Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı, gerek öncesinde gerekse de hemen sonrasında yaşanan gelişmelerle birlikte, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları gibi değişik etnik köken ve kültürlerden gelen toplulukları bünyesinde barındıran devletlerin dağılmasına neden oldu. Dağılan bu imparatorluk devletlerinde yüzyıllarca birlikte yaşamış, iç içe geçmiş halklar, yeni kurulan ulus-devletlerin 1919 Paris ve 1923 Lozan Antlaşmaları ile belirlenen sınırlarında inşa edilmeye çalışılan ulusların birer unsuru haline gelmeye başladılar.
Ulus-devletlerde egemen sınıf olan burjuvazi, toplum üzerinde ideolojik hegemonyasını ancak milliyetçi düşüncelerin yaygın olarak kabul görmesiyle sağlayabilir. Ne var ki, söz konusu yeni ulus-devletlerin sınırları içerisinde, milliyetçi tasavvura denk düşen bir homojenlik söz konusu değildi. Eski imparatorlukların dil, etnik köken, din ve benzeri hususlardaki karmaşıklıkları, çizilen devlet sınırları içerisinde birden bire buharlaşmıyor, kaçınılmaz olarak yeni devletlerin içerisinde ulusal azınlıklar oluşuyordu.
Azınlıklar da egemenler nezdinde, yeni devletin birliğinin sağlanmasının önünde bir engel, daha da ötesi bir tehdit olarak algılanıyorlardı. Yeni ulus-devletlerin istikrarını bozacakları, hayatta kalma şansını azaltacakları düşünülen bu unsurlar, bu yüzden, özellikle Avrupa’nın pek çok bölgesinde, soykırım, tehcir, zorunlu göç, iskân ve mübadele gibi uygulamalar yoluyla etnik temizliğin gazabına maruz bırakıldılar. Bilhassa halkların yüzyıllarca iç içe yaşadıkları Balkanlar ve Anadolu, burjuva devletlerin ayakta durabilmeleri uğruna, bu kıyımlardan nasibini fazlasıyla aldı.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna önderlik eden Kemalist siyasal kadrolar da, 1912-1923 arasında Anadolu’nun Rum-Ortodoks nüfusuna yönelik iskân politikaları uygulayan, dahası 1915-1916 yıllarında yüz binlerce Ermeninin hayatına mal olacak korkunç kırımı gerçekleştiren İttihatçı seleflerinden farklı davranmadılar. Bunlar da derhal, etnik ve kültürel homojenliği sağlayacak adımları atmaya giriştiler. Kemalistler yeni kurulan devletin bekasının ancak gayrimüslim nüfusun Anadolu’dan gönderilmesi ve değişik etnik kökenden Müslüman unsurların da farklılıklarının Türk kimliği altında bastırılıp asimile edilmesiyle sağlanabileceğine kanaat getirmişti. Bunu da haliyle devletin temel politikası olarak hayata geçirmek için çaba gösterdiler.
1922’nin Eylülünde Yunanistan savaşı kaybederek Anadolu’dan çekildi. Başlayan kıyım ve baskı nedeniyle yüz binlerce Rum, başta İzmir olmak üzere Ege ve Karadeniz’den Yunanistan’a göç etmeye başladı. Yunanistan ve Girit’tense Müslümanlar Türkiye’ye doğru akın ediyorlardı. Resmi mübadele anlaşması ise bu metazori göç dalgasını takiben geldi. İlk adım 30 Ocak 1923’te Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi antlaşmasıyla atıldı. Bu antlaşmaya göre 1 Mayıs 1923’ten itibaren Türkiye’deki Rum-Ortodoks dinine mensup vatandaşlar ile Yunanistan’daki Müslümanlar mübadele edilecekti. Bu durumdan sadece İstanbul’da yaşayan Rumlar ve Gümülcine çevresinde yaşayan Müslümanlar muaf olacaktı. Savaştan yeni çıkmış TC egemenlerinin, daha hayati ölçekte bir sermaye çıkışına tahammülleri olmadığı için, gidişleri yıkıcı bir etkiye yol açacak İstanbullu Rum sermaye sahiplerinin kalmasına “şimdilik” razı oldukları anlaşılıyordu. Bunda elbette İstanbul’un özel konumunu ve uluslararası basıncı da dikkate almak zorunda kalmışlardı.
