Antikçağ Yunan filozoflarından Herakleitos (İÖ. 540-480) günümüzden çağlarca önce, her şeyin aktığını ve aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağını söylemişti. Herakleitos’un veciz sözleri, nesneleri ve olguları durağanlığı içinde değil değişim ve dönüşüm süreçleri halinde kavrayan diyalektik düşüncenin bir ifadesidir. Akıp giden nehir örneğinde olduğu gibi, doğada her şey gözle görünsün ya da görünmesin sürekli bir hareket halindedir. Örneğin yerküremiz her gün kendi etrafında dönerken, bir yıl boyunca da güneşin etrafında dönmektedir. Güneş 26 günde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlamakta, galaksimizde yer alan diğer yıldızlarla birlikte 230 milyon yılda galaksiyi dolaşmaktadır. Biz farkında bile değilken, atomlar ve atomaltı parçacıklar her an hareket etmekte ve sürekli olarak yer değiştirmektedirler. Tüm evren gibi, onun bir parçası olan insanın biyolojik etkinliği de neticede atomların hareket yasalarına dayanmaktadır.
Diyalektik kavramının kökeni Yunanca dialektikos (tartışma) sözcüğüne uzanır. Diyalektik eski Yunanda tartışma sanatı anlamına geliyordu. Antikçağ Yunan düşünürleri, kendi aralarında yürüttükleri münazara tipi tartışmalarda bu diyalektik sanatını kullanmaya çok meraklıydılar. Fakat zamanla diyalektik kavramının kapsamı genişledi, karşıtlık ilişkisinden hareket ederek doğruya ulaşmaya çalışan düşünme ve araştırma yöntemi anlamında kullanılır hale geldi. Doğada var olan hareketi de kapsayacak genişlikteki içeriğiyle diyalektik, değişim ve hareket demektir. Değişim ve hareketin özü ise çelişkidir ve diyalektik yöntem de zaten çelişkinin mantığıdır.
İnsanlar diyalektiğin modern yasalarına vakıf olmadan çağlar önce diyalektik olarak düşündüler, çünkü doğanın ve yaşamın kendisi diyalektik hareketin varlığını gözler önüne sermekteydi. Eski Yunan filozoflarının büyük bölümü doğal diyalektikçilerdi. Bunun dışında, biçimsel mantığın yasalarını ortaya koyan ünlü bilgin Aristoteles (İÖ. 384-322) bile diyalektik düşüncenin sorunlarıyla ilgilenmişti. Ne var ki, doğa bilimlerinin ve deneysel araçların henüz yeterli düzeyde gelişmediği Yunan antikçağı, materyalist düşünce ve diyalektik yöntem açısından bir çocukluk dönemi oldu.
İlerleyen tarih kesitlerinde 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da yükselmeye başlayan burjuva dönüşümler sürecine, doğa bilimleri, düşün ve sanat alanında muazzam atılımlar eşlik edecekti. Daha önce Avrupa Karanlık Çağın içindeyken, Arap bilim dünyası felsefede ve tıp, matematik, astronomi gibi alanlarda pek çok parlak başarılar elde etmişti. Bu kaynak sayesinde doğa bilimleriyle donanma ve eski Yunan’a uzanan köklerini yeniden keşfedebilme olanağına kavuşan Avrupa’da, özgür düşünce serpilmeye başladı. Söz konusu değişim 18. yüzyıl materyalizminin de yolunu açmıştı. Bu materyalizm, kendini henüz diyalektiğin gücüyle sağlamlaştırmamış olan mekanik bir materyalizmdi. Ama şurası açık ki, aradan geçen uzun tarihsel dönem boyunca saltanatını sürdürmüş bulunan idealist felsefe, bilimsel alanda sağlanan muazzam gelişmelerin insan düşüncesinde yarattığı değişim düzeyiyle büyük bir çatışkı içine girecekti. 19. yüzyıla, düşünce sürecinin idealist felsefenin ve metafizik yöntemin egemenliğinden kurtarılması sancıları damgasını basıyordu.
Alman felsefesinde büyük bir atılım sağlayan Hegel, 19. yüzyılda düşünce sürecine diyalektik yöntemi taşıdı ama kendisi idealist felsefenin sınırlarını aşamadı. Bu yüzden onun diyalektiği, varlığı düşünceden türetiyordu, yani ters durmaktaydı ve mistik bir kılıfa bürünmüştü. Marx ve Engels diyalektiği idealizmin mistik kılıfından çekip çıkardılar ve ayakları üzerine diktiler. Marksizmin kurucuları sayesinde diyalektik, doğanın ve insan tarihinin materyalist anlayışı ile bütünleştirilerek zenginleştirilmiş oldu. Bu bilinçli diyalektik, doğanın deviniminde kendilerini eninde sonunda kabul ettiren yasaların varlığını açıklığa kavuşturdu. Aynı şekilde, insan topluluklarının evrim tarihinde de böyle belirli hareket yasaları mevcuttu.
