Neredeyse milenyum dönemecinden bu yana çeşitli ülkelerdeki faşist yükselişleri ele alıp, faşist güçlerin mevzi kazandığı seçimleri analiz ederken hep aynı faktörlere işaret ediyoruz. Ana faktör olarak kapitalizmin içine yuvarlandığı çok boyutlu tarihsel sistem krizinin ve ondan beslenen hegemonya savaşının oluşturduğu nesnel zemini saymak gerekiyor. Buna, bu zemin tarafından belirleniyor olsa da yine de ayrıca vurgulanması gereken çeşitli siyasal/öznel faktörler eşlik ediyor: Burjuva siyasetin ağırlık merkezinin sağa kayması, sosyal-demokrasinin çözümsüz krizi, kapitalizmin güzel bir gelecek vaadinde bile bulunamadığı kitlelerin içine düştükleri kötü koşullardan kurtulma arzusuyla uçlara yönelişi. Sosyalist çevreler ise zayıflığı, içine sürüklendiği ideolojik kargaşa ve sınıftan kopukluğu yüzünden bu arayışların ana adresi olamıyor. Bu koşullarda, faşist hareketler, burjuvaziden ve devletin derinlerinden aldıkları destek sayesinde, her türlü demagoji, yalan ve çarpıtmayla kitlelerin tepkisini kendi kanallarına akıtabilmeyi başarıyor. Hangi ileri kapitalist ülkedeki seçimi ele alırsak alalım, tablo da, temeldeki nedenler de, siyasi faktörler de aynı. Son örnek Amerikan seçimleri oldu, bir kez daha!
ABD’deki başkanlık ve Kongre seçimleri tamamlandı ve Trump ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmaya hak kazandı. Henüz kesin sonuçlar açıklanmamış olsa da, gerek seçici delege sayısında kazandığı bariz üstünlükle, gerek aldığı 3 milyon fazla oyla, gerekse de Senatoda ve Temsilciler Meclisinde kazandığı çoğunlukla Cumhuriyetçiler tüm cephelerde seçimlerden galip çıktılar. Şu ana dek açıklanan verilere göre, seçimlere katılım oranı önemli ölçüde düşerken, Trump 76 milyon civarında (%50) oy almış, rakibi Harris ise 73 milyon oyda (%48) kalmış görünüyor. Yani bir önceki seçimlerdeki tablo tersine dönmüş durumdadır.[1]
Bir önceki seçimlerle karşılaştırıldığında, Trump’ın oy miktarında 2 milyona yakın küçük bir artış yaşanırken, karşısındaki Demokrat adayın aldığı oyda 8 milyon gibi büyük bir düşüş olduğu görülüyor. Bunun anlamı bellidir: Trump oy miktarını ya da siyasal desteğini anlamlı şekilde arttıramamış ama dört yıldır iktidarda olan Demokratlar seçmenlerde büyük bir hayal kırıklığı yaratmış, bu nedenle de bir önceki seçimde Demokratları destekleyen her on kişiden biri bu kez sandığa gitmeyerek tepkisini göstermiştir. Düşen reel ücretler ve patlayan enflasyon gibi ekonomik sıkıntıların yanı sıra, ırkçılıkla mücadele edilmemesinin, İsrail’in giriştiği soykırıma verilen tam desteğin Müslüman Amerikalılarda, sol ve demokrat gençlik içerisinde ve azınlıklar arasında yarattığı tepkinin de altını çizmek zorundayız. Dahası her şeye rağmen gidip Demokratlar için oy kullanan emekçilerin önemli bölümünün temel motivasyonunun da Trump’ın kazanmaması olduğu biliniyor.
Trump seçilmiştir ama bu onun başarısından, yaptığı atılımdan vb. kaynaklanmıyor. Dolayısıyla bu sonuç esasen, Trump’ın kazanmadığı, Demokrat Partinin kaybettiği şeklinde yorumlanmalıdır. Mevcut koşullarda Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki icraatına rağmen tekrar seçilebilmesinin siyasi sorumlusu, kitlelerin beklentilerini karşılamayıp, izlediği politikalarla hayal kırıklığı yaratan Demokrat Parti iktidarıdır.
