Kapitalist sistemin derin bunalımının bir sonucu olarak, egemen sınıf kendi çıkarlarını korumak için dünya genelinde otoriterleşmenin ve faşizmin yükselişine yol veriyor. Otoriter eğilimler tırmandırılırken, emekçi kitlelerin zihinleri de bendinden boşanmış bir yalan selinde tarumar edilerek burjuva ideolojisinin ürettiği gerici düşüncelerle şekillendiriliyor. Sınıf bilincine sahip olmayan emekçiler, böylelikle otoriter anlayışların peşinden kolaylıkla sürüklenir hale geliyorlar.
Avrupa’nın genelinde, aşırı sağcı ideolojiler etrafında örgütlenmiş grupların, özellikle göçmenlere karşı saldırganlığının artması ve geniş kesimler tarafından bu duruma en azından tepki gösterilmemesi artık vakayı adiyeden. Almanya gibi Nazizmin sözde suç sayıldığı bir ülkede bile, sınıfa yeni gelen bir Yahudi öğrencinin Nazi selamlarıyla karşılanarak dalga geçilmesi türünden olaylar gazete haberlerinin gediklisi haline geldi. Bu haberlerin yayınlanmasına vesile olan karşı çıkışları gerçekleştiren öğrenciler, Yahudilerin, göçmenlerin ırkçı şekilde aşağılandığını, Nazi söylemlerinin kullanıldığını, bunu kimsenin yadırgamadığını söylüyorlar.
Oysa yakın zamanlara kadar geniş kesimlerce, zalimliği ve akıldışılığı açık biçimde ifşa olduğu için, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde faşizme can suyu veren düşüncelerin bir daha yükselmesi mümkün görülmüyordu. Ne var ki, burjuva demokrasisinin Avrupa’ya kök saldığı, faşizmin bir daha bu ülkelerde etkili olamayacağına dair düşüncelerin birer palavradan ibaret oldukları ortaya çıktı. Burjuvazinin ekonomik yükseliş dönemlerinde faşizm gibi saldırgan yönetim biçimlerine ihtiyaç duymamasının onu bir daha canlanmamacasına toprağın derinliklerine gömdüğü anlamına gelmediği anlaşıldı. Aşırı sağcı partilerin aldıkları oy oranlarının yüksekliği gibi açık göstergelerle birlikte, reformizmin etkisiyle biçimlenen bu siyasi körlük de artık tedavülden kalkmaya başladı.
Büyük sermayenin, karşılaşacağı yıkıcı bunalımları aşmak için, yeri geldiğinde ve gücü yettiğinde, geçmişte “yararlarını” gördüğü olağanüstü yönetim biçimlerini günün koşullarına uyarlayarak yeniden canlandırmaktan kaçınmayacağı açıktı. Sermayenin egemenliği devam ettiği sürece faşizm tehdidi de varlığını sürdürecekti. İçinde olduğumuz sürecin bunalımlı karakteri nedeniyle de sermayenin hamurunda olan bu eğilim emekçilerin karşısına tüm yıkıcılığıyla çıktı. Özellikle Almanya’daki ağır yenilginin ardından vaktiyle iyice küçülen faşizan siyasetler, son yıllarda, göçmen işçi düşmanlığı, ırkçılık ve gerici demagojilerle yeniden yükselmeye başlayan örgütlü güçler haline geldiler. Krizin etkilerinin daha da fazla hissedilmesiyle, emekçiler nezdinde bu eğilimin daha da büyüyen yansımalarının olmasını da beklemek gerekir.
Burjuvazi, ne kadar aksini iddia etmeye çalışsa da, gericiliğin en ağır atmosferinde toplumu boğan, cepheleri ve şehirleri kan denizine çeviren faşizmin hesabını vermeye hiçbir zaman yeltenmedi. Aksine sinsice işlettiği propaganda mekanizmasıyla sonraki kuşakların bilincinde sürece dair algının baş aşağı bir biçimde oluşmasını sağladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ABD ve diğer kapitalist devletlerde, edebiyatta, sinemada, siyasette öne çıkan “faşizm karşıtı” söylemler ikiyüzlüceydi. Hakeza, Hitler dönemi sonrası, Nazizm ideolojisi ile gerçekten yüzleşildiği izlenimi vermeye çalışan Almanya için de durum böyleydi. Burjuva ideolojisinin etkisi altındaki yayınlarda faşizmin iktidara gelişi sırasında ve İkinci Dünya Savaşında yaşanan gerçekler çarpıtılıyor, zihinler bulandırılıyordu. Yakın zaman önce, Almanya, İngiltere ve Fransa’da 3 bin kişi üzerinde yapılan bir ankete katılanların sadece yüzde 13’ünün Avrupa’nın Nazizmden kurtulmasında SSCB ordusunun kilit rol oynadığını düşündüğünü, yüzde 43’ünün ise en büyük rolün ABD’ye ait olduğunu belirtmesi burjuvazinin bu propagandasında ne denli başarılı olduğunu ortaya koymaktadır.
ABD ve diğer kapitalist devletler Nazizmin Avrupa’da yenilmesinde oynadıkları rolü abarttıkları gibi, Naziler ve diğer faşistlerden hesap sorulması konusunda da yaptıklarını bire bin katarak anlattılar. Yüzeysel ve esas içeriğin es geçildiği gösterilere dönüştürdükleri mahkemelerin sonuçlarını da olduğundan büyük gösterdiler. İkinci Dünya Savaşının ardından, yıkımın olağanüstü boyutları nedeniyle kitlelerde oluşan büyük öfke sayesinde, yenilgiye uğrayan ülkelerin faşist yöneticilerinin bir bölümü yargılanıp ceza aldılar almasına, ancak önemli bir bölümü de gözden uzak tutularak kapitalist devletlerin özellikle örtülü yapılarında etkin görevlere getirildiler. Dönemin Nazi Partisi yöneticileri ABD’de, İsveç’te, Latin Amerika ülkelerinde ve hatta bizzat Almanya’da gizli örgütler içinde istihdam edilmeye devam edildiler, kullanıldılar. Federal Almanya’da sonraki dönemlerde cumhurbaşkanı seçilen Hür Demokratik Partiden (FDP) Walter Scheel ve Hıristiyan Demokrat Birlik partisinden (CDU) Karl Carstens ve yine CDU’dan başbakan olan Kurt Kiesinger eski Nazi Partisi üyesiydiler. Bu örnekler bile tek başına sermaye sınıfının faşizm konusundaki yaklaşımın ne denli ikiyüzlüce olduğunu ortaya koyar.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Naziler
İkinci Dünya Savaşının sona ermesinin ardından, Nazilerin pek çok önemli kadrosu yargılanamadı bile. Devlet kurumlarının en tepe yöneticilerinden en basit memuriyet görevinde olanlara kadar bütün görevlileri Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin üyesiydi. Buna rağmen savaş sonrası yargılanan Nazilerin sayısı 6500’de kaldı. Nazilerden hesap soruluyor izlenimi yaratmak için büyük bir şova dönüştürülerek görülen mahkemelerde ise göz önündeki bazı liderlere verilen idam cezaları dışında kayda değer bir şey çıkmadı. Arandığı ilan edilen binlerce Nazinin önemli bir kısmı elini kolunu sallayarak Latin Amerika’ya kaçarken, birçoğu da “birikimlerinden faydalanılmak üzere” Müttefik devletlerin başta örtülü örgütleri olmak üzere çeşitli kurumlarında görevlendirildiler.
Yeni Alman devleti de yine bunların etkin pozisyonlarda yer alacakları biçimde yapılandırıldı. Birkaç yıl önce oluşturulan, biri ceza hukuku uzmanı, diğeri tarihçi iki bilim insanının yönetimi altındaki bir komisyonun, Federal Adalet Bakanlığının tüm belgelerini, personel dosyalarını inceleyerek ve söyleşiler yaparak hazırladığı rapora göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Adalet Bakanlığı Nazi artığı hukukçularla kuruldu, örneğin. Rapor, Bakanlığın en tepeden başlayarak tüm çalışanlarının dörtte üçünün Nazi geçmişi olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmacılar, bakanlıktaki eski Nazi oranının 1970 sonuna dek yüzde 50’nin altına düşmemiş olduğunu saptadılar. Yine İçişleri ve Dışişleri gibi önemli bakanlıklarda da Naziler etkili pozisyonlardaydılar.
Cezasız kalıp işini gücünü sürdürenler sadece devlet görevlileri de olmadı. Almanya’nın büyük sermaye gruplarının, meselâ Thyssen, Krupp ve Rheinmetall’ın yönetim kurullarında yer alanlar ya da Deutsche, Dresdner, Commerz bankalarının yöneticileri ve bunların büyük hissedarları, yani Nazilerin iktidarının asıl destekçileri, müsebbipleri ve faydalananları elbette ya mahkeme yüzü bile görmediler ya da az sayıda yönetici aldığı göstermelik cezalarla paçayı sıyırdı. Faşizmin iktidara gelmesinde, iktidarını pekiştirmesinde rol alanlar sadece Alman burjuvazisi değildi. Uluslararası büyük sermaye grupları da Nasyonal Sosyalist Partinin aktif destekçileriydiler. Ne var ki Naziler savaş suçlusu olarak ilan edildiler ama Ford, General Motors gibi ABD tekellerinin savaş sırasında Nazilerle iş tutmasının hesabı bile sorulamadı.
Nazilerin milyonlarca insanın katili olan subayları, “soğuk savaş” yıllarında başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinde Gladio yapılanmalarının oluşturulmasında önemli roller oynadılar. Bu isimlerin başta gelenlerinden birisi, Hitler’in gizli servis şeflerinden General Reinhard Gehlen’di. Gehlen savaşın bitimine yakın bir zamanda ABD istihbarat servisiyle işbirliğine yöneldi ve ekibi ile birlikte ABD’yle çalışmaya başladı. Savaş sonrası dönemde kurduğu örgüt Almanya’nın istihbarat örgütü haline geldi. Normal olarak bu yapılanma kendisi ile işbirliği içerisinde davranan diğer Nazi artıklarını da korudu, kolladı ve devlet kurumlarında etkin pozisyonlara gelmelerini sağladı. Almanya’da işçi sınıfının devrimci hareketini bastıran ve Komünist Partiyi ezen faşistler bu görevleri tamamlandıktan sonra, “yeniden kurulan’ dünyada yeni görevleriyle işbaşı yaptılar yani.
Gehlen’in oluşturduğu Alman istihbarat servisi BND’nin, Nazi Partisinin önemli kadrolarıyla kurduğu ilişkilerin bazıları zamanla gün yüzüne çıktı. Güya Nazi geçmişiyle hesaplaşma kararı almış olan Alman devletinin, tescilli faşistleri nasıl koruyup kolladığı bu ifşalarla açık seçik ortalığa döküldü. Meselâ, seyyar gaz odalarının geliştirilmesinde rol oynamış ve yüz bine yakın sayıda insanın öldürülmesinden sorumlu olan üst düzey Nazi subayı Walther Rauff’un Federal Almanya tarafından casus olarak istihdam edildiği bir süre önce belgeleriyle Almanya basınında yer aldı. Nazi dönemindeki suçları nedeniyle aranmakta olan Rauff, diğer birçok Nazi savaş suçlusu gibi Latin Amerika’ya kaçıp, Şili’ye yerleşmişti. Ancak BND, 1958 yılında Rauff’la bağlantı kurmuş, onu bünyesine katmış ve Küba’ya dair yürüteceği casusluk faaliyetleri için ona yüklü paralar ödemişti. 1962’de Rauff’un kimliği deşifre olmasına rağmen BND Rauff’la ilişkisini sürdürmüştü. Rauff ayrıca ilerleyen yıllarda Pinochet’ye de danışmanlık yapmıştı.
Şili devletinin kucak açtığı tek Nazi Rauff değildi. Şili’de ikamet eden Nazilerin en ünlülerinden birisi de Paul Schaefer’di. Schaefer, Şili’de Lutheryan bir dini lider rolü örtüsüyle Şili devletinin anti-komünist faaliyetlerine aktif destek verdi. “Colonia Dignidad” (Haysiyet Kolonisi) adıyla, Şili devletinin verdiği özel bir bölgede, dünya ile bağlantısı olmayan bir cemaat görüntüsü altında Schaefer Şili devletine hizmet etti. Koloni uzun yıllar boyunca bir işkence merkezi olarak kullanıldı. Şili’deki Pinochet faşizminin iktidara gelişi öncesinde ve iktidar yıllarında bu ve benzeri yerlerde binlerce Şilili sosyalistin işkencelerden geçirildiğini ve öldürüldüğünü ortaya koyan gizli belgeler bizzat Obama yönetimi tarafından yayınlandı. Bu belgeler Şili’de 1973 yılında gerçekleşen faşist darbede, diktatör Augusto Pinochet ve destekçilerinin sosyalist hükümeti devirmek için ABD tarafından örgütlenen “Akbaba operasyonları” kapsamında Nazilerden de destek aldığını ortaya koyuyordu. Paul Schaefer, Pinochet’nin iktidarı kaybetmesinin ardından 1997 yılında Şili’yi terk etti. Çocuk tacizi ile suçlanan Schaefer 2005 yılında bulundu ve bu suçtan mahkûm edildi. 2010 yılında Santiago’da bir hapishanede öldü. Ancak Schaefer’ın faşizme hizmetlerinin hesabı sorulmadı tabii ki.
