Rejimin gerçeklerin üstünü örtmek için aylardır manipülatif bir araç olarak başarıyla kullandığı “yerel seçimler” sona erdi. İster iktidar yanlısı ister muhalefet partilerinden yana olsunlar, tüm burjuva yorumcular, ortaya çıkan sayıları yorumlamak ve bu niceliklerden kendi siyasi yaklaşımlarına bir pay çıkartmak için hummalı bir tartışmaya vakit kaybetmeksizin girişmiş durumdalar. Dikkat çeken noktalardan biri, daha önce sürecin anti-demokratik tabiatına dair tespitlerde bulunan çok sayıda muhalif yazar, yorumcu ya da siyasetçilerin dahi, bir kez sonuçlar sayılara döküldüğünde bambaşka bir havaya bürünerek adeta hipnoz olmuş bir şekilde kendilerini istatistiklerin cazibesine kaptırmasıdır. Bir başka deyişle, “en geniş siyasi anketin” sağladığı devasa nicel veriler yığını üzerine yürütülen tartışmalar, sürecin ve rejimin niteliğinin üstünü örtmektedir. Sayısal sonuçlar her ne olursa olsun, iktidarın ve kurduğu rejimin en büyük başarısı belki de budur. Tek tek ağaçlara takılıp, ormandaki yangını görmemek ciddi bir yanlış olacaktır.
“Yerel seçimler” sona erdi dedik ama geride bıraktığımız şeyin, “yerel” olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi bunun az çok “demokratik bir seçim” olduğunu ileri sürmek de olanaksızdır. Bir devletin en tepesindeki isim, bir devlet başkanı, üstelik de muhtarlık ve belediye başkanlığı seçimleri için, büyük kentlerle de yetinmeyerek ilçelere varıncaya kadar 100’den fazla miting yapıyorsa, ortada olağandışı bir durum var demektir. Ne Türkiye’de ne dünyanın herhangi bir modern ülkesinde böyle bir “yerel seçim” örneği mevcuttur. İktidar, kurduğu Cumhur İttifakının seçim kampanyasını beka sorununa dayalı korkuları körükleme üzerine oturtarak, kendisini desteklemeyen herkese zillet damgası vurmuş, kimi zaman açıkça kimi zaman bariz imalarla “terörist” yaftası yapıştırmıştır. Mahalle muhtarı ya da belediye başkanı seçmekle ülkenin varlığının nasıl olup da tehdit altına gireceği sorusu halen yanıtsız kalsa da, yaratılan gerilim ve yapay kutuplaştırmadan, kendisine fazlasıyla yetecek sonucu almayı becermiştir. Yalnızca bu saydıklarımız bile, ortada olağanüstü bir durum ve olağanüstü bir rejim olduğunu göstermeye yeterlidir aslında.
İşin “seçim” kısmına gelince. İktidar sözcüleri ve yandaş kalemler “demokratik şölen”den bahsediyor, Bahçeli, “vatandaşlarımız herhangi bir baskı ve engellemeye maruz kalmadan hür iradeleriyle oylarını kullanmışlardır” buyuruyor. Ana muhalefet sözcüleri, bu söylemleri teşhir edeceklerine, kazandıkları “yerel yönetimler”in sarhoşluğuyla, “gecenin tek kazananının milli irade ve Türk demokrasisi” olduğunu vurguluyorlar. Öyle gözüküyor ki, her iki taraf açısından da demokratiklik kriteri, halkın önüne bir sandık koyulup koyulmadığıyla ve seçim günü olup bitenlerle sınırlıdır. Belli ki şöyle düşünüyorlar: Halkın önüne sandık konulduysa, milyonlarca oy vukuat yaşanmadan kullanılabildiyse, sandık başlarında büyük olaylar çıkmadıysa ve sandıktan çıkan sonuçlar bariz bir şekilde çarpıtılmadıysa demokratik bir seçimden bahsedilebilir! Seçim ve demokrasi, halkın önüne sandık konulup konulmamasına indirgenebilseydi, Hitler’i de, Mussolini’yi de demokrat saymamak için bir neden kalmazdı. Günümüzde Putin’in, Esad’ın vb. de hakkını yememek gerekir! Oysa demokrasi sandıktan öte bir şeydir, ona indirgenemez. En gelişmiş haliyle bile demokrasinin kapitalist toplumda burjuva demokrasisi olduğunu, burjuvazinin egemenlik biçimlerinden biri olduğunu, biçimsel olduğunu ve emekçiler açısından bin bir türlü sınırlama içerdiğini zaten biliyoruz. Ama yine de, esasen yıllar içinde verilen sınıf mücadelesinin ürünü olarak yaygın kabul gören birtakım temel ve vazgeçilmez haklar ve işleyişlerden söz etmek mümkündür. Bu hak ve işleyişler, bir rejimin demokratik olmasının, o rejimde yapılan seçimlerin demokratik bir seçim olarak adlandırılabilmesinin asgari koşullarıdırlar.
Ama Türkiye’de son yıllarda atılan adımlarla ve yapılan yasal ve anayasal değişikliklerle rejim baştan aşağıya yeniden yapılandırılmış ve olağanüstü bir rejime dönüştürülmüştür. Gerçekte bir parlamentodan bahsetmek mümkün değildir; yasama yetkileri kuşa çevrilmiş, yürütme üzerinde hiçbir denetim yetkisi olmayan bir Meclis sözkonusudur. Yürütme ve dahası devlet aygıtının tüm kurumları tek bir kişiye bağlandığı gibi, o kişiye neredeyse sınırsız kanun hükmünde kararnameler çıkartma yetkisi verilmiştir. Kendi keyfince devlet aygıtını dilediği gibi reorganize etmeye, istediği kişiyi istediği göreve atamaya yetkilidir, hiç kimseye ve hiçbir kuruma karşı sorumlu değildir. Böylesi bir rejimin olağan burjuva yönetim biçimi olmadığı açıktır.
Genel oy hakkı, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, gösteri ve yürüyüş özgürlüğü, sendikal özgürlükler gibi özgürlükler de demokrasinin asgari koşullardandır. Bugün bunların hangisinin gerçekte var olduğundan bahsedilebiliyor ki, demokrasiden ve demokratik seçimlerden de bahsedebilelim? Genel oy hakkı üzerindeki sınırlamaları bir tarafa bıraktık, sonuncusu da dâhil yakın zamandaki tüm seçimlerde Kürt illerinde oy hakkına sahip on binlerce insanın hakkı gasp edilmiş, polis ve jandarma zoruyla oy kullanması engellenmiştir. Aynı anda elli binden fazla polisin, kendilerine dağıtılan “seçim görevlisi” belgeleriyle mükerrer oy kullanabilmesi ise HDP hariç kimsenin üzerinde durduğu bir konu olmamıştır. Basının yüzde 95’inin iktidarın doğrudan yönetiminde olduğu, muhalif basına göz açtırılmadığı, gazeteci ve televizyoncuların adliye koridorlarını arşınladığı bir dönemden geçiyoruz. Bir iki TV kanalı dışındaki tüm görsel medya iktidarın borazanı haline gelmiş durumdadır; muhalefet hakkındaki kara propagandanın haddi hesabı yoktur. Basın özgürlüğü bu mudur? Milletvekillerinden belediye başkanlarına, belediye meclis üyelerinden muhtarlara, gazeteci ve yazarlardan akademisyenlere ve öğretmenlere, devrimci öğrencilerden mücadeleci işçilere kadar on binlerce insan, fikirleri ve mücadeleleri nedeniyle hapishanelerde tutulmaktayken, hükümet dolup taşan hapishanelere ek olarak 193 yeni hapishane inşasına girişmişken, “dışarıda” yüz binden fazla insan sorgusuz sualsiz meslekten ihraç edilip açlığa mahkûm edilirken fikir özgürlüğünden nasıl bahsedilebilir? O hapishaneler ki, şu anda gasp edilen hakları için açlık grevinde olan yüzlerce siyasi tutsağa ev sahipliği yapıyorlar. Örgütlenme özgürlüğünün esamisi bile okunmuyor; kapatılan derneklerin sayısı binleri geçti, gerçekten muhalif olan siyasi örgütlenmelerin tepesinden balyoz eksik edilmiyor. Seçim sürecinde dahi, HDP’nin, sosyalist parti ve çevrelerin seçim büroları her Allahın günü, üstelik “siyasi propaganda yaptıkları gerekçesiyle” basılıp binlerce insan gözaltına alınmıştır. Seçim sürecinde dahi stant açmak, bildiri, broşür ya da bülten dağıtmak polis baskılarıyla alabildiğine engellenmiştir. Sırf sendikalaşma hakkını kullandıkları için işten atılan, direnişe geçti diye gözaltına alınan işçileri de unutmamak gerekir.
Özgürlüklerin fiilen askıya alındığı, gerçek muhalefet üzerinde terör estirildiği, tüm toplumun tek taraflı bir propaganda bombardımanına tutulduğu, yapay temellerde kutuplaştırıldığı ve korkunun körüklendiği bir süreçten geçilerek gidilen bir seçimin, gerçekten de bir seçim olduğunu, demokrasinin kazandığını söylemek, gerçeklerle ve emekçilerle alay etmektir. Dahası da var, sanki durum buymuş gibi davranmak, iktidarın oyununa gelmek, onun bu oyununu meşrulaştırarak, kendisini az ya da çok demokratik bir seçimden galip çıkan bir iktidar olarak yurtdışında pazarlamasına hizmet etmek anlamına geliyor. Muhalefet bu süreçte sanki her şey normalmiş, olağan bir dönemden geçiyormuşuz, ortada gerçekten yerel yönetimler varmış gibi bir tutum sergilemiştir. Tüm iktidar merkezileşmişken, “değişimin yerelden başlayacağı”, “yerel yönetimlerle bahar geleceği” gibi söylemlerse halkı aldatmaktan başka bir anlam taşımıyor. Erdoğan kampanya sürecinde yerel yönetimlere dair yaklaşımını çekinmeksizin açıklamıştır aslında. Merkezi iktidarla uyumlu olmayan, Cumhur İttifakından olmayan belediyelere para verilmeyeceğini, bunların çalışanlarının maaşlarını bile ödeyemeyeceklerini, hiç tereddüt etmeksizin ve gecikmeksizin kayyumlar atanacağını defalarca açıklamıştır. Bunların birer blöf ya da şantaj değil gerçek bir tehdit olduğunu önümüzdeki süreçte göreceğiz. Türkiye’de belediyeler oldum olası merkezi idarenin şu ya da bu ölçüde sultası altındaydılar, hiçbir zaman gerçek anlamda bir “yerel yönetim” olamadılar, mali açıdan da özerk bir yapılanmaları hiç olmadı. Geçtiğimiz yıl çıkarılan bir kararnameyle bu durum hepten pekiştirilmiş, belediyeler mali olarak tümüyle ve doğrudan Saray’a bağlı kılınmışlardır; tüm belediye gelirleri Saray’ın havuzunda toplanacak, ardından Saray yerel belediyelere kendi belirlediği kadar bir bütçe aktaracaktır. Saray’ın onaylamadığı hiçbir harcama yapamayacaklar, hiçbir projeyi hayata geçiremeyeceklerdir.
Erdoğan’ın seçim gecesi yaptığı balkon konuşması, alışılageldiği üzere, üslup olarak hiç de sert değildi. Ama içerik gayet netti. Muhalefete kaptırdığı belediyelerin elini kolunu bağlayacağını açıkça ilan etti: “Yalan yanlış vaatlerde bulunanlar buyursunlar, bakalım nasıl yönetecekler göreceğiz.” Üslup olarak sertliğini koruyan MHP lideri Bahçeli ise “sandıktan çıkan tarihi sonucun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ilke ve kurumlarıyla tesciline katkı sağladığını” belirterek, “yeni hükümet sistemine müzahir [destekleyici] yerel yönetimlerin tezahürünün ise büyük bir kazanım olduğunu” söyledi. Her ikisi de 2023 Haziranına kadar artık seçim olmayacağını büyük bir keyifle ifade ediyorlar. Bir başka deyişle emekçilere karşı girişilecek yeni saldırı programlarının hayata geçirilmesinin önünde bir engel kalmamış, her şeye rağmen demokrasicilik oynama zorunluluğu 4,5 yıllığına ortadan kalkmıştır. “Reform programı” diye ortaya koyacakları şeyin hem işçi sınıfının iktisadi ve sosyal haklarına hem de kalan göstermelik demokratik kırıntıların ortadan kaldırılmasına dönük bir saldırı programı olacağını söylemek şimdiden mümkündür. Durdurulan, bastırılan iflasların patlak vereceği ve işsizliğin daha da artacağı, ertelenen tüm zamların yağmur gibi boşanacağı, çalışma koşullarının daha da ağırlaştırılıp yaşam koşullarının daha da kötüleşeceği bir döneme girilmektedir. Bunlara karşı gelişebilecek hoşnutsuzluğun artan baskı ve zorbalıkla karşılanacağı da aşikârdır.
Muhalif yorumcular üç büyük şehrin belediyesinin alınmasını “büyük başarı” olarak adlandırıp, bu üç şehrin yerel yönetimleriyle siyasi iktidarın farklı olmasının siyasi iktidarın gidiciliğine işaret ettiğini söylüyor, geçmişteki örnekleri hatırlatıyorlar. Böylelikle yine sanki her şey normalmiş ve olağan bir süreç işleyecekmiş gibi yanılsamalar üretmiş oluyorlar. Oysa sürecin geldiği noktayı referandumdan sonra Erdoğan gayet özlü ifade etmişti: Atı alan çoktan Üsküdar’ı geçti! Onun temel derdi, kurduğu olağanüstü rejimi ayakta tutabilecek, onu meşru gösterebilecek kadar bir kitle desteğini korumaktı, bu destek hiç de eski ihtişamlı sandık zaferlerindeki kadar olmak zorunda değildi. Tüm koşullarını kendisinin belirlediği ve tüm önlemleri alarak gittiği sandıktan birinci parti (ya da ittifak) olarak çıkması onun için yeterliydi ve öyle de oldu. İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin yönetimlerini eğer muhalefete teslim etmeye karar verirse (ki halen durum net değildir) bu onun açısından can sıkıcı olacaktır kuşkusuz, ama bu kaybın telafi edilebilir olduğunu da bilmektedir. Balkon konuşmasında kitle tabanını canlı ve moralli tutmak için dillendirdiği şu sözler laf kalabalığının ötesinde, kurduğu rejime dair önemli bir gerçeğin altını çizmektedir: “Bazıları kendini darı ambarında sanıyor. Şunu bilmeleri lazım, 4,5 yıl bu kardeşiniz Cumhurbaşkanı mı, AK Parti iktidar mı, dolayısıyla Cumhur İttifakı olarak parlamentoda mıyız? Bu yolda nasıl şu ana kadar geldiysek, yine bundan sonra da aynı şekilde devam edeceğiz.” Bu sözlerin aynı zamanda uluslararası alandaki muhataplarına da bir mesaj olduğunu unutmayalım.
Kuşku yok ki, iktidarın özellikle Türkiye nüfusunun üçte birini barındıran, ekonomisinin de üçte ikisini üreten beş büyük şehirde (İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Adana) kitle desteğinin azalması, bunların biri hariç diğerlerinde muhalefetin kazanması muhalif kitleler açısından bir moral kaynağı olmuştur. Bu önemsiz bir şey değildir. Zira moralsiz, umudunu kaybedip sinmiş kitleler, baskıcı rejimler için nimettir. Ne var ki umudu büyütmenin yolu sahte hayalleri körüklemekten, kitlelerin gözünü boyamaktan geçmiyor. Ne denli acı görünürse görünsün, devrimci olan tek şey gerçeklerdir. Moralleri bozmadan gerçekleri kitlelere açıklamak ve onları mücadele saflarında kenetleyebilmek can alıcı önemdedir. Önümüzdeki süreç, tüm sosyalistlerin, devrimci ve demokrat güçlerin bu doğrultudaki sorumluluğunu daha da arttırmaktadır.
link: Marksist Tutum, Gerçekleri Görmek Gerek, 2 Nisan 2019, https://fa.marksist.net/node/6634
Kapitalizmin “Orta Çağ” Karanlığını Yaşıyoruz!
Sanat da İşçilerle Özgürleşecek