Kitleler büyük bir sağa kayış yaşamamış, Trump bir önceki seçimde aldığı oyu korumuş, buna mukabil Demokratlar feci bir kayba uğramışlardır. Geçen sefer Demokratlara oy vermelerine rağmen bu kez sandığa gitmeyenlerin kinikçe ve hayal kırıklığıyla içe kapandığını söylemek de mümkün değildir. Tepki gösterip sandığa gitmeyen sekiz milyon kişinin, her şeye rağmen gidip Demokrat adaya oy veren mücadeleci unsurlarla birlikte Trump karşısında kolayca boyun eğmeyeceğini öngörebiliriz. Bu kesimlerin dinamizmi son aylardaki savaş karşıtı gösterilerde ve grevlerde yeterince ortadadır. Kaldı ki Trump’a oy veren işçi sınıfı kesimlerinin “ümitsiz vaka” oldukları düşüncesi de kesinlikle yanlıştır.
Adi suçlardan hükümlü bir Başkan!
Trump 2020’deki seçimi kaybedip arkasından giriştiği darbe girişimi de başarısız olduğunda, birçok yorumcu onun artık siyaseten bittiğini söylemişti. Biz o fikirde olmadığımızı belirtip, velev ki Trump’ın siyasi kariyeri bitse bile Trumpizmin bitmediğini vurgulamıştık! Bugün karşımıza çıkan tablo, hem Trump’ın hem de Trumpizmin bitmediğini, hatta Cumhuriyetçilerin tam desteğini aldığını düşünürsek daha da güçlü şekilde olduğu yerde durduğunu gösteriyor. Kapitalizmin tarihsel sistem krizinin ve yarattığı çürümenin derinliği ve yaygınlığına dair çarpıcı bir göstergedir bu.
Trump, işlediği adi suçlardan ötürü bu yıl mahkemece suçlu bulunarak, ABD tarihinde hüküm giyen ilk “eski” başkan unvanını almıştı. Şimdi de ülkenin en yüksek siyasal makamı olan Başkanlık koltuğuna oturan ilk hükümlü başkan unvanına kavuşmuş oluyor. Ülkenin başına Ocak ayında bir hükümlü geçecek, üstelik de bu kişi bu hükmü siyasi suçlardan almış bile değil! Porno yıldızlarıyla birlikte olduktan sonra onlara “sus payı” verdiğini örtbas etmek için işlediği mali suçlardan, evrakta sahteciliğe kadar uzanan bir yelpazede tam 34 suçtan hüküm giymesine rağmen serbestçe dolaşmakla kalmayıp başkanlığa yeniden aday olan biriydi Trump. Davaya bakan yargıç cezayı açıklamayı seçim sonrasına bırakmıştı. İşlediği suçlar içerisinde, kaybettiği seçimden sonra önce orduyu, sonra da destekçilerini darbe yapmaya çağırmak, topladığı kalabalıkları Kongre binasını basmaya teşvik etmek de mevcut. Ama bu kapsamda yapılan soruşturmadan aklanarak çıktı ve mahkeme kararıyla yeniden aday olabilip, kazandı!
Tüm bu “tuhaflığın” tek açıklaması mevcut olabilir: Amerikan müesses nizamı Trump gibi bir faşist lidere muhtaç durumdadır! İlk başkanlık döneminde ona danışmanlık yapan ve Beyaz Saray’da çalışan birçok insan onun “yalancı”, “faşist” ve “göreve uygun olmadığını” söylüyor. Peki sicili temiz, başkan olmaya çok daha “uygun gözüken” bir aday bulunamıyor mu? Bu soruya yalnızca Trump’a değil, karşısındaki ilk aday olan Biden’ın durumuna bakarak yanıt arayalım. Aylar boyunca akli ve fiziki melekelerini kaybetmeye başladığı aşikâr bu ihtiyar adamdan daha uygun bir aday olmadığında ısrar ettiler. Ta ki, Trump’la çıktığı tartışma programında rezil olup kaybedeceği kesinleşene kadar. Ancak ondan sonra yerine yardımcısını yeni başkan adayı olarak öne çıkardılar. Demek ki, sorun sadece Trump’ta da değil. Sistem çürümüşlük içinde ve bir çıkmazda debelenmektedir! Yukarıda sorduğumuz daha “uygun” ve temiz bir aday bulamıyorlar mı sorusunu aslında şu şekilde yanıtlamak gerekiyor: İhtiyaç duydukları şey, geleneksel, kibar, siyasi nezaket sahibi, görgülü, üst düzey eğitimli, devlet adamı kimliğine sahip vb. özellikleriyle göze çarpan “uygun” biri değildir. Kapitalist çürümüşlüğün uygun bir tezahürü olsun, dönemin bir yansıması olarak gözüksün, pis işlerin içine tereddütsüz girebilsin. Kendisini olduğundan çok farklı gösterebilecek, kabasabalığıyla halktan biri gibi görünebilecek, patavatsızlığıyla dürüst olarak pazarlanabilecek, kriminalliği elit olmadığının kanıtı olarak sunulabilecek, tüm bu özellikleriyle halkın kendisinden biri olarak görebileceği biri lazım onlara. Üstelik aslında sonradan görme bir dolar milyarderi olarak düzenin bekası açısından bir yol kazasına yol açmayacağı da kesin olan biri! Siyasetin kokuşmuşluğu hiçbir tarihsel kesitte bu denli çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Keza Trump’ın kabinesi için seçtiği bakanların her biri de bu kokuşmuşluğu pekiştirmektedir.