Diyalektik, doğada ve toplumda varolan karmaşık süreçlerin kavranmasına çalışan düşünce biçiminin bilimidir. Marksist önderlerin her vesileyle dikkat çektikleri üzere, bilimsel diyalektik doğaya ya da topluma birtakım kurgusal yasalar dayatmaz. Tam tersine, zaten varolan yasaları doğanın ve toplumun evrim sürecinin hareketliliği içinden bulup çıkartmaya çalışır. Tasavvur edilebileceği gibi, bu çaba derin bir bilimsel bilgi üzerinde yükselen ve kuşaktan kuşağa ilerleyen diyalektik ve tarihsel düşünce sürecinin ürünüdür. Bilimsel diyalektiğin bizzat kendisi de, olduğu yerde durmayan, kendi kendini sorgulayan, eleştiren ve eskiyen yönlerini yeni bilgilerin ışığında aşmaya çalışan hareketli bir niteliğe sahiptir.
Kuşkusuz düşünce sürecine bu itilimi veren nesnel nedenler vardır. Feodal Avrupa toplumlarının kapitalist dönüşümü, ekonomiden siyasete, bilimsel araştırmalardan hukuk kurallarına dek hemen her alanda burjuva devrimlerini dayatmıştır. 19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel buluşlarla zenginleşen doğa bilimleri, diyalektik yöntemin açıklığa kavuşturmaya çalıştığı hareket yasalarının yeni gizlerini ele vermiştir. Bu durum, bu sıçramalı tarih kesitinde dünyaya gözlerini açan Marksist düşüncenin niteliğini de belirlemiştir. Marksizm daha başlangıcından itibaren, doğayı ve toplumu karmaşıklığı içinde kavramaya yatkın bir bilimsel yoğunluğa sahiptir.
Burjuva eşitlik anlayışından bilimsel sosyalizme
Tarihte düşünsel planda önemli atılımların yaşandığı dönemler incelenecek olursa, bunların insan topluluğunun fiili yaşam koşullarında devrimci sıçramaların kaydedildiği dönemler olduğu görülür. Kuşkusuz bu tür denklikler basit aritmetik eşitlikler düzeyinde değil, yoğun çelişkilerin, sıkışma ve patlamaların eşlik ettiği karmaşık süreçler halinde gerçekleşmektedir. Ama bir nokta çok önemlidir. Diyalektik harekette niceliğin niteliğe dönüşümü sürecinin başlangıçta çok belirgin hissedilemeyen mayalanma özelliği nedeniyle, düşüncenin siyasal eylemin önüne geçer gibi göründüğü tarihsel kesitler olmuştur. Görüngüde böyle bir gözlem kaydedilmiş olsa bile, hareketin iç yasaları daha yakından incelendiğinde, aslında somut yaşam alanında biriken çelişkilerin düşünsel düzeydeki fırtınaları ve devrimleri tetiklediği anlaşılacaktır.
Avrupa’da eski siyasal düzenleri sona erdiren burjuva demokratik devrimler çağını, düşünce ve kültür alanında bir canlanma ve atılım dönemi önceler. Rönesans (14. yüzyılın sonuyla 15 ve 16. yüzyılları kapsayan düşünsel ve kültürel yeniden doğuş), dinde reform (16. yüzyılda Batı kilisesinde gerçekleşen dinsel devrim) ve 18. yüzyılda gelişen Aydınlanma hareketi (insan aklını bilginin ölçüsü kabul eden felsefi gelişim) bunu somutlar.
1789 Fransız devrimi öncesinde, yaklaşan devrimle ilgili olarak toplumu aydınlatan büyük devrimciler tarih sahnesine fırladılar. Din, doğa anlayışı, toplum ve devlet örgütü, kısacası her şey amansız bir eleştiriye tâbi tutuldu. Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler akıldışı ilan edildi ve bir yana atıldı. O çağın burjuva devrimcilerine göre, nihayet insanlık açısından gün doğuyordu. Artık insanlığı cehalete sürükleyen önyargılar, tüm haksızlık, ayrıcalık ve baskılar yeryüzünden sökülüp atılacaktı. Dünyaya sonsuz doğruluk ve sonsuz adalet egemen olacaktı.
Engels, aklın bu egemenliğinin burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını söyler. Nitekim burjuva devrimin sözde ölümsüz adalet savunusu, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulmuş, eşitlik arzusu yasa önünde burjuva eşitliğine varmıştır. Burjuva mülkiyet egemenliğini ilan etmiş ve büyük Fransız düşünürü Rousseau’nun toplum sözleşmesi ancak bir burjuva demokratik cumhuriyet biçimi altında dünyaya gözlerini açmıştır. Fakat Fransız devriminin eşitlik, özgürlük, kardeşlik çağrıları altında neticede burjuva egemenliğine varılması, burjuva devrimcilerin zaaflarına ya da kötü niyetlerine bağlanamaz. Tarihsel akışı doğru biçimde kavrayabilmek için, bu noktada da materyalist dünya görüşüne ve diyalektik yaklaşıma ihtiyaç vardır. Engels’in dediği gibi, 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için saptadığı engelleri öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı.
19. yüzyılda Avrupa’da bilimsel alanda ve toplumsal üretim sürecinde kaydedilen ilerlemeler, düşünsel bakımdan da muazzam bir sıçrama yapılabilmesini mümkün kıldı. Böylece sosyalizm anlayışı da ütopik kılıfından kurtarılabildi ve modern işçi sınıfının devrimci gücüne dayanan gerçek bir temele oturtuldu. 19. yüzyılda Avrupa’da sürüp giden devrimci hareketlilik, sosyalizmi bilimsel dayanaklarına kavuşturan eşsiz bir faktördür. 1831’de Lyon’da patlak veren ilk işçi ayaklanması, yeni çağda artık devrimlerin sınıfsal niteliğinin değişeceğinin de habercisiydi. 19. yüzyılın ilerleyişi içinde çeşitli Avrupa ülkelerinde, dünyaya gerçek eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü getirecek olan işçi devrimleri yavaş yavaş o soylu başını göstermeye başlayacaktı. İngiliz Çartist hareketi, işçi sınıfının bağımsız bir örgütlü güç oluşturma yetisini dosta düşmana kanıtlamıştı.
