Çürüyen kapitalizmin insanlığı büyük yıkıma sürüklediği bir dönemde yaşıyoruz. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, burjuvazinin hâkimiyeti ele geçirmeye başladığı ilk dönemlerden itibaren her yerde insanla insan arasında katıksız çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka bir bağ bırakmadığını söylemiş, dini ve siyasi yanılsamaların ardına gizlenen sömürünün yerine açık, hayasız, dolaysız, gaddar sömürüyü geçirdiğini anlatmışlardı. Kapitalizm sömürüyü gizleyen pek çok örtüyü fırlatıp atarken insanları çok boyutlu ve derin pek çok sorunla yüz yüze bırakmıştı.
Kapitalist sistem işçinin çalışma eylemine, emeğine ve ürettiği ürüne yabancılaşmasına yol açan bir üretim ilişkisine dayanır. Kapitalizmde yabancılaşmaya yol açan, üreticinin temel üretim araçlarından kopması ve o nedenle de artık işgücünü başkalarına satarak yaşamak zorunda kalmasıydı. İnsan yaşadığı somut dünyayı üretimi ve eylemleriyle kavrayıp bu temellere göre anlamlandırdığı için, işçinin, emeği ve emeğinin ürünü kendine ait olmadığı, bunlardan koparıldığı koşullarda, emeğine, dolayısıyla kendisine yabancılaşması kaçınılmazdı.[1] Çalışma işçi için yaşamının doğal bir parçası değil ona dayatılan bir faaliyet olduğu için de bu durum işçiyi ister istemez büyük sıkıntılara, mutsuzluklara sürüklemekteydi. Marx’ın anlatımıyla işçi ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlamakta, şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşmekteydi.[2]
Sistemin yapısal olarak ürettiği yabancılaşmanın yol açtığı sorunlar yıllar içerisinde katlanarak büyüdü, boyutlandı. Emekçiler de bu sorunlar denizinde çırpınıp durdular. Bu hal bugün katlanılmaz bir düzeye ulaşmıştır ve aşılamadığı için toplumu çürütmektedir. Kapitalizm, milenyum dönemecinden bu yana, bilinen periyodik bunalımlarından çok daha büyük sorunlar ve etkiler yaratan tarihsel bir tıkanmışlık sürecine girmiş bulunuyor. Elit mahfillerde üretilip hayata geçirilmeye çalışılan politikaların hiçbiri artık kapitalizmin önünü açamıyor. Aksine, bunalımların yıkıcı etkilerini öteleme dışında bir işe yaramayan ancak bu yönüyle de daha yıkıcı bunalımları hazırlayan bu politikalar, krizi derinleştirmekten başka sonuçlar üretemiyor. Geçmişteki gibi bir canlanma potansiyelini bütünüyle tüketmiş haldeki kapitalizm artık tam anlamıyla bir tıkanma dönemindedir ve insanlık açısından tümüyle yıkıcı bir sisteme dönüşmüş durumdadır. Artan yoksulluk, kronikleşen işsizlik, göç sorunu, iklim krizi, ekolojik yıkım gibi pek çok olgu, küresel kriz boyutuna ulaşmıştır.
Kapitalizmin tarihsel krizi olarak adlandırdığımız bu süreç yalnızca ekonomiyle ilgili olgularla sınırlı değildir. Hayatın her alanını kapsamaktadır. Kapitalizmin çürümesi toplumu tüm yönleriyle çürütmektedir. Zayıf durumdakilere yönelen şiddetin yaşamın her alanında yaygınlaşmasından, uyuşturucunun bin bir türünün toplumun geniş kesimlerini zehirler hale gelmesine, mistisizm vb. akıl dışı saçmalıkların çeşitlenip yaygınlaşmasına, bencilliğin, bireyciliğin yaygın biçimde kabul edilen değerler olarak benimsenmesine, bu temelde de toplumun atomize olmasına kadar her şey aslında bu tarihsel krizin ifadesidir. Bir çöküşe doğru sürüklenen bütün toplumsal sistemler gibi kapitalizm de, mukadder sonunun işaretlerini toplumsal ve kültürel çürümenin toplumda ve bireyde yarattığı yozlaşma görüntüleri ile ortaya koymaktadır. Kapitalizm geldiği noktada, insanı insanlıktan çıkarmış, değerler, kültür ve ahlâk alanlarında da toplumu derin bir krizle karşı karşıya bırakmıştır.
