Theresa May hükümetinin getirdiği Brexit planının Birleşik Krallık[1] parlamentosunda 230 oy gibi tarihi bir farkla reddedilmesi, süreci iyice içinden çıkılmaz hale soktu ve ülkedeki siyasi krizi de gün yüzüne çıkarttı. Gündemi, 29 Martta gerçekleşecek “çıkış”ın ertelenip ertelenmeyeceğine, “çıkış”ın nasıl bir anlaşmaya dayanacağına yahut referandumun yenilenmesinin gerekip gerekmediğine dair tartışmalar kaplamış durumda. Muhafazakâr May hükümeti az farkla güvenoyu almış olsa da Corbyn’in başını çektiği İşçi Partisi muhalefeti erken seçim için bastırıyor. Burjuvazi bir yandan Brexit sürecinin yarattığı ekonomik-siyasi sorunlarla diğer yandan da Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın Brexit’le birlikte depreşen “ayrılma” eğilimleriyle boğuşmak zorunda.
AB’nin geleceği açısından da önem arz eden Brexit sürecinin kaotik bir hal alması, Birliğin gidişatını olumsuz yönde etkilemektedir. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği AB, olası ihtimallere karşı kendince tedbir almaya çalışsa da, Brexit’in hem Birleşik Krallık hem de AB tarafını epeyce sıkıntıya soktuğu açıktır. AB’nin artık eski AB olmadığı ve bir tür çözülme sürecine girdiği nicedir dile getirdiğimiz bir gerçekliktir. Bu yüzden de Almanya ve Fransa, AB’yi eski haliyle ayakta tutmaya çalışmak yerine, kendi ittifakları temelinde yeniden yapılandırma çabasındadırlar.
Brexit’i ve AB’nin geleceği meselesini, kapitalist sistemin tarihsel krizi içinde değerlendirmek, konunun doğru kavranabilmesi bakımından son derece önemlidir. Bizzat Brexit’in kendisi ve yarattığı sonuçlar bu tarihsel krizin yansımalarından biridir. Küresel ekonominin uzun zamandır içinde bulunduğu cansızlık, ABD’nin hegemonya ve paylaşım kavgasını dünyanın farklı alanlarına yayma çabası (Venezuela’daki son gelişmelerde örneklendiği gibi), Ortadoğu’da süregiden savaş, Birleşik Krallık’ın Brexit’le içine yuvarlandığı siyasi kriz, Avrupa Birliği’nin çözülme sürecine girmiş olması vb. hepsi de tarihsel krizin görünümleridirler. Olağan zamanlardan geçmiyoruz ve yaşanan gelişmeleri de olağan zamanların parametrelerine, paradigmalarına göre değerlendirmemek gerekir.
Bu tarihsel momentin doğru kavranması, işçi sınıfının bağımsız siyasal hattının oluşturulabilmesi açısından şarttır. Aksi takdirde, “Soğuk Savaş” döneminin emperyalist birlikleri ve uluslararası kurumları birer birer çatırdarken ya da yeni ittifaklar temelinde yeni birliklerin kurulması gündemdeyken, kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz her alanda yeni krizler ve altüst oluşlar yaratırken, içinden geçilen döneme uygun politikalar oluşturulamayacaktır.
“Brexit: no way out!”
2016 yılında yapılan Brexit referandumunda halkın %52’si ayrılmaktan, %48’i ise AB’de kalmaktan yana oy kullanmıştı.[2] Brexit sürecini başlatan bu referandumun yapılması için bastıran İngiliz aşırı sağıydı ve onların basıncı altında kalan Muhafazakâr Parti lideri Cameron da bir anlamda referandum kumarı oynamış ve kaybetmişti. Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde büyük şaşkınlık yaratan Brexit referandumundan çıkan sonucun etkilerinin Birleşik Krallık’la sınırlı kalmayacağı açıktı.
