İstanbul Üniversitesinin Öğrenci Kültür Merkezi bünyesindeki bir kulüpte şu sıralar “Marksizm Okumaları” adı altında bir çalışma yürütülüyor. Bu çalışma süreci içinde işçi sınıfının önderleri Marx ve Engels’in tüm eserlerinin okunması ve tartışılması hedefleniyor. Kitapların sunumu için gönüllü arkadaşlar seçiliyor ve iki kişinin yaptığı bu sunumlarla tartışmalar iç içe gidiyor.
Çalışmalara çeşitli çevrelerden öğrenciler katılıyor. Fakat genel olarak bu tartışmalara bir ilgi olduğunu söylemek zor olacaktır. Her ne kadar sola sempatisi olan öğrenciler yapılan tartışma toplantılarına katılıyorlarsa da, bu, mevcut durumu değiştirmiyor. Bunun birkaç nedeni var; birincisi kulüpte ağırlığını hissettiren siyasi çevrenin reformist olması, genel olarak düzenle barışık kalma, düzenin cici çocuğunu oynayarak kitleselleşme kaygısı taşımasıdır. Bu çevre okuldaki faşist saldırılara karşı konulması doğrultusundaki eylemliliklere de mümkün mertebe katılmama eğilimindedir. Hatta katılmıyor da! Onların ağzıyla söylersek “kavgayı sevmiyorlar!” İkincisi, okuldaki diğer siyasi grupların bu tür teorik-politik tartışmalara genel olarak ilgisiz kalmalardır. Maalesef üzerinde yaşadığımız topraklarda teorik tartışmalara genel bir düşmanlık beslenmektedir. Küçük-burjuva sosyalizminin etkin olduğu bu topraklarda teori fukaralığının üzeri teorinin küçümsenerek “aşılmaya” çalışılması oluyor. Küçümsenen teorinin yerini amatörce, kör bir pratik almış bulunmaktadır. Elbette pratik yapacağız. Fakat devrimci bir teori olmadan doğru bir pratik de yapılamaz. Eğer işçi sınıfı içinde ve toplumun her alanında kök salmak, proletaryanın devrimci iktidarına ulaşmak istiyorsak doğru bir teoriye, netleşmiş politik görüşlere ihtiyacımız var. Zira o bizim kılavuzumuz olacak devrim yolunda! Nitekim biz devrimci Marksist öğrenciler böylesi bir politik bakış açısına sahip olduğumuz için bu tartışmalara katılıyoruz. Marksizme karşı girişilen saldırılar ancak bir ideolojik mücadele ile cevaplanabilir ve bulunduğumuz her alanda bunu yapmak gerekiyor.
İlk çalışmada Marx ve yoldaşı Engels’in biyografisi sunuldu. Bir biyografi sunumu olduğu için pek dişe dokunur bir tartışma gerçekleşmedi. Fakat Marx ve Engels’in işçi sınıfına yol gösterecek teorik çalışmaları hangi şartlar altında oluşturduğunu bir kez daha hatırlamamız açısından önemliydi. Böylece onlara duyduğumuz saygı bir kat daha artmış oldu.
İkinci toplantıda Yalçın Küçük’ün bir makalesi (sanırım başlığı şuydu: “Bilimlerin Sonu ve Bilimin Doğuşu”) sunulmaya çalışıldı. Çalışıldı diyorum, çünkü Stalinist tahrifat okulunun başarılı öğrencilerinden biri olan Yalçın Küçük’ün makalesi onlarca sayfalık bir genişlikte olsa da, teorik hacim olarak yetersiz ve adeta kimsenin anlamaması üzerine kurulmuş. Zaten bu konuda Yalçın Küçük bir üstat! Stalinist tahrifat okulunun bu çok yazan, ama pek boş yazan üstadı, Troçki’ye ve esasında Marksizme karşı asılsız ve dayanaksız suçlamalar getiriyor. Bunların düşünülmeden yapıldığını söyleyemeyiz. Küçük tam da böylesi bir durumda neyi yazıp neyi yazmayacağını iyi bilecek kadar işinin erbabıdır. Getirmeye çalıştığı asılsız suçlamaları burada dile getirmek bile istemiyorum. Aslında tam da bu noktada benim yerime Can Yücel konuşsa daha iyi olur: Onu Can Yücel’e havale ediyorum!
Üçüncü sunumda Marx ve Engels’in zamanın Komünistler Birliği için yazdığı, üstünden 156 yıl geçmesine rağmen geçerliliğini yitirmemiş ve yitireceğe de benzemeyen özgün eseri “Komünist Parti Manifestosu” işlendi. Katılımın az olduğu bu toplantıda çoğunluğu TKP’li öğrenciler oluşturmaktaydı. Sunumu yapan arkadaşlardan biri Komünist Manifesto’yu devrimci Marksist bir perspektifle, geçmişteki deneyimlerin ve bugünün ışığında değerlendirdi. Arkadaş, Stalinist ideolojinin Marksizme zerk ettiği çarpık ve küçük-burjuva yaklaşımları özellikle mahkûm etti. Marksizm alanından ağır darbeler alan küçük-burjuva sosyalizminin tilmizleri ne yapacaklarını şaşırdılar ve çareyi ortamı provoke etmekte buldular. Etraflarındaki öğrencilerin kafasının karışmaması için, her zamanki yönteme, Stalinist yönteme başvurdular. Stalinist tartışma yönteminde konular tartışılmaz; konunun yerine mesele kişiselleştirilir ve tartışılan konu saptırılarak kişiler öne çıkartılır. Nitekim söz konusu toplantıda da olan buydu; ortamı provoke etmeye soyunmuş birkaç kişi meseleyi tartışmak yerine sunumu yapan arkadaşı tartışmak istediler. Bu oyuna gelinmeyip, çok sert bir tepki verildiğinde ise salondan kaçıp gitmekte buldular çareyi.
