Aralık ayından bu yana, Şırnak’ın Cizre ilçesinde devlet güçleri eliyle yürütülen katliamlarda Yasin Özel (19), Abdullah Deniz (65), Barış Dalmış (15), Zeki Alar (32), Ümit Kurt (14) ve Nihat Kazanhan (12) yaşamını yitirdi.
27 Aralıkta Hüda-Par’lıların Kürt hareketinin gençlik örgütlenmesi olan YDG-H’nin nöbet çadırına girmeye çalışması sonucu çatışma çıktığı iddia edildi. Ancak biri 15, diğeri 19 yaşında iki Kürt gencinin ve 65 yaşındaki bir Hüda-Par’lının ölümüne yol açan kurşunların nereden sıkıldığı belirlenemedi. Hüda-Par’lıların nöbet çadırına gittiği sırada polisin ya da başka bazı provokatörlerin ortaya çıktığı da iddialar arasındaydı. Botan Halk İnisiyatifi, Cizre’deki bu çatışmada işin içinde bizzat özel timlerin ve suikastçıların olduğunu, Akrep tipi araçların ve Kanas gibi suikast silahlarının kullanıldığını, Hüda-Par’ın ise oyunun kılıfı olarak kullanıldığını açıkladı. YDG-H de saldırının asıl failinin Hüda-Par değil devlet olduğuna işaret etti. 27 Aralıktaki çatışmada ağır yaralanan Zeki Alar da birkaç gün sonra hastanede yaşamını yitirdi. Zırhlı araçlarındaki plakaları sökerek “illegale geçen” polis, geceleri mahallelere silah sıkmaya, gündüzleri ise biber gazı atmaya devam etti. 27 Aralık olaylarının, Bülent Arınç’ın Hüda-Par’ı ziyaretinden 4 gün sonra yaşanması ve AKP’nin yandaş medyasında aylardır Hüda-Par’ı parlatan yazıların yayınlanıyor olması da dikkatlerden kaçmadı.
Kürt siyasetçilerin girişimiyle, devletle Kürt hareketi arasında hendeklerin kapatılması konusunda gayrı resmi bir uzlaşma sağlanmış, 6 Ocakta Ziraat sokaktaki hendek kapatılmaya başlanmıştı. Ancak hendek daha tam kapatılmadan sokağa giren zırhlı polis aracından halkın üzerine otomatik tüfeklerle rastgele ateş açılmaya başlandı. Ortada ne bir çatışma ne de bir eylem vardı. İşinden evine gitmekte olan 14 yaşındaki boyacı çırağı Ümit Kurt polis aracından açılan ateşle kalbinden vurularak katledildi. Hendeklerin kapatılmasıyla çocuklarının vurulacağını gören halk hendekleri yeniden kazdı.
Polisin Cizre’deki son kurbanı ise 12 yaşındaki Nihat Kazanhan oldu. Görgü tanıkları, 14 Ocak günü Kobra ve Akrep tipi iki zırhlı araçla çocukların oyun oynadığı yere gelen polislerin ortada hiçbir olay yokken çocukları “taş atana kurşun atacağız” diye tehdit ettiklerini, çocuklara bağırıp çağırdıklarını, sonra üzerlerine gaz bombası atmaya başladıklarını, ardından birkaç el silah sıkan polislerin Nihat’ı başından vurduktan sonra yerdeki gaz bombası ve mermi kovanlarını toplayıp gittiklerini anlatıyorlar.
14 Ocakta Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Hatip Dicle Cizre’de halka hitap etmiş, Öcalan’ın Cizre halkını sükûnete davet eden mesajlarını iletmişti. Öcalan, bölgede tansiyonun düşürülmesi için hendeklerin kapatılması, gençlerin yüzlerini örtmemesi ve provokasyonlara bahane oluşturacak her türlü tutumdan uzak durulması gerektiği mesajlarını göndermişti. Hatip Dicle bu mesajları ilettikten sonra bölgedeki sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle toplantıya geçmişti. İşte o saatlerde polis çocuklara saldırıp Nihat’ı öldürerek tansiyonu yeniden yükseltti. Polis, bu cinayetle birlikte Öcalan’ın gerilimi sona erdirme adımlarını da boşa düşürmüş oldu.
Art arda saldırılar düzenleyen, provokasyonlar tertipleyen polislerin amacının Cizre’den başlayarak tüm Kürt illerinde halkı kışkırtmak ve ateşkes sürecinin altını oymak olduğu açıktır. Ancak tüm kışkırtma ve provokasyonlara rağmen Kürt halkı ateşkes sürecine halen ısrarla sadık kalarak provokasyonları sonuçsuz bırakıyor. Kürt hareketinin Cizre’deki gençlik örgütünün üyeleri gazetecilerle yaptıkları röportajlarda “5 şehit vermelerine rağmen tek bir polis ya da askere saldırmadıklarını, sorumlu ve bilinçli davranarak provokasyonlara gelmediklerini” açıklıyor.
Katil polisler ve AKP
İçişleri Bakanı Efkan Ala, Nihat’ın öldürülmesi üzerine yaptığı açıklamada bu cinayeti polisin işlediğini inkâr etti. Daha önce Hüda-Par’ın “mazlum ve mağdur” olduğunu söyleyen Bülent Arınç ise “Cizre’deki eşkıya grubunu uzaklaştıracağız” diyerek Kürt hareketini hedef gösterdi. İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin raporunda ise bazı polislerin Nihat’ın ölümünden sorumlu olabileceği kabul edildi. Tayyip Erdoğan Cizre’de yol kenarına ses bombası atan “paralelci” polisleri işaret ederek Cizre’de polisin gerçekleştirdiği katliamlardan ve provokasyonlardan “paralel yapı”yı (Gülencileri) sorumlu tuttu. Oysa 27 Aralıkta yaşanan ve dört kişinin ölümüyle sonuçlanan çatışmanın ardından görevden alınan Cizre İlçe Emniyet Müdürü Ozan Başurgan’ın yerine Gülenci olduğu ve Hrant Dink suikastında parmağı olduğu çoktandır bilinen Ercan Demir’i atayan, bizzat AKP hükümetinin İçişleri Bakanıdır. Polisin işlediği cinayetler ve provokasyonlar devam ederken, yeni atanan Emniyet Müdürü Ercan Demir, Dink suikastının tertipçilerinden biri olarak tutuklandı. Yerine Ozan Başurgan vekaleten yeniden göreve getirildi. Birkaç gün sonra ise Cizre’ye emniyet müdürü olarak Ayhan Altok atandı. AKP tabanında Cizre’de yaşananlardan tamamen Gülencilerin sorumlu olduğuna dair algı oluşturma operasyonunu takiben 21 ilin emniyet müdürü değiştirildi ve 15 emniyet müdürü merkeze alındı. Ancak Cizre’de işledikleri onca cinayete rağmen henüz tutuklanan polis yok.
Polisin Cizre’deki cinayet ve provokasyonlarını sadece emniyet müdürleri ile ilgiliymiş gibi göstermek istemesi, AKP’nin üzerindeki sorumluluğu atma ve atama operasyonlarını meşrulaştırma çabalarının parçası gibi gözüküyor. Gerçekte ise Cizre’de yaşananlar hükümetin Kürt politikasının seyrinden bağımsız değildir.
AKP’nin Kürt politikasının seyri
AKP hükümetinin, Kürt sorununun çözümü yönünde somut adımlar atmak yerine oyalama politikaları izlemesi, Kobane’ye karşı IŞİD’le kirli ittifakı ve Rojava düşmanlığı geçtiğimiz Ekim ayında Kürt kitleleri infiale sürüklemişti. Devlet, polisini, askerini ve Hüda-Par gibi kontra çetelerini ileri sürmüş, onlarca Kürt katledilmişti. 6-8 Ekimde ayağa kalkan Kürt kitleler, İmralı’dan gelen mesajlarla sakinleştirilmiş, Kobane’ye yardım koridoru açılacağı açıklanarak kitleler yatıştırılmıştı. 6-8 Ekimde yaşananlar, AKP’nin çözüm süreci söylemleriyle hiçbir adım atmadan Kürt kitleleri oyalamak, ateşkes sürecinin siyasi rantını kendine mal etmek ve Kürt hareketinin siyasi etkinlik alanını daraltmaya yönelik kirli ittifaklara girişmek gibi taktiklerinin ters tepebildiğini gösterdi.
