Halkı rencide eden âlemde
Kendi rencide olur son demde!
Yalova Valisinin hakaret ettiği öğretmen Halil Serkan Öz, kendisine destek için yapılan “öğretmene saygı yürüyüşünde” kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti. Bunun üzerine sendikalar ve öğretmenler çeşitli eylemler düzenlediler ve valiyi istifaya davet ettiler. Vali ise beklendiği üzere istifa etmediği gibi, sorumluluğu kabul etmeyip suçu sendikalara attı. Öğrencilerinin önünde öğretmeni azarlayıp hakaret eden Vali’nin öğretmenin ölümünde sorumluluğu büyüktür. Ancak sorunu sadece baskıcı bir bürokratın pervasızlığına indirgemek veya bunun münferit bir vakadan ibaret olduğunu düşünmek resmin tamamını görmemize engel olur. Ölümle sonuçlanmasa da bürokratların astlarına ve vatandaşlara yönelik hakaretamiz davranışları o kadar fazladır ki, bunlar sıradanlaşmış/olağanlaşmış durumdadır. Örneğin Adana Valisinin kameraların önünde ettiği küfür hâlâ hafızalarda tazedir. Halil Serkan Öz’ün ölümü ise bu durumun vahametini çarpıcı bir biçimde gündeme taşımıştır. Bu olay birçok yönüyle Türkiye’de ceberut devlet anlayışı, siyasal kültür ve bunun toplum üzerindeki etkileri hakkında önemli ipuçları veriyor.
Türkiye’deki despotik devlet geleneğinin kökleri Osmanlı’ya ve daha gerilere kadar uzanmaktadır. Osmanlı devletinin Anadolu’da kalan toprakları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, her ne kadar reddi miras edilse de, Osmanlı’dan Asyatik despotizmin derin izlerini devralmıştır. Elbette Türkiye’de burjuvazinin gelişimiyle ve rejimin çeşitli evrelerden geçerek “normalleşmesiyle” birlikte büyük bir değişim yaşanmıştır ama aradan geçen bir asırlık süreye rağmen Türkiye’de Batı’daki gibi bir “sivil toplum” tam olarak oluşmamıştır. Türkiye’de burjuva rejimin kuruluş ve gelişim sancılarını anlattığı yazısında Mehmet Sinan, gerçek anlamda bir halk devriminin gerçekleşmemiş olmasının sonuçlarını şöyle tarif ediyor:
“Türkiye’deki cumhuriyet rejimi, Batı’da olduğu gibi alttan gelen gerçek bir halk devrimiyle değil, Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin geleneksel önderliği altında, tepeden bir düzenlemeyle kuruldu ve bu nedenle de, daha baştan bu «kurucu» bürokrasinin siyasal vesayeti altına girdi. Böylece, daha kuruluş aşamasında bürokratik-otoriter bir kimliğe bürünen ve tüm kurumları bu otoriter kimliğe göre biçimlenmiş olan bizdeki burjuva cumhuriyet rejimi, ne Batı’daki cumhuriyet rejimlerinin burjuva demokratik içeriğine sahip olabildi, ne de toplumda Batı’daki gibi bir yurttaşlık bilinci ve demokrasi kültürü gelişebildi. Osmanlı’nın yüzyıllar süren Asyatik-despotik rejimi altında halk kitlelerinin bilincine kazınmış olan devletin tebaası olma (reaya) kültürü, otoriter burjuva cumhuriyet rejimi altında da ne yazık ki devam etti. Nitekim böyle olduğu içindir ki, Türkiye’de çok partili burjuva parlamenter rejimin son 50 yıl içinde sık sık askerî müdahalelerle kesintiye uğraması toplum tarafından çok fazla yadırganmamış, hatta bu durum neredeyse «olağan bir işleyiş» olarak kabul görmüştür.” (Mehmet Sinan, Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı)
Yalova’da bir öğretmenin ölümüyle sonuçlanan davranışın şifreleri bu satırlarda gizlidir. Astın üste, memurun amire koşulsuz şartsız biat etmesi ve otoritesine saygı duyması beklenir. Devletin tüm kurumları ceberut devlet zihniyetinin yansımalarına sahiptir. Burjuvazi de sivil-asker bürokrat takımının kanatları altında geliştiği için, özel sektörde de aynı tabloyu görmek mümkündür. Makam-mevki sadece bir ikbal kapısı olduğu için değil, aynı zamanda güç ve otoritenin simgesi olduğu için de büyük bir öneme sahiptir bu topraklarda. Bileğinin hakkıyla elde edilemeyen otorite, oturulan koltukla kazanılır. Vali olsun, kaymakam olsun, devletin önemli kademelerinde görev alan hemen hemen herkes, devletin temsilcisi olarak “reaya”dan saygı bekler, “reaya” üzerinde sonsuz söz hakkı olduğu vehmine kapılır. Devlet saygı duyulması, korkulması gereken bir otorite, kendisi ise bu otoritenin temsilcisidir.
