Colorado eyaleti bir cumhuriyete değil, Colorado Petrol ve Demir Şirketi’ne, Victor Şirketi’ne ve ona bağlı şirketlere aitti. Vâli, onların temsilcisiydi. Bell’in komutasındaki milisler onların emrindeydi. Eyaletin bu efendileri havla dediklerinde, vâli azgın bir tazı gibi havlardı. Isır dediklerinde, ordu ısırırdı.
Colorado halkı, ezici bir çoğunlukla, 8 saatlik işgünü lehine oy kullanmıştı. Yasama meclisi, 8 saatlik işgünü yasası çıkardı, fakat mahkemeler bu yasanın anayasaya aykırı olduğuna karar verdiler. Bunun üzerine, yasa doğrudan doğruya halkın onayına sunulunca, halk, 40 bin oy fazlasıyla yasa lehine oy kullandı. Fakat maden şirketlerinin denetimindeki yeni yasama meclisi yasayı geçirmedi.
Maden işçileri, taleplerini barışçıl yasama yoluyla gerçekleştiremediklerini gördüler. Savaşmak zorundaydılar, grev yapmak zorundaydılar. İlk önce, metal madenlerindeki işçiler greve çıktı. Grev, New Mexico ve Utah’a yayıldı. Korkunç bir savaş halini aldı. Metal madeni işçileri, kömür madeni işçilerinin de bu kavgada kendilerine katılması için can atıyorlardı.
Birleşik Maden İşçileri sendikasının yönetim kurulu Indianapolis’te toplantı halindeydi ve Colorado vâlisi, bu kurula, onları kömür havzalarında bir grevin olmaması gerektiğine ikna etmek için bir heyet yollamıştı. Bu heyet içinde eyalet çalışma komisyonundan da bir temsilci vardı.
Batı Virginia’dan, maden işçilerinin ölen arkadaşlarını anma toplantısı yaptığı Illinois Mount Olive’e gidiyordum. Indianapolis’teki sendika genel merkezinde mola verdim. Yönetim kurulu, Colorado’ya gidip şartlara bakmamı, maden işçilerinin ne düşündüklerini anlayıp rapor etmemi istedi.
Hemen Colorado’ya, öncelikle de işkolundaki çatışmanın bütün öyküsünü öğrendiğim, Maden İşçileri Batı Federasyonu’na gittim. Daha sonra, eski bir basma elbise, bir güneş şapkası, biraz toplu iğne ve dikiş iğnesi, lastik bant, kurdele ve bu türden ufak tefek eşyalar aldım ve Colorado Petrol ve Demir Şirketi’nin güney kömür havzalarına indim.
Bir seyyar satıcı gibi, maden işçilerinin evlerinde yemek yiyerek, bütün geceyi aileleriyle geçirerek, çeşitli kömür kamplarını dolaştım. İçinde yaşadıkları şartların içler acısı olduğunu gördüm. Pratikte, evlerinin ve tüm toprakların sahibi olan şirketin kölesiydiler, o kadar ki, kendine bir ev yapan maden işçisi, toprak sahibi istediğinde evi boşaltmak zorundaydı. Ücretlerini, para yerine senet olarak alıyorlardı ve bu nedenle memnun olmadıklarında çekip gidemiyorlardı. Şirketin dükkânlarından ve şirketin fiyatlarıyla alışveriş yapmak zorundaydılar. Çıkarttıkları kömür, şirketin bir adamı tarafından tartılıyor ve işçiler, haklarının tam verilip verilmediğine bakacak bir denetçi tartıcıyı görevlendiremiyorlardı. Okullar, kiliseler, yollar şirkete aitti. Onların hikâyelerini dinledikten ve uzun süredir sabretmekte olduklarını gördükten sonra, bu acımasız koşullara karşı ayaklanma zamanının çoktan gelmiş olduğunu hissettim.
Trinidad’a, Maden İşçileri Batı Federasyonu’nun bürosuna gittim. Vefakâr ve çalışkan bir adam olan sendika sekreteri Gillmore’la ve dürüst, iyi bir insan olan başkan Howell’la görüştüm. Oturduk ve gecenin çok geç saatlerine kadar meseleyi konuştuk. Onlara, maden kamplarında gördüğüm şartların yürek paralayıcı olduğunu anlattım. Bu koşulları iyileştirmenin ve en azından çocukların yaşamına, biraz gelecek, biraz günışığı getirmenin bizim görevimiz olduğunu hissediyordum. Bir an önce, Indianapolis’teki merkeze gitmem için bana vekâlet verdiler.
