Bundan 60 yıl önce, 3 Eylül 1939’da ikinci kez dünya savaşı patlak verdi. Flanders ve Mons siperlerinin dehşetinin tekrarlanacağına asla inanılmıyordu. 1914-18 arasındaki büyük savaş, güya tüm savaşları sona erdirecek bir savaştı. 9 milyon insan ölmüştü. Oysa yalnızca 21 yıl sonra ikincisi, üstelik çok daha korkunç bir çatışma patlak verdi. 1939 ile 1945 yılları arasında 55 milyon insan katledildi ve uygarlık yok oluşun eşiğine geldi. Karl Marx’ın insanlığın geleceğinin “ya sosyalizm ya barbarlık” olarak şekilleneceğine ilişkin öngörüsü korkunç sona varılarak doğrulanacak gibi görünüyordu.
20. yüzyılın ikinci yarısında ise savaş, en azından ayrıcalıklı Batı’da yaşayanlar için, doğal olmaktan ziyade istisnai bir şey olarak görünüyordu. İnsanlığın üçüncü dünyanın rezil koşullarında yaşayan çoğunluğu içinse, bu yıllar boyunca, barış içinde bir gün geçirmek istisnaydı. Ama en azından ayrıcalıklı sanayileşmiş kapitalist ülkelerde savaş geçmişe ait bir şey gibi görülür hale geldi. Sahi, bugün uygar insanlar bir masanın etrafında oturup anlaşmazlıklarını kendi başlarına müzakere yoluyla mı çözüyorlar?
Kısacası Batı’daki işçiler barış içinde büyüdüler. Oysa kendi tarihimiz üzerine kısa bir çalışma, istisnai şeyin bu geçici barış olduğunu ortaya koyacaktır. Aslında Rus anarşisti Kropotkin’in yüz yıl önce söylediği gibi, “savaş Avrupa’nın normal hâlidir.” Geçtiğimiz aylarda Kosova’da, 1945’den bu yana Avrupa’da gerçekleşen ilk savaş bu gerçeğin altını kanla çizdi. Uluslararası ilişkilerdeki bu görece kısa belirsiz barış dönemi trajik bir şekilde sona erdi. Stalinist Rusya ile ABD emperyalizmi arasındaki soğuk savaş dönemi yerini “Yeni Dünya Düzenine” değil “Dünya Düzensizliğine” bıraktı. Dünya ölçeğinde insanlığın kaderini tayin edecek savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağına girdik. Kapitalizmin krizlerinde madalyonun iki yüzü vardır: yalnızca ekonominin özel mülk edinilmesi değil, aynı zamanda dünyanın birbirleriyle rekabet halindeki ulus-devletler biçiminde bölünmesi de artık miadını doldurmuştur. Bunun sonucu, toplumdaki sınıflar arasında ve aynı zamanda ulus-devletler arasında büyük kavgaların yaşanmasıdır. Böylesine büyük olaylar tüm teorileri ve eğilimleri sınavdan geçirir. Böyle olaylar toplumu tepeden tırnağa sallar, tarihin akışını değiştirir. Eğer olayların akışı içinde sürüklenmek istemiyorsak, böylesine dramatik ve patlayıcı dönemlerde her sorunda temel ilkelere geri dönüp bakmak son derece önemli ve gereklidir. Marksistlerin savaş karşısındaki tutumu nedir?
“Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir.” Yeni başlayan her öğrenci General von Clausewitz’in bu meşhur sözüyle tanışacaktır. Fakat bu söz tam olarak ne anlama gelmektedir? Gerçekte bu söz savaşın iç anlamını, her kütüphanenin raflarında tozlanmaya yüz tutmuş milyonlarca tarih kitabından ve psikolojik tahlillerden çok daha derin ve doğru bir biçimde ifade eder.
Savaş kavramı hepimizin bildiği gibi uluslar arasındaki ya da ulus içerisindeki askeri çatışmayı anlatır. “Araçlar” şüphesiz şiddettir. Peki sürdürülen “siyaset” nedir? Eğer savaş, barış zamanında benimsenen bir siyasetin sürdürülmesinden ibaretse, savaş zamanında bu siyasete karşı neden farklı bir tutumumuz olsun?