Böylece ileri Avrupa ülkelerinde büyük sanayideki atılıma ve burjuva siyasal egemenliğin pekişmesine koşut olarak, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı da tarih sahnesinin ön planına fırlıyordu. Karşıt iki sınıf arasında giderek olgunlaşmakta olan iç mücadele, burjuva iktisadın ölümsüz doğrular diye piyasaya sürdüğü malların taponluğunu teşhir edecekti. Sermaye ile emeğin çıkarlarının özdeş olduğu, serbest rekabetin herkese refah getireceği yolundaki öğretiler, somut gelişmeler tarafından birer birer çürütüldü. Gerçekler dünyasında cereyan eden bu gelişmeler olumlu yansımalarını, Fransız ve İngiliz sosyalizminin geçmişe oranla olgunlaşmasında buldu. Ne var ki tarihin idealist anlayışından yakasını kurtaramadığı ve kapitalizmin ekonomik ilişkilerini bilimsel anlamda çözümleyemediği için, bu sosyalizm yine de ütopik ayak bağlarından tamamen kurtulabilmiş değildi. Sosyalist düşüncenin sağlam bilimsel dayanaklar üzerinde ayağa dikilmesi, Marx ve Engels gibi çığır açıcı devrimci önderler sayesinde gerçekleşti.
Marx, geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğunu açıklığa kavuşturdu. Verili toplumsal yaşam koşulları, birbirine karşıt sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerin bir ürünüydü. Hukuk ve siyaset sistemlerinde ifadesini bulan toplumsal üstyapıyı son tahlilde toplumun ekonomik altyapısı belirlemekteydi. Bu altyapı, aynı zamanda dinsel, felsefi ve diğer fikirlerin kaynağını açıklamayı da mümkün kılıyordu. Böylece tarihin bu doğru yorumlanışı, yani tarihsel materyalizm insanlık tarihini pırıl pırıl aydınlatmaya başladı. Marksizmin bilimsel ürünü olan tarihsel materyalizm, insanların varlığını bilinçlerinin belirlemediğini, tersine insanların bilincini onların varoluş koşullarının belirlediğini kanıtladı. Bu sayede sosyalist düşünce, birtakım dâhi kişilerin kurgusal ve ütopik yaklaşımlarının ürünü olmaktan kurtuldu. Ve komünist hareket de, tarih tarafından oluşturulan iki karşıt sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının mücadelelerinin zorunlu bir sonucu olma düzeyine yükselebildi.
Engels’in belirttiği gibi, artık gerekli olan tek şey bu iki sınıf arasındaki ekonomik çatışmanın bilimsel çözümüydü ve bu sorun da yine Marx’ın katkısı sayesinde çözümlenebildi. Marx’ın geliştirdiği artı-değer teorisi, işçinin sömürülmesinin temelinde yatan nedeni ve sermaye birikiminin sırlarını parlak biçimde ifşa ediyordu. Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gelişim sürecinden de anlaşılacağı üzere, Marksist düşüncenin doğumu devrimci eylemin ve devrimci düşüncenin devinimi içinde gerçekleşen diyalektik bir süreçtir. Marksist dünya görüşü, gerek doğa gerek toplum bilimleri alanında idealizme esaslı ve devrimci bir darbe indirmiş bulunmaktadır. Marksizmin temel hareket noktaları diyalektik ve materyalizmdir.
Marksizm, bilincin maddeyi değil, maddenin bilinci belirlediğini bilimsel açıdan karşı konulamaz bir doğrulukla kanıtlamıştır. Doğa bilimleri alanında olduğu gibi toplumsal bilim alanında da düşünce üretimi, fikirlerin, tezlerin, analizlerin konusunu oluşturan varlıktan ya da gerçek süreçten ve onun hareketinden bağımsız olamaz, olmamalıdır. İdealist felsefe pek çok vesileyle bunun tersini iddia etmiş olsa da işin doğrusu böyledir. Bilinç diye adlandırdığımız düşünce süreci de, aslında maddenin yani beynin ürünüdür. Ve düşünen beyin, canlı maddenin evriminin sonucudur. Düşünce dünyasına dair her şeyin –bilimden hukuka, sanattan politikaya ve ahlâk anlayışına dek– kaynağı gerçek hareket ve maddi dünyadır.