Zemin: Tarihsel sistem krizi
Şimdi liberal-demokratlar, tıpkı Trump’ın ilk kez iktidar koltuğuna oturduğu dönemde yaptıkları gibi, hem ABD’de hem de dünyada her şeyin nasıl kötüye gideceğini yazıp çizmeye başladılar. Trump’a izin verilirse her şeyin daha kötüye gideceği kesinlikle doğrudur da, bugüne kadar yaşananları göz ardı ederek bu söylendiğinde gerçeklik çarpıtılmış olmuyor mu? Biden-Harris döneminde de dünya güllük gülistanlık olmaktan çok çok uzaktı, onlar kazansaydı işlerin daha da iyiye gideceği ise kesin bir yalandır! Bunlara kulak asacak olursanız sanırsınız ki Filistin’de bir yıldan uzun süredir ABD destekli bir soykırım yaşanmıyordu, Ukrayna’da savaş daha da çıkmaza sokulup yayılmaya çalışılmıyordu, Çin’i savaşa çekebilmek için uygun an ve fırsat kollanmıyordu! Sanırsınız ki Avrupa’da demokrasi rüzgârları esiyor, faşistler başlarını kaldıramıyor ve görüldükleri yerde eziliyordu. Ve yine sanırsınız ki kapitalist ekonomi sorunsuz işliyor, yeni büyüme rekorları kırılıyor, işsizlik sıfırlanırken reel ücretler her yerde ciddi artışlar kaydediyor, yoksulluk ve sefaletin kökü kazınıyordu. Şimdi Trump’ın iktidara gelmesi sebebiyle her şey çok daha kötü olacak! Hayır, bu mantıkta sebep ve sonuç birbirine karıştırılıyor. Her şey zaten çok daha kötüye gidiyor, geleneksel burjuva iktidarlar hiçbir yerde bu gidişata anlamlı ve kalıcı bir çözüm üretemiyorlar, işte bu nedenle Trump gibi faşistlerin önü açılıyor! Kapitalizm çeyrek asırdır tarihsel bir sistem krizi yaşadığı için her şey her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Trumpları, Putinleri ve bilcümle diğer faşist zihniyettekileri iktidara getiren dinamik bu zeminden güç almaktadır.
Dahası bu sistem krizi ortaya çıkmadan hemen önce ABD’li tekeller kârlarını inanılmaz ölçüde arttırırken, Amerikan sanayi proletaryası da dünyadaki diğer işçilerin çoğu gibi ciddi bir yıkım yaşamaya başlamıştı bile. İkinci Dünya Savaşını takip eden yaklaşık yirmi yıllık süreçte yaygınlaşan yaşam tarzı ve standartları 90’lı yıllarla birlikte hızla yok olmaya başladı. Ekonomide ve işçi sınıfının iç bileşiminde büyük değişiklikler yaşandı. İmalat sanayiinin birçok dalı işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırılıp milyonlar işsizliğe mahkûm edildiler. Bunun serbest ticaretin ve küreselleşmenin “kaçınılmaz sonucu” olduğu söylendi işçilere. Bu süreçten olumsuz etkilenen emekçiler lehine hiçbir adım atılmadığı gibi, eski sosyal hizmet ve yardımların hızla tasfiyesine girişildi. İşsizliğe ve yoksulluğa sürüklenen işçilere “geleceğin işleri” için yeterli eğitim ve donanımdan yoksun oldukları ve içine düştükleri durumdan ötürü suçu kendilerinde aramaları gerektiği söylendi. Hiçbir yeni değer üretmeyen finans ve danışmanlık şirketleri her tarafta mantar gibi bitip plazalarla göğe yükseldiler. İşsiz kalanlar ya da yüksek öğrenim alma fırsatı bulamayanlar ise biraz şanslılarsa dev market zincirlerinde ağır şekilde sömürülecekleri işlerle yetinmek zorunda kaldılar. Geri kalanlarsa, hayalet kentlere dönmüş eski sanayi metropollerinin varoşlarında kaderlerine terk edildiler. Bu arada, en vasıfsız işçiler ve işsiz kalanlar, en kötü ya da en düşük ücretli işleri yapmaları için dünyanın her tarafından getirilen göçmen işçilerle acımasız bir rekabet içerisine sokuldular. Milenyum dönemecinden itibaren tıkanan ve tarihsel bir sistem krizinin içine sürüklenen kapitalizm bunun tüm yükünü emekçilerin sırtına yıkmış, yıkımı daha da büyütmüştür. Toplamda bakıldığında yoksulluk ve işsizlik büyük boyutlara ulaşmış, emekçilerin yaşam standartları düşerken çalışma koşulları ağırlaşmıştır.
