2012 1 Mayıs’ının emekçi yığınları dünyanın dört bir köşesinde ve Türkiye’de önceki yıllara göre daha geniş biçimde mücadele alanlarına çektiğine tanık olduk. Özellikle Taksim’deki kutlamalarda, 1 Mayıs meydanını kendi sesini duyuracağı bir emek kürsüsü olarak görüp alanlara akan yüz binlerin coşkusu ve heyecanı görülmeye değer bir tablo oluşturuyordu. Türkiye’de 1 Mayıslar egemen sınıfın baskıları yüzünden yakın zamana kadar çoğunlukla olağanüstü koşullarda kutlanagelmişti. On yıllardır katlanılan acılara, göğüs gerilen baskılara ve zulme rağmen var edilen 1 Mayıs geleneğinin dimdik ayakta durduğunu açık biçimde ortaya koyan bu tabloda aynı zamanda mücadele tohumlarının da yeşerdiğini görmek zor değildi.
1 Mayıs 1977’deki katliamın, 12 Eylül’ün yaşayan iki generalinin yargılanmaya başlamasıyla birlikte yeniden gündeme geldiği ve burjuva devletin gizli örgütlerinin çevirdiği dolapların mahkemede de devlet sırrı gerekçesiyle gizlenmeye çalışıldığının görüldüğü günlerde yüz binler 1 Mayıs Alanına akmıştı. Bu yüzden, yaşadıkları koşullara karşı tepkilerini ortaya koymak için alana çıkanların duygularına ve düşüncelerine, Taksim’i 1 Mayıs Alanı yapan 1976, 1977 ve 1978 kutlamalarının anılarıyla birlikte, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de yaşanan katliama karşı duyulan haklı öfke de ister istemez sirayet etmişti.
Durum bu iken 2 Mayıs günü Habertürk kanalında bir programa katılan Halil Berktay, içinden geldiği Aydınlık grubundan pek çok kişiyle birlikte yıllardır ısıtıp ısıtıp sofraya getirdikleri, ancak bugüne kadar itibar görmeyen iddialarını bu sefer daha da küstah bir üslupla bir kez daha yineledi. Ona göre 1 Mayıs 1977’de yaşananlar burjuva devletin kirli tertipleriyle değil solun kendi kabahati sonucu gerçekleşmişti. Asıl katil maktuldü! Programda Berktay, “Devletin sola yapamayacağı bir şeyi sol kendi kendisine yapmış, ortaya bir fecaat çıkmıştı. Daha sonraki yıllar içinde bir sürü palavra atıldı. 35 yıl boyunca, davulcunun şahidi zurnacıdır misali, bu palavralar gerçek kabul edildi. O günlerde daha doğmamış olanlar geçip karşıma keskin nişancılardan bahsetmeye başladı. Sol, kendi yaptığı rezillikten bir mağduriyet efsanesi yarattı” sözlerini etmişti.
Ertesi gün ise Berktay’ın köşe yazarı olduğu Taraf gazetesi de bu sözlerin tarafında iştahla yer aldığını gösterecek biçimde bu pespaye iddiayı öne çıkardı ve “77 katliamından solcular sorumlu” başlığını attı. Farklı yöndeki binlerce tanıklık, bilgi ve belge es geçilerek haber “34 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977 olayları, o gün meydanda olan Halil Berktay’a göre, birbiriyle çatışan solcuların marifeti. (...) O gün Taksim Meydanı’nda yaşananlara çok yakından tanıklık eden Tarihçi-yazar Halil Berktay’a göre, ortada ne kanlı bir derin devlet komplosu ne de etrafa gizlenmiş keskin nişancılar vardı. Sol, kendi rezilliğinden bir mağduriyet efsanesi çıkardı” sözleriyle işlendi.