Marksist düşüncenin temellerinin atıldığı dönem, işçi sınıfının ve onun devrimci eyleminin gelişimi bakımından günümüze oranla erken bir dönemdi. Buna rağmen Marksizm daha doğuşundan itibaren, çağının tüm bilimsel ilerlemelerini devrimci düşünce potasında eriten üstün bir sentez gücüne sahip oldu. Bu sayede işçi sınıfının bu düşünsel eylem kılavuzu, toplumsal gelişim yasalarını kavrama ve gelişimin ana eğilimlerini kestirme kudretini içerdi. Sınıfın nesnel ve öznel açıdan yeterince olgunlaşmadığı bir tarihsel kesit boyunca, Marksizm düşünsel bakımdan hep nesnel durumun ve devrimci eylemin önünde koşuyormuş gibi göründü. Fakat kapitalizm olgunlaşıp işçi sınıfının devrimci hareketi de eylem alanında zenginleştikçe ve deney açısından çeşitlendikçe, son tahlilde düşüncenin ebesinin maddi dünya ve bu dünyadan kaynaklanan eylem olduğu gerçeği daha kolay kavranır duruma gelmiştir. Günümüzün gerçeği budur.
Marksizm dogmatizmin düşmanıdır
Eski Yunanlı düşünürlerin tartışmalarında birer diyalektik ustası olduklarına değinmiştik. Onların bu temelden yükselen diyalektik kavrayışları, tez, antitez ve sentez üçlemiyle sembolize olmaktaydı. Tartışmalar bir konuda ortaya bir tez atılmasıyla başlatılıyordu. Daha sonra bu fikir bir antitez ile yadsınmaya, çürütülmeye çalışılıyordu. Nihayetinde tartışılan konu çeşitli açılardan irdelenen bir tartışma sürecinden geçmiş oluyor ve böylece ortaya bir sentez çıkartılıyordu. Bu münazaralar, mutlaka bir fikir birliğine varılmasını hedeflemeyen ve asıl olarak tartışma sayesinde bilgi ve kavrayışı derinleştirmeye çalışan bir çeşit beyin jimnastiği gibiydi. Ancak tarihsel akış içinde felsefi düşünce ve mantık yasaları pek çok değişime uğradı.
Avrupa’nın Karanlık Çağı boyunca Kilisenin toplum üzerindeki hâkimiyeti yansısını idealist felsefenin ve skolastik anlayışın (dinsel açıdan kabul gören felsefi görüşlere dayanılması) egemenliğinde bulmuştu. Avrupa Ortaçağı, eski Yunanla, diyalektik ve materyalist düşünceyle tarihsel bağları kopartan bir dönemdi. Bilimin ilerleyişi Kilisenin zorba diktatörlüğü tarafından durdurulmuştu. Avrupa’da bilim ancak burjuva gelişimin yol açtığı Rönesans ve Aydınlanma hareketinin uyandırıcı gücüyle ve Kilisenin skolastik din anlayışına karşı reformcu başkaldırışla ilerleme yoluna konulabildi. Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde, diyalektik düşünceyi yeni biçimde canlandıran Hegel’le birlikte eski diyalektik aşıldı. Hegel, antik Yunan diyalektiğinin hatalı yönlerini eleştirdi ve diyalektik mantığı daha üst düzeye taşıyacak yeni yasaları formüle etti.
Hegel büyük bir diyalektik ustasıydı. Ama onun için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıydı. Gerçek dünya yalnızca “fikir”in dışsal ve görüngüsel biçimiydi. Kısacası, idealizmin gölgesinden kurtulamamış olan Hegel diyalektiği gerçek dünyayı “fikir”in yansıması olarak ele alıyordu. Diyalektiği bilimsel, yani materyalist yapıya kavuşturanlar Marx ve Engels oldu. Marksizmin ayakları üzerine oturttuğu materyalist diyalektik, “fikir”in maddi dünyanın insan aklındaki yansımasından ve böylece düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını kanıtladı. Marx, kendi diyalektik yönteminin Hegelci diyalektik yöntemden yalnızca farklı olmakla kalmadığını, onun tam karşıtı olduğunu belirtmişti. Marksizm diyalektik düşünceyi idealist ayak bağlarından kurtardığı gibi, onu metafizik yöntemin uzantısı olan mutlaklıklardan ve durağanlıklardan da azat etti. Böylece diyalektiğin gelişimi de yine diyalektik bir sürecin ürünü oldu.
Diyalektik materyalizmin ortaya koyduğu üzere, uzay ve zaman içinde hareket maddenin varoluş biçimidir. Madde hiçbir zaman ve hiçbir yerde hareketsiz var olmamıştır ve olamaz da. Ancak burada maddenin hareketi ile kastedilen yalnızca mekanik hareket, yani basit bir yer değiştirme hareketi değildir. Hareket, ısı ve ışık, elektrik ve manyetik gerilim, kimyasal bileşim ve ayrışım, yaşam ve nihayet bilinç demektir. Fizik, biyoloji, kimya gibi doğa bilimleri alanında kaydedilen ilerlemeler, gerçek yaşamdaki hareketin mutlak ve sert karşıtlıklar, açık ve aşılmaz ayrım çizgileri temelinde gerçekleşmediğini kanıtlamıştır. Bu bilimsel gelişme, gerçekliğin görelilik temelinde kavranmasını sağlamıştır.
Doğada ve toplumda belirli koşullar altında gerçekleşen evrim neticesinde ulaşılan düzey, ondan evvelki koşullara kıyasla bir ilerlemeyi temsil edebilir. Ama bu mutlak değil göreli bir ilerlemedir. Zira yalnızca geçmişe oranla mukayese yapılması yeterli olmaz. Her varlık ve olgunun bir geçmişi bir de geleceği vardır. Geçmişe oranla ilerici sayılabilecek bir tarihsel adım, geleceğe oranla gericileşebilir. Çarpıcı bir örnek olarak, tarih içinde burjuva demokrasisinin tuttuğu yer hatırlanabilir. Burjuva demokrasisi geçmişin mutlakıyetçi yönetim biçimlerine göre ileri bir adım niteliği taşırken, işçi devriminin ürünü olacak işçi demokrasisine kıyasla gericidir. O halde toplumsal olguları verili tarihsel koşullardan kopartarak tek yönlü biçimde değerlendirmek tamamen yanlış olur. Örneğimizdeki burjuva demokrasisi bir yönüyle ilerici, diğer bir yönüyle gerici nitelik taşımaktadır. Gerçeklik işte bu şekilde geçmişe ve geleceğe kıyasla, değişen somut koşullara göre değişir. Gerçekliğin bu değişken karakterinden rahatsızlık duyup, sözde daha tatmin edici görünen köşeli doğrular arayanlar iyi bir diyalektikçi olamaz ve metafiziğin tuzağında çırpınırlar.
Bilimin kendisi ve ilerlemesi de diyalektik bir nitelik taşır. Örneğin kimyasal elementlerin atom ağırlıkları tablosunun bulunması, türlerin dönüşümüne ve evrimine ilişkin yasaların keşfedilmesi, bilimde geçmişe oranla gerçekleşen büyük atılımlardır. Darwin’in evrim teorisi, organik maddeler (yapısında karbon bileşimleri içeren maddeler) alanında niceliksel birikimlerin niteliksel farklılıklara dönüştüğünü kanıtlayarak diyalektiğe büyük katkı sağlamıştır. Keza Engels’in vurguladığı bir başka husus da çok önemlidir. Doğa bilimlerinde hareketin temel yasası olarak önce enerjinin sakınımı yasası bulunmuştur. Bu yasaya göre, hareketi (veya enerjiyi) yok etmek ve yaratmak olanaksızdır. Ne var ki daha sonraki buluşlar sayesinde, bunun hareketin ya da enerjinin yalnızca nicel yönden kavranması anlamına geldiği anlaşılmıştır. Enerjinin dönüşümü yasasının bulunmasıyla birlikte bu eski bilgi aşılmıştır. Bu gelinen noktada, evrendeki toplam enerjinin yaratılamayacağı ya da yok edilemeyeceğini ifade etmek yetmez. Daha da önemli olan, enerjinin bir durumdan bir başka duruma dönüşebileceğini bilmektir.
Bilimdeki ilerleme sayesinde diyalektik kavrayış da bir üst düzeye sıçratılabilmiş ve harekete veya enerjiye dair sürecin nitel yönü bilince çıkartılabilmiştir. Aslında tüm evren, madde ya da enerjinin sonsuz hareketidir. Bir hareketin sonlanması diğerini başlatır, enerji maddeye madde enerjiye dönüşür, madde bir halden diğer bir hale geçebilir, kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşebilir ve bu böyle devam eder gider. Bu bitmez tükenmez devinimin başı ya da sonu yoktur, o her şeydir, uzay ve zaman da kendisidir.
Teorik doğa bilimleri bu gibi önemli buluşlardan önce sınırlı ve metafizik bir nitelik taşıyordu. Zira hareket noktasını, uzlaşmaz ve çözülmez olarak tasavvur edilen karşıtlıklar, mutlak ayrım çizgileri ve deneysel olarak kanıtlanmamış önsel birtakım kategoriler oluşturuyordu. Toplumsal yaşamda olduğu gibi doğada da kuşkusuz karşıtlık ve ayrımlar mevcuttur, ama bunlar ancak görece bir geçerlilikle varolurlar. Doğadaki ayrım çizgilerine ve karşıtlıklara yüklenen mutlak değişmezlik aslında doğada mevcut değildir, doğayı kavramaya çalışan insan düşüncesinin yanlış bir ürünüdür.
Tüm yaşam (evren, varlık) zaman ve uzay içinde sonsuz yinelenen bir çevrimdir. Engels’in dediği gibi, ister güneş ya da bulutsu buhar olsun, ister bir bitki ya da hayvan cinsi olsun, ister kimyasal birleşme ya da ayrışma olsun, özünde geçici olan ve içinde hiçbir şeyin sonsuz olmadığı bir çevrimin unsurlarıdır. Bu çevrim, sonsuz olarak hareket eden, hareketini ve değişimini birtakım iç yasalara göre yapan maddenin sonlu biçimdeki varlığını içerir. Bu gerçeği kabul etmek doğanın diyalektik anlayışının özünü oluşturur. Evrim zinciri içinde bazı bitki ve hayvan türleri başkalaşım geçirir veya yok olur, yeni türler ortaya çıkar. Güneş de dahil tüm yıldızlar ve gezegenler doğar ve ölürler.
Doğa bilimleri alanında gerçekleşen gelişmeler, doğayı diyalektik düşünce yöntemi dışında kavrayabilmenin mümkün olamayacağını kanıtlar. Bilimsel düzeyde ilerleyen deneylerle ulaşılan sonuçlar bilimsel kavramlarda ifadesini bulur. Kavramlar doğayı yaratmaz, doğanın hareketi kavramlara can verir. Bu gerçekliğin kavranabilmesi, gözlem ve deneylerden elde edilen sınırlı bilgi ve kavramlara mutlak değerler atfedilmesinin yanlışlığını da gözler önüne sermektedir. Ulaşılan bilgi ve buradan türetilen kavramlar gerçekliğe yaklaşmaya çalışan göreli sonuçlardır. Bilimsel kavrayışın göreli doğruluğunun kabulü, düşünce alanında kaydedilen önemli bir devrimdir. Bilimsel düşünce üretimini idealizmin ve metafiziğin tutsaklığından kurtaran bu devrimin yarattığı olanaklar, Marksizmin kurucuları tarafından toplumsal hareket yasalarının ve insanın kavranması sürecine de başarıyla taşınmıştır.
