sorunlar yaratmaktadır.
İlkin, buna eğer tümüyle kısa vadeci ve "hesapçı" tarzda bakarsak, o zaman iki hususu unutmamalıyız:
(a) Irak ya da İran gibi ülkelerde, eğer işçiler ve sömürülen kitleler rejimin destekçileriyse, o zaman bunlar zaten Baas partisi ya da Hizbullah-Pasdaran-Besiç'e katılmışlardır. Rejimi savunan Avrupa'daki küçük bir sekte üye olmaya ihtiyaçları yok demektir. Bir İranlı için Hizbullahçı olmak çok tabiidir; çünkü bu maddi yardım, ayrıcalıklar ve güvenlik anlamına gelir. Daha önce rejimi işlediği suçlar vs. nedeniyle eleştiren Avrupalı bir sekt dolayımıyla Fahri Hizbullahçı olmak gizli polisin şüphesini çekmekten başka ne işe yarayacaktır?
(b) Emperyalist ülkelerde, "Troçkistler", Irak, Libya ya da İran'daki rejimlere koşulsuz (veya hatta koşullu) destek vererek, burjuva ideolojisine ve kendi ülkelerindeki savaş-yanlısı atmosfere "meydan okuduklarını" düşünebilirler.
Gerçek şu ki, Batı'daki pek çok işçi, bu rejimlerin kendi işçilerine, kadınlara, öğrencilere vs. yaptıklarından iğrenmektedir; bu zulümleri mazur gösterecek "teori"leri de yoktur. Onlar, kuşkusuz, burjuva ideolojisinin etkisi altındalar, tıpkı diğer meselelerde olduğu gibi. Ama bu burjuva ideolojisinin etkisini kırmaya başlamanın en iyi yollarından biri, emperyalist ve ileri ülkelerdeki işçilerin tahakküm altındaki ve ezilen ülkelerdeki kardeşleriyle ne kadar ortak yanı olduğunu göstermektir.
İkincisi, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki sektler, otuz yıldan uzun bir süredir, çeşitli İslamcı ve Arap milliyetçisi hareketleri veya grupları savunmuş ve desteklemiş olmalarına rağmen, işçiler arasında dişe dokunur uzun vadeli bir kazanım elde edememiştirler. Bu temelde radikal ve örgütlü bir anti-militarist hareket inşa edilebildiği bir yer var mıdır? Kaç bin işçi, bu ihtilaflara ilişkin tutumları nedeniyle devrimci Marksist örgütlerin üyesi olmuştur?
Üçüncüsü, tarihsel olarak bakacak olursak, bu sektler emperyalist egemenlik ve baskının doğasının bugün 80-90 yıl öncekinden çok farklı ve çok daha karmaşık olduğunu anlamalıdırlar. "Troçkistler"imiz, Komintern'in bu üçüncü ilkesini tüm kilitleri açan bir maymuncuk olarak kullanamazlar. Bu ilke Asya, Afrika ve Latin Amerika'daki sınıf-işbirliği için bir bahane değildir; somut durumun somut analizi ihtiyacını ortadan kaldırmaz ya da onun yerine geçemez.
Bugünün "anti-emperyalizmi"
Yerli burjuvazi, bir yandan kitleler ile emperyalizme olan bağları arasındaki dengeleyici rolü, öte yandan da emperyalizmin bir burjuva küçük ortağı olarak kendi ulusal (ve bölgesel) çıkarları nedeniyle, belli durumlarda "anti-emperyalist" söylemi benimsemekle kalmayıp, diplomatik krizleri ve hatta küçük ölçekli bazı askeri eylemleri de kışkırtabilir.
Bu çıkar çatışmalarının görünürdeki ifadesi ne olursa olsun, yerli burjuvazi esas olarak gericidir. Emperyalizmle bu anlaşmazlıkların hiçbir ilerici içeriği yoktur. Burjuvazi yalnızca gerçek –yani anti-kapitalist de olan ve sosyalizm hedefiyle yürütülen– bir anti-emperyalist mücadele yürütmeye isteksiz olmakla kalmaz, egemen sınıf olarak statükoyu da korumak ister.
Bu ülkelerdeki işçilerin çıkarları emperyalist ya da ileri ülkelerdeki işçilerinkiyle aynıdır. Onlar Avrupa ya da Kuzey Amerika'daki kardeşlerinden daha az proleter değildirler. Tahakküm altındaki ülkelerdeki işçiler bu yüzden "kendi" burjuvazilerinden bağımsız bir politik tutumu ve örgütsel yapıyı sürdürmek ve krizden sadece hükümeti değil tüm kapitalist sistemi yıkmak üzere yararlanmak için ellerinden gelen gayreti göstermek zorundadırlar.
Üçüncü kamp
Tahakküm altındaki tüm ülkelerde somut tarihsel koşulların ve ekonomik durumun muazzam biçimde değiştiğini, "ulusal çıkar" gütmek isteyen bir burjuvazinin var olduğunu ve emperyalist egemenliğin yeni bir biçim aldığını dikkate alarak, Komintern'in üç ilkesinin hâlâ geçerli olduğuna –fakat tadil edilmiş bir biçimde– inanıyoruz.
Marksistler için temel faktör, sınıf mücadelesinin, özellikle de proletaryanın gelişmesi olmalıdır. On yıllar boyunca bu ülkelerde işçi sınıfı tekrar tekrar kitlesel grevler ya da hatta genel grevler gerçekleştirmiş, bağımsız sendikalar ve örgütler kurmaya çalışmış, işçi konseyleri oluşturmuş, üretimi denetlemeye girişmiştir vs.