Hükümet 6-8 Ekim gösterilerine katılan milyonlarca insanı ve tabii ki en büyük rakibi olarak gördüğü HDP’yi suçlu ilan etti. HDP’yi yıpratmaya yönelik kampanyalar yürütülürken polis, kitlelerden intikam alırcasına evleri basmaya, toplu gözaltılar ve tutuklamalarla Kürt hareketini yıldırmaya, 6-8 Ekim isyanının bedelini ödetmeye girişti. Yaklaşık 3 bin kişi gözaltına alındı ve bin kişi tutuklandı. İşte o günlerde Cizre’de halk “koyun gibi tutuklanmayacağız” diyerek pek çok mahallenin girişlerini hendeklerle kapattı ve devletin tutuklama terörünü durdurdu. Örgütlü halkın denetlediği mahallelerde uyuşturucu, hırsızlık gibi adli vakalar da son bulmuştu. Ancak hükümet başka planlarını devreye sokmuştu.
Hizbul-kontra yeniden faaliyette
90’lı yıllarda devlet, Kürtleri birbirine kırdırma ve böl-yönet politikalarının kırsal ayağını korucu aşiretlere, kent ayağını ise Hizbullah örgütüne ihale etmişti. 1970’lerin sonundan 1990’a kadarki dönemi kendi tabirleriyle “Kürdistan’da cemaatleşme, tebliğ, davet ve eğitim” dönemi olarak geçiren bu İslamcı Kürt örgütü, 1990 yılından itibaren, lideri Hüseyin Velioğlu ve JİTEM eliyle kontr-gerilla örgütüne dönüştürüldü.
Hizbullah lideri TSK subaylarının yanında el pençe divan duruyor, Allah adına cihat ettiklerine inandırdığı tabanındaki insanları ise “dinsiz-kâfir” PKK’lileri öldürerek sevap kazandığını sanan acımasız birer caniye dönüştürüyordu. Hizbullah’ın kırsaldaki silahlı eğitimlerini Özel Harekâtçılar sağlıyor, kamplar ordunun tankları tarafından korunuyor, boşaltılan Kürt köylerine Hizbullah kadroları yerleştiriliyordu. Ordunun, polisin, istihbaratın tam desteğini arkasına alan Hizbul-kontra 90’lı yıllarda binlerce Kürt siyasetçiyi ve sivil insanı katlederek kentlerde tam anlamıyla korku ve terör rejimi kurdu. O dönemde, bölgeye gelen gazetecilerle röportaj yapan esnaflar bile Hizbul-kontra tarafından herkesin gözü önünde güpegündüz bıçaklanarak öldürülüyor, katiller polisin ve askerin koruması altında tehditkâr biçimde sokaklarda dolaşıyordu. Polis ve asker kimi zaman gözaltına aldığı insanları Hizbul-kontraya teslim ediyor, caniler bu insanları domuz bağıyla işkence ederek öldürüyor, cesetleri mezar evlere dolduruyordu.
1999’da ABD, Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti. Öcalan’ın esir alınmasıyla Kürt siyasi hareketinin çözülme sürecine gireceği bekleniyordu. Öcalan İmralı’dan barış mesajları veriyordu. Tabanına İslam devleti vadeden Hizbullah ise oldukça güçlenmiş, Kürt hareketinin yanı sıra bölgede kendisinden olmayan diğer İslamcı cemaatlere de saldırmaya başlamıştı. 2000 yılına gelinirken devlet, Hizbullah’a bir cinayet örgütü olarak eskisi kadar ihtiyaç duymayacağına, potansiyel tehlikesinin ise büyüdüğüne kanaat getirmişti. 17 Ocak 2000’de devlet, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nu villasında öldürdüğünü açıkladı, diğer liderlerini ise hapse attı. 90’lar boyunca devletin bölgedeki terör rejiminin tetikçiliğini yapan Hizbul-kontranın mezar evleri basıldı. Evlerin altından işkenceyle öldürülmüş insan cesedi yığınları çıkarıldı. Devlet, 90’lar boyunca gerçekleştirdiği tüm faili meçhul cinayetleri Hizbullah’ın üstüne atıp kendisini temize çıkarmaya çalıştı. Hizbullah’ı yıllarca kullandıktan sonra liderliğini tasfiye ederek örgütü “rafa kaldıran” devlet, içerisinde kendi ajanlarının cirit attığı örgütün tüm cinayetlerini deşifre etmekten imtina etti.