İnsanın varlığı, düşüncesi, yaşam tarzı, bunların tümü de diyalektik bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Bu gerçeklik hem biyolojik hem de toplumsal bakımdan geçerlidir. İnsan tek hücreli canlılardan memelilere doğru ilerleyen organik evrim sürecinde doğanın meydana getirdiği en karmaşık organizmadır. Diğer yandan insanın gelişimi tarihsel-toplumsal bir süreçtir. Doğayla binlerce yıllık mücadele içinde insanın atası maymundan farklılaşmış, dik yürümeyi becermiş, heceli sesler çıkartarak dil oluşturmuş, beyni gelişmiş, elini önce uzmanlaşmış bir alet gibi kullanırken daha sonra elleriyle yeni aletler üretmiş ve böylece bildiğimiz insan ortaya çıkmıştır. İnsan, bitkilerin ve hayvanların yerini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda oturduğu yerin görünüşünü, iklimini değiştirerek doğaya damgasını vurmayı da başarmıştır. Elin üretici faaliyetine ve dilin oluşumuna bağlı olarak gelişen insan beyni, tarihin ilerleyişi içinde buhar makinesi gibi nice önemli icatlara imzasını atmıştır. Bu gelişim süreci içinde insan, aynı zamanda doğayı ve çevresini tüm karmaşık ilişkileri içinde kavrama çabasını da ilerletmiştir.
İnsan bilgisi sürekli bir değişim ve hareket halindedir. Basit gerçekleri veya gözle görülür anlık durumları bir yana bırakacak olursak, genelde bilimler alanında karmaşık gerçekliği mutlak anlamda doğru yansıtabilen bilgi yoktur. Gerçekliğe olabildiğince yaklaşmaya çalışan doğru bilgi vardır. Bilimsel bilginin üstünlüğü, somut koşullardaki değişimi kavramaya çalışmasıdır. Marksizm bize, bütün tanımların ve kavramların, tezlerin, açıklama ve değerlendirmelerin, kısacası bilginin mutlak olmadığını göreli bir değer taşıdığını öğretmiştir. Ama mutlak ile göreli arasındaki farklılık da diyalektik tarzda kavranmalıdır. Skolastik ve metafizik düşünce mutlaklığı savunmakla nasıl yanlış bir uca savruluyorsa, göreliliği mutlaklaştıran bilinemezci felsefe akımı da bir başka yanlış ucu temsil etmektedir. Bilinemezci felsefe, yüzeyde görünenler dışında öze değin hiçbir şeyi bilemeyeceğimizi iddia eder. Oysa göreli bilgimiz, bildiğimiz, bilebileceğimiz hususları içerir. Ve bu bilgi, hem bilinenleri sorgulamakta hem de bilinmeyenleri keşfetmekte bilimsel bir dayanak noktası oluşturur.
Yaşamın kendisini tüm zenginliği içinde kavrayabilme çabası, diyalektik düşünmeyi ve dogmatizmden uzak durmayı gerektirmektedir. İnceleme ve düşünme sürecinde ilerlememizi sağlayan bilimsel dayanak noktaları gerçekliğin ta kendisi değil, zihindeki yaklaşık ifadeleridirler. Bunların her zaman birtakım eksiklikler ve kusurlar içerebilecekleri unutulmamalıdır. Bilimin her dalında, tıpkı doğanın diyalektik hareketinde olduğu gibi, yeni bulgular eşliğinde eskiyi yadsıyan ve bu sayede bir üst basamağa sıçrayan sarmal bir hareketlilik vardır. Doğa bilimleri, var olan bilgiyle yetinmeme, gözlem ve deneyi geliştirme ve bunu başarabilmek için gerekli araçları zenginleştirme çabası sayesinde ilerleyebilmiştir.
Bilimsel kuşkuculuk, mevcut bilgiyi sorgulama ve yeni bilgilere ulaşma tutkusu toplum bilimi alanında da kesinlikle gereklidir. Üstelik organik doğada gözlemlenen süreçler nispeten benzer biçimde tekrarlanabilirken, toplum tarihinde incelenen olgular somut koşullardaki farklılıklara bağlı olarak sürekli değişen yönler içerirler. Bilim ve teknikteki her yeni keşif, ya da toplumsal yaşama dair her yeni bilgi kavrayışımızı ilerletir. Fakat diğer yandan da, üzerinde düşünülmesi ve yanıt bulunması gereken yeni soruları önümüze koyar. Marksizm dogmatizmin, yani değişen gerçeklik karşısında değişmez olduğu varsayılan açıklama ve formüllere saplanıp kalmanın düşmanıdır. Dogmatizme düşmemek için diyalektik düşünme yetisi kazanılmalıdır.
İdealizm ve materyalizm
Marx ve Engels, bilimin esasında doğanın ve toplumun tarihinden ibaret olduğunu vurguladılar. İnsanlar doğanın ve toplumun tarihi konusundaki bilgi yetersizlikleri nedeniyle, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip oldular. Toplumsal ilişkilerini, beyinlerinde insana ve tanrıya dair oluşmuş baş aşağı duran düşüncelere bağımlı olarak düzenlediler. Kendi beyinlerinin bu ürünleri, onları yaratan beyinlerini esir aldı. Düşünceyi ve tanrı fikrini yaratanlar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye vardılar.
Düşünce ile varlık arasındaki ilişki ve bu ilişkide hangisinin önde geldiği çağlar boyu felsefenin temel konusu oldu. İdealist felsefe düşünceyi varlığın önüne geçirdi. Bu felsefeye ya da bu dünya görüşüne göre evren ve dış dünya, düşünce bunları beyinde yarattığı için var oldular. Ünlü felsefeci Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” özdeyişi bu ters kavrayışı çarpıcı biçimde dile getirir. Oysa gerçeklik böyle değildir. Var olduğumuz için düşünürüz. Materyalist felsefe, evreni, dış dünyayı ve kendi varlığımızı bu doğru yaklaşım temelinde kavrar ve açıklar. Marksizm, doğanın ve toplumun, biz düşünsek de düşünmesek de var olduğunu ve düşüncemizin zaten bu varoluştan türediğini kanıtlayan bilimsel ve materyalist dünya görüşüdür.
Aslında düşünce denen şey, yaşamın insan beyninde doğru ya da yanlış yansımasıdır. Yaşam alanına gerekli bilgi donanımıyla ve geniş bir ufuktan bakan kişi, doğru düşünce yöntemi sayesinde gerçekliğin baş aşağı edilmemiş düşünsel yansımasını zihninde üretebilir. Bu sayede elde edilen bilgi gerçek yaşamdan türetilmiş sağlıklı bilgi olacaktır ve bu durum düşüncenin kaynağının gerçek yaşam süreci olduğunu ispat eder. En soyut görünen matematik alanında bile bilimsel olarak kanıtlanmış formüller, simgeler, sayısal ifadeler birtakım dâhilerin kafalarından öylesine fırlayıp çıkmış ürünler değildir. Bunlar gerçek yaşamdaki karmaşık bağıntıların matematik dilindeki karşılıklarıdır. Pek çok kişi bunun bilincinde olmasa da, sayılar ve geometrik biçimler, gerçek dünyada varolan nesnelerin, hareketin ve bunlar arasındaki çeşitli türden ilişkilerin ifadesidirler.
Ne var ki idealist felsefe gerçekleri ters yüz eder. Tarihin ve toplumsal yaşamın ve düşünce üretiminin idealist açıklamasında düşünce gerçek yaşamdan önde gelir. Buna göre en basitinden en karmaşığına kadar her tür düşünce, salt düşünen beynin ürünüdür. Ve düşünce yaşamın değil, yaşam düşüncenin yansımasıdır. Yaşamdaki nesneler, mutlak akıl bunları düşündüğü için varolmuşlardır. Bu yanlış kavrayışa göre, örneğin soyut düşünce tamamen kerameti kendinden menkul biçimde sayıları ya da geometrik şekilleri icat etmiştir. Gerçekliğin bu ters yüz edilmiş felsefesine göre, yaşamsal gereksinmelerin çeşitlenmesi bizzat insanın üretici faaliyetinden kaynaklanmamış da birtakım büyük düşünürler düşündüğü için böyle olmuştur.
İdealist anlayış gerçekliği böylece çarpıtıp düşünceye mutlak güç atfettiğinden, kendini doğa bilimlerinin belirleyiciliğinden de bağımsız kılmıştır. Bu nedenle, aslında kendi yaratısı olan bir düşünce dünyası içinde debelenip durmuştur. Çeşitli idealist düşünce okulları arasındaki tartışmalar dış dünyadan neredeyse tamamen kopuk bir içsel tartışma niteliği taşır. Dünyada önemli altüstlükler yaşanırken kiliselere kapanmış din bilginlerinin meleklerin cinsiyetini tartışmakta oldukları, idealist felsefenin gülünçlüğünü çarpıcı biçimde dile getiren bir örnektir. İdealizm, felsefenin ayaklarını yeryüzünden kopartarak adeta gölgelerden oluşan bir “gerçekler” âleminde saltanat sürmüştür.
Oysa materyalist anlayışın kanıtladığı gibi, düşünce, türettiği ilkeleri, kategorileri ve kavramları, kendi dışında varolan evrenden, dış dünyadan alır. Örneğin sermaye ve emek gibi iktisadi kategoriler, toplumsal üretim ilişkilerinin teorik ifadeleri ve varolan gerçekliğin düşünsel soyutlamalarıdırlar. Fikirler ve kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden bağımsız ebedi varoluşa sahip değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. Sermaye ve emek karşıtlığına dayanan üretim ilişkileri ortadan kalktığında, bu kategoriler de mevcut toplumsal yaşamı ifade etmek bakımından geçerliliklerini yitireceklerdir.