Bu ülkelerin bağımsızlıklarını kazanma biçimini, yani pek çok farklı milliyeti içeren bir sömürge toprağında kurulduklarını, egemen bir etnik (ya da dinsel) grubun ulusal baskısının varlığını ve devlete ve merkezi hükümete karşı mücadelelerin de eksik olmadığını dikkate alırsak, ulus-devletin "ulusal çıkar"ının, işçilerin olduğu kadar çeşitli milliyetlerin de tüm temel haklarına karşı olduğunu görürüz.
Örneğin, Baas rejiminin 1991'deki yenilgisinin, çok sayıda Kürt ve Şii için, bu rejime karşı bir ayaklanma sinyali anlamına gelmesinin nedeni buydu. Her iki hareketin liderliğinin de gerici olduğu doğruydu. Ama kitleler ABD emperyalizminin vaatleri hakkında büyük yanılsamalara kapılmış olsalar da, devrimci bir önderliğin mevcudiyeti durumunda üçüncü bir kamp ya da cephe için büyük bir potansiyelin var olduğunu da göstermişlerdi.
Irak ya da İran gibi yerlerde, işçi sınıfı, kitlelere bağımsız bir üçüncü cephe oluşturmakta önderlik etmelidir; ne "ulusal çıkarlar"ın savunusu adına "kendi" burjuvazisiyle ne de emperyalizmle. Bu, işçilerin ve toplumdaki tüm ezilen ve sömürülen kesimlerin birleşik bir cephesidir. Bu cephe, sadece anti-emperyalist olmakla kalmayıp, işçi denetimi gibi geçiş taleplerini ileri sürerek kapitalizmi yıkmak için de savaşmalıdır.
Böyle bir cephe, tüm uluslararası solu ve ilerici örgütleri, bu bağımsız ve gerçekten devrimci cepheyi diğer iki kampa karşı gerçek bir alternatif haline getirmek için destek vermeye çağırırdı. İşçileri gerici yardakçı burjuvazinin ordusuna katılmaya çağırmak yerine, Marksistler, orduya katılmak zorunda kalan işçileri, kendi subaylarını vurmaya, asker konseyleri oluşturmaya, fabrikaları ve mahallelerini savunmak için kitleleri ağır silahlarla silahlandırmaya, askeri becerilerini yükseltmek için kitleleri eğitmeye ve emperyalizme ve yerli burjuvaziye karşı devrimci bir savaş yürütmeye çağırmalıdırlar.
Emperyalizme meydan okumanın ve onu yenmenin gerçek yolu budur. Bu şüphesiz uzun bir yoldur. Ama devrim için hazırlanmak sıradan bir olay değildir. Bu bizim görevimizdir. Böyle bir cephenin gerçekte şekillenip şekillenmemesi, önceden yapılan teorik ve pratik hazırlığa ve bir kez çatışma başladığında kitlelere bu hedef doğrultusunda önderlik edebilmek üzere kararlı eylemimize bağlıdır.
Kâbus senaryosu
Bir kez çatışma başladığında uluslararası solun sadece böyle bir cephe oluşturmaya yardım etmemekle kalmayıp, emperyalizmin "büyük zorbası"na karşı açıkça "küçük" olan burjuva rejimin yanında yer alması, yarı-sömürgelerdeki ve tahakküm altındaki ülkelerdeki Marksistler için kâbus olacaktır.
Bu çizgi, gerçekte, işçilere çatışma bitene kadar sınıf mücadelesini askıya almalarını söylemek anlamına gelir! Pratikte bu, 1919-22'deki Üçüncü Enternasyonal'den ziyade, 1914 Temmuz-Ağustosundaki İkinci Enternasyonal'le daha fazla ortaklığa sahiptir.
Humeyni yanlısı, Kaddafi yanlısı, Saddam yanlısı ve benzeri pozisyonlar alanlar, bu ülkelerdeki işçi sınıfına ihanet etmekle kalmayıp, solun tümünü itibarsızlaştırmışlardır. İşçi sınıfı içinde kök salan gerçek devrimci Marksist örgütler kurma işi, bu hatalar yüzünden çok daha zor hale gelmiştir.
Murad Şirin/Maziar Razi
İran Devrimci Sosyalistler Birliği
Mayıs 2008
[Bu yazının İngilizce metni için: Modern Imperialist Domination and Islamic Fundamentalism]
[1] Manifesto of the Congress to the Peoples of the East in Baku: Congress of the Peoples of the East, s.163-173
[2] Trotsky, The Italo-Ethiopian Conflict, The Writings of Leon Trotsky 1935-36 içinde, s.41
[3]Trotsky, Anti-Imperialist Struggle is Key to Liberation, The Writings of Leon Trotsky 1938-39 içinde, s.31-6
[4] Second Congress of the Communist International: Minutes of the proceedings, c.1, s.177
[5] Lenin, Collected Works, c.31, s.144
[6] Trotsky, Anti-Imperialist Struggle is Key to Liberation, age, s.34
[7] Supplementary Theses on the National and Colonial Question, Second Congress of the Communist International içinde, age., s.115-120
[8] Lenin, Address to the Second All-Russia Congress of Communist Organisations of the Peoples of the East, Collected Works, c.30, s.161.
[9] Lenin, Address to the Second All-Russia Congress of Communist Organisations of the Peoples of the East, Collected Works, c.30, s.161.
[10] Lenin, ibid.
[11] Elbette, Kuzey Kore ve Küba'nın kapitalist olduğunu düşünmüyoruz.
link: Murad Şirin/Maziar Razi, Modern Emperyalist Egemenlik ve İslami Köktencilik, Mayıs 2008, https://fa.marksist.net/node/2827
“Türkiye Diyarbakır Cezaevi Gerçeğiyle Yüzleşiyor” Sempozyumu