Bugün karşımızdaki tabloyu açıklarken esas olarak bu nesnel zemini vurgulamak şarttır. Ama mesele bu nesnellikten ibaret değildir. Kuşkusuz son tahlilde yine bu nesnellikle belirlense de öznel faktörlerin, siyasi öznelerin durumlarının ve tutumlarının da bu sonucun ortaya çıkmasında büyük payı vardır.
Trump kitlelerdeki değişim arzusunun çarpık bir sonucudur
Komünistler işçi sınıfı içinde yeterli güç ve örgütlülüğe sahip değillerse, büyük iktisadi yıkımların ve düzen partilerinden kesilen umutların kitleleri faşist demagojiye açık hale getirdiği çok iyi bilinen bir gerçekliktir. Trump bu gerçekliğin somut bir örneğidir. Yıkımdan en çok etkilenen işçilerin bu şoka verdikleri tepkidir Trump’a giden oylar. Zira rakiplerinin tersine Trump tam da bu sorunlara dair laflar ederek, güya çözüm sunarak oy toplamaktadır. Trump’ın bulduğu destekte bu gerçekliği değil de, eğitim düzeyinin geriliğini, dini inançların güçlülüğünü ya da kültürel gelişmemişliği, ırkçılığı, kadın düşmanlığını, göçmen karşıtlığını vb. öne çıkartanlar kesinlikle yanılıyorlar. Amerikan toplumu bir felâket sonucunda kültürel olarak elli yıl geriye gitmediğine göre, bu görüşte olanlar, bu kültürel faktörlerin neden dün değil de bugün bu kadar güçlü ve belirleyici hale geldiğini açıklamak zorundadırlar. Demokrat ideologlar böyle bir açıklama yapmaktan uzak duruyorlar, çünkü kendileri de bu tablonun yaratıcıları arasındadırlar.
Neo-liberal ideologlar emekçilerin yaşadığı sorunların öne çıkartılmasını popülizm ya da sol popülizm olarak yaftalıyorlar. Çünkü onlara göre, neoliberalizm olarak kodlanan kapitalist saldırı programlarından başka bir alternatif yoktur. Buna TINA (“There Is No Alternative”) diyorlar. Düzen solcuları da tüm ülkelerde bu paradigmaya teslim olmuşlardır. Buna göre, tüm siyasi partiler bu çerçevede kalmalıdırlar. Dolayısıyla siyasilerin öne çıkarması gereken konular, verimliliğin (yani aslında sömürünün) nasıl arttırılacağı, çevrenin ne kadar ve nasıl korunacağı (yani onu tamamen öldürmeden nasıl talan etmeye devam edilebileceği), küreselleşmenin nasıl daha da güçlü şekilde sürdürüleceği vb. olmalıdır. Yıllardır tüm ülkelerde bu çizgiyi hâkim kıldılar ve sağlı sollu tüm burjuva partileri neredeyse aynı çizgiye gelmiş oldular. Tüm ülkelerde emekçi kitlelerin işte bu çizgiyi müesses nizam olarak görerek kendisini onun dışında konumlandıran ya da konumlandırırmış gibi görünen partilere kaymasının nedeni de budur. Bilhassa ABD’de Demokrat adayların sergiledikleri elit görüntü ve savundukları globalist ideoloji, emekçi kitlelerde derin bir tepki doğuruyor. Sendikaların uzun on yıllardır Demokrat adayları destekleme politikası da artık sona ermiş gözüküyor. Kendisini bu elitler dünyasının dışında ve karşısında gösteren, öyleymiş gibi yapan Trump gibi adaylar, sendikaların yüzünü (örneğin Teamsters) de kendine döndürebiliyorlar.