Ertesi sabah trene bindim. Indianapolis’teki büroya vardığımda, başkan John Mitchell, başkan yardımcısı T.L. Lewis, Pennsylvania Arnot şubesinin sekreteri W.B. Wilson ve Iowa’dan “ihtiyar Ream” denen bir yönetim kurulu üyesi oradaydılar. Bu yetkililer bana, hemen Colorado’ya dönmemi ve kömür madeni işçileri için grev çağrısı yapacaklarını söylediler.
Grev, 9 Kasım 1903’te ilân edildi. Talepler; 8 saatlik işgünü, maden işçilerini temsil eden bir tartıcı tarafından denetim, senetle değil parayla ödeme yapılmasıydı. Tüm Colorado eyaleti ayaktaydı. Hiç kömür çıkarılmıyordu. Colorado’da, Kasım soğuk bir aydır ve yurttaşlar grevin etkisini hissetmeye başladılar.
Kasım ayının ikinci yarısında bir akşam, geç vakitte otele geldim. Bütün gün boyunca ve gece de yiyecek ve giyecek dağıtımına yardım ederek, toplantılar yapıp onları cesaretlendirerek, madencilerin ve ailelerinin arasında çalışmıştım. Tam yatacakken, resepsiyon görevlisi beni Louisville’den gelen şehirlerarası bir telefon için aşağıya çağırdı. Telefondaki ses, “Tanrı aşkına; Ana, bize gel, bize gel!” diyordu.
Meselenin ne olduğunu sordum ve aldığım karşılık bir cevaptan çok bir ağlamaydı, “Soruyla vakit harcama. Treni kaçırma.”
Bu telefon görüşmesinin ardından, başkan Howell’ı buldum ve Louisville’deki meselenin ne olduğunu sordum.
“Orada bir kongre yapıyorlar” dedi.
“Kongre mi, niçin?”
“Kuzeydeki kömür havzalarında greve son vermek için; işletmeciler talepleri kabul etmişler çünkü.” Başkan, konuşurken bana bakmadı. Üzgün olduğunu anladım.
“Fakat işletmeciler güneydeki maden işçileriyle de anlaşıncaya kadar geri adım atamazlar” dedim. “Grev kazanılıncaya kadar kardeşlerini yalnız bırakmayacaklardır! Bunu yapmalarına izin verecek misin?”
“Ah, Ana” dedi neredeyse ağlayarak, “elimden ne gelir. Onlara geri adım atmayı emreden Genel Merkez!”
“Bu ihanettir” dedim, ”çabuk, hazırlan ve benimle gel”. Kondüktörün, Louisville trenini birkaç dakika bekletmesini sağlamak için istasyona telefon ettik. Bunu Howell yaptı. Louisville’e ertesi sabah vardık. Uyumamıştım. İşçi Federasyonu’nu temsilen, yönetim kurulu üyeleri, Ream ve Grant Hamilton, konakladığım otele geldiler ve başkan Howell’ın nerede olduğunu sordular.
“Biraz önce dışarı çıktı” dedim. “Gelecek.”
“Peki, bu arada, seni uyarmak istiyorum” dedi Ream, “kuzeyli maden işçilerinin anlaşmasına engel olmamalısın, çünkü bu anlaşmayı Genel Başkan John Mitchell istiyor ve senin ücretini de o veriyor.”
“Bitirdin mi?” dedim.
Kafa salladı.
“Öyleyse sana diyeceğim şu ki, bu grevi bitirmeyi, işçilerin yararına değil de kendi rızası için Yüce Tanrı istese, ona karşı çıkacağım. Başkan John’un bana maaş vermesine gelince, … o bana hayatı boyunca bir tek kuruş bile vermedi. Bana ödenen para, maden işçilerinin binbir güçlükle kazandığı beş on kuruştur ve hizmet edeceğim şey de onların çıkarlarıdır.”
Kongreye gittim ve kuzeyli maden işçilerinin madenlere dönme sorununun tartışıldığına tanık oldum. Deneyimsiz insanları kandırmaya çalışan iki kurnaz diplomatı izledim: kuzey kömür havzaları başkanı Struby ve Batı’nın en açıkgöz ve hilebaz avukatı Blood. Onların arkasında ise, Denver Yurttaşlar İttifakı tarafından sofralarda ağırlanan, kadeh tokuşturan, pohpohlanan, tatlı sözler söylenen John Mitchell vardı. Perde arkasında bütün ipler de Yurttaş Federasyonu’nun ellerindeydi.
Öğleden sonra maden işçileri beni kongreye hitap etmeye çağırdılar.
“Kardeşler” dedim, “siz, kuzey havzalarının İngilizce konuşan maden işçileri, yüzde yetmişi İngilizce konuşmayan güneyli kardeşlerinize, onları sonuna kadar destekleyeceğinize söz vermiştiniz. Şimdi, ayrı bir anlaşma yaparak onlara ihanet etmeniz isteniyor. Ortak bir düşmanınız var ve göreviniz sonuna kadar savaşmaktır. O düşman, saflarınızı bölerek, Kuzey ve Güney, Amerikalı ve yabancı arasında ayrımlar yaratarak, zafer kazanmaya çalışıyor. Hepiniz, ortak bir dava için, ortak bir efendiye karşı mücadele eden maden işçilerisiniz. Demir ökçe de iliklerine kadar aynı şeyi hissediyor. Açlık, acı ve çocuklarınızın davası, ortak bir dilden daha sıkı bir bağdır. Sendikamızın Genel Merkez Yönetim Kurulunun bir üyesi tarafından, sanki bu bir suçmuş gibi, Batı Maden İşçileri Federasyonu’na yardım etmekle suçlandım. Suçumu itiraf ediyorum. Sınıfım adalet için savaşırken, ne Doğu ya da Batı ne de Kuzey ya da Güney bilirim. Eğer Amerika’da tüm işçi çocuklarının sanayinin zincirlerinden kurtulduğunu görecek kadar yaşarsam ve eğer o gün Afrika’da esaret altında bir tek siyah çocuk varsa, ben orada olacağım.”
Delegeler hep birlikte ayağa kalktılar ve alkışladılar. Oylama yapıldı. Çoğunluk, Genel Başkan’a boyun eğmeyi reddederek, güneyli maden işçilerini desteklemeye karar verdi.
Denver Post gazetesi, konuşmamı haber yaptı ve gazetenin bir nüshası, Indianapolis’teki Mitchell’a yollandı. O da gazeteyi sekreterine götürdü ve haberi göstererek, “Jones Ana’nın bana yaptığına bak!” dedi.
Mitchell, kuzeyli maden işçilerini, maden ocaklarına geri döndürmek için üç kez uğraştı, ama her defasında başarısız oldu. “Mitchell, Jones Ana’yı havzadan uzaklaştırmak zorunda” dedi bir sendikacı. “Jones Ana orada oldukça, Mitchell, Federasyon’a [Yurttaş Federasyonu] yalakalık yapamaz.”
Mitchell’ın, vâliye gidip beni eyalet dışına çıkarmasını rica ettiğini haber aldım.
En sonunda, kuzeyli maden işçilerine ultimatom verildi. Greve verilen tüm destek geri çekildi. Kuzeyli işçiler, işletmecilerin şartlarını kabul ettiler ve işbaşı yaptılar. Onların anlaşmaları, güneyde fiili köleliğe yol açtı ve güneydeki mücadele bir yıl kadar sürse de, sonunda grev kaybedildi.
Bu mücadelenin büyük kısmı Cripple Creek civarında yaşandı. Maden işçileri, şirkete ait olan evlerinden mahkeme zoruyla çıkarıldı. İşçiler soğuk dağ eteklerine çıktılar, korkunç kış mevsimi boyunca, sıfırın altındaki sıcaklıklarda, elli santim karın üzerinde, çadırlarda yaşadılar. Ayaklarına çuvallar bağladılar ve bir deri bir kemik, ağaç kurtları gibi aç yaşadılar. John Mitchell, şık otellerde kalarak ve işçi hareketini inceleyerek, Avrupa’yı bir uçtan bir uca gezerken, onlar haftada 63 sent grev yardımı aldılar. O Avrupa’dan döndüğünde, işçiler, açlığın kırbacı altında madenlere dönmüştü, buna karşılık John Mitchell, Park Avenue Hotel’de bir ziyafete çağrılıyor ve kendisine pırlantalı bir saat hediye ediliyordu.
John Mitchell’ın otoritesine karşı çıktığım günden itibaren silahlar bana çevrildi. İftira ve baskı, kara bir gölge gibi beni izliyordu. Fakat mücadele devam ediyordu.
Toplantılar düzenlemekte olduğum havzadan döndüğüm bir gece, tam uykuya dalacakken, kapım sertçe çalındı. Ne olur ne olmaz diyerek, her zaman elbiselerimle uyurdum. Gidip kapıyı açtım ve bir askerle burun buruna geldim.
“Albay, karargâha gelmenizi istiyor.”
Hemen onunla gittim. Üç dört kişi daha getirilmişti. Bunlardan ikisi, War John [William Wardjon] ve Joe Pajammy [Joe Poggiani] isimli örgütçülerdi. Hep birlikte Santa Fe istasyonuna götürüldük. Bizi sınır dışı edecek olan treni beklerken, bazı maden işçileri, bana güle güle demek için koşarak geldiler. Elimi sıkarak, “Güle güle Ana” dediler.
Albay, onların ellerine vurdu ve bağırdı. “Uzaklaşın buradan. Bu kadınla el sıkışamazsınız!”
Milisler bizi
“Ama” dedim, “işini kaybetmeni istemem.” Vâlilikten gelen belgeyi gösterdim. Okudu.
“Ana” dedi, “Denver’a gitmek istiyor musun?”
“Evet” dedim.
“Öyleyse işin canı cehenneme” dedi, “Denver’a gidiyorsun.”
Denver’da bir oda buldum ve bir süre dinlendim. Oturup kömür şirketlerinin itaatkâr hizmetkârı o vâliye bir mektup yazdım.
“Vâli Bey, beni eyalet dışına attırmak için savaş köpeklerinizi üzerime saldınız. Emirlerinize itaat ettiler. Elimde onlardan biri tarafından bana verilen ve ‘hiçbir koşulda eyalete dönemez’ diyen bir belge var. Vâli, sana hatırlatmak isterim ki, orası babanın malı değil. Eyaletlerin kardeşliği kabul edildiğinde, babam bana o eyaletin de bir hissesini verdi, sana verilen de bundan ibarettir. Sivil mahkemeler açık. Ben bir eyaletin ya da devletin yasasını çiğnediysem, benimle ilgilenmek sivil mahkemelerin işidir. Atalarım bu mahkemeleri, senin gibi diktatörler ve tiranlar sivillere mani olmasınlar diye kurdular. Sokakta geçirdiğim dokuz on saatten sonra, tam da burada, senin ofisinden dört ya da beş blok ötede, başkentteyim. Sana soruyorum vâli, şimdi ne halt edeceksin?”
Bir kurye çağırdım ve mektubu vâlinin ofisine yolladım. Vâli mektubu okumuş ve o anda odasında olan bir gazetecinin bana söylediğine göre, kıpkırmızı olmuş.
“Ne yapayım şimdi?” demiş gazeteciye. Emirle hareket etmeye alışkındı. “Onu rahat bırakın” diye akıl vermiş gazeteci. “Amerika’da ondan daha yurtsever bir vatandaş yoktur.”
Denver’dan Western Slope’a geçtim, her türlü haktan mahrum, ırgat gibi çalışan ve bu korkunç eşitsizliklere karşı mücadele eden maden işçilerine umut ve cesaret vermek amacıyla toplantılar yaptım.
Utah’taki Helper’a gittim ve çok sevimli bir İtalyan aile sayesinde bir oda buldum. Pazar öğleden sonra bir toplantı yapacaktım. Dağların tepesinde yorgun argın kilometrelerce yürüyerek, dört bir taraftan insanlar geldi. Dükkân sahipleri çağrılmamışlardı, ama her nasılsa onlar da geldiler. Toplantı başlamak üzereydi ki, küçük kasabanın belediye başkanı bana doğru geldi ve şirket arazisi üzerinde olduğum için burada toplantı yapamayacağımı söyledi. Yetki alanının nereye kadar uzandığını sordum. Şirketin yetki alanı kadar dedi. Şirkete çalışan bir belediye başkanıydı.
Toplantıya katılanlara döndüm ve beni izlemelerini istedim. Maden işçilerinin, evlerinden mahkeme kararıyla çıkarıldıklarında kurmuş olduğu Half Way’deki küçük çadır topluluğuna kadar hepsi ardımdan geldiler.
Toplantı bitince Helper’a döndüm. Ertesi gün, kasabada çiçek hastalığı olmadığı halde, çiçek hastalarını karantinaya almak için uyduruk bir baraka kuruldu. Bana, çiçek hastalığına tutulmuş olduğum ve bu barakaya kapatılmam gerektiği bildirildi. Fakat o gece baraka nasıl olduysa yakılıp yıkıldı.
Barınmak için Half Way’e gittim, çünkü İtalyan aile, artık bana ev sahipliği yapmaktan korkmaya başlamıştı. Başka bir İtalyan aile, bana, barakalarında bomboş bir oda verdi. Odada sadece, kapıyı kapatmak için büyükçe bir taş vardı. Odaya henüz yerleşmiştim ki, milisler gelip çiçek hastalığına yakalanmış olduğum için karantinaya alındığımı bildirdiler. Fakat ben dışarı çıkıyor ve madencilerle konuşuyordum, onlar da bana geliyorlardı.
Bir cumartesi gecesi, postane şefinden, milislerin sabah erkenden çadırlara saldıracağı haberini aldım. Madencileri çağırdım ve silahları olup olmadığını sordum. Silahları elbette ki vardı. Onlar batılı insanlardı, dağların insanları. Silahlarını kayaların arasına gizlemelerini söyledim; şerif yardımcıları onları toplamaya geliyordu. Kan dökülmesini istemediğim için, çadırlara baskın yapılacağını onlara söylemedim. Tutuklanmaya razı olmak daha iyiydi.
Sabah dört buçuk beş civarında, yolda ayak sesleri işittim. Karantina barakamdaki pencereden baktım ve şerifin yaklaşık 45 adamını gördüm. Uyumakta olan çadır kampına baskın yaptılar, maden işçilerini yataklarından sürükleyerek çıkardılar. Elbiselerini giymelerine bile izin vermediler. Sabah, dağların en soğuk zamanı olduğundan, işçiler elbiselerini giymelerine izin verilmesi için yalvardılar. Soğuktan titreyerek, arkalarında karılarının ve çocuklarının ağlayışları ve feryatları, yol boyunca silahlarla dövüle dövüle, sığırlar gibi Helper’a sürüldüler. Akşam bir yük vagonuna tıka basa dolduruldular ve ilçe merkezi Price’a götürülüp hapse atıldılar.
Maden işçileri hiçbir yasayı çiğnememişlerdi. Karılarının ve çocuklarının acılı çığlıkları göğü delecek, Acıların Anası’nın [Meryem Ana] kalbini eritecek cinstendi. Onların suçu, paranın iktidarına karşı grev yapmaktı.
Kadınlar, çiçek hastalığı bahanesiyle kapatıldığım barakanın penceresi altında toplandılar.
“Ah Ana, ne yapacağız?” diye feryat ettiler, “Çocuklarımız ne olacak?”
“Küçük Johnny’me bak,” dedi bir kadın, minicik, kırmızı yüzlü, yeni doğmuş bir bebeği kaldırarak.
“Ne güzel bir bebek” dedim.
“O hasta. Yavrum neredeyse ölecek. Şirket evi aldı. Şirket erkeğimi aldı. Yakında bebeğimi de alacak.”
Bu saldırıdan iki gün sonra, kapımı tutan taş aniden itildi. Bir adam odaya daldı, çenemin altına bir tabanca dayayarak, ona maden işçilerinin 3000 dolarını nerede bulabileceğini söylememi, yoksa beynimi dağıtacağını söyledi.
“Barutunu boşa harcama” dedim. “Indianapolis’teki madencilere yaz. Mitchell’a yaz. Para şimdi onda.”
“Lânet olası sözlerine ihtiyacım yok” diye yanıt verdi ve sordu: “Ya para Başkan’da değilse?”
“Onu hapse attırdın demektir.”
“Sende hiç mi para yok?”