Ülke ve dünya borsalarında büyük düşüşler yaşanmasına neden olan Brexit, ekonomik açıdan da ciddi sorunların önünü açmıştı. Sterlin ve avro hızla değer kaybetmiş, yatırımlar düşmeye ve enflasyon tırmanmaya başlamıştı. Hızla siyasi bir krize dönüşen Brexit, burjuva siyasetinde yarattığı sarsıntıyla gerek iktidardaki Muhafazakâr Partide gerekse de muhalefetteki İşçi Partisinde mevcut bulunan çatlakları da büyütmüştü. Cameron başbakanlıktan ve parti liderliğinden istifa etmiş, muhalefetteki İşçi Partisinin bölünmüşlüğü Corbyn’in başa gelmesiyle sonuçlanmış, AB içinde de “AB dağılıyor mu” tartışmaları başlamıştı. Brexit referandumunda “AB’den çıkmama” yönünde oy kullanan İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’tan ayrılma eğilimi de tekrar canlanmıştı. İskoçya bağımsızlık referandumu için çalışmalara başladıklarını açıklarken, Kuzey İrlanda da AB üyesi İrlanda Cumhuriyeti ile birleşmek için referanduma gitme çağrısında bulunmuştu.
Daha o zaman, Brexit referandumundan çıkan sonucun toplumun derinlerindeki muazzam kafa karışıklığının sonucu olduğunu ifade etmiş, Avrupa genelinde aşırı sağın yükselişine ve işçi sınıfı içindeki tehlikeli kutuplaşmaya dikkat çekmiştik.
Cameron’un istifasından sonra Muhafazakâr Partinin başına geçen May, bir yandan AB ile “çıkış” için uygun bir anlaşma sağlamaya uğraşırken, diğer yandan da parlamento ve partisi içindeki muhalefetle uğraşmak zorunda kaldı. AB’nin geleceği açısından son derece negatif bir etkisi olan Brexit’in intikamını almak, AB içindeki çıkış yanlılarına gözdağı vermek ve belki de Brexit’i geri döndürmek amacıyla May’in işini alabildiğine zorlaştıran bir tutum takınan AB temsilcileri, hemen hiçbir konuda May’e taviz vermediler. Bu koşullar altında zar zor elde ettiği “çıkış” anlaşmasını Ocak ortalarında parlamentoya getiren May burada tarihi bir yenilgi aldı. Ardından Corbyn’in bastırmasıyla yapılan güvenoyunu ise çok az farkla kazanabildi ki, burada asıl belirleyici faktör burjuvazinin politik bir kaosun doğmasından duyduğu tedirginlikti.
Bu yenilginin ardından Brexit’in ve May hükümetinin kaderine dair yoğun tartışmalar da başlamış oldu. Tartışmalar 29 Marttaki çıkışın ertelenip ertelenmemesi, çıkışın anlaşmalı veya anlaşmasız olması, referandumun yenilenip yenilenmemesi, May hükümetinin bu zor süreci sağlıklı biçimde yürütüp yürütemeyeceği gibi başlıklar üzerinden yürüdü. May’in planı, parlamentoyu bir şekilde bir tür çıkış anlaşmasına razı etmek ve nihayetinde de AB’yle anlaşarak çıkış sürecini sürdürmektir. Ancak kendi partisi içindeki aykırı sesler de dâhil olmak üzere, diğer partileri ve burjuvaziyi (ve AB’yi) memnun edecek bir orta yol bulması da oldukça zor görünmektedir. Bu da aslında yaşanan siyasi krizin bir ifadesidir. Mevcut prosedüre göre May’in Brexit’e dair bir B planını parlamentoya sunması ve kabul ettirmesi, ardından da Mart sonundaki çıkışı başlatması gerekiyor. Eğer parlamentodan bir sonuç çıkmazsa yahut çıkan anlaşmayı AB kabul etmezse, “anlaşmasız çıkış” denilen süreç başlayacak. Veya May zaman kazanmak için Marttaki çıkış tarihini erteleyecek.
Genel olarak AB’ye karşı bir tutumu olmayan İşçi Partisi ise, Brexit referandumu sürecinde aşırı sağın AB karşıtı propagandasının (“AB’nin getirdiği ekonomik yüklerin halka ödettirildiği” şeklindeki propaganda) işçi sınıfı içinde ciddi bir destek bulması sebebiyle tavır değişikliğine gitmişti. İşçi Partisi, AB içinde kalınmasını ama bazı reformlar yapılarak işçi sınıfının durumunun düzeltilmesini savunuyordu. Bunun pratikte nasıl gerçekleşeceğine ilişkin ise somut bir planı yoktu. Neticede referandum Brexit lehine sonuçlandı ve İşçi Partisi de referandum sonucunu kabul etti. Gelinen noktada Corbyn liderliği Brexit sürecinin artık geri döndürülemeyeceğini ama May hükümetinin de iyi bir anlaşma sağlayamayacağını ifade ediyor. Erken seçimlere gidilirse İşçi Partisinin kazanacağını, kendilerinin de her şeyi yeni baştan tartışacaklarını ve “çıkış”ı reforme edeceklerini vaat ediyor. Ancak “her şeyin yeni baştan tartışılması” ile ne kastedildiği açık değil. Ayrıca liderlik şu an Corbyn’de olsa da İşçi Partisini homojen bir yapı olarak görmemek gerekiyor. Parti içinde Brexit’i olduğu haliyle savunan küçük bir kesim olduğu gibi, referandumun yenilenmesini savunan daha büyük bir kesim de bulunuyor. Parti içindeki sağ kanat Corbyn karşıtları da bu çatlakları kullanıyorlar. Corbyn partinin başında kalmak için bir yandan bu dengeleri gözetmek ve diğer yandan da Brexit sürecini en iyi kendilerinin götüreceği algısını yaratmak zorunda. Oysa büyük burjuvazinin Corbyn’e güveni yok ve dahası onu fazla radikal buluyor.
Aşırı sağın propagandası işçi sınıfının geleneksel kesimleri içinde etkili olduğundan ve bu kesimler ücretlerinin düşüklüğünün ve çalışma koşullarının kötülüğünün sebebinin AB olduğuna, ayrıca AB üyeliğinin zorunlu kıldığı serbest geçiş anlaşması nedeniyle ülkenin göçmen işçi deposuna döndürüldüğüne ve bunun da kendilerinin işlerini kaybetmelerine sebep olduğuna inandırıldıklarından Corbyn’in bu işçi kesimlerini açıktan karşısına alması pek mümkün değildir. Bu basınç Corbyn’i Brexit’i kabullenmek zorunda bırakmıştır. Ancak özellikle Londra ve diğer büyük şehirlerde bulunan beyaz yakalı işçiler ve göçmenler, ki bunlar da İşçi Partisinin önemli oy kaynaklarından biridir, Brexit’e karşılar ve referandumun yenilenmesini istiyorlar. Brexit karşıtları grubuna İskoçya ve Kuzey İrlanda solunu da eklediğimizde, Corbyn’in işinin zorluğu daha iyi anlaşılacaktır. Corbyn’in Brexit’e açıktan karşı çıkmamasının, referandumun yenilenmesini istememesinin ama kendilerinin iktidar olması durumunda tüm kesimleri memnun edecek bir çıkış anlaşması sağlayacaklarını iddia etmesinin nedenleri bu faktörlerdir. Ancak pratikte bunu nasıl gerçekleştireceği belirsizdir.
Büyük burjuvazinin ve onun temsilcisi olan çeşitli partilerin, güven oylamasında her şeye rağmen May’i kurtarmalarının ve bir biçimde sürecin ilerletilmesini istemelerinin temel sebebi, kaderlerini Corbyn liderliğindeki İşçi Partisinin eline teslim etmek istememeleridir. Ancak mecburcu May’in Brexit sürecini kazasız belasız yürütüp yürütemeyeceği de belirsizdir. Çünkü Brexit burjuvazi açısından ciddi sıkıntılarla doludur. Ocaktaki Brexit oylamasında May’in planının hezimete uğramasının temel nedeni “backstop” denilen düzenlemeydi. Buna göre AB ile Birleşik Krallık arasındaki anlaşma nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Kuzey İrlanda ile AB üyesi İrlanda Cumhuriyeti arasındaki serbest geçiş devam edecekti. Oysa burjuvazinin bir bölümü tam da buna karşı çıkıyor, çünkü bu şekilde Kuzey İrlanda’nın AB’den ayrılmış Birleşik Krallık yerine İrlanda Cumhuriyeti’yle ekonomik-siyasi ilişkilerinin daha fazla gelişeceğine ve bir süre sonra fiilen İrlanda Cumhuriyeti’nin parçası haline geleceğinden korkuyor. Üstelik May’in reddedilen planı, ki AB ile üzerinde anlaşma sağlanmış bir plandı, taraflardan herhangi birinin anlaşmaya tek taraflı olarak son verememesini öngörüyordu. Bu da backstop’un hayata geçmesi ve hatta gümrüklerin tam kontrol edilememesi anlamına geliyordu. Kuzey İrlanda’nın (ve İskoçya’nın) elden gitmesi hiç kuşkusuz sermaye için kolay kabullenilebilir bir risk değil.
Hâlihazırda üzerinde en çok tartışılan alternatifler Kanada ve Norveç modelleri. Muhafazakâr Parti Kanada modeline, İşçi Partisi ise Norveç modeline yakın duruyor. Kanada modelinde gümrük vergilerinin önemli bir bölümü kalkıyor, yani bir anlamda Birleşik Krallık gümrük birliği içindeymiş gibi olacak ama serbest geçiş anlaşması sona erecek. Böylece aşırı sağın bastırdığı göçmenler meselesi bir nevi halledilmiş olacak. Üstelik bu modelde, AB’nin bütçesine katkıda bulunma zorunluluğu da ortadan kalkacak. Ancak bu modelin işlemesi için AB’nin backstop’tan vazgeçmeye ikna edilmesi gerekiyor ki, ne bu ne de genel olarak Kanada modeli AB açısından kabul edilebilir değil. Norveç modelinde ise Birleşik Krallık ortak pazarda kalmaya devam edecek, serbest geçiş anlaşması da sürecek, ayrıca AB bütçesine belli ölçüde katkıda bulunulmaya da devam edilecek. İşçi Partisinin (ve zımnen AB’nin) sıcak baktığı bu model, olası bir seçimde Corbyn başa gelirse üzerinden yürünecek model konumunda. Ancak bu modele de gerek Muhafazakâr Parti ve aşırı sağ gerekse de burjuvazinin muhtelif kesimleri, göçmen meselesi ve gümrükleri istedikleri gibi kontrol edemeyecekleri gerekçesiyle karşı çıkıyorlar.
İşte bu koşullar altında May’in alternatif bir Brexit planını parlamentonun çoğunluğuna kabul ettirmesi pek mümkün görünmemektedir. Bu tabloya Liberallerin, solun belli kesimlerinin, İskoçların, Kuzey İrlandalıların ve Gallilerin referandumun yenilenmesi taleplerini de eklemek gerekiyor. 29 Ocakta İşçi Partisinin önerisiyle parlamentoda yapılan son oylamada, “anlaşmasız çıkış” seçenek dışı bırakıldı. Backstop denilen tedbir maddesinin yeniden düzenlenmesi, Şubat ayında May’in yeni bir planla gelmesi ve eğer bu plan da kabul görmezse Marttaki çıkışın ertelenmesi kabul edildi. May’in olumladığı bu oylama sonucu, 310’a karşı 318 oyla, yani çok az bir farkla elde edilmiştir. Yani “anlaşmasız çıkış” da halen olasılık dışı değildir. Bu arada, May’le üzerinde anlaşmış oldukları Brexit planı parlamento tarafından reddedilip son oylamada da backstop maddesinin değiştirilmesi gündeme gelince, AB cenahından da salvo atışları başlamıştır.
Kısacası Brexit’in yarattığı kaos devam etmektedir. Mevcut koşullar göz önüne alındığında, parlamento yeni bir planı kabul etse de AB tarafı bunu kabul etmeyecek ve süreç anlaşmasız çıkışa doğru ilerleyecektir. Anlaşmasız çıkışın her iki taraf açısından ağır ekonomik-siyasi sonuçları olacağından, referandumun yenilenmesi veya hükümetin düşürülerek seçimlere gidilmesi de olasıdır.
Brexit, AB ve hegemonya krizi
Brexit’in AB’nin gidişatı açısından ne anlama geldiğine daha önceki yazılarımızda değinmiştik.[3] Avrupa Birliği’nin emperyalist bir birlik olduğunu, büyük krizler temelinde bu tür birliklerin her zaman parçalanma ve dağılma riski taşıdıklarını söylemiştik. Elif Çağlı’nın Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum broşüründe derinlikli biçimde ortaya koyduğu bu husus, AB’nin hangi temellerde kurulduğunu da detaylı biçimde anlatmaktadır. Çağlı, daha 2003 yılında, AB içindeki büyük güçlerin sistem krizi ve emperyalist savaşın yarattığı gerilim nedeniyle Birliği devam ettirmekte zorlanacaklarını yazmıştır. SSCB’nin çöküşünden sonra tüm dünyada güçler dengesi değişmiş ve AB’nin kuruluşundaki koşullar da ciddi biçimde aşınmıştır. Gelinen noktada, küresel ekonomik krizin eşlik ettiği hegemonya krizi ve emperyalist savaş, AB’nin eski haliyle devam etmesini zorlaştırmıştır.
Çeşitli emperyalist güçlerin, ekonomik ve siyasi çıkarlar temelinde bir araya gelerek oluşturdukları AB’nin homojen bir yapıya sahip olmadığının ve birtakım ortak işleyiş ve kurumların oluşturulmasına rağmen, AB’nin bileşen emperyalist güçler arasındaki rekabeti ortadan kaldırmayacağının hatırlanması ve hep akılda tutulması gerekiyor. Elif Çağlı’nın daha 2003’te yaptığı bu saptamalar, her aşamada doğrulanmıştır. 90’lardan bu yana değişen dengeler, hegemonya krizi, AB içindeki çatışmaları da arttırmıştır.
AB’nin lokomotif gücü Almanya hegemonya mücadelesinde ayrı bir kutup başı olmak gibi bir hevese/niyete sahiptir ve bu nedenle de yeri geldiğinde ABD’yle (ve AB içinde onun takipçisi ülkelerle) ters düşmekten kaçınmamaktadır. AB’nin Almanya’dan sonra ikinci büyük gücü konumunda olan ve AB’nin bir biçimde sürmesi için Almanya’yla işbirliği yapan Fransa ise kimi konularda Almanya’dan farklılaşmaktadır. Bu durum, AB’nin kaderini etkileyecek önemli çelişkilerden biridir. Zaten AB içindeki ülkelerin kimileri Almanya’ya daha yakınken kimileri de ABD’nin siyasi çizgisine daha yakın konumdadır. ABD yanlısı Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması, Almanya’nın AB içindeki siyasi konumunu güçlendirecek olsa da, neticede bunun ekonomik etkisi negatif yönlü olacak ve ayrıca AB içindeki ayrılık yanlılarının elini güçlendirecektir. Zaten AB içi diğer bir büyük çelişki de Yunanistan ve Portekiz gibi nispeten küçük AB ekonomilerinin yanı sıra İspanya ve İtalya gibi büyük ekonomilerin dahi küresel krizden kaynaklı yaşadıkları sıkışmışlık ve bu sıkışmışlığın AB içinde kalmalarını zorlaştırmış oluşudur. AB’nin üyeleri için zorunlu tuttuğu mali ve iktisadi kriterler, ekonomik olarak en güçlü olan Almanya’nın lehine işlerken, ekonomisi zorda olan ülkelerin aleyhine işlemektedir. Bu sebeple İtalya ve İspanya dâhil çeşitli ülkelerin burjuvaları, bu kriterlerin gevşetilmesini istiyorlar.
Kendilerini bütçe disiplini konusunda sıkıştıran AB’nin basıncına rağmen, bu gibi ülkelerin ekonomilerini rahatlatmak için devlet harcamalarını arttırmak yönünde bir eğilimleri söz konusudur. Bu sebeple de AB ile aralarında ciddi bir çatışma yaşanıyor. Yakın zaman önce AB Komisyonunun İtalya’nın 2019 bütçe taslağını reddetmesi bunun örneklerinden biri olarak görülebilir. 2008 krizi sonrasında hayata geçirilen “Altılı Sözleşme” gibi düzenlemeler, AB’nin üye ülkeler üzerindeki mali disiplini daha da arttırmasının göstergeleriydiler. Küresel ekonominin bir türlü canlanmaması, “kemer sıkma” politikalarının daha da ağırlaştırılmasını beraberinde getirmişti. İşte bu gerilimler, çoğu ekonomik açıdan zor durumda olan üyelerin AB’yi baskıcı davranmakla eleştirmelerini ve Birlik’ten çıkmakla tehdit etmeleri sonucunu doğurmaktadır.
AB içindeki hemen her ülkenin aşırı sağ siyasetleri, tıpkı Brexit referandumunun mimarı İngiliz aşırı sağı gibi, yaşanan sıkıntıların kaynağının AB olduğunu ve en iyi çözümün AB’den çıkmak olduğunu savunuyor. Bu siyasetlerin Avrupa genelinde giderek güçlendiklerini ve AB’nin zayıflamasını hatta dağılmasını isteyen Trump ve Putin tarafından desteklendiklerini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Hegemonya mücadelesine girişmiş ABD ve Rusya açısından AB’nin dağılması, Almanya’nın özellikle Doğu Avrupa’daki nüfuz alanlarını kaybetmesi ve buna bağlı olarak da hem ekonomisinin hem de küresel siyasi gücünün zayıflaması, AB içindeki ülkelerin de siyaseten ve ekonomik olarak ABD veya Rusya’ya yakınlaşmaları anlamına geliyor. Bu da asıl olarak Almanya’yı ve belirli ölçüde de Fransa’yı kaygılandırdığından, bu ikisinin (ki AB’nin sürmesini sağlayan bu işbirliğidir) eğilimi daha küçük ama daha homojen bir AB’yi oluşturmak yönünde değişmektedir.
Brexit, işçi sınıfı ve sol
Aşırı sağın yalan propagandalarının aksine, AB’den çıkmak işçi sınıfının içinde bulunduğu kötü durumun düzelmesini sağlamayacaktır. İşsizliği arttıran, ülkeye “elini kolunu sallayarak giren” göçmen işçiler değildir. Dolayısıyla Brexit işçi sınıfına özel olarak bir şey de kazandırmayacaktır. Aksine, bizzat Merkez Bankası Başkanının söylediği gibi, çıkışın bir anlaşma olmadan gerçekleşmesi halinde İngiltere önemli bir pazarı kaybedeceği için sterlin hızla değer kaybedecek, ekonomi resesyona girecek, şu anda %4,1 olan işsizlik 2 katına, %2,4 olan enflasyon da %6,5’e çıkacaktır. Bunun anlamı işsizliğin, yoksulluğun, işçi sınıfının haklarına yönelik saldırıların artması olacaktır. Bu temelde gelişecek tepkileri kesmek için de ırkçı-faşist propaganda yükseltilecek, otoriter veya faşist eğilimler artacaktır.
Bu koşullar altında başta Birleşik Krallık olmak üzere, Avrupa genelinde işçi sınıfına gerçeklerin teşhir edilmesinin, AB yanlısı veya AB karşıtı olmanın işçi sınıfının çıkarlarına tekabül etmediğinin kavratılmasının önemi büyüktür. Bunun neden içine düşülmemesi gereken bir ikilem olduğunu, Elif Çağlı yukarıda zikrettiğimiz broşüründe çok net biçimde ortaya koymuştur. İşçi sınıfı açısından tehlike çok ciddidir. Sosyalist hareketin üzerine düşeni yapamadığı her durumda faşizm tehlikesi daha da artacaktır.
Ne var ki mevcut durumda sosyalist hareketin iyi bir sınav verdiğini söylemek zordur. Avrupa’da da Türkiye’de de sosyalistlerin ağırlıklı kesimi Brexit’i yani AB’den çıkışı savunmakta ve hatta kimileri Brexit referandumunun sonucunu “emperyalizme karşı bir zafer” olarak görmektedirler. Gerekçe olarak da AB’nin, çeşitli emperyalist kurumların ya da uluslararası finans kuruluşlarının veya Britanya büyük burjuvazisinin bazı kesimlerinin Brexit’e karşı çıkmasını öne sürüyorlar. Oysa ne bu gerekçenin Marksizmle bir ilgisi vardır ne de AB’den çıkmak emperyalizme darbe vuracaktır. Emperyalizmi doğru kavramayanlardan doğru temellerde bir anti-emperyalizm beklemek kuşkusuz mümkün değildir.