Burjuva ideologlar, “sanayi sonrası ekonomi çağı”, “bilgi çağı” vb. palavralarla “işçi sınıfının öldüğünü”, “sınıf savaşımının bittiğini” ilan etmişlerdi. Yanlış bir bayrak ve yanlış bir önderlik altında olsalar bile ölüm ilanı verilenler biz buradayız diyorlar. ABD’de tanınmış bir yazar olan David Brooks’un bir özeleştirinin parçası olarak ifade ettiği gibi, “sol, kimlikçi performans sanatına yönelirken, Trump sınıf savaşına iki ayağıyla birden atladı”.[2] Gerçekten de Trump, faşistlere özgü bildik demagojiyle, ülkenin her tarafındaki işçilerin hissettiği sınıf düşmanlığını kendine yontarak, bu insanların öfkesinin şişirdiği yelkenle seçimden galip çıkmıştır.
Demokrat Partinin sorumluluğu
İşçilerin tepkilerinin ve öfkelerinin Trump gibi faşistleri beslemesinin arkasında, bir yönüyle, emekçilerin çıkarlarını zerre kadar umursamayan ve onlara köklü bir değişim öneremeyen (ve de aslında öneremeyecek olan) burjuva siyasetçilerin izledikleri politikalar yatıyor.
Demokratların seçim kampanyasına, bu süreç boyunca izledikleri çizgiye, yaptıklarına ve yapmadıklarına bakan yorumcular sayısız hatadan bahsediyorlar. Detayları bizi ilgilendirmese de, kendi içinde haklı olan eleştirileri dikkate aldığımızda karşımıza çıkan şey, Demokratların adeta Trump’ın kazanması için her şeyi yaptıkları bir manzaradır.
Demokrat Parti, alt ve orta sınıflarla azınlık gruplarının temsilcisi olarak pazarlanan bir parti. İkinci Dünya Savaşını takip eden yıllar boyunca sendikaların çoğunun da açık ya da örtük verdiği destek bu algıyı daha da güçlendiriyor. Ne var ki, en az Cumhuriyetçiler kadar Demokratlar da gerçekte finans-kapitalin temsilcisidirler. 80’lerden ve özellikle de SSCB’nin yıkılışından itibaren ileri kapitalist ülkelerdeki sol sıfatlı partilerin merkeze doğru hızlanan evriminden çok bahsettik. Bu yıllar aynı zamanda Demokrat Parti içinde burjuva sol sıfatını hak eden gruplar ve kişilerin daha da bastırıldığı ve önlerine yüksek engellerin çıkarıldığı bir dönemdi. Bu tutumun zirvesi, 2016’daki seçim öncesindeki aday yarışında Sanders’ın önünün anti-demokratik manevralarla kesilmesiydi. Gençlik içerisinde yükselen sol ve sosyalist eğilimlerin desteklediği Sanders’a reva görülen bu muamele, gerçekte Trump’ın ilk başkanlığının yolunu da açmıştı. Çünkü mesele sadece Sanders’ın aday olup olmaması değil, emekçilerin çıkarlarını merkeze koyan bir kampanyanın kesin bir şekilde reddedilip, globalist, neo-liberal, Siyonizm yanlısı, Wall Streetci ve militarist bir çizginin öne çıkarılmasıydı. Bu tutum o günden bu yana aynen devam ediyor.
Tıpkı Türkiye’de ve Avrupa’da olduğu gibi ABD’de de seçimi kaybeden Demokratlar kabahati kendilerinde değil “aptal halkta” arıyorlar. Bunak Biden kampanya döneminde Trump destekçilerine “çöp” diyerek beyninin içindekini ifşa etmişti. İşçi sınıfının eğitimsiz kesimlerini “içler acısı durumdalar” şeklinde aşağılayan Demokrat aday ve Başkanların tersine Trump onlara, “sizi anlıyorum, sizinle aynı dili konuşuyorum, süslü konuşamam ama size saygı duyuyorum” diyerek sesleniyor. Kendisini müesses nizamın dışında, Washington’daki ve Wall Street’teki bataklığı kurutmak için siyasete soyunmuş biri olarak takdim ediyor. Yalanın daniskası ama emekçilerin önemli bir kesimi nezdinde inandırıcı olabildi. Çünkü tarihteki tüm sivil faşist liderler gibi Trump da emekçilerin ekonomik sıkıntılarını, demagojik propagandasının en başına oturtmuş, en çok değindiği ikinci sorun olan göçmen sorununu dahi yine ekonomik sıkıntılarla bağı içerisinde işlemiştir.