Devlet tarafından kullanılıp atıldıklarını gören Hizbullahçılar, mezar evlerin unutulmasını beklerken, siyasi örgütlenmelerini sessiz sedasız sürdürdüler. Kürt kimliğini daha güçlü vurgulayan ve Kürt sorununa sahip çıkan bir söylem geliştirerek kirli geçmişlerinden sıyrılmaya çalıştılar. Hizbullahçıların mahkemesi 10 yıl boyunca bir türlü sonuçlandırılmadı. 2011 yılında AKP hükümetinin yaptığı bir yasa değişikliğiyle Hizbullah’ın cezaevindeki lider kadrosu salıverildi. Üstelik bunlar 165 kişinin infazında bizzat yer almış kişilerdi. O günlerde Marksist Tutum’da yayınlanan bir makalede (Kerem Dağlı, Hizbullah Tartışmaları Üzerine, Şubat 2011) Hizbullah analiz ediliyor, gelecekte Hizbullah’ın Kürt ulusal hareketinin bölünmesi için kullanılıp kullanılmayacağı, örgütün yeniden cinayetlere girişip girişmeyeceği gibi sorular yanıtlanıyordu.
“… bugün medyada yürüyen tartışmalarda sıkça gündeme gelen sorulardan birisini de ele alabiliriz: Hizbullah değişti mi? Bu soru bir boyutuyla, «Hizbullah bundan sonra da kanlı terör eylemlerine girişir mi» anlamına gelmektedir. Oysa asıl sorulması gereken, «devlet bundan sonra da Kürt hareketine karşı bu tip bir yapılanmayı kullanarak kirli operasyonları tırmandırma hazırlığında mıdır?» sorusudur. Dolayısıyla asıl sorun Hizbullah meselesi değil, devletin önümüzdeki dönemde izleyeceği kontr-gerilla stratejisi meselesidir.”
2013’e kadar kendisini Mustazaflar Hareketi olarak takdim eden Hizbullah, 2013 yılında Hüda-Par adıyla resmen partileşti. PKK resmi açıklamalarında kendileri dışındaki partilerin de özgürce siyaset yapabileceklerini, Hüda-Par ile çatışmaya girmekten kaçınacaklarını ısrarla vurguluyor. Hüda-Par da resmi açıklamalarında çözüm sürecini desteklediklerini, hükümetin derhal somut adımlar atması gerektiğini, PKK ile kan davası gütmeyeceklerini söylüyor. Ancak PKK’yi sürekli saldırganlıkla ve dinsizlikle suçlamayı ihmal etmiyor. Her iki taraf da birbiriyle geniş ölçekli bir silahlı çatışmaya girmekten kaçınıyor. Böyle bir çatışmanın her iki tarafı da yıpratacağı, Kürt sorununu daha da zora sokacağı, bu çatışmadan yararlanacak olan AKP’nin devlet terörünü meşrulaştıracağı açıktır.