“Kesinlikle.” Elimi cebime soktum, elli senti çıkardım ve cebimi tersyüz ettim.”
“Tüm paran bu mu?”
“Kesinlikle, ve onu da sana vermeyeceğim, çünkü kafayı çekip Helen Gould’un çiçek mikrobunu vücudumdan atmak için ona ihtiyacım var, böylece buradan çıktığımda bütün ülkeyi aşılamayacağım.
“Paran yoksa seni saldıklarında buradan nasıl gideceksin?”
“Demiryolcular beni her yere götürür.”
Dışarıda şerifin iki adamı daha vardı. İçeridekine dışarı çıkması için bağırıp duruyorlardı. “Kadında para filan yok” diyorlardı ısrarla. Sonunda, param olmadığına o da ikna oldu.
Sonradan öğrendim ki, bu herif bir banka soyguncusuymuş, fakat maden işçilerinin sendikasını yok etmek için şerif yardımcısı olarak ant içirilip göreve getirilmiş. Daha sonra, Prince’te bir postaneyi soyarken öldürüldü. O anda ise, işçi ana ve babaların ve hatta çocukların umutlarını ve özlemlerini ezmek için, para sahiplerinin tuttuğu adamlardan biriydi.
Yirmi altı gün yirmi altı gece bu bomboş odada tutuldum, çiçek hastalığı bahanesiyle tecrit edildim. Sonunda, hiçbir tazminat olmaksızın salıverildim ve Salt Lake’e gittim. Tüm o gün ve geceler boyunca, tehlike her an kapımda olduğundan, elbiselerimi hiç çıkarmadım.
Cripple Creek grevinde tüm yasalar çiğnendi. Albay Verdeckberg komutasındaki milisler, “Biz sadece Tanrı’dan ve vâli Paebody’den emir alırız” dediler. Askerî Hâkim McClelland, anayasayı çiğnemekle suçlandığında, “Anayasanın canı cehenneme!” dedi. Hukuk tümüyle çökmüştü. Habeas corpus (yargılanma hakkı) askıya alınmıştı. Özgür konuşma ve toplanma yasaklanmıştı. İnsanlar engizisyon günlerindeki gibi fısıltıyla konuşuyorlardı. Askerler zorbalığa başvurdular. Grevci işçiler, serserilik gerekçesiyle tutuklandılar ve gaddar askerlerin emri altında sokakta birbirlerine zincirlenmiş vaziyette çalıştırıldılar. Cripple Creek bölgesindeki erkekler, kadınlar ve minicik çocuklar kodese tıkıldı. Maden işçileri uyurken vuruldu. Memleketlerinden sürüldüler; aileleri, onların nereye gittiğine ya da yaşayıp yaşamadıklarına dair hiçbir şey bilmiyordu.
Cripple Creek’teki grev başladığında, yasalar işliyordu, fakat bir bankacı olan ve Rockefeller menfaatleriyle tam bir anlayış birliği içinde olan vâli, milis gönderdi. Milisler, polisleri ofislerinden attı. Şerif Robinson’ın önüne bir ip fırlatıldı ve istifa etmezse, bu ipin boynuna geçeceği söylendi.
Üç maden işçisi, yargıç Seeds’in önüne çıkarıldılar. Onlara yöneltilmiş hiçbir suçlama yoktu. Hâkim salıverilmelerini emretti, fakat süngü takmış halde duruşmaya katılmış olan askerler, işçileri hemen yeniden tutukladılar ve hapishaneye geri götürdüler.
400 erkek evlerinden alındılar. 76’sı bir trene yerleştirildi, korumalar eşliğinde Kansas’a kadar götürülüp bir çayırda indirildi ve şayet ölümü tatmak istemiyorlarsa asla geri dönmemeleri söylendi.
Haziran sıcağında, Victor’da, 1600 kişi tutuklandı ve Armory Hall’a kondu. Hapishaneler inşa edildi ve ister maden işçisi bir erkek olsun, ister bir kadın ya da çocuk, büyük kömür madeni sahiplerinin ya da milislerin hoşuna gitmeyen kim varsa, bu korkunç hapishanelere atıldılar.