Kapitalizm emekçileri insanlıktan çıkarıyor!
Kapitalizmin yarattığı yabancılaşma ile insani değerlerin aşınması arasında doğrudan bir ilişki vardır. İnsanı tahrip edici bir biçimde etkileyen, belirleyen yabancılaşma, sosyal sorunlara da her türden yozlaşmaya da kaynaklık eder. Emeğinin ürünü insanın kendine ait olmaktan çıktığı için artık işçi insani doğasına da yabancılaşmış olur. Üretim araçları emekçilerin hizmetinde değil, emekçiler üretim araçlarının hizmetindedir. Yani insanı insan yapan üretim faaliyeti, kapitalizmdeki haliyle işçiyi insanlıktan çıkarmaktadır.
Marx’ın anlatımıyla emeğin gerçekleşmesi gerçekliğin öylesine bir yok oluşudur ki, işçi açlıktan ölme derecesinde yitirir gerçekliği. Nesneleşme öylesine nesnenin yok oluşudur ki işçi, yalnız yaşaması için değil, çalışması için de çok gerekli olan nesnelerden bile soyulur. Emek, çalışma, artık işçinin ancak pek büyük çabalar harcayarak ve iyice düzensiz kesintilerle ele geçirebildiği bir şey olmuştur. Nesneye sahip olmak öylesine bir yabancılaşma olmuştur ki işçi ne kadar fazla nesne üretirse kendisi o kadar azına sahip olabilir ve kendi ürününün, sermayenin egemenliği altına o kadar girer.[3]
İşçiyi kendi emeğine yabancılaştıran süreç aynı zamanda yüksek düzeyde sınıf bilincine ve elbette bu düzeyin gerektirdiği örgütlülüğe sahip olmayan işçileri, kapitalistlerin çıkarına olan ideolojilere açık hale getirir. Sermayenin egemenliği altına girmenin bir boyutu da budur. Kapitalizmde işçiler egemen sınıfın ideolojisinin etki gücü nedeniyle genel olarak sistemin değerlerine uyumlu olacak biçimde şekillenirler. Ne de olsa egemen ideoloji egemen sınıfın ideolojisi dolayısıyla toplumdaki egemen değer yargıları da egemen sınıfın değer yargılarıdır. Adam Smith’in “bireylerin” bencil çıkarları peşinde koşmasının toplumsal refahın ilerlemesine yarayacağına dair düşüncesi, burjuvaziye ait değer dünyasından bir yaklaşımın toplumun geneline bir değer olarak tahvil edilmesinden başka ne anlama gelir ki? Birbiriyle sürekli olarak rekabet eden, bencilliği marifet sayan insan, kapitalizmin topluma empoze ettiği makbul insan tipidir. Ayrıca burjuva ideolojisine göre insan, talebi sonsuz olan ve hep daha fazlasını arzulayan doyumsuz bir varlıktır. Kişinin ihtiyacının ötesindeki bir tüketim yaşamın her alanında teşvik edilmektedir ki, emekçiler bu arzularının esiri olsun, bütün enerjilerini bu arzularını dindirme gayesiyle imkânsız bir ihtimalin peşinde harcayıp dursun.
Kapitalizm bunu her zaman yapar. Binbir yolla ve araçla estirdiği rüzgârlar emekçilerin bireysel ve toplumsal davranışlarını sistemin arzuladığı istikametlere doğru sürükler. Mesela insanlık tarihi boyunca hoş görülmeyen, hatta yedi büyük günahın içinde sayılan açgözlülük, hasetlik, kibir, tembellik ve oburluk gibi davranışlar kapitalizmin değerler dünyasında övünülen şeyler haline gelmiştir. Kapitalizmde, utanılacak insan davranışı olarak nitelendirilen tutumlarla gurur duyulabilmektedir. Hele kapitalizmin çürüme döneminde, bu tipten davranışlar arsızca bir pespayelikle uluorta rahatlıkla sergilenebilmektedir. Bu yüzden diğerkâmlık, yardımseverlik, fedakârlık enayilik olarak görülebilirken, çalışkanlık, daha güzel bir dünya yaratma mücadelesi için bir araya gelmek aptallık olarak değerlendirilebilmektedir.