İlerleyen günlerde Taraf gazetesi ve Berktay “solun kendi geçmişi, tarihi ve hatalarıyla hesaplaşması gerektiği” söylemiyle sola ve sosyalistlere dönük ideolojik saldırılarını yoğunlaştırdılar. Gazetede Berktay’ın tabuları yıktığı yönünde değerlendirmeler yapıldı. Gazetenin pervasız tutumunu içine sindiremeyip yazılarına son veren yazarların ardından da, sanki ortaya tartışmaya değecek yeni bir olgu çıkmış da bu tartışılmıyormuş gibi, sosyalistlerin hiçbir meseleyi tartışacak olgunlukta olmadıklarına dair yazılar çıktı. Ayrıca Sular İdaresinin üstünden ve Intercontinental Otelinden ateş edildiğine dair hiçbir tanıklığın olmadığı yönünde tekrarlanan yazılarla Berktay’ın iddialarına editoryal destek sağlanmaya çalışıldı. Bu yöndeki ifadelerinin gazetede çarpıtılarak kullanıldığını söyleyenlerin isyanı ise kulak ardı edildi.
Nihayet internet üzerinden yapılan atışmalarla birlikte tartışma giderek yaygınlaştı ve belirli bir kesimin gündemine oturdu. 1986 yılında Nokta dergisi için hazırladıkları 1 Mayıs 1977 dosyasında aynı iddiaları gündeme getiren Berktay’ın eski yoldaşı İpek Çalışlar bile tartışmanın bu derece alevlenmesine şaşırmıştı. Çalışlar “26 yıl önce o efsaneleri ortaya çıkarmıştık, o gün kimse umursamadı” diyordu. Yani yıllarca itibar görmeyen ve 2 Mayıs 1977 günkü Tercüman gazetesinde “kızıllar kudurdu” manşeti ile dile getirilip yıllarca sağcılar tarafından işlenen saptırmanın inceltilmiş versiyonundan başka bir şey olmayan bu iddialar ne olmuşsa bugünlerde kıymete binmiş ve ateşi olabildiğince harlanmıştı.
1 Mayıs 77’de ne oldu?
1 Mayıs 1977 tertibini ve bu tertip sonucu gerçekleşen katliamı yüz binlerce emekçi ve kutlamaları takip eden binlerce gazeteci ve gözlemci birlikte yaşadılar. Katliam bir anda olup bitmedi ve dakikalarca sürdü. Bu yüzden katliamı organize edenler ve onların ilişkileri belki uzun süreler gizli kalabilir ama yaşananların gerçekleşme biçiminin ve mahiyetinin gizlenmesi ya da çarpıtılması mümkün değil. Zaten tanıkların önemli bir bölümünün ifadelerinin birbirini desteklemesi de bunu gösteriyor.
Berktay tüm bu tanıklıklara rağmen sığ bir akıl yürütmeyle, Intercontinental Otelinden ve Sular İdaresinin üzerinden ateş açılsaydı kurşun yarası ile ölenlerin daha çok sayıda olması gerekirdi diyordu. Kurşun yarası sonucunda ölenlerin sayısı o kadar çok olmadığına göre bu iş kitlenin üzerine kurşun yağdırılmasıyla olmadı, o zaman tüm sorumluluk da ortamı geren ve “şiddet sevmekle malûl” olan solda olmalı yargısında bulunuyordu. Alanda olup bitenin sol içi çatışmanın sonucu olduğunu ve sosyalistlerin bu durumdan bir mağduriyet ürettiklerini söylüyordu.
Sosyalist olanlar ağzıyla kuş tutsalar Berktay gibileri söylediklerine inandıramayacakları için gelin biz alandaki binlerce sosyalist ve devrimci işçinin tanıklıklarını bir kenara bırakalım ve dönemin CHP’li belediye başkanı Ahmet İsvan ve o dönemde bu katliamı soruşturan 2. Ağır Ceza Mahkemesinin savcısı Çetin Yetkin’in sözleriyle Taksim’de neler olduğunu anlamaya çalışalım.
Berktay’ın iddialarının ardından, Ahmet İsvan, Cihan Haber Ajansına verdiği röportajda, kendisine sorulan soruları şöyle yanıtlıyordu: “DİSK görevlilerinin içinde bulunduğu belediye zabıta arabası Yeni Cami’nin önünde bir kümelenme olduğunu fark etti. Şunu da belirteyim: DİSK yetkili olarak bazı fraksiyonların meydana girmesini yasaklamıştı. Yasaklı fraksiyon Maoculardı değil mi? Evet grupların tam olarak isimlerini bilemiyorum ama genel olarak Maoculardı. Meydana girişleri yasaklandığı için DİSK’e «Moskova uşağı», «Satılmış» filan diyorlardı. Yeni Cami önündeki küme neydi? O kümelenen gençlerin elinde dürülmüş bir pankart varmış, pankart açılmadığı için kim olduğunu anlayamadılar. Zabıta araçlarındaki DİSK’liler birbirleriyle telsizden konuşuyor, ben de dinliyorum. Hiçbiri bu kümeyi tanıyamadığı için sonuçta «Bunlar bizden değil» dediler. Ve bir süre sonra Yeni Cami önündeki o kalabalık eridi, yok oldu. Sonra Valide Camii’nin önünde yeniden kümelendiler. Aynı grup mu? Yine bilinmeyen bir grubun kümelenmesi. Yine DİSK yetkilileri aralarında telsizle konuşup anlamaya çalışıyor. Sonunda Valide Camii önündeki küme pankartlarını açtı ve anlaşıldı ki DİSK’in meydana sokmayacağız dediği gruplardan biri. Ellerinde afiş ve pankartlarıyla Bozdoğan Kemeri’ne doğru yürüdüler. DİSK, Uzel fabrikası işçilerini –ki sayılarının 2 bin kişi olduğunu sonradan öğrendim– engelleme yapmaları için tıkaç olarak yolladı. Diğer grup, yani Maocu fraksiyon bunun üstüne sol tarafa Fatih istikametine saptı. Resmen fraksiyonlar arası dama oynanıyordu.
“DİSK’in görevlileri ne yaptı? Tabii onları meydana sokmamaya çalıştı ve bu iki grup arasında silahlar atıldı. Onun başlamasıyla birlikte Sular İdaresi’nin üstünden-Pamuk Eczanesi-Intercontinental Oteli olmak üzere bir yarım daireden ateş açılmaya başlandı. Bizlere, yani kürsüye ve şeref tribününe doğru. Ne kadar sürdü? 3-4 dakika. Ama binlerce kurşun atıldı. İnsanlar panikle kaçışmaya başladı. Ve korkup kaçan insanların üzerine polis panzerleri sürüldü. İnanılmazdı. Kabul edilemezdi. Adam kucağına çocuğunu almış, diğer elinde karısı… Kaçıyor. Polis, panzeri onların üstüne sürüyor. Bu arada ses bombası atıyor. Taksim Meydanı’nda dönüyor, bir daha geliyor, durmuyor panzer. Böyle bir manzarayı unutamam.
“Sizin polisle karşı karşıya geldiğiniz an ne zamandı? Yerlerde yaralılar ölüler, perişan bir manzara. DİSK’liler gelip bizim etrafımızda koruma çemberi oluşturdu ki, tribünden inebildik. Kültür Sarayı’nın önünde iki sıra şeklinde dizilmiş toplum polisi vardı. Ben onlara doğru yöneldim. Tam bu sırada, biraz da güneşin batması nedeniyle Sular İdaresi’nin tepesinde insanlar belirdi. Siluetler diyeyim. Biraz tarif eder misiniz? Ellerinde tüfek olan 5-6 insan. Pantolonlarını potinlerinin içine sokmuş gibiydiler. Onlar görününce meydandaki insanlar feryat etmeye başladı; burada silahlı adamlar var diye. Ben de toplum polisinin başındaki polise gittim ve Sular İdaresi’nin tepesini gösterdim: «Kim bunlar? Sizin bildiğiniz insanlar mı, yoksa teröristler mi? Kim bu silahlılar?» Tam ben bunları müdürle konuşurken aralarından bir homurtu yükseldi. Benden bahsederek “Ne arıyor bu herif burada” dendiğini kulaklarımla duydum. Sonra polislerden biri sağ omzuma copla vurdu. Tabii bunu kürsünün etrafındaki çok kişi gördü ve bağrışmaya başladılar: «İsvan’ı dövüyorlar!» Sular İdaresi’nin tepesindeki adamlar kimdi sizce?
Solcu fraksiyonlardan biri değildi. Çünkü tüfeklilerdi. Solcular tabanca taşırdı. Ayrıca bu adamlar olay bittikten sonra görünür oldular. Tepede belirdikleri anda ateş edilmiyordu. Solcular olsa o işi yaptıktan sonra orada beklemezdi ve solcular tüfekli değildi.
Siz daha sonra savcılığa ifade verdiniz... İki kere ifade verdim. Mahkemeye bir tek patlamış silah getirmediler. Intercontinental’in ön odalarındaki polislerin elinde kamera kayıtları vardı. Bir tane video ya da fotoğraf gelmedi mahkemeye. O dönemde emniyet müdürü olan kişinin ifadesi bile alınmadı, inanabiliyor musunuz? Polis mi bilmem ama birileri o katliama iştirak etti. Hazırlıklıydılar, işaret bekliyorlardı. İstenmeyen fraksiyonun Taksim’e girmesi fırsat bilindi. Bana göre planlanmış olan katliam daha erken saatlerdeydi fakat benim kurduğum telsiz sistemi grubun Taksim’e girmesini gün boyunca engelleyince hesap değişti. Bütün planı bozuyormuşum meğer ben! O nedenle Berktay’ı dinlerken kulaklarıma inanamadım. Solcu fraksiyonlar silahlaştılar, evet. Ama iş ondan ibaret değildi ki. Bir güç daha işin içindeydi.”
Soruşturma ve yargılama safhasını değerlendiren eski savcı Çetin Yetkin’in Milliyet gazetesindeki anlatımları ise şöyle: “Dosya üzerinde yaptığım inceleme ve duruşma sırasında yaşananları değerlendirdiğimde olayın sol gruplar arasındaki bir çatışmadan kaynaklandığını söylemek kesinlikle mümkün değil. Bunu kanıtlayan yüzlerce delil ve emare arasında aklıma ilk gelen görevli jandarma personelinin dosyadaki ifadeleri. Jandarma Üsteğmen Abdullah Erim ve Astsubay Mehmet Çağlar, Sular İdaresi’nden ateş açan kişilerin çarpışarak ele geçirildiğini ve Emniyet 1. Şube’ye teslim edildiğini söylüyor. Dönemin 1. Şube Müdürü Mete Altan böyle bir şey olmadığını söylüyor. Oysaki karakollarda görevli birkaç polis jandarmanın ifadesini doğrulayan ifade veriyor.”
Eski Savcı Yetkin şöyle devam ediyor: “Ben mahkeme aşamasına kadar tüm dosyayı incelemekle görevliydim. Tek tek inceleyince bir sürü eksiklikler ortaya çıkıyordu. Ekspertiz raporu alınmamıştı. Kaç kişinin yaralandığı, yaralananların nasıl ve ne şekilde yaralandıkları, sonraki durumları tespit edilmemişti. Sadece ölüler vardı elimizde. Tabancayla vurulmuş adam. Ne otopsi yapıldı, ne de bir tespit. Sanıklar üzerinde yakalanmış tabancalar var. Bu adam hangi tabancayla vurulmuş bakılmadı. Mermiler elde edildi, tabancalar ve boş kovanlar bulundu. Ama balistik raporu yapılmadı. O kovanlar bu silahtan çıktı mı, çıkmadı mı ona da bakılmadı.”