Aynı bağlamda Troçki de şunu ekler: “Dış politika iç politikanın uzantısıdır.” Kapitalistlerin iç politikası kapitalist olduğuna göre dış politikaları da öyle olacaktır. Barış zamanında kapitalizmin politikası onların sınıf çıkarları, kârları, ayrıcalıkları ve prestijleri tarafından belirlenir. Kapitalizmin, iğrençliğinin sınırlarına ulaştığı savaş durumlarında da sürdürülen bu siyasettir. Kapitalist sisteme savaş durumunda duyabileceğimiz güven, barış durumundakinden hiç de daha fazla değildir.
Bazılarının hatta kendisine Marksist diyenlerin bile savaş çıktığı anda tüm duyarlılığı uçup gider. “Sen kimin tarafındasın” diye feryat ederler. Barış zamanında toplumun sınıflara bölündüğünü görünüşte kabul ederler, bir çatışma ortaya çıktığındaysa aniden bir tarafın diğerine göre ilerici olduğunu keşfederler. Binlerce hatta milyonlarca insan ölürken, fanatik maç taraftarları gibi bayraklarını, flamalarını kuşanıp tuttukları tarafa destek verirler. Her şey ak ya da karadır, iyi ya da kötüdür. Bu ampirik bakış açısı onları işçi sınıfının çıkarlarına dayanan bir tutumu sürdürmektense, gerici kamplardan birinin ya da diğerinin safında durmaya iter.
“dddevrimci”
Elbette Marksistler pasifist değildirler, ama “dddevrimci” oldukları iddiasındakilerin kana susamış bağırışlarıyla da aramıza çizgi çekmemiz gerekir. Biz pasifist değiliz, ama sadece çılgınlar, şiddete alkış tutup, caddelerde daha çok kan akmasının daha devrimci olaylara gebe olduğunu ağzının suyunu akıta akıta savunabilirler. Biz bu savaş naraları atan kişilerin gerçek mücadeleyi görür görmez arkalarına bakmadan kaçacaklarını biliyoruz.
Diğer taraftan İşçi Partisinin en pasifist liderleri, bir kez çatışmalar patlak verdiğinde en kaba savaş çığırtkanları haline gelebilirler, tıpkı İşçi Partisinin sol kanadının Ken Livingstone ve Michael Foot gibi liderlerinin Kosova’daki son çatışmalarda sergiledikleri gibi. Barış zamanında Blair yandaşlarının siyaseti, tıpkı Muhafazakârlarınki gibi kapitalist sınıfın çıkarlarına dayandığına göre, savaş zamanında da farklı olmamasına şaşmamak gerek. Tüm reformistler, toplumdaki sınıfsal bölünmeyi görmeyi reddederler, onları savaşın gerçeklikleri karşısında körleştiren şey de budur.
Hitler’e karşı yürütülen savaş her şeye rağmen haklı bir savaş mıydı? Bir kenarda durarak Hitler’in tüm Avrupa’yı boğazlamasına izin veremezdik. Şüphesiz öyle. Sosyalistler hiç tereddütsüz Hitler’e tümüyle karşı olmaktan geri duramazlardı. Bunda bir sorun yok. Sorun Hitler’in nasıl yenileceği, bu işi başarıya ulaştırmakta kimin gücüne güvenilebileceği ve yıkılan Avrupa’nın küllerinden nasıl bir toplumun inşa edileceği sorunudur. İngiliz ve ardından ABD emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşında faşist çılgınların gulyabani rejiminden ürktükleri için savaşmadılar, tıpkı Birinci Dünya Savaşında “zavallı küçük Belçika’yı” korumak için savaşmadıkları gibi. Her iki durumda mesele ilkin ve en başta pazar meselesi idi. Gerçekte İkinci Dünya Savaşı birincinin devamıydı, Almanya dünyanın yeniden paylaşımına ihtiyaç duyuyordu.
Hitler’le savaş!