Böylece kısa süre içerisinde, Rumların yanı sıra anadili Türkçe olan yüz binlerce Karamanlı Hıristiyan zorla Yunanistan’a, pek çoğunun Türkçe bilmediği yine onbinlerce Yunanistanlı Müslüman da Türkiye’ye zorla göç ettirildi. Binlercesinin yollarda hastalıktan ve açlıktan öldüğü mübadiller, köklerinden zorla koparılıp yeni “devletlerinin”, bilmedikleri, alışık olmadıkları topraklarına yerleştirildiler. Bir yabancı olarak geldikleri ve gidecek başka yerlerinin olmadığının kavratıldığı yeni devletlerinde ayakta kalabilmek için de kuşaklar boyunca süren bir adaptasyon çabası içerisine girdiler ve asimile edildiler. Yalnızca 1922’yi takip eden bir yıl içinde 1 milyon 200 bin Rum tehcire maruz kaldı. 1915’teki 1,5 milyona yakın Ermeni’nin kırıma uğratılması ve sürülmesini de hesaba kattığımızda, daha Cumhuriyet’in kuruşlunun başında yaklaşık 3 milyon gayrimüslimin bu topraklardan sökülüp atıldığını görürüz.
1920’li ve 1930’lu yıllar boyunca Türkiye’de de asimilasyon programları planlandı ve pek çok alanda hayata geçirildi. Bir yanda gayrimüslimleri dışlayan, diğer yanda Müslüman unsurları Türk diye tanımlanan kimliğin bir parçası olması için baskı altına alan bu politikalar büyük bir gayretle uygulandı. Sermayenin kademe kademe el değiştirmesi için gayrimüslim sermayedarlara devlet destekli baskılar uygulandı. “Milli Türk Ticaret Birliği” türünden milletvekili ve bürokratlardan oluşan birlikler oluşturulup, korkutulan Rumların şirketlerine ve mallarına “cazip koşullarda” el kondu. Sadece Kasım 1922 ile Mart 1923 tarihleri arasında bile İstanbul’da önemli 110 Rum ve 21 Ermeni firmasının kapandığı biliniyor.
Baskı altına alınanlar şirket sahibi gayrimüslimlerden ibaret değildi. Şirketlerde çalışan gayrimüslimlerin de işlerinden olması için baskılar yapıldı. Yabancı ortaklı şirketlerin tüm idarecilerinin ve çalışanlarının Müslüman olması için hükümet bu şirketlere baskı uyguladı. Hükümet çalışanların en az %75’inin “Türk” olması için şirketlere telkinlerde bulunuyordu. Demiryollarında çalışan tüm gayrimüslimler işten çıkarıldı. Gayrimüslimlerin ehliyetleri yenilenmeyerek şoförlük yapmaları engellendi. 1926 yılına kadar bu şirketlerde işten çıkarılan Rumların sayısı 5 bini geçti.
26 Şubat 1925’te çıkarılan bir yasayla İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerin yapacağı her seyahat özel bir izinle gerçekleştirilebilir hale getirildi. Bu durum özellikle serbest meslek erbabını ve küçük esnafı etkiledi. Pek çoğu zamanla iş yapamaz hale geldi. Sadece 1922 ve 1923 yıllarında 188 bini aşkın Rum ve 150 bin diğer gayrimüslim azınlık mensubu İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı.
Tarih, dil ve eğitim alanlarında da asimilasyoncu uygulamalar yaygınlık kazandı. Ulusal bilincin oluşması için uydurma teoriler icat ediliyor, Milli Eğitim sistemi aracılığıyla da genç kuşaklara zerk ediliyordu. Lozan Anlaşmasıyla güvence altına alınan azınlık okulları da bu basıncın dışında kalamıyor, bilâkis özenle üzerlerine gidiliyordu. Bütün bunların üstüne 1928 yılında başlatılan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasıyla da hem gayrimüslimler hem de Türk olmayan Müslüman unsurların anadillerini konuşmaları baskılanmaya çalışıldı. Kamuya açık lokanta, tiyatro, sinema gibi yerlerde asılan tabelâlarla Türkçe dışında bir dilin kullanılmaması herkese “tavsiye” ediliyordu. Valiliklere gönderilen emirlerle ismi Türkçe olmayan yerlerin isimlerinin değiştirilmesi, Türkçe dışında bir dil konuşanlardan oluşan toplulukların yerleşim yerlerinin belde, ilçe vs. haline gelmesinin engellenmesi, varsa bileşiminin farklılaştırılması isteniyordu. Ayrıca yatılı okullar vs. aracılığıyla kızların Türkçe öğrenmesinin sağlanması, başka diller konuşan erkeklerin Türkçe konuşan kadınlarla evlendirilmesinin tavsiye edilmesi öneriliyordu.
Bütün bunlarla birlikte iskân politikaları da asimilasyonun sağlanabilmesi için etkin olarak kullanıldı. Bu politikalar, özellikle de Müslüman unsurlar arasında asimilasyon politikalarının en az etkili olduğu kesim olan Kürtlere, Şark Islahat Planı çerçevesinde tüm diğer baskılarla birlikte uygulandı. 1934’te çıkarılan İskân Kanunu ile Kürt ve kimi Arap nüfusun yoğunluklu olduğu bölgelere başka ülkelerden getirilen “Türk” göçmenler yerleştirildi. Özellikle isyanlara katılan Kürt aileler batı illerine zorunlu olarak göç ettirildi.
Zorunlu iskâna tâbi tutulanlar sadece Kürtler değildi. İç Anadolu’daki Ermeniler ve Trakya’daki Yahudiler de İstanbul’a sürüldüler. İskân Kanunun çıkarılmasından hemen sonra Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale, Edirne ve civarındaki yerleşim yerlerinde yaşayan Yahudilerin evlerine ve işyerlerine saldırıldı, kadınlara tecavüz edildi. Çoğu evlerini ve işyerlerini karşılıksız bırakarak ya da çok ucuza satarak İstanbul’a kaçmak zorunda kaldılar. Bölgedeki 13 bin Yahudiden 10 bine yakını İstanbul’a göç etti. 1929 ve 1930 yıllarında baskılar sonucu 10 bine yakın Ermeni, Anadolu illerinden Suriye’ye kaçmak zorunda kalmıştı. Kalan Ermeniler de İskân Kanununun ardından İstanbul’a yerleşmek zorunda kaldılar.
İskân Kanununu takiben, İkinci Emperyalist Savaş döneminde çıkarılan, zorunlu olarak askere alınma ve Varlık Vergisi uygulamaları da gayrimüslimlerin oldukça etkili biçimde baskı altına alınmalarını ve bezdirilmelerini sağladı. Varlık Vergisi uygulaması ile gayrimüslimlerin iktisadi alanda oynadıkları baskın role son verilmiş oldu. Zaten yasanın Meclis’e getirilmesi sırasında konuşan Başbakan Saraçoğlu açık açık “Piyasaya hâkim olan yabancıları eleyip, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz” diyerek niyetlerini ortaya koymuştu. Nitekim verginin kaldırıldığı 1944 yılına kadar toplanan 315 milyon liranın 280 milyon lirası gayrimüslimlerden tahsil edilmişti. Tamamen keyfi kriterlerle belirlenen ve çoğunlukla eldeki varlıklarının çok daha üstündeki meblağları ödemek zorunda bırakılan gayrimüslimler, servetlerini büyük ölçüde ellerinden çıkarmak zorunda kalmışlardı.
Vergiyi ödemek için satılan gayrimenkullerin yüzde 39’u Yahudiler, yüzde 29’u Ermeniler, yüzde 12’si Rumlar, yüzde 10’u sahibi gayrimüslim olan firmalar, yüzde 5’i yabancılar, yüzde 2,3’ü diğer azınlıklar, yüzde 0,9’u ise Müslümanlar tarafından elden çıkarılmıştır. Satışa çıkarılan ve büyük oranda İstanbul’daki en değerli binalardan olan bu gayrimenkuller, yüzde 67,7 oranında Müslüman Türkler ve yüzde 30 oranında da devlet ya da devlet kontrolünde olan Sümerbank, Toprak Mahsulleri Ofisi gibi KİT’ler, milli bankalar, sigorta şirketleri ve İstanbul Belediyesi tarafından satın alınmıştır.[1] Türk burjuvazisinin lehine bir servet transferinin gerçekleştirildiği rakamlarla ortadadır. Bir şeyi daha belirtmek gerekir ki, bu vergiyi ödeyenler sadece burjuvalar değildir. Örneğin Üsküdar’daki Amerikan Kız Lisesi’nde çalışan beş kadından, Ermeni olana, maaşı 100 TL olmasına rağmen 750 TL; Rum olana ise maaşı 28 TL iken 500 TL tutarında vergi yükümlülüğü getirilmiş, okulun Müslüman olan ve aynı şekilde 28 TL maaş alan diğer çalışanları vergiden muaf tutulmuştu. Gayrimüslim çalışanlardan asgari 500 TL vergi alınması yaygın bir uygulamaydı.[2]
Bu uygulamayı da elbette büyük bir göç dalgası izledi. Özellikle İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte yaklaşık 30 bin Yahudi İsrail’e göç etti. Böylelikle TC kuruluşundan bu yana sistematik olarak uyguladığı politikalarla önemli sayıda gayrimüslimin Anadolu’dan göç etmesine yol açmış, kalanların da neredeyse tamamının İstanbul’a yerleşmesini sağlamıştı. Kesin verilerin olduğu 1927 yılından itibaren bakıldığında bile bu baskıcı ve yıldırıcı politikaların sonuç verdiği görülüyordu. 1927 yılında ülke nüfusunun 13,2 milyonu Müslüman, 379 bini gayrimüslimken, 1955 yılında 23,8 milyonu Müslüman, 264 bini gayrimüslim olmuştur. Yalnızca 1922’yi takip eden bir yıl içinde 1 milyon 200 bin Rum tehcire maruz kalmıştır. 1915’teki 1,5 milyona yakın Ermeni’nin kırıma uğratılması ve sürülmesini de hesaba kattığımızda, daha Cumhuriyet’in kuruluşunun başında yaklaşık 3 milyon gayrimüslimin bu topraklardan sökülüp atıldığını görürüz.
TC’nin gayrimüslimleri yıldırmak için örgütleyip hayata geçirdiği en etkili darbe ise 1955 yılının 6-7 Eylül günlerinde gerçekleşmiştir. Selanik’te Atatürk’ün evine bomba konulduğu haberinin radyodan verilmesi ve İstanbul Ekspress gazetesi ile duyurulması ile hazırda bekleyen “kitleler” görevlerini yerine getirmişlerdir. Kontrgerillanın bu “başarılı” organizasyonuyla harekete geçen “kitle”lerin iki gün boyunca gerçekleştirildiği pogromda binlerce işyeri ve ev talan edilmiş, onlarca kadına tecavüz edilmiş, 15 kişi öldürülmüştür. Hükümet tarafından olayın sorumlusu olarak komünistler gösterilmiş ve bilinen solcular bu işle hiçbir ilgileri olmadığı açık olmasına rağmen tutuklanmış ve yargılanmışlardır. Ancak bugün ortaya çıkan bilgilerle bu pogromun bir kontrgerilla işi olduğu ayan beyan ortaya çıkmış, Özel Harp Dairesinin bir dönem başında bulunan komutan tarafından da açıkça ilan edilmiştir.[3]
6-7 Eylül olayları da daha önce hayata geçirilen asimilasyona ve ülkedeki gayrimüslim unsurların yok edilmesine dönük sistematik devlet politikasının bir halkasıdır. Nitekim 6-7 Eylül olaylarının ardından gayrimüslimlerin kalan kesimleri de süreç içerisinde ülkeyi terk etmiş, sayıları sembolik düzeylere inmiştir. 1980 faşist darbesinden sonra 1 milyona yakın Süryani de ağır baskılar nedeniyle kitleler halinde Avrupa ülkelerine göçe zorlanmış ve ulus-devletin Türk ve İslam temeli biraz daha güçlendirilmiştir.
Zulümle karılan “ulus” harcı
Bütün tepeden burjuva devrimlerinde olduğu gibi TC devleti de gecikmenin yarattığı sancılarla doğmuştur. Kendi egemenliğini ifade eden bir ulus-devleti ve onun ulusunu yaratma sorunuyla yüz yüze kalan burjuvazi, bunu büyük yıkımlar pahasına gerçekleştirmiştir. TC devletinin harcı, işçi sınıfının ödediği büyük bedellerle birlikte, egemen sınıfın halklara reva gördüğü zulümlerle karılmıştır. Burjuva devlet bugün de yine aynı bedelleri ödeterek, benzer zulümleri yaşatarak ayakta kalmaya çalışmaktadır.
Türk burjuvazisi uluslaşma sürecinde öngördüğü gibi gayrimüslimleri bu topraklardan atmış, onların servetlerinin önemli bir kısmına el koymuş, özellikle Anadolu’ya başka topraklardan gelen Müslüman toplulukları asimile etmeyi de başarmıştır. Ne var ki bütün bu “başarı”larına rağmen öngördüğü ulus-devletin en önemli gereklerinden başlıcasını yerine getirememiş; Kürt halkını asimile etmeyi başaramamıştır. Yıllar boyunca yaptığı zulümlerle ne kadar bastırmaya çalışsa da Kürt sorununun karşısına yeniden ve yeniden çıkmasına mani olamamıştır. Kürtlere karşı sürdürdüğü inkâr ve imha politikaları boşa çıkmıştır. Ancak her şeye rağmen Türk burjuvazisi, imhacı geleneğinin tarihteki başarılarının onda yarattığı güven duygusuyla olsa gerek, Kürt halkının haklarını kabul etmemeye ve bunlar için mücadele edenleri cebir yoluyla sindirmeye çalışmaya devam etmektedir.
Bugüne kadar bu topraklarda yaşananlar, burjuvazinin yıkım ve gözyaşından beslendiğini göstermektedir. Burjuvazi toplumun her hücresine zerk ettiği milliyetçilik zehriyle halklar arasında düşmanlıklar yaratmış, halkları birbirine düşürmüştür. Halkların kardeşliğini sağlayacak yegâne program işçi sınıfının devrimci programıdır. Halkların birbirine düştükleri bir dünya istemeyen herkes de, bu yüzden bütün gücüyle bu programı hayat geçirmek için mücadele etmelidir.
link: Selim Fuat, TC “Ulus”unu Nasıl Oluşturdu?, Eylül 2012, https://fa.marksist.net/node/3093
Yetki Krizi Sendikal Hareketin Krizidir
Kürt Sorunu ve AKP’de Güz Sancıları