Üstelik bu beklenti sadece yöneticilerin değil, geniş halk kitlelerinin de bilincine kazınmış durumda. Osmanlı devletinin yıkılmasıyla kurulan Türkiye cumhuriyetinde, Asyatik üretim tarzının yerini kapitalizm almış olsa da, hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin zihniyeti, kültürü birden bire Batı toplumlarındaki ile aynı olmamıştır. Bugün bile geçmişin izleri tamamıyla ortadan kalkmıştır demek mümkün değildir. “Devlet büyükleri”ne saygıda kusur etmek, devlete karşı gelmek genel olarak hoş karşılanmayan, ayıplanan davranışlardır. Örneğin köylerde, öğretmen bile devletin temsilcisi olarak görülür. Kaymakam, vali gibi devlet bürokratları ise devletin somutlaşmış halidir köylülerin gözünde.
Devlet bürokrasisinin genel olarak kendisine saygı duyulmasını ve otoritesine tâbi olunmasını bekleme hali devam etmektedir. Yalova Valisine göre, öğretmen kılık kıyafet yönetmeliğine uymayarak, hem öğrencilere kötü örnek olmuştur, hem de Valinin (devletin) karşısına uygunsuz bir biçimde çıkarak otoriteye saygısızlık yapmıştır. Devleti şahsında cisimleştiren Vali, ceberut devlet adamı kibriyle öğretmeni azarlamıştır. Otoriteye saygının ve korkunun genç kuşaklara iletiminde, kendisine önemli bir rol biçilmiş olan öğretmenin bu davranışı, öğrencilerin daha sorgulayıcı bir düşünme tarzına sahip olmalarına sebep olabilir ki, bu da devlet açısından tehlike arz etmektedir. Öğretmenin Eğitim-Sen üyesi olması ve aslında sendikanın aldığı karar doğrultusunda kılık kıyafet yönetmeliğini protesto etmek için sakal bırakmış olması ise Valinin zıvanadan çıkmasına yol açmıştır. “Bunu yönetmeliği bilerek yapıyorsanız anarşistsiniz” diyerek cahilliğini ve sığlığını da gösteren Vali, devletin sorgulayan, eleştiren, hakkını arayan, mücadele eden vatandaş istemediğinin başka bir örneğini göstermiştir.
Öğretmenin ölümünün ardından Vali’nin istifası istendi. Elbette Vali istifa etmedi. Zaten, 17-25 Aralık operasyonlarının ardından yolsuzlukları ortaya çıkanlar gerine gerine boy gösteriyorken, Vali’nin istifa etmesi veya görevden alınması büyük sürpriz olurdu. İktidarın çıkarına olmadığı sürece, devlet mekanizmaları bürokratların suçlarını ve hatalarını örtecek biçimde dizayn edilmiştir. Olayın muhteviyatı ve kişinin siyasi görüşü belirleyicidir. Devletin geleneksel reflekslerine uygun davranan bir devlet adamının yaptığı haksızlıklar veya usulsüzlükler görmezden gelinir, hatta böyle bir kişi terfi bile ettirilebilir. Muhalif bir devlet görevlisinin hataları ise asla affedilmez, sürülür, görevden alınır hatta cezalandırılır. Oysaki Batılı kapitalist ülkelerde herhangi bir burjuva siyasetçisi veya devlet adamı hakkında bu tür iddialar ortaya atıldığında, henüz suç kanıtlanmamış olsa bile genel olarak istifa edildiğini biliyoruz.
Batı’nın burjuva kültürünün bu topraklara geliş biçimi bile despotik zihniyetle malûldür. Şapka kanununa karşı çıkanların idam edilmesi örneği çok bilinen bir örnektir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve sonraki tek parti diktatörlüğü döneminde birçok örnek verilebilir bunun için. Bugün bile bunun çeşitli örneklerini görüyoruz. Örneğin Ülker holdingin patronu Murat Ülker, yurtdışındaki firmalarda yöneticilerin birbirine isimle hitap etmelerinden yola çıkarak, kendisine “Murat Bey” diye hitap edilmesini yasakladığını açıkladı. Türkiye’ye özgü hitabı yasakçı bir zihniyetle değiştirmeye çalışmak despotik zihniyetin bir başka dışavurumudur. Yurtdışındaki burjuva yöneticiler unvanla hitap etmek yasak olduğu için değil, sosyal-kültürel ilişkiler bu yönde gelişmiş olduğu için birbirlerine isimleriyle hitap ediyorlar.
Osmanlı devleti kendi iç dinamikleriyle değil, dışarıdan etkilerle, yani kapitalizmin gelişmesi ve doğduğu toprakları aşarak bir dünya sistemi haline gelmesiyle çözüldü ve yıkıldı. Yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin bir asra yaklaşan tarihinin her safhasında bu toprakların tarihsel arka planının izleri şu veya bu şekilde kendisini göstermiştir. 27 yıl süren tek parti diktatörlüğü döneminde Batılılaşmak adına yapılan reformlar bile zorla hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Sonraki süreçte işçi sınıfı hareketinin genişlemesiyle oluşan demokratik atmosfer de 12 Eylül askeri faşist darbesiyle sona ermiştir. Faşist cunta toplumu yeniden dizayn etmeye girişti, bütün yönetim kademelerinde askerleri göreve getirdi. Okullardan fabrikalara, sokaklardan evlere kadar hayatın her alanında askeri disiplin tesis edildi ve adeta bir korku toplumu yaratıldı. Osmanlı’dan miras alınan ceberut devlet anlayışı faşist cunta tarafından daha da pekiştirildi. 12 Eylül rejimi işçi sınıfının mücadelesiyle değil tepeden kontrollü bir şekilde çözüldüğü için etkisi devam etmektedir. 2002 seçimlerinde sözüm ona demokratik bir Türkiye kurma hedefi ile iktidara gelen AKP, devletin dümenini eline geçirince kendine demokratlıktan otoriterliğe çark etti. AKP döneminde de bürokrasi kendisini devletin sahibi olarak görmeye devam etmiştir. Statükocu sivil-asker bürokrasi AKP’nin hamleleriyle güçten düşürülmüş ama bu bürokratların yerine bu sefer de AKP kadroları doldurulmuş ya da koltuğu korumanın ve devlet kademelerinde yükselmenin AKP taraftarlığından geçtiğini gören unsurlar AKP’nin safına geçmişlerdir.
Erdoğan’ın başkanlık hayalleri, AKP’nin Osmanlı söylemi, derinlerdeki ceberut devlet anlayışının son birkaç yıl içinde su yüzüne çıktığını gösteriyor. Erdoğan, Osmanlı’daki padişahlığın modern bir versiyonunu istiyor. Padişahın yetkilerine sahip bir başkan olması ve kimsenin alacağı kararlara itiraz edememesi için şimdiden hukuksuz uygulamalar yapılıyor. Haliyle muhalefetin eleştirilerine maruz kalan Erdoğan, yapılan her eleştiriye “Sen kimsin ya?” havasında cevaplar veriyor. Hukuken muhataplarının başbakanlık olduğunu söyleyen TÜSİAD başkanını “sen kimsin ya” diye azarlaması, HDP’nin AKP’nin çözüm sürecinde yaptıklarına “Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?” diyerek cevap vermesi despotik anlayışın en bariz örnekleridir. Tepedeki “başkan baba” herkese otoritesini böyle kabul ettirmeye çalışınca, ona yaranmaya çalışan bürokratlar ve siyasetçiler de ona öykünüyorlar. Emekçilere karşı tepeden ve aşağılayıcı bir dil ve davranış hak sayılıyor.
Özetle, son örneğini Yalova Valisiyle görmüş olduğumuz ceberut devlet anlayışı, bu topraklarda devletin şimdiye dek gerçek bir halk devrimiyle karşılaşmamış olmasının ürünüdür. Ne münferit bir vakadır, ne de sadece AKP dönemine hastır. İşçi sınıfı örgütlü gücüyle bu devletlûlara gereken cevabı vermediği sürece bu anlayışın örneklerini görmeye devam edeceğiz.
link: Suphi Koray, Despotik Zihniyet Yalova’da Can Aldı, 29 Nisan 2015, https://fa.marksist.net/node/4185
Kaynak Kıtlığı Değil Düzen Sorunu Var
Kamp Armen’e “Yüzüncü Yıl” Balyozu