En çok vurguladığı husus, ülke içinde üretimi canlandırmak için ithalatı geriletmek üzere gümrük vergisini arttırmak, ayrıca ülke dışına kayan üretim merkezlerini tekrar içeriye çekmeye dönük önlemlerdi. Böylelikle kapanan ya da yurtdışına taşınan işletmeler geri gelecek, sanayi işçileri tekrar iş başı yapacaklar şeklinde dile getirdiği vaat büyük destek görmüştür. Geleneksel sanayi işçilerinin en çok önem verdikleri vaatlerin başında bu geliyor. Ve işin aslına bakarsak, ilk Trump döneminde bu yönde kimi gelişmeler de yaşanmış, pandemi gelip büyük bir tokat atana kadar Trump bu “başarıları” sürekli biçimde gündemde tutmayı da becerebilmişti.
Trump’ın tüm bunları devasa yalanlar ve çarpıtmalar eşliğinde yapmasının bir önemi bulunmuyor, zira Demokratlar da en az onun kadar yalancıdırlar. Trump’ın emekçilerle tutturduğu frekansa, kendisini bir insan, bir kişi olarak takdim eden tutumuna vurgu yapan bir yorumcu şöyle diyor: “Trump yalan söylerken bile bir insan olarak bunu yapıyor. Demokratlar ise doğru söylerken bile yüzünü kaybetmiş aparatlar gibi kalıyorlar.” Trump’ın yalanları, yarattığı güven duygusundan ötürü emekçiler tarafından ikna edici bulunabiliyor. Seçim günü yapılan sandık çıkış anketleri de bunu gösteriyor: Harris destekçileri arasında ülkenin en büyük sorunları olarak görülen konular demokrasi (%58) ve kürtaj hakkı (%22) iken, Trump destekçileri arasında bu konular ekonomik sorunlar (%49) ve göçmenlik (%21) olarak öne çıkıyor.
Bu istatistikler yalnızca Demokratların uğradığı hezimeti açıklamakla kalmıyor, sosyalist hareketi de doğrudan ilgilendiriyor. Bu istatistikler kitleler nezdinde etkili bir güç olmak için nereye odaklanmak gerektiğini çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. İleri kapitalist ülkelerde sosyalist hareketin ağırlıklı bir bölümü, sınıfsal mücadele hattını terk etmiş, kimlik politikalarına ve çevre hassasiyetine saplanıp kalmış durumdadır. Yalnızca sınıftan kopuk olmakla sınırlı nesnel bir durum da değildir bu, sınıfa, onun yaşamına ve mücadelesine ilgisizlik oldukça çarpıcı bir hale gelmiştir. Öncelikle ve ivedilikle kırılması gereken husus budur.
İçe kapanmacı ve barışçı Trump!
Son olarak, açılan yeni döneme dair en çok konuşulan iki husus hakkındaki görüşlerimizi özetleyerek bitirelim.
Hiç de az olmayan sayıda yorumcu, Trump’ın bazı söylemlerini veri alarak, onun içe kapanmacı politikalar izleyeceğini, “her ortalama Amerikalı gibi onun da dünyayı Amerika’dan ibaret gördüğünü”, dünyayla pek ilgilenmeyeceğini söylüyor. Tarihsel boyutta bir kriz ve ona eşlik eden bir küresel hegemonya savaşı yaşanıyor, bu savaş çok uzun zamandır belli bölgelerde yoğunlaşmış bir dünya savaşına dönüşmüş durumda ve bu koşullarda ABD içine kapanacak!! ABD içe kapanacak sonucunu çıkartabilmek için burjuva siyasetçilerin her sözünü gerçek zannetmek ve içinden geçtiğimiz dönemin temel özelliklerini hiç anlamamış olmak gerekiyor. Trump ne demagojik şekilde ileri sürdüğü gibi küreselleşmenin sonunu getirebilir ne de izolasyonist bir çizgi izleyebilir. ABD ekonomisi bir burjuva hükümet tarafından dünya pazarından kopartılamaz. Onun derdi ABD’nin bu pazardaki hegemonik konumunu korumaktır.