Tüm Marksistler Hitler’e karşı savaşmakta hemfikirlerdi. Ancak işçilerin, Hitler’in silahlanmasına yardım edip, Avusturya ve Çekoslovakya’yı işgal etmesine göz yuman İngiliz kapitalistlerine güvenmemesi gerektiğini belirtmiştik. Hitler’i yenmek tüm işçilerin çıkarınadır, bu çok açık, ama daha baştan faşizmin iktidara gelmesine izin veren bu kokuşmuş düzenin ya da Churchill’in şakşakçılığını da yapmamak gerekir. Aneurin Bevan, Churchill’in ulusal birlik çağrısına şu yanıtı vermişti: “Hitler öcüsü İngiliz işçileri korkutup sindirmek için kullanılıyor. Kısacası İngiltere’yi vekilleri aracılığıyla Hitler yönetiyor. Eğer ortak düşmanın İngiliz kapitalist sınıfı değil de Hitler olduğunu kabul edersek, bu taktirde Churchill şüphesiz haklıdır. Ama bu, sınıf mücadelesinin terk edilmesi ve İngiliz işçilerin kendi patronlarına uşaklık etmeleri anlamına gelir.” (akt: John Campbell, Nye Bevan, s.77). Savaşı desteklemesine rağmen Bevan, İşçi Partisi liderliği içinde Churchill ve İngiliz sermayesine en açık sözlü eleştirileri yönelten kişiydi. Aslında bizler Bevan’dan daha ileri gideriz. İngiliz işçileri kendi egemen sınıflarının arkasında birleştirmeye çalışmak, sadece ve sadece, Hitler’in Alman işçileri kendi arkasına almayı başarmasını sağlayabilmiştir.
İngiliz işçiler anlaşılır bir biçimde ve haklı olarak faşistlere karşı savaşmak istediler. Marksistler de Hitler’e karşı savaşmak istiyordu. Sorun bu mücadeleye önderlik etmekte hangi sınıfa güvenilebileceğindeydi. Amerikan Sorunları’nda Troçki, Amerikan işçilerinin (aynısı İngiliz işçiler için de geçerlidir) “Hitler tarafından fethedilmek istemediğini, ‘bir barış programı oluşturalım’ diyenlere ise işçilerin ‘ama Hitler bir barış programı istemiyor’ yanıtını vereceklerini, bu nedenle bizlerin, ABD’yi bir işçi ordusuyla, işçi subaylarla ve bir işçi hükümetiyle koruyacağımızı söyleyeceğimizi” açıklamıştı. Biz kapitalist sınıfa güvenemeyiz, eğer çıkarlarınaysa, tarihlerinde defalarca yaptıkları gibi yine gizli antlaşmalara imza atabilirler. Savaşı sonuca ulaştırmak için, Hitler’i ve onu başa getiren kokuşmuş sistemi bozguna uğratmak için, önce iktidardaki sınıfı değiştirmeliyiz. Aynı şekilde İngiliz Marksistleri, İşçi Partisinin Muhafazakârlarla yolunu ayırmasını ve sosyalist bir program ileri sürmesini talep etmişti. İşçi sınıfının savaşta ve barışta sırtını dayayabileceği tek güç kendi gücüdür.
İngiliz ve Alman emperyalizmi arasındaki savaşta Hitler’in karşısındaydık, fakat hiçbir emperyalist iktidarı desteklemedik. Sovyetler Birliği’nin durumu ise biraz farklıydı. Troçki, onu faşist bir ajan olarak gösteren Stalinistlerin pis yalanlarına rağmen, savaşa ilişkin sınıfsal bir tutum takındı ve bir yandan emperyalist bir tehditle karşı karşıya kalan Sovyetler Birliği’nin koşulsuz savunusundan yana çıkıp, öte yandan canavar Stalinist bürokrasiyi yıkmak için politik bir devrimin gerektiğini ileri sürdü. Troçki’ye göre Rus işçilerinin tavrı şu olmalıydı: “Stalin’i devirme işini Hitler’e havale edemeyiz, bu bizim işimiz.”
Stalinizmin korkunç suçlarına rağmen (ve unutmayalım ki Hitler’in iktidara gelmesini mümkün kılan şey tam da Stalin’in politikaları idi), Rus devriminin kemikleri üzerinde korkunç bir totaliter diktatörlük inşa etmesine rağmen, Troçki’nin politik tutumu, Rus devletinin sınıfsal doğası ve Ekim Devriminin kazanımlarından geri kalanları koruma gereksinimi tarafından belirlenmişti.
Başlangıçta Stalin, uluslararası işçi sınıfının çıkarlarına bir kez daha ihanet ederek ve milliyetçi ve reformist yozlaşmanın ne denli ilerlediğini gözler önüne sererek (bu süreç 1943’de Komünist Enternasyonal’in dağıtılmasıyla sonuçlanmıştı) Hitler ile pakt imzalamıştı. Sovyet dış politikası, iç politikanın yani bürokrasinin kendi konumunu koