İşçi sınıfının devrimci gücünün üretim sürecinden kaynaklanmadığı, büyük ölçekli fabrikalar ve işletmelerde bir araya gelen proletaryanın artık öneminin kalmadığı, ya da sendikalı işçilerin hepten aristokrat kesildiği ve onlardan devrimci militanlık beklenemeyeceği vb. yolundaki iddialar, devrimci bir lâfazanlıkla süslense bile, aslında akademik Marksizmin estirdiği rüzgârlara yelken açmak anlamına geliyor.
Evet, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sendikaların her açıdan bir gerileme içinde olduğu doğrudur. Ancak tarihe şöyle bir göz atacak olursak, işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlülükten yoksun kaldığı, ekonomik örgütlülüğüne Marksist temellerde bir devrimci siyasal parti örgütlenmesinin yol göstermediği koşullarda, sınıfın ekonomik mücadelesinin de bir gerileme içine girdiği ya da daha geri düzeyde kaldığı görülecektir. Tarihsel süreçten çıkartılabilecek bu türden dersleri unutup ya da unutturmak isteyip, yalnızca konjonktürel olgulardan hareketle genellemelere gidenler, o dönem için doğruları yakalıyorlarmış gibi görünseler de, bu türden siyasi perspektifler son derece sınırlı bir geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Ve zamanla değişen koşulların böylesi çevreleri sağa ya da sola savuracağını da unutmamak gerekir.
Böylesi yanlış eğilimler, işçi sınıfının yapısının değiştiği, artık Marksizmin tanımladığı bir işçi sınıfının yok olmaya yüz tuttuğu benzeri savlarla, sınıfın devrimci misyonu fikrini hafızalardan silmek isteyen ideolojik saldırıyı güçlendirmektedir. İşçi sendikalarının içinde bulunduğu durumu sabit bir veri kabul ederek, sendikaların geri dönüşsüz biçimde burjuva düzenle tamamen bütünleştiğini, işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin aracı olma vasfını yitirdiğini ve dolayısıyla artık mevcut sendikalarda çalışmanın bir anlamının kalmadığını söyleyen siyasal tutum, aslında sınıftan kaçış eğilimidir. Daha eski dönemlerde bir “sol” eğilim olarak belirginleşen bu yaklaşım, günümüzde, işçi sınıfı içinde çalışmaya sırtını dönen çeşitli sağ ve sol eğilimler tarafından benimsenmektedir.
Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma vasfını yitirdiğini söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin artık hiçbir devrimci potansiyel ve dönüşüm olanağının kalmadığını iddia etmek anlamına gelir. Eğer bu iddialar doğru olsaydı, o takdirde sendikalar yerine başında parlak devrimci sıfatların yer aldığı birtakım birliklerin kurulması halinde de durum değişmezdi. Temel sorun, işçi sendikalarını sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan kurumlarmış gibi ele alma eğiliminde yatıyor. Oysaki, sendikaların içinde bulunulan konjonktürün özelliklerine göre değişiklikler arzetmesi yeni bir olgu değildir. Kapitalizmin tarihi, mücadelenin geri çekildiği bir dönem boyunca düzenle bütünleşen sendikal hareketin, mücadelenin tekrar yükselişe geçtiği yeni bir dönemde savaşkan bir nitelik kazandığının örnekleriyle doludur.
Bugünün gerçekliklerini geçmişle kıyasladığımızda, şimdi sendikal mücadelede pek çok tıkanıklık noktası bulunmakla birlikte, sorunun özü bir anlamda değişmemiştir. Eğer işçi sınıfı, şu ya da bu nedenle henüz kendi örgütlerine sahip çıkamıyor, bu örgütleri burjuva düzenle işbirliği içinde tutan ve felçleştiren sendika bürokrasisine karşı anlamlı bir mücadele yürütmekte yetersiz kalıyorsa, kendi gücüne güvenini çok yaygın ve derin bir biçimde yitirmiş demektir. Bu durumun, bu güvensiz ruh halinin değişikliğe uğratılması için çaba sarfetmeden, mevcut sendikalara alternatif yeni sendikaların ya da “derneklerin” kurulması çağrısı da havada kalır.
Çok açıktır ki, mevcut koşulların ve ruh halinin değiştiğini gösteren türden bir olgunluk düzeyi gökten zembille hazırlop inmez. Sınıfın halihazırdaki kitle örgütlerini görmezden gelerek ve bu örgütlerin içinde toplanan kitleyi kendi kaderiyle başbaşa bırakarak, “kirlenmemiş” küçük dünyalara kapanmakla, işçi sınıfı daha ileri bir noktaya çekilemez. Günümüzde sendikaların içinde bulunduğu gerçekliği sergilemek bakımından hiç de haksız olmayan, fakat mevcut durumu değişikliğe uğratmak üzere uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmayı göze alamayan küçük-burjuva solculuğu, zor ve başarılması gereken görevlerin yerine devrimci bir lâfazanlığı ikame etmektedir. Oysaki, söz konusu gerçeklik karşısında temel görev, işçi sendikalarının içine düşürüldüğü durumdan yılgınlığa kapılmaksızın ve doğru bir kitle çalışmasının öncüleri olarak sendikalar içinde çalışma yürütmektir.
Uzun yıllar boyunca yaşanmış olan olumsuz örneklerden hareketle, akıllarına yalnızca sendika bürokrasisi ile yapılan uzlaşmaları getirerek sendikalarda çalışma gereğine karşı çıkanların, sendika bürokrasisine karşı yürütülecek mücadeleye bir yararı dokunmayacaktır. İşçileri ilgilendiren çok önemli sorunlara, sıradan bir tepkisellik ve cahilâne bir dar görüşlülükle yaklaşanların, sendikal alanda doğru tarzda çalışmanın ne anlama geldiğini ve nasıl yürütülmesi gerektiğini bilmedikleri de çok açıktır. Geçmiş deneyimlerden ders çıkartırken, söz konusu olayların içinde yer aldığı somut koşulların hatırlanması, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ışık tutan önemli uyarı, öneri ve kararların nasıl bir ortamda alındığının, hangi yanlış eğilimlere karşı çıktığının, hangi doğrulara işaret ettiğinin bilinmesi elzemdir. Aksi halde, çok ama çok önemli ipuçlarını sunan tarihsel deneyimin ögeleri, bilinçsiz ve özensiz yaklaşımlarla ağızlarda çiğnene çiğnene çürütülen sakıza dönüştürülür. Örneğin ekonomizm eleştirisi doğru kavranıldığında ve yerli yerinde kullanıldığında mücadelede çok önemli bir silâh olabilir. Ama bu eleştirinin özü kavranılmaz, işçi sınıfının burjuva düzene karşı mücadelesinin gerektirdiği görevlerin sorumluluğu hesaba katılmaz ve siyasal çevrelerin rekabetine eşlik eden bir lâkırdı “silâhı” düzeyine düşürülürse, kayba uğrayacak olan işçi sınıfı olacaktır.
Aslında, işçi sınıfının doğru temellerde örgütlenmesi görevinden kaçış, yani işçi sınıfının öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya getirecek ana halkayı yakalamaktan kaçış, genellikle sınıfın sendikal mücadelesine önderlik etmekten kaçış biçiminde somutlanıyor. Bu türden bir kaçış eğilimi içinde olanlar, hep ekonomizm eleştirisinin ardına sığınıyorlar. Oysa sendikal bürokrasi, sendikalara gereken ilgi gösterildiğinde değil, tam tersine gösterilmediğinde güçlenir ve tamamen başıboş kalan sendikalar elbette ki düzenin kurumlarına dönüşür. Sendikaları bu durumdan kurtarmak yerine, onları toptan küçümsemek ve göz ardı etmek, burjuvazinin işçi sınıfını atomize etme planlarına bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olmak demektir.
Kendi zihinlerinde ya da sektleri içinde gerçek yaşamın yasalarını göz ardı ederek, keyfî salınımlarla bir uçtan diğer uca koşuşturanlar bir mücadele yürüttüklerini varsaysalar da, sınıf mücadelesinin kişilerin keyfine bağlı olmayan yasaları hükmünü icra etmeyi sürdürecektir. Marx’ın dediği gibi, “Eğer işçi sınıfı, sermaye ile olan günlük çatışmasında gerileyecek olsaydı, daha büyük çapta şu ya da bu harekete girişme olanağından kendi kendini yoksun bırakmış olurdu elbette.”[96]
Fakat, bu günlük ekonomik savaşımın abartılması, yani diğer uca savrulunması durumunda doğacak tehlike de asla küçümsenemez. İşçilerin ekonomik mücadelesi, sermaye egemenliğinin işçi ücretlerini aşağı çekme yönündeki işleyiş yasasına karşı koymaktan ibarettir. Böylece işçiler bir dönemde ücretlerinde meydana gelen düşmeyi, başka bir dönemde telâfi etmek için mücadele etmek zorundadırlar. Evet zorundadırlar; çünkü işçi, kapitalistin iradesini, diktasını, değişmez bir iktisat yasası olarak kabul ettiği takdirde, kölenin sahip olduğu güvenceye bile sahip olmaksızın onun bütün sefaletini paylaşacaktır.
Marx, sendikaları bekleyen bir tehlikeye işaret etmiş ve ücretli kölelik sisteminin kaldırılması için savaşacak yerde, yalnızca kapitalist düzenin yarattığı sonuçlara karşı kısmi ve geçici iyileştirmeler mücadelesiyle yetindikleri anda hedeflerini büsbütün yitireceklerini belirtmişti. Bugün sendikaların içine düştükleri durum bu uyarının sınırlarını aşacak ölçüde vahim olsa da, sendika dediğimizde kuşkusuz durağan kurumları ya da baş belâsı sendikal bürokrasiyi değil, düzene karşı mücadeleye atılması gereken işçi kitlelerinin ekonomik örgütlülüğünü kastediyoruz. Bu gerçeğin üzerinde durmak, işçilerin dikkatini sorunun bu yönüne çekmek, işçiler arasında bu doğrultuda bir bilinç sıçramasının yaşanması için çalışmak vb. elbette ki mevcut sendika yönetimlerinden beklenemez. Tüm bunlar işçi sınıfının gerçek öncülerinin görevidir.
Kapitalist gelişmenin günümüzde işçi sınıfının önüne çıkardığı yeni sorunları çözümlemeye ve sınıfın sendikal mücadelesini güçlendirmeye ihtiyaç var. Örneğin, kapitalistlerin günümüzde bazı işletmelerde sürekli işçi istihdam etmek yerine, geçici ve part-time işçi çalıştırmayı tercih etmeye başlamaları, üzerinde durulması gereken bir husustur. Sermayenin işçi sınıfına dayattığı bu yeni tür çalışma koşulları, hazırlıksız olunduğunda var olan sendikal örgütlülüğü derinden yaralayan bir gelişmedir. Bu tür gelişmeler, somutta bir sendikasızlaştırma operasyonu olarak görünse de, temelde kapitalist sistemin ekonomik gereklerinin bir ürünü ve sonucudur.
Bir kere, kapitalist gelişmenin daha kısa çalışma saatleri içinde, daha düşük ücretlerle sendikasız ve güvencesiz biçimde çok sayıda işçi çalıştırarak daha yoğun emek-gücü sömürüsünü gerçekleştirme eğilimi işlemektedir. Ayrıca da, ekonomik gerileme ve canlanma periyotlarına bağlı olarak, sermayenin ihtiyaç duyduğu aktif sanayi ordusu daralmakta ve genişlemektedir. Gerileme dönemlerinde, sermayenin çalışmakta olan işçilerin kendisine fazla gelen kısmından ve genel olarak işçi sınıfının ücret pazarlığı yükünden kurtulmaya yönelik, “esnek çalışma” yöntemlerini geçerli kılmaya uğraştığı bir gerçektir. Stokların biriktiği, piyasanın durgunlaştığı kriz dönemlerinde sermaye, sendikalı ve sürekli işçilerin bindirdiği ücret basıncını hafifletebilmek için çeşitli yöntemleri denemektedir. Örneğin, part-time ve geçici işçi çalıştırmanın yanı sıra, üretim maliyetlerini düşürebilmek amacıyla işleri bölerek bir kısmını taşeronlara devretmeyi, ya da küçük işletmelere dağıttığı fason üretim siparişlerini arttırmayı vb. gündeme getirmektedir.
Diğer yandan, kapitalist kriz mekanizmasının sonucu olarak böylesi dönemlerde sermayenin tekelleşmesi yoğunlaşmakta, büyük sermaye evlilikleriyle birlikte büyük iflâslar gündeme gelmektedir. Bu da işçi tensikatı ve işsizliğin büyümesi anlamına gelir. İşçi sınıfının işli ve işsiz kesimlerinin mücadele birliğinin sağlanamadığı koşullarda, bu türden gelişmeler, yedek sanayi ordusunun aktif sanayi ordusu açısından önemli bir tehdit oluşturmasına yol açar. Çünkü işten çıkartmaların yoğunlaştığı, ücretlerin gerilediği dönemlerde çok daha düşük ücretlerle patronların dayattığı koşullarda çalışmaya hazır nice işçi bulunur. Böylece kapitalistler, “esnek çalışma” benzeri uygulamaları işçilerin kazanılmış haklarını tırpanlayan bir biçimde dayatabilmektedirler.
Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı her bir sorun karşısında, burjuvazi kendi kârlılık hesabıyla yeni yeni uygulamaları gündeme getirirken, işçi sınıfına ve onun örgütlü güçlerine de karşı-saldırıyı örgütleme görevi düşüyor. Günümüzde çokça tartışılan sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesi temelinde part-time ve geçici işçi statüsünde çalıştırılma tehdidine, işçilerin kendi bütünsel sınıf çıkarları doğrultusunda bir karşı taleple cevap verilebilmeli. Örneğin, ücretler düşürülmeden ve çalıştırılan herkesin yararlanacağı sosyal, sendikal haklar, iş güvencesi temelinde, mevcut çalışma saatlerinin çok daha fazla sayıda işçi arasında bölüştürülmesi gibi.
İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir. Ayrıca, sermayenin uluslararasılaştığı, dünya ölçeğinde büyük bir akışkanlık kazandığı günümüz koşullarında, bütün dünyada işçi sınıfının kaderi daha önceki dönemlerdekinden çok daha fazlasıyla bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle, yalnızca siyasal mücadele cephesinde değil, sendikal mücadele cephesinde de gerek karşılaşılan sorunlar gerekse çözüm yolları, eskiye oranla misliyle enternasyonalist bir nitelik kazanmış bulunuyor.
* * *
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sözde sosyalist rejimlerin birbiri ardı sıra çöküşünü tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya burjuvazisi, bir dönem boyunca attığı sahte zafer naralarıyla ortalığı inletti. Komünizmin artık korkulmaması gereken bir ölüden başka bir şey olmadığını iddia ederek, Marksizmden öcünü almaya koyuldu. Burjuvazinin bu ideolojik kampanyasında resmî ya da fahrî görev üstlenmiş tüm “aydınlar”ın ve de döneklerin, fırsat bu fırsattır hesabıyla Marksizmi, işçi sınıfı gerçeğini ve onun tarihsel rolünü dünya sahnesinden silme çabaları, genel olarak işçi hareketinde büyük bir gerilemenin ve kaosun yaşanmasına neden oldu.
Bugün yaşamlarını işçi sınıfının birer unsuru olarak sürdüren milyonlarca insan, kapitalist sistemin tehlike çanlarını çalmaya henüz başlamış değiller. Ama, sözde sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte artık tek başına kalan kapitalizmin pisliklerinin olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor oluşu, burjuvazinin “ileri görüşlü” ideologlarını daha şimdiden rahatsız etmeye başlamıştır bile.
O nedenle, dünya burjuvazisinin “Marksizm öldü” nağmeleriyle çalıp oynadığı “cicim ayları”nın artık gerilerde kalmaya başladığını söyleyebiliriz. Bugünlerde sermaye çevreleri, kendi canlarını yakan başka sorunlarla, (hani o öldüğünü söyledikleri Marksizmin çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne serdiği ekonomik krizler, yeniden paylaşım savaşları gibi sorunlarla!) haşır neşir olmaktalar. Bu arada, dünya borsalarını sarsan ve Asya’nın “kaplanlar”ı hapşırdığında, Wall Street’in “aslanlar”ının kara griplere yakalandığı, Rusya’nın ayyaş şefleriyle ABD’nin çapkın başkanlarının kafa kafaya verip dertlerine çare aradığı bir dünyada, ekonomik krizle derinden sarsılan o “olmayan” işçi sınıfı da çeşitli ülkelerde patlak veren grevlerle, direnişlerle, işyeri işgalleriyle yeniden “Ben buradayım!” demektedir.
Öte yandan, yine tarihin bir cilvesi mi desek, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu” diyerek gönül eğlendiren burjuva yazarlar, şimdi kapitalist sistemi tehdit edecek birtakım tehlikelerin sinyallerini vermekle iştigal etmekteler. Belki de iklimlerin değiştiğine ilişkin haberlerin yoğunlaştığı dünyamızda, siyasal iklim değişikliklerini önceden kestirebilme hünerine sahip bazı Batı Marksistlerinin sözlerine kulak vermenin zamanıdır. “Marksizm öldü” çığlıklarının pek revaçta olduğu bir dönemde rotasını o yana doğru çevirmiş bulunan Eric Hobsbawm, daha sonra Komünist Manifesto’nun 150. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu şaşırtıcı başyapıtın 21. yüzyılın arifesinde hâlâ dünyaya söyleyecek çok şeyi var.”[97]
Hobsbawm’ın bu sözlerine yürekten katılıyoruz; evet, yalnızca Avrupa için değil, tüm dünya için Komünist Manifesto’nun o ünlü sözlerinin gerçekleşeceği günler de gelecektir. Şimdilik şu kadarını belirtmekle yetinelim: “Dünyada bir heyulâ dolaşıyor: Proletarya!” O var oldukça burjuvazinin korkusu da varlığını sürdürecek.
[96] Marx, Ücret, Fiyat ve Kar, s.152
[97] The Guardian, 28 Şubat 1998
link: Elif Çağlı, İşçi Sendikalarının Önemi, 1 Ekim 1999, https://fa.marksist.net/node/503