“Ne geçmişi kafana tak, ne de geleceği, bugünü yaşamaya bak, eğlen, haz peşinde koş, çok para kazan, bunun için her yol mübah” türünden mottolar, “başarı senin elinde, bunun yollarını keşfet, rekabet et ve köşeyi dön” diye gaz vermeler, mutluluğun satın alınan şeylerin çoğalmasıyla elde edilebileceği yanılsamasını sürekli pompalamak kapitalizmin her gün yeniden ürettiği zehirlerdir.
Kapitalizm özellikle emekçi sınıfların gençlerinin zihinlerine bireysel olarak bir kurtuluş yolu bulabilecekleri yanılsamasını kazımaya çalışır. Bu hayalin çok sayıda alıcısı vardır ama Elif Çağlı’nın anlattığı gibi işçi sınıfının gençleri için bu mümkün değildir: “Marksizm, mücadele bayrağından ve silahından yoksun bırakılmış bir işçinin ya da emekçi gencin, bireysel kurtuluş ne kelime, aslında sermayenin emri altındaki bir ücretli köleden başka hiçbir şey olamayacağını en parlak ve en yalın biçimde gözler önüne sermiştir. «Bireysel kurtuluş» ya da «bireyselleşme» vaazları ancak burjuva unsurların ve onların tuzu kuru çocuklarının dünyasında, çarpık da olsa bir anlam ifade edebilir. Kapitalist düzenin işçi sınıfına ve eğitim düzeyi her ne olursa olsun genelde geleceğin işçilerini oluşturacak bir sınıfsal konumdan gelen gençlere sunabileceği yegâne «bireysel kurtuluş», bir iş bularak sermayenin emri altında çalışma «mutluluğu»dur! Oysa ücretli köle sermayenin yönetimi altında asla kendi bireyselliğini ispat edemez, tersine inkâr eder. İçinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları hoşnutluk değil mutsuzluk üretir.”[4]
Yabancılaşma nedeniyle, çalışırken işçinin varlığı kendisi için anlamsızlaşır, bireyselliğini duyumsayamaz bile. Ancak çalışmadığı zamanlarda kendisi olma ihtimali vardır. Fakat kapitalizm türlü yollarla çoğunlukla onu da gasp eder. Mesela akıllı telefonlarla günün yirmi dört saati ellerinin altında olan internet ve televizyon gibi araçlar sayesinde burjuvazinin işçilerin boş zamanlarını da ele geçirdiğini, onları bu araçlarla daha fazla kontrolü altına aldığını söylemek abartılı olmayacaktır. İşten çıkar çıkmaz daha ulaşım aracında birbirleriyle iletişim kurmak yerine telefonlarına gömülen işçiler, evlerine ulaştıklarında da yine telefonlarının ya da televizyonun hipnotize eden etkisi altına girmektedirler. Bu türden araçların pasifleştirici etkisi muazzamdır. Sürekli bir ekrana bakmak ve hızlı geçişlerin akışına kendini bırakmak dünyadan koparır insanları. Beyin kimyasallarından kaynaklanan güçlü bir dürtüyle son derece saçma olduğunu bildikleri, fark ettikleri şeyleri bile izlemek zorunluluğu hisseder, psikolojik bir sihrin etkisi altına girerler. Televizyon ya da akıllı telefonların etkisiyle gerçeklikten koparak, onun yerine ekranda burjuvazinin onun için yarattığı bir “gerçekliğe” maruz kalırlar.
Sermayenin toplum üzerindeki hâkimiyeti, açgözlülüğün, başkalarına güvensizliğin, ikiyüzlülüğün, alçakça bencilliğin, cehaletin hüküm sürdüğü, zulüm ve baskı altında geçen bir toplumsal düzen yaratmıştır. Burjuvazi emekçileri insan olarak değil, nesne olarak görmektedir. Bu durum da insanları değersiz, bomboş, potansiyellerini hayata geçiremedikleri için doyum yaşayamadıkları, kendilerini gerçekleştiremedikleri bir hayata mahkûm etmektedir. Burjuvazi bu sorunları bireylerin eksikliklerine, yanlışlıklarına, sorunlu olmalarına bağlamaktadır. Ancak bu durum bireylerin karakterlerindeki zayıflıklarla vs. açıklanamaz. Apaçık ki bu tablo kapitalizmin ürünüdür.
Rekabete ve bireysel başarıya güdülenme hali, toplumsal dayanışma, işbirliği ve empati gibi insanın türsel özelliklerinin en değerlilerini zayıflatır, hatta pek çok kişide yok eder. Kapitalizmin rekabete, bencilce çıkarlara ve akılsızca tüketmeye dayalı değerleri, etkisi altına giren emekçilerin birbirleriyle gerçek ve anlamlı bağlar kurmalarının önüne setler çeker. Örgütlü olmayan ve sınıf bilinci gelişmemiş işçiler, dayanışma ve işbirliği gibi gerçek insani değerlerin yerine diğerini aşağı çeken rekabeti ve birbiri ile çekişmeyi koyarlar. Bu da toplumda emekçilerin bir başlarına kalmalarına, birbirlerinden yalıtılmalarına, dolayısıyla güçsüzleşmelerine hizmet eder. Emekçiler bu durumda kendilerini sürekli pasif ve güçsüz hissederler. Çünkü kendi yaşamlarını kontrol etme imkânları yoktur ve kaderleri kendilerinden başka bir gücün elindedir. Emekçiler tüm toplumsal ilişkilerinde kendi elleriyle yarattıkları ama üzerinde hâkimiyetlerinin olmadığı güçlerin tutsağıdır.
Kapitalizm emekçiler için her alanda yoksunluk ve yoksulluk üretir. Emekçilerin ağırlıklı bölümü sağlıklı beslenemez, açlık çeker. Küçücük alanlarda balık istifi sığışılan sağlıksız konutlarda yaşar. Sayısız aracın biriktiği trafiğiyle, bitmeyen gürültüsüyle milyonların “yaşadığı” metropollerde, işten arta kalan ömrünün büyük bölümünü bir yerden bir yere ulaşmaya çalışırken telef eder. Uzun süreli ve ağır çalışma koşullarına mahkûm edilmiştir. Ya da daha beteri işsizlik belasının insanı ezen, yok eden zulmü ile sınanır pek çoğu. Bir bölüğü de, para kazanmak, her fırsatta eğlenmek, burjuva medyadan üzerine boca edilen yaşam tarzına uyum sağlayabilmek için kendini parçalarken en başta zihin sağlığını yitirir. Anti-depresanlar sayesinde ayakta durabilen, zamanla tüm yaşam enerjisini yitiren insanlar haline gelir on milyonlar. Bu tablo da kişilerin zayıflıklarına bağlanamayacak kadar geniş kesimleri kapsar. Sistem yeniden ve yeniden daha kapsamlı biçimde üretir bu halleri.
Engels daha 1845’te Londra’nın durumunu anlatırken şunları söylüyordu: “Yaban bir kayıtsızlık, herkesin özel çıkarı içinde kendisini duygusuzca yalıtması, bu insanlar sınırlı bir alanda üst üste yığıldığı ölçüde tiksindirici ve rahatsız edici hale geliyor. Bireyin bu yalıtılmışlığının, bu kendini düşünmeci sığlığın bugün her yerde toplumumuzun temel ilkesi olduğunun ne ölçüde bilincinde olursak olalım. Bu, hiç bir yerde, büyük kentte olduğu kadar utanmazca gerçek yüzünü ortaya koymuş, bu kadar kendi ayrımında olmuş değildir. İnsanlığın atomlarına ayrılışı, her biri kendi ilkesine sahip bir atomlar dünyası, burada aşırının en aşırısına varmış görünüyor. Toplumsal savaş, herkesin herkese karşı savaşımı da bu yüzden, burada açıkça ortaya dökülmüş bulunuyor.”[5]
Engels, “insan bu çılgın bünyenin hâlâ bir arada durmasına sadece şaşıp kalabiliyor” diyordu. O yıllardan bu yana bu anlatılanlar derinleşti, boyutlandı dünyanın her bir köşesine yayıldı. Milyonların sayısı milyarları buldu. Gelinen noktada, kapitalizm toplumu da kendi gibi derin bir krizle yüzyüze bıraktı. Emekçiler bu sistemde yoksulluğuyla, sefaletiyle, savaşlarıyla büyük yıkımlar, tarifsiz acılar yaşadılar. Yaşamaya da devam ediyorlar.