Nazilere kucak açan ve onlardan faydalanan sadece Şili devleti de değildi. Arjantin, Brezilya, Paraguay gibi pek çok Latin Amerika devleti, üstelik sadece Alman ve Avusturyalı Naziler de değil, Romanya, Macaristan, Belçika, Fransa, İtalya ve Hırvatistan’dan faşistleri de ülkelerinde “misafir” ettiler. Örneğin Paraguay’da, kendisi de Alman asıllı olan faşist cunta lideri Alfredo Stroessner, devlet politikası olarak eski Nazilere kucak açmıştır. Onun ülkesinde misafir ettiği alçakların en meşhuru ise, toplama kamplarında mahkûmlar üzerinde tüyler ürpertici insan deneyleri gerçekleştirdiği için kendisine “Ölüm Meleği” adı verilen Josef Mengele’dir. Mengele, 2 milyon kişinin ölümünden sorumlu tutulmaktadır. Ne var ki, Mengele büyük suçlarının hesabına vermeden 1979 yılında denizde inme geçirdikten sonra boğularak ölmüş, bu durum bile yıllar sonra açığa çıkartılabilmiştir.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Gaz odalarının mimarı ve 6 milyon Yahudinin ölümünde imzası olan Adolf Eichmann, 1946’da ABD tarafından gözaltına alındıktan sonra “kaçıp” Arjantin’e gitmiş, adını değiştirmiş, tavşan yetiştiriciliği ve tarım ile iştigal etmiştir. Ancak 1960 yılında İsrail ajanları tarafından kaçırıldıktan sonra Kudüs’te yargılanabilmiştir. Binlerce kişinin katlinden sorumlu olan Klaus Barbie de, savaş bittikten sonra Arjantin’e sonra Bolivya’ya kaçmış, yıllarca hayatını bu ülkede “saygın” ve nüfuzlu bir işadamı olarak sürdürmüş, ayrıca elbette “birikimleriyle” gerektiğinde CIA’ye ve BND’ye hizmet etmiştir. Che Guevera’nın katledilmesinde bile onun parmağı olduğu, infazı sırasında orada bulunduğu iddia edilmektedir. Bolivya’daki hükümet değişikliğinin ardından 1983’de Fransa’ya iade edilmiş, 1987’de yargılanmış ve 1991’de hapishanede kanserden ölmüştür.
Benzeri pek çok örnekle birleştirildiğinde savaş sonrasında göz önünden uzaklaşan bu faşistlerin, kapitalist devletlerin himayesinde, onlara hizmetlerine devam ederek hayatlarını sürdürdükleri açıktır. Faşizm olağanüstü koşullarda burjuvazinin işini gören bir rejim olduğu için, faşistlerin işi bittikten sonra egemenlerin onlarla hak ettikleri gibi bir hesaplaşmaya girmesi mümkün değildir. “Demokrasi kahramanı” pozu verdikleri dönemlerde de bu durum değişmez. Sınıf mücadelesi olağan dönemlerde de bitmediğinden, egemenlerin devrimci işçi hareketine yönelik sindirme mücadelesinde görev alacak unsurlara daima ihtiyaçları vardır. Ve burjuvazi bunu hakkıyla yerine getirecek olanların faşistler arasından çıktığını iyi bilir. Onları bu dönemlerde de kullanmayı sürdürür. Anlatılan örnekler bu durumun istisnai olmayan kanıtlarıdır.
Burjuvazinin faşizm ile hesaplaşma, geçmişle yüzleşme gibi ifadeleri retorikten ibarettir. Faşizan ideolojiler ve ona bağlı çeşitli türden gerici düşünceler, kapitalizmin olağan dönemlerinde geri çekilseler bile varlıklarını sürdürürler. Bunalımlı dönemler başladığında da burjuvazinin yol vermesiyle güçlenme ve yükselme evresine girerler. Avrupa’da ve dünyanın pek çok ülkesinde gördüğümüz faşizan eylemlerin ve söylemlerin yaygınlaşması bununla ilgilidir.
link: Selim Fuat, Burjuva Düzenin Hizmetindeki Faşizm ve Naziler, 4 Ocak 2018, https://fa.marksist.net/node/6144
Evsizler Ordusu Büyüyor
Onuruna Sahip Çıkmak İçin Mücadeleye!