İşin aslı, ne Brexit’e karşı çıkanlar AB’de kalmakla Britanya işçi sınıfının Brexit mitinglerinde dile getirdikleri “NHS’nin (Ulusal Sağlık Sistemi) kurtarılması, işsizliğin durdurulması ve ekonominin düzeltilmesi” yönündeki taleplerinin nasıl gerçekleşeceğini açıklayabilmektedirler. Ne de Brexit’i savunanlar 40 milyar sterlini bulan ayrılma faturasının işçi sınıfına ödetilmesinin nasıl engelleneceğine, göçmen karşıtı ırkçı dalganın önünün nasıl kesileceğine, kamu hizmetlerinin sürdürülmesinin nasıl garanti altına alınacağına dair somut şeyler söylemektedirler. Birleşik Krallık nüfusunun beşte biri yani 14 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bunların 1,5 milyonu ise açlık sınırına yakın seviyededir. Ülkeyi gezen BM raportörü bile, yıllardır uygulanan neo-liberal kemer sıkma politikalarının sonucu aşevlerinin önündeki kuyruklardaki, evsizlerdeki, intihar oranlarındaki artışa dikkat çekmek zorunda kalmıştır. AB’de kalmak veya çıkmak işçi sınıfının ve yoksulların bu durumunda otomatik bir düzelme sağlayacak mıdır? Daha fazla demokrasi veya refah anlamına gelecek midir? İşçi sınıfının “yabancı” AB burjuvazisiyle “milli” İngiliz burjuvazisi arasında tercih yapmasını istemek herhalde sosyalistlerin işi değildir!
Kuşkusuz göçmen karşıtı ırkçı politikalara da, işçi sınıfını her geçen gün daha fazla sefalete sürükleyen neo-liberal politikalara da, milliyetçi-devletçi yaklaşımlara da, Britanya’nın ve AB’nin emperyalist burjuvazilerine karşı da mücadele yürütmek bir zorunluluktur. Ancak bunu AB’de kalmayı veya çıkmayı savunmak temelinde yapmak yanlıştır. Bu tutumlar işçi sınıfının kafasını daha da karıştıracak ve onu düzen partilerinin çizgisine daha fazla mahkûm edecektir. İşçi sınıfının bağımsız çıkarları temelinde, yani düzen partilerinin ve burjuvazinin önümüze koyduğu ikilemlerden kurtularak, sınıf temelli politikalar oluşturmak gerekiyor.
“Unutmamalıyız ki, hangi sorun olursa olsun Marksist açıdan doğru olan ve dolayısıyla işçi sınıfının çıkarlarını yansıtan tutum, asla ve asla kapitalizmin çerçevesi içine sıkıştırılamaz. Çözüm, ne AB’li ne de AB’siz bir kapitalizmdedir. (…) İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin baskı ve sömürü koşullarından kurtuluşunun yolu kapitalist düzeni yıkacak toplumsal devrimden geçiyor. (…) Kitleler, devrimin güçlerinin ve hazırlığının yetersizliği nedeniyle bu çözüm yolunu henüz pek inandırıcı bulmuyorlarsa, onları etkilemek uğruna gerçekleri eğip bükmenin hiçbir yararı olmayacaktır.”[4]
[1] Birleşik Krallık; İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan oluşur. Her birinin kendi meclisi ve hükümeti bulunmaktadır. Birleşik Krallığın yasama organı “avam kamarası”dır, buradan geçen yasalar “lordlar kamarası”nda ele alınır ve ardından da Kraliçe tarafından onaylanarak yürürlüğe konulur. Yürütmeyi temsil eden hükümet “avam kamarası”nda seçilir. Devletin başı ise kraliçedir. Birleşik Krallık resmen “parlamenter monarşi” olarak adlandırılsa da fiilen tüm siyasi güç “avam kamarası” denilen parlamento ve burada seçilen hükümettedir. Yazıda parlamento kavramıyla kastedilen avam kamarasıdır.
[2] Ayrıntılı bilgi için bkz: Oktay Baran, Brexit’in İşaret Ettikleri (Temmuz 2016), MT
[3] Bkz: Kerem Dağlı, Avrupa Birliği Nereye Gidiyor (Mayıs 2017), MT
[4] Elif Çağlı, Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum, Nisan 2003
link: Kerem Dağlı, Brexit, AB ve İşçi Sınıfı, 3 Şubat 2019, https://fa.marksist.net/node/6590
Tehlikenin Ortasında…
Sayılamayacak Kadar Çoğuz!