“Olay öncesinde, sırasında ve sonrasında çekilen fotoğraflar ve filmler incelenmedi. Silahla ateş ederken fotoğrafları çekilen ve yüzleri açıkça görülen kişilerin fotoğrafları polis arşivlerinde bulunanlarla karşılaştırılmadı, kim oldukları araştırılmadı. Ben kendim bir kısım fotoğrafları toparlamıştım. Fotoğrafların arkasını mühürleyip mahkemeye verdim. Fotoğrafların büyütülüp yüzlerinin ve ellerindekilerin belirlenmesi için Adli Tıp’a gönderildi. Sadece bir yazı geldi. O fotoğraflar sonra ortadan kayboldu. Ben incelediğimde oldukça kalın olan dosyanın sıkıyönetim mahkemesinde küçüldüğünü biliyorum.”
Yetkin şunları ekliyor: “Soruşturmayı yürüten Toplum Suçları Bürosu Savcısı Muhittin Cenkdağ, ABD’li bir grubun Türkiye’ye gelişine dikkat çekti. Cenkdağ, meydana ateş edilen noktalardan biri olan Intercontinental Oteli’ne o gün için müşteri alınmaması emrinin verildiğini ancak olaydan önce havalimanına gelen ABD’li bir grubun ateş açılan kata yerleştirildiğini birkaç defa dile getirdi. O grup tedbire rağmen otele yerleştiriliyor ve olay biter bitmez oradan ayrılıp ülkeyi terk ediyor.”
“Bir de Kazancı Yokuşu’nun başında torba içinde bulanan patlayıcı maddeler var. Bu maddeler adli emanete alındı. Bunun adli emanete alındığına dair makbuzu ben gördüm. Ancak, bu bombalar adli emanetten kayboldu. Adli emanetten bir delilin yok olması çok vahimdir. Bu olay çok daha büyük olacaktı. O bombalar kalabalığa atılacaktı. Ama o ilk anda bu bombaları taşıyan ya kaçtı ya yaralandı ya da öldü. O zaman bir sürü sol grup vardı. Bunlar birbirleriyle çekişirdi ama böyle büyük bir organizasyonu bu grupların yapması mümkün değildi. Ayrıca telsiz konuşmalarının çözümü de vardı dosyada. Mesela panzer şoförü ile amirinin konuşması. Amiri, panzeri halkın üzerine sürmesini istiyor, şoför ise insanlar ezilir diyerek karşı çıkıyor ama amir ısrar ediyor.”
Başka hiçbir söze gerek bırakmayacak biçimde durumu anlamamızı sağlıyor bu açıklamalar. Yeterince detaylı biçimde ciddi bir tertip ile katliamın gerçekleştiğini ortaya koyuyorlar. Ne var ki Berktay, siyasi dönekliğin değişmez psikolojisi olan sosyalizmi ve devrimci mücadeleyi itibarsızlaştırma takıntısının ve bir fırsat ele geçirmiş olduğu zehabının onda yarattığı şehvetle, akademik unvanı tarih profesörü olsa da kendi alanının en temel yöntem kurallarını bile çiğneyerek hükmünü veriyor. Değil mi ki bu sol “şiddet düşkünü” ve “çatışmacı” bir kültüre sahiptir, olsa olsa bu katliama da onun bu rezilliği yol açmıştır!
Dönemin sosyalist örgütlerinin gerek sekterlikleri gerekse de burjuva devletin provokasyonlarına daha açık durumları sosyalistler arasında elbette eleştirilmesi ve dersler çıkarılması gereken hususlardır ve bu pek çok kez yapılmıştır da. Ancak bu zaaflara işaret edilerek, söz konusu olayda katliamın sorumluluğu hiçbir şekilde sosyalistlere yüklenemez.