Dükkân sahiplerinin maden işçilerine mal satması yasaklandı. İşçilere teselli verirler korkusuyla rahipler ve vaizler sindirildi. Kadın ve çocuklara yiyecek temin edebilmek için, maden işçileri kendi dükkânlarını açtılar. Askerler ve haydutlar bu dükkânlara zorla girdiler, onları yağmaladılar, kasaları açtılar, terazileri parçaladılar, çuvalları yırtarak unu ve şekeri yerlere döktüler, her şeyin üzerine gazyağı döktüler. Etler, milislerce zehirlendi. Mallar çalındı. Milislerin dokunulmazlığı olduğundan, madenciler tazminat alamadı.
Peki bütün bunlar niçin yapıldı? Bir grup insan, 8 saatlik işgünü, kantarcının denetlenmesi ve büyük kömür baronlarına kölece bağlayan senet sisteminin kaldırılması talebinde bulunduğu için. Hepsi bu. Sırf, maden işçileri bu koşullar altında çalışmayı reddettikleri için. Sırf, maden işçileri çocukları için daha iyi bir gelecek, daha fazla gün ışığı, daha fazla özgürlük istediği için. İşte bu yüzden bütün bir yıl acı çektiler ve bunun için öldüler.
Belki de işçi hareketi içindeki hiç kimse, işçilerin maruz kaldığı barbarlığa benden fazla tanık olmamıştır. Onların işyerlerinde öldürüldüğünü, zamanından önce yıpratılıp ihtiyarlatıldıklarını, hapse atıldıklarını ve direnirlerse vurulduklarını gördüm. Hiçbir savaş meydanında emsali görülmeyen zulümlerin ve yiğitliklerin sayısız öyküsünü anlatabilirim.
Cripple Creek’te bayan M. L. Langdon [Emma Langdon] vardı. Grevi, maden işçilerinin bakış açısıyla veren bir gazete olan The Victor Record’un yayını, maden işletmecilerinin davasını benimsemeyen tüm gazetelerinki gibi, milisler tarafından keyfi olarak durdurulmuştu. Bayan Langdon’ın kocası, The Record’un editörü olduğu için tutuklanmıştı.
Gazetenin yayınının durdurulmasının, editörünün ve yardımcılarının hapse atılmasının ertesi sabahı gazete her zamanki gibi yayınlanınca, askerler çok şaşırdılar. Bayan Langdon bütün gece boyunca küçücük bir mum ışığında çalışarak, dizgiyi yapmış ve gazeteleri bir el presinde basmıştı.
19 Kasım 1903’te, iki örgütçü, Demolli ve Price, Scofield’a gidiyorlardı. Şehrin biraz dışında, “Yurttaşlar İttifakı” üyelerinin oluşturduğu bir çete, yüksek güçlü tüfeklerle silahlanmış olarak trene bindi ve tren personeline, örgütçüleri geri götürmelerini emretti.
Aralıkta, Secundo’da, Lucianno Desentos ve Joseph Vilano, şerif yardımcısı tarafından uluorta öldürüldüler. Onların öldürülmesinden kısa bir süre sonra, örgütçü William G. Isaac’in evi havaya uçuruldu. Isaac o sırada Glenwood Springs’teydi. Evin, iki küçük çocuğunun çoğu zaman uyuduğu kısmı patlamada harap oldu. Neyse ki, patlamanın olduğu gece onlar arka odada anneleriyle birlikte yatıyorlarmış. Aile, patlamanın ardından çıkan yangında yanarak ölmekten, kırık bir pencereden dışarı çıkarak kurtulmuştu. Isaac, kendi karısını ve çocuklarını öldürmeye kalkışmak suçlamasıyla tutuklandı.
Böyle devam edip gidebilirim. İnsanlar dövüldü ve yollarda ölüme terk edildi. Sherman Parker’ın evi izinsiz olarak arandı ve gecelikli karısı, askerlere ışık tutmaya zorlandı. Ve evden bir tek silah bile çıkmadı.
1904 Şubatında bir Pazar günü, Joe Poggiani ve ben, bir toplantı yapmak için, Berwyn’in dışındaki bir kampa gittik. Genel merkeze bağlı örgütçüler, William Fairley ve James Mooney, Bohnn’a gitti. Bu iki yerleşim yeri aynı yöndeydi, Berwyn biraz daha uzaktaydı. Toplantıdan sonra, arabayla Bohnn’dan geçerken, bir kulübeden üç kadın koşarak çıktı, uzun, kemikleri çıkmış kollarını bize doğru sallıyor, çığlıklar atıyor ve büyücüler gibi dönüp duruyorlardı. Daracık yolda, otomobilimizin tam önüne atladılar.