Ancak yine Engels’in belirttiği gibi işçi sınıfı sadece acı çeken bir sınıf değildir. İşçi sınıfı toplumun bütün krizlerini sonlandırabilecek, gerçek kurtuluşunu sağlayabilecek yegâne sınıftır. Onun, bunun için savaşmasını sağlayan şey de insanı insanlıktan çıkaran kapitalizmin yarattığı bu utanç tablosudur. Örgütlenen işçilerin kendilerini eylemleriyle dönüştürmeleri sayesinde yükselecek bilinçleri bu tablonun darmadağın edilmesine yol açacak savaşımı doğru yollarla yürütmelerini sağlayacaktır. Sınıf mücadelesine örgütlü ve aktif olarak katılmak bu nedenle bilinçlenmenin ve dolayısıyla yabancılaşmanın aşılmasının önkoşuludur.
Yaşanan tarihsel kriz üretim ilişkileri ile üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin birbiri ile çelişik halinin ulaştığı durumun sonucudur. Toplumlar, varlıklarını sürdürebilmek için, üretim ilişkileri ile üretici güçleri mutlaka uyumlu hale getirmek zorundadırlar. Üretim ilişkileri ne zaman üretici güçlerin gelişmesinin önüne engel haline gelmiş, onunla uyumlu olmaktan çıkmışlarsa yıkılmalarının zamanı da gelmiş demektir. Tarih boyunca toplumların hafızasında birikmiş en olumlu insani değerleri ve idealleri bir gerçek haline getirme imkânını işçi sınıfının mücadelesi bağrında taşımaktadır. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek suretiyle yabancılaşmanın korkunç sonuçlarını ortadan kaldıracak, insan doğasının alabildiğine serpilip gelişebileceği bir toplum işçi sınıfının devrimci mücadelesi ile mümkün olabilecektir.
Bugün belki emekçilerin çok büyük bir çoğunluğu başka türlü bir yaşamın mümkün olabileceğini hayal dahi edemiyor. Ancak kapitalizm yarattığı nesnellik işçi sınıfını yeni bir dünya kurma savaşımına yönelmeye zorluyor. Kapitalistlerin açgözlülük, tahripkârlık, sömürü ve zulümle insani bir yaşamı elinden çaldığı işçi sınıfı, çektiği tüm acıların gerçek müsebbibi olan kapitalizmi tarihin çöp sepetine yollayacak potansiyele fazlasıyla sahiptir. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, özellikle 80’lerden sonra, toplumsal yozlaşma, gençliğin dejenerasyonu, olumlu değer yargılarının yitirilmesi, bencilliğin yükselişi, toplumsal dayanışma ve paylaşım duygusunun inişe geçmesi, politik mücadeleden uzaklaşma gibi çeşitli olumsuzluklar yaygınlaşmıştır. Fakat, “Kimileri bu belirtileri insanlığın geleceğinden ebediyen umudu kesmek veya toplumsal yozlaşmanın faturasını genç kuşaklara çıkarmak gibi abes uçlara çekiştirmek isteseler de, biz biliyoruz ki tüm bu kötümser yaklaşımlar ya bilinçsizliğin ya da sinsi ideolojik saldırıların ürünüdür. Tarihin benzer konjonktürlerinin gösterdiği gibi, yaşanan bu karanlık dönem de son tahlilde tarihin akışı içindeki bir parantezden ibarettir. Marksizm insanlığın kurtuluş yolunu aydınlattığı kadar, tarihsel iyimser özüyle, sömürücü sınıfların amansız saldırılarının ürünü olan karanlık dönemlerin er geç sona ereceğini de muştuluyor. Dünya burjuvazisinin saldırıları nedeniyle zor dönemler yaşansa da, toplumsal eşitsizlik ve haksızlığa karşı kabaran öfke ve gün geçtikçe büyüyen bir proletarya var oldukça, Marksizmin ateşi asla sönmeyecek ve söndürülemeyecek.”[6]
[1] Bkz. Elif Çağlı, Yabancılaşma Üzerine, 5 Aralık 2017, marksist.net/node/6096
[2] Marx, 1844 Elyazmaları
[3] Marx, age
[4] Elif Çağlı, Marksizm ve Gençlik, 8 Mart 2004, marksist.net/node/62
[5] Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu
[6] Elif Çağlı, age
link: Selim Fuat, İnsani Değerleri Aşındıran Kapitalizm, 8 Haziran 2024, https://fa.marksist.net/node/8277
Dünya İşçi Sınıfının Komünist Ozanı Nazım Usta
Kayyumlu “Yumuşama”