Tartışmalara neden olan ise sunumu yapan arkadaşın Çin, SSCB, Küba vb. despotik-bürokratik diktatörlükleri sosyalizm olarak görmediğini açıklamasıydı. Israrla bu sözü geçen ülkeleri sosyalizm çatısı altında toplamak isteyen küçük-burjuva Stalinist zihniyet, teorik çıkışsızlığını anladığı zaman kargaşa yaratarak meseleyi gümbürtüye getirmeye çalıştı. Burada sorun bir kişi sorunu değil, bir ideoloji sorunudur. Stalinizmin yarattığı tahrifat ne yazık ki sosyalist hareket içinde kök salmış bulunuyor. Bu öğrenci arkadaşlarımız da Marksizmi öğrenip teorik bir birikimle donanmadan Stalinist milliyetçi görüşlerle zehirleniyorlar. Devrimci Marksist bir kültüre sahip olamayan bu insanlar, küçük-burjuva milliyetçi bir politik kültürle yetişiyorlar. Sonuç olarak ise çarpık görüşlü, Marksizmden habersiz, sonuna kadar milliyetçi yani dar kafalı olup çıkıyorlar.
Sunumun ilginç, aynı zamanda ironik olan yanı, Manifesto’nun her paragrafına kafa sallayan TKP’li arkadaşların iş Türkiye’ye gelince işlerin değiştiğini söylemeleriydi. İnanılmaz bir şekilde milliyetçi, onların deyimiyle yurtsever bir çizgiye savruluyorlar. En temel yaklaşımları ise Türkiye’nin özgünlüğü meselesi. Kuşkusuz her ülkenin geçmiş tarihi köklerinden kaynaklanan ve bugün toplumsal ilişkilerde belirleyici olan yönleri vardır. Ama bunlar genel eğilimi belirlemez. Kapitalist dünya ekonomisi içinde her ülke eşitsiz gelişse de, aynı zamanda birlikte gelişiyor. İşçi sınıfının bağımsız politik hattını uluslararası temelde bugünden örmeyen her anlayış gerçekte ulusalcı küçük-burjuva bir perspektife sahiptir. Kitleselleşme saikiyle emekçilerin geri bilinç düzeylerine seslenmek, olsa olsa bu geri bilinci kitlelerin zihninde egemen kılan burjuvaziye hizmet eder. II. Enternasyonal oportünistleri de söze gelince enternasyonalizmi kabul ediyorlardı. Ama onlar da, aynı TKP gibi enternasyonalizmi barış dönemlerinde dayanışma örgütleri olarak kabul ediyorlardı. Nitekim 1914’de emperyalist savaş patlak verdiğinde kendi burjuvalarının kuyruğuna takıldılar. Ne tesadüf ki, sosyal demokrat hainler, bu ihanetlerini her ülkenin özgün koşullarına bağlıyorlardı. Yani anlaşılacağı üzere işçi sınıfı içinde küçük-burjuva milliyetçi görüşleri savunmanın bir paravanıdır “her ülkenin özgün koşulları” meselesi. Öyle gözüküyor ki, TKP hızla İşçi Partisinin çizgisine doğru eviriliyor. Salondan bir arkadaşın “işçilerin vatanı var mıdır?” sorusuna bile “yoktur” cevabını eveleye geveleye, ıkına sıkıla, zor belâ verdiler. Manifesto’da açıkça ortaya konulmamış olsa bu mesele maazallah (!) “vardır” bile diyebilirler. Esasında diyorlar da! “İnsan yurdunu sevmez mi”ymiş! Ama Marksizmi Marx’a rağmen, bizim sıkıştırmalarımız üzerine şimdilik istedikleri gibi bu tartışmalarda çarpıtamıyorlar. Bu konu Manifesto’nun çeşitli bölümlerinde oldukça net konmuştur:
İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız… [komünistler] 1. Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, bir bütün olarak hareketin çıkarlarını temsil ederler.
Bu hengameli sunumda Manifesto yarım kaldığı için (hatta yarım bile değil; önceki sunumda sadece ilk 4-5 sayfası tartışılabilmişti) dördüncü sunumda da Manifesto işlendi. Ancak yine yarım kaldı. Sosyalist yazının abecesi olan bu fevkalâde eser için, normal bir durum aslında. TKP’li arkadaşlar eserin yüzeysel bir şekilde değerlendirilmesinden yanalar. Fakat devrimci Marksist öğrenciler bu yüzeyselliğe izin vermediler. Manifesto, içeriğine uygun bir şekilde, Marksist bir perspektifle sunulmaya devam etti.
Bundan sonraki süreçte bu ve benzeri sunumlar yapılmaya devam edilecek. Biz Marksist öğrenciler olarak tüm bu tartışmalara katılmaktan ve Marksizmin savunusundan bir an olsun bile geri durmayacağız. Böylesi gericilik dönemlerinde, her alanda ideolojik mücadele yürütmek gerekiyor. Marksizm içine sızmış yabancı unsurları bu şekilde ayıklayabiliriz ancak. İşçi sınıfının enternasyonal fikirlerini her yerde savunmalı, onun karanlıktaki feneri olan Marksizmi gelecek için elden bırakmayarak ileri yürümeliyiz.
İŞÇİLERİN VATANI YOKTUR!
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİN!
YAŞASIN İŞÇİLERİN ULUSLARARASI MÜCADELE BİRLİĞİ!
link: İÜ'den MT okuru bir öğrenci, İstanbul Üniversitesinde “Marksizm Okumaları”, 5 Aralık 2004, https://fa.marksist.net/node/451
Büro İşçileri
Enternasyonalle Kurtulur İnsanlık