Materyalist düşüncenin gelişimi de başlı başına önemli bir konudur. Marx ve Engels, önemli Alman felsefecisi Feuerbach’ın da savunduğu eski materyalizmin eksikliklerini tespit etmişlerdi. Bu materyalizm kimya ve biyoloji gibi alanlarda sağlanan son gelişmeleri hesaba katmamıştı, dolayısıyla mekanik yanı ağır basıyordu. Hareketi basitçe mekanik yer değiştirme düzeyinde algılıyor ve evrendeki dönüşümü makinelerde olduğu gibi zorunlu bir nedensellik sürecine bağlıyordu. Özetle diyalektik değildi, metafizik görüşlerden kendini kurtaramamış ve tarihsel materyalizm düzeyine yükselememişti. Devrimci pratik eylemin rolünü kavrayamamıştı, dünyayı yalnızca yorumluyordu. Marx, Feurbach’ın felsefesini eleştirirken bu aksaklığı özellikle dile getirdi. Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardı, oysa sorun onu değiştirmekti.
Marx yalnızca dini düşüncelerin yansıttığı idealizmi değil, idealist felsefenin bilimsel kisvelere bürünen çeşitlemelerini de eleştirdi. Üniversite kürsülerine egemen olan ve akademik çevrelerde büyük otoriteler olarak kabul edilen kimi Avrupalı düşünürlerin savunduğu bilinemezciliği (agnostisizm) ve olguculuğu (pozitivizm) teşhir etti. Herkes için geçerli nesnel bilgi olabileceğini reddeden bilinemezcilik ve bilimciliği savunduğu halde aslında nesnel gerçekliği yadsıyan olguculuk, her zaman metafizikle uzlaşmaya, egemen düzene karşı çıkmamaya kapı açtı. Marx, bu tarz düşünce sistemlerinin idealizme verilmiş gerici ödünler olduğunu son derece parlak biçimde kanıtladı.
Modern materyalizm içsel özellikleriyle tamamen diyalektiktir ve diğer bilimlerin üstüne taht kurmuş bir felsefeye hiç de ihtiyacı yoktur. Kendi ekseninde dönüp duran ve dış dünyadan kopuk bir felsefenin, modern çağda insan düşüncesini ilerletmeye hiçbir faydası dokunmamıştır ve dokunamaz da. İnsanın yaşam koşullarını bilinçli biçimde düzenlemesi için, dünyada olup bitenleri kavramayı mümkün kılacak bilgilere, deneylere, doğa bilimlerine ihtiyacı vardır.
Burjuva bilimciler doğa bilimleri alanında materyalizmi ve diyalektiği benimsedikleri oranda yol alabildiler. Ne var ki sıra toplum bilimleri alanına geldiğinde, bu bilimcilerin tipik bir idealist gibi düşünüp tutum aldığını ortaya koyan sayısız örnek vardır. Fizik, kimya, astronomi ya da biyoloji alanında bilimi ilerletici büyük bilimsel buluşlara imza atıp, toplumsal yaşamda gerici fikirleri destekleyen kişileri bulup çıkarmak zor olmayacaktır. Hatta bizzat kendi bilim alanları dahilinde eklektik bir düşünsel yapıya sahip olan bilimcilerin sayısı da az değildir. Örneğin mekaniğin ve gök cisimlerinin hareket yasalarına bilimsel açıklamalar getiren büyük bilgin Isaac Newton, evrendeki hareketin tanrı tarafından verilen ilk itkiye bağlı olduğuna inanabilmişti. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bir taraftan bilimsel görüşleriyle tanrıyı evrenden kovarken, diğer yandan bir yaratıcının olması gerektiği fikrine dört elle sarılan nice bilim insanı var. Böylesi örnekler kimi durumlarda kişilerin iç dünyasındaki yanılgılara bağlanıyor olsa da, genelde ve son tahlilde burjuva toplumda sınıfsal tutum alışla yakından ilintili bulunuyor.
Egemen sınıflar çağlar boyu emekçi kitlelerin uyanışını engellemek için gerçekleri çarpıttılar. Bu yüzden insanlar, kendileri, çevreleri ve ilişkileri hakkında hep yanlış fikirlere sahip oldular. Yine aynı nedenle, kendi yaratıcı ve dönüştürücü güçlerinin bilincine varamadılar. İdealist felsefe ve din, yaşamın gerçek anlamda devamını sağlayan üretici-yaratıcı kitlelerin, insan düşüncesinin ürünü olan hayali şeyler önünde secdeye varmasını sağladı. İdealist felsefe günümüzde de sömürülen kitlelerin bilincini çarpıtmak amacıyla, insanı yaratanın bizzat insanın üretici faaliyeti olduğunu yadsıyor. Bilimsel ve teknolojik devrimlerle övünen kapitalizm, beri yanda tüm yaşamın bir mutlak yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu fikrini hâlâ topluma empoze ediyor. Bilimsel düşüncenin ve bilimsel buluşların ilerlemesi sonucunda yaratıcı fikri toplumsal yaşamdan kovulduğu oranda, idealizm bu kez de çarpıtmalarını bilimsel ambalajlarla piyasaya sürüyor.
Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için baş vurulan eski hurafeleri getirdi. Canlı türlerin kökenini ve çeşitlenmesini açıklayan evrim teorisinin yıllar içinde bilim alanında elde edilen yeni verilerle büsbütün güçlenmesi karşısında, din çevrelerinin –Hıristiyan ya da Müslüman vb. fark etmez– “akıllı tasarım” gibi zırva teorilerden medet umması bu durumun çarpıcı bir örneğini sunuyor.
link: Elif Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine /1, Ocak 2007, https://fa.marksist.net/node/7853