Sosyalistlerin “şiddet severlikleri” meselesi
Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977’ye dair iddialarının da temelini oluşturan sosyalistlerin şiddetle ilişkileri, ona göre “şiddet severlikleri” meselesi, epeyce bir zamandır yazılarında işlediği bir konudur. Berktay, Kürt sorununun geldiği noktada çözümsüzlüğe sürüklenmesinin nedeni olarak da Kürtlerin soldan aldığı mirasla şiddet sever bir politika izlemesini görmektedir. Berktay’ın bu görüşleri yüzünden çıkan tartışmalarda yakın zamanda yine Taraf gazetesinin sayfalarında epeyce bir mürekkep sarfiyatı söz konusu olmuştu. Berktay’a göre şiddetin kategorik olarak reddedilmesi gerekir. Ancak “kepaze” solcular bir türlü bu düşkünlüklerinden vazgeçmemektedirler!
Berktay gibiler ne derse desin devrimci Marksizmin yolundan yürüyen sosyalistler için böylesi bir şiddet severlik söz konusu değildir. Ancak sınıf savaşımının da önlerine şiddet kullanımını çıkaracağını bilirler. Bu bilinçle hareket ederlerken de, ikiyüzlü küçük-burjuvalar gibi hâkim sınıfın şiddetiyle ezilen sınıfın şiddetini de aynı kefeye koymazlar.
12 Eylül’e giden yolları döşerken TC burjuvazisi, sosyalistleri, devrimcileri şiddet kullanmaya zorlamak için elinden geleni yapmıştı. ‘68 kuşağı elinde silahlarla siyaset sahnesine çıkmamıştı ama derhal egemen sınıfın tavizsiz ve acımasız şiddetiyle, kontrgerillasıyla, faşist hareketin eli silahlı militanlarıyla karşı karşıya kalmıştı. Tellerle boğulan, yurt binalarından atılan sosyalistler, taranan kahvehaneler ve kurşunlanan grev çadırları, tırmanan faşist terör ve işkenceler, sosyalist hareketi kaçınılmaz olarak kendini koruma ihtiyacı içerisine sürüklemişti. Sosyalistler ve sol hareket şiddete düşkünlüğünden değil ama burjuva devletin pervasız saldırıları yüzünden gerektiğinde kendini savunmak durumunda kalmıştı.
Bununla birlikte, proleter devrimciliğin güçlü olmadığı, küçük-burjuva devrimciliğin ve bu temeldeki bir rekabetin ağır bastığı ortamlar, burjuvazinin manipülasyon ve provokasyonlarına daha elverişli bir zemin sunarlar. Gerçek Leninist bir çalışma perspektifine sahip olamayan sosyalist örgütler de bu tuzaklara defalarca düşmüşlerdir. Bu durumun en tipik göstergelerinden biri de sol içi şiddetti. Bunlar vakıadır.
Berktay’a destek vermek için yazılar döşenen Murat Belge gibiler, sosyalist hareketi “nefret dili, şiddet düşkünlüğü, dayatma kültürü”yle bezeli bir naturaya sahip olmakla itham ediyorlar. Oysa 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanında gerçekleştirilen katliam, solun birbirine düşmesinden, şiddet düşkünlüğünden vs. kaynaklanmadı. Katliam, yükselen işçi hareketinin gidişatından korkan burjuvazinin bunun önünü kesmek için oluşturduğu stratejinin gereği olarak tertiplendi. Sonrasındaki gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde burjuvazinin bu hamlesi anlaşılır bir yere oturuyordu. Mayıs ve Haziran aylarında Ecevit’e yönelik ısrarlı suikast girişimleri ve bunun sonucu olarak ordu üst kademelerinde yapılan tasfiyeler bile bunu görmek için yeterlidir. 12 Eylül’e ilerleyen süreçte ardı arkası kesilmeyen suikastlar, Maraş ve Çorum katliamları vs. ise 1 Mayıs 1977’nin bu strateji için nasıl bir başlangıç noktası oluşturduğunu bize açıkça göstermektedir.