Trump, ilk başkanlık döneminde de Amerikan ve dünya halklarının yükselen savaşa karşı olan tepkilerini yatıştırmak ve kafasındaki kimi taktiksel farklılıkları hayata geçirmek için Afganistan ve Ortadoğu’dan çekilmekten bahsetmiş, ama sonra bu laflar Amerikan müesses nizamı tarafından boşa çıkartılmıştı. Onca ettiği lafa karşı ne NATO’dan ayrıldı, ne de ABD güçlerini Avrupa’daki üslerinden çekti. Tersine Ukrayna’ya ağır ve güçlü silahlar veren ilk ABD Başkanıydı. Dolayısıyla Trump’ın ABD’yi “çatışmalardan uzak tutma” amacı güttüğü iddiasının da hiçbir geçerliliği yoktur.
Seçim kampanyası boyunca savaşları bitireceğini söyleyen Trump’ın sözlerinin anlamı en baştan itibaren belliydi aslında. Rusya’yla Ukrayna konusunda bir uzlaşma sağlamak, İsrail’e tam destek vererek savaşını “kesin zaferle” bitirmesini sağlamak!
Trump’ın yardımcısı olacak olan J.D. Vance, “Ukrayna’ya yüz milyarlarca dolarlık yardımların kesilip Rusya’yla görüşmelerin başlatılması”nı istiyor. Ukrayna’nın eski sınırlarının korunmasının “gerçekçi olmadığını”, “Ukrayna’nın tarafsız ülke olması ve toprak anlaşmazlıklarının dondurulması gerektiği”ni savunuyor. Yani işgal ettiği Ukrayna topraklarını kendine katmasının tanınması karşılığında Rusya da Ukrayna’nın “uluslararası tercihlerine” karışmayacak. İsrail’in yürüttüğü savaş konusunda ise savaşın derhal durması değil, İsrail’in hızlı hareket ederek kesin zafer elde etmesi hedefleniyor. Seçimleri kazandıktan sonra Trump’ın sözcüsünün yaptığı açıklama bunu yeterli netlikle ortaya koyuyor. Biden yönetiminin İsrail’e yeterli desteği vermediğini savunan sözcü, Trump’ın “savaşların mümkün olan en kısa sürede bitmesini, ama İsrail için kesin bir zaferle bitmesini” istediğini açıkladı.
Amerikan emperyalizminin başlattığı dünya savaşı sürüyor ve Trump yönetimi altında şiddetlenerek yayılacağından kuşku duymamak gerekir. Bu başkanlık koltuğunda kimin oturduğuyla ilgili bir mesele değildir. Hele de çağımızda, seçmenlerin yaptıkları tercihler seçim sonuçlarını etkilese bile, iktidarların izleyegeldikleri ana politikalarda esaslı bir değişiklik yaratmıyor. Bu gerçeklik en çok da ABD için geçerlidir. Bu bağlamda, Rus Dışişleri’nin ABD’deki seçim sonuçlarına dair yaptığı açıklama, doğru bir noktanın altını çiziyor: “ABD'yi yöneten siyasi seçkinler, parti üyeliği ne olursa olsun Rusya karşıtı bir yaklaşım benimsiyor ve Moskova'yı engelleme çizgisine bağlı kalıyor. Bu çizgi, ABD'nin iç siyasi dalgalanmalarından etkilenmiyor.” Kuşkusuz aynı şey ABD’nin Çin politikası için de geçerlidir.İktidarın bir partinin elinden diğerine geçmesiyle Amerikan emperyalizminin dış politikasında kategorik farklılıkların olacağını iddia edenler bu saptamayı dikkate almalıdırlar.
[1] 2020 seçimlerinde katılım oranı %66 ile oldukça yüksek bir düzeydeydi, yaklaşık olarak Biden 81 milyon, Trump 74 milyon oy almıştı. Delege sayılarında da Biden (306 delege) Trump’a (232) bariz bir fark atmıştı.
link: Oktay Baran, Trump’ın Galibiyeti ve Kapitalizmin Krizi, 19 Kasım 2024, https://fa.marksist.net/node/8384
Burjuvazinin “Enerji İhtiyacı” ve Gerçekler