Rojava’da IŞİD’le PYD arasında savaşın başlamasıyla beraber, Hüda-Par’ın gençlerini IŞİD saflarına gönderdiğine dair söylentiler yayılmaya başladı. IŞİD’in İslam adına gerçekleştirdiği katliamlar; Kobane’de devam eden şiddetli savaş; AKP’nin IŞİD’i destekleyen ve Kürtleri Suriye’de arkadan vuran politikaları; aynı AKP’nin yandaş medyada Hüda-Par’ı parlatmaya başlaması; AKP sözcülerinin çözüm masasına Hüda-Par’ı da oturtacaklarına dair açıklamaları; her iki tarafı birbirine karşı kışkırtacak söylentiler, yayınlar, suçlamalar… Tüm bu etkenler Hüda-Par ile PKK tabanı arasındaki gerilimi iyice tırmandırmıştı. 6-8 Ekim olayları sırasında bu gerilim çatışmaya dönüştü. Devlet, bu tür çatışmaların fitilini ateşleyecek ve körükleyecek çok sayıda ajan-provokatörü her iki tarafın içerisine de sokmuştu. PKK, Hüda-Par’ı hedef göstermediği halde 6-8 Ekimde sokağa çıkan Kürtlerin bir kısmı Hüda-Par binalarına yönlendirildi. Bu olaylar olurken bazı Hüda-Par binalarının içerisinde silahlı adamların bekliyor olması ve gelenlerin üzerine ateş açması olağan ya da tesadüfî olaylar olarak görülmemelidir.
AKP medyası ve siyasetçileri Hüda-Par’ı parlatıp cesaretlendiriyor. Çatışmalara dâhil olan PKK’liler tutuklanırken, 90’larda olduğu gibi silahlı Hüda-Par’lılara dokunulmuyor; hatta “saldırgan PKK karşısında kendisini savunmaya çalışan mazlum ve mağdur örgüt” olduğu işleniyor. Kandil, AKP’nin 2015 seçimleri öncesi Kürt ulusal hareketini terörize ederek barajın altına itmek, Hüda-Par’ı ve PKK’yi çatıştırmak gibi kirli tezgâhlar kurabileceğini öngörüyor. Hükümet, ateşkes sürecini çözüm doğrultusunda ilerletmek için hiçbir adım atmıyor. Sürecin ilerlemediğinin farkında olan Kürt tarafı, sürecin önünü açacak taktikler/formüller bulmaya çalışıyor.
Savaşı açıkça başlatan tarafın ödeyeceği siyasi faturanın ağır olacağı bilindiğinden kimse görüşme masasını deviren, savaş başlatan taraf olarak görülmek istemiyor. Tarih, Kürt ulusal hareketinin hem bölgede hem de uluslararası arenada güç ve meşruiyet kazandığı bir istikamette ilerliyor. AKP’nin oyalama taktikleriyle mevcut statükoyu sürdürmesi her geçen gün zorlaşıyor. Olağanüstü gelişmelerle önü kesilmezse, HDP’nin 2015 seçimlerinde %10 barajını aşacağı öngörülüyor.
İşte bu koşullarda devletin kirli tezgâhları devreye girmektedir. 6-8 Ekim öncesinde başlayan kışkırtmalar, 6-8 Ekimde gerçekleşen çatışmalar ve 27 Aralıktaki Cizre provokasyonu, PKK ile Hüda-Par arasında savaş çıkarmaya yönelikti. Tutmayınca, polis saldırılarıyla Kürt kitleleri terörize edilmeye çalışıldı. Ancak Kürt halkının ve siyasetçilerinin basiretli tutumu bu oyunları da boşa çıkardı. AKP bir yandan suçu “paralelciler”e, öte yandan PKK içerisindeki “barış istemeyen provokatörlere (!)” yıkıp kendisini sıyırmaya çalışıyor. Başbakan Davutoğlu Kürt illerine gidip Kürtçe birkaç kelime söyleyip “keşke zamanım olsa da Kürtçe öğrenebilsem” diyerek şirin görünmeye çabalıyor.
Cizre’de görev yapan katil polislerin, plakasız zırhlı araçların, Hüda-Par-PKK çatışması çıkartma çabalarının, 12-15 yaşlarındaki çocukların hunharca katledilmelerinin siyasi sorumluluğu AKP’ye aittir. Yaşananlar, 2015 seçimlerine kadar AKP’nin Kürt siyasetçilere daha nice kumpaslar kurabileceğinin kanıtıdır.
link: Serhat Koldaş, Cizre: AKP, Polis, Hizbullah, Cemaat ve Ötesi, 27 Ocak 2015, https://fa.marksist.net/node/3926
Ses
Alın Size Adalet!