Ne var ki, Berktay’a ve onu destekleyenlere göre durum böyle değildir. Bu yüzden artık Evren ve Şahinkaya’nın avukatları savunmalarına gönül rahatlığıyla 1 Mayıs 1977’de kendilerinin bir tertiplerinin olmadığını, solcuların rezilce birbirlerine girdiklerini ve bu yüzden onlarca insanın öldüğünü yazabilirler. MİT’in de mahkeme tarafından sorulan “1 Mayıs alanında katliamın yaşandığı gün neden Intercontinental otelinde oda tutulduğu” sorusuna bir cevap vermesi gerekmez.
1 Mayıs katliamının hesabını devrimci işçi sınıfı soracaktır!
Sosyalistleri hiçbir şekilde dâhil olmadıkları olaylarda bile yıllarca zindanlara tıkan bir devlet geleneğinin olduğu bu ülkede, 1 Mayıs 1977’de gerçekleşen katliamda sosyalistler gerçekten pay sahibi olsalardı, mümkün olan en fazla sayıda sosyaliste bu suçlar misliyle fatura edilirdi. Buna şüphe yok. Üzerinden geçen onca yıla, hele ki askeri darbenin pençesinde geçirilen yıllara rağmen bu katliamın üzerine gidilmekten özenle kaçınılmış, bir tek fail bile yakalanmamışsa, bunun anlamı bu topraklarda yaşayanlar için gayet açıktır. Sırf bu durum bile katliamın burjuva devletin bir tertibi olduğunun kuvvetli delilidir.
Bu durumun sorumlusu tüm unsurlarıyla burjuvazidir. Ondan bunun hesabını da soracak olan da devrimci işçi sınıfıdır. Liberallerin ve döneklerin sosyalistleri karalama ve itibarsızlaştırma çabaları hiçbir şekilde bunun önüne geçemeyecektir. İşçi sınıfının örgütlülük düzeyi artıkça, öncü işçilerde tarih bilinci geliştikçe, 1 Mayıs 1977’de gerçekleşen katliamın hesabını sorma isteği de işçi sınıfı içinde kuvvetlenecektir.
Evet, 1 Mayıs 1977’de, Maocularla TKP’lilerin arasındaki gerilimi fırsata dönüştüren burjuva devlet, kontgerilla aygıtı aracılığıyla Taksim’i kana bulamıştır. Sosyalistlerin buna fırsat veren politik zaafları ve yanlışları elbette sosyalistler için bir tartışma, özeleştiri konusudur. Ancak bu tartışma liberallerin “sol kendisiyle yüzleşsin” yaygarasının basıncıyla yapılacak da değildir. Çünkü bu samimi bir çağrı değil sosyalistlere yönelik ideolojik bir saldırı ve karalamadır. Komünistlerin geçmişlerinden dersler çıkarmaları ve bunları kolektif deneyimlere dönüştürmeleri için döneklerin ve liberallerin çağrılarına ihtiyacı yoktur.
Elbette Türkiye sosyalist hareketinin bugün yola devam etmek isteyen unsurlarının geçmişin gerçek bir muhasebesini yapma, hesabını verme gibi bir sorumlulukları ortadan kalkmış değildir. Ancak bu muhasebe sadece yakın tarihte yapılan ya da yapılamayanlarla sınırlı bir içeriğe de sahip değildir. İdeolojik-teorik bir hesaplaşmayla başlayan ve gerçekten Bolşevik temellere sahip bir örgütlenmeye yönelen bir çaba olmaksızın bu muhasebe gerçek anlamını bulmayacaktır.
link: Selim Fuat, 1 Mayıs 1977 Tartışmaları Üzerine, Haziran 2012, https://fa.marksist.net/node/3030
THY Eyleminin Yansımaları
Tutuklu Öğrenciler Serbest Bırakılsın!