“Gelin! Gelin! Kötü bir şey!” Elleri başlarında, iki yana sallanıyorlardı. Yabancıydılar ve İngilizceleri yetersizdi.
“Joe” dedim, “devam etsek daha iyi olacak. Kafayı çekmiş olabilirler. Bizi eve sokmak için bir oyun olabilir bu.”
“Hayır! Hayır!” diye bağırdı kadınlar. “İçmek yok! Kötü bir şey!” Arabanın kenarına çıktılar ve bizi çekiştirmeye başladılar.
“Haydi Ana” dedi Joe, “girelim. Sanırım bir problem var.”
Leylek gibi sıska bu üç kadının ardından gittik. Berbat bir yatağın üzerinde, kirli battaniye parçaları ve eski yorganlarla örtülmüş halde Mooney yatıyordu, çok kan kaybetmiş ve bilincini yitirmişti. Yanında Fairley oturuyordu, fena halde dövülmüştü.
Joe hızla Trinidad’a gitti ve bir doktor buldu. Mooney yaşadı ama o günden sonra akıl sağlığına asla tam olarak kavuşamadı. Fairley, o yediği korkunç dayaktan sonra iyileşmeyi her nasılsa başardı.
Fairley, Bohnn’dan dönerlerken, yedi silahlı adamın yol kenarındaki çalılıklardan yola fırladığını, onları dövdüğünü, tekmelediğini ve ayakları altında ezdiğini söyledi. Adamların yedisi de silahlıydı ve direnmek faydasızdı.
Örgütçüler hapse atılıyor ve aylarca orada tutuluyorlardı. Tehcir ediliyorlardı. Nisanda 14 maden işçisi Broadhead’de tutuklandı ve New Mexico’ya sürüldü. Çölde arabadan indirildiler, yemek ve sudan elli kilometre uzakta. Daha yüzlercesi sürgüne gönderildi, karıları ve çocuklarıyla haberleşmelerine izin verilmeden alınıp götürüldüler. Kadınlar, kocalarının ne zaman evden ayrıldığını ve bir daha dönüp dönmeyeceklerini bilememenin acısını çektiler. Sürgüne yollanan erkekler dönerlerse, milisler tarafından hemen tutuklanıp hapse atılıyorlardı. Bütün örgütçüler ve liderler, ya sokaklarda açıkça ya da pusularda, ölüm tehlikesi altındaydı. John Lawson’a ateş edildi, fakat bir mucize eseri kurşun ıska geçti.
Güney havzalarındaki grev uzadıkça uzamıştı. Fakat güneyli madenciler kuzeyli kardeşleri tarafından yalnız bırakıldıkları andan itibaren, grevin ümitsiz olduğunu hissettim. Güneyli madenciler, bu köhnemiş kölelik düzenine teslim olmadan önce cesurca savaşmışlardı. Ordu insan yaşamını hiçe sayıyordu. Onlar kutsanmış yamyamlardı. Ülkenin gençleri, büyük sanayiciler tarafından güce tapma doğrultusunda eğitiliyor ve para sahibi olmanın kişiyi kanundan üstün kıldığını görüyorlarsa, yaşadığımız cinayet ve soygunlara nasıl şaşılabilir?
Sendika başkanımız Howell ve sekreter Simpson gibi insanları tarih yazacak. Bu zorlu grev boyunca onlarla yakın ilişki içinde oldum. Onların torunları, damarlarında böyle harika insanların kanı dolaştığı için onur duymalılar.
“Yurttaşlar İttifakı” taraftarlarının “yabancılar” diyerek küçümsediği bu güneyli maden işçilerinden daha sadık, daha yürekli insanlar bulunamaz. İtalyanlar ve Meksikalılar sonuna kadar direndiler. Sendikal mücadele alanında yenildiler, ama manevi bir zafer kazandılar.
link: Mary Harris Jones, Bölüm 13 - Cripple Creek Grevi (1903), 22 Şubat 2012, https://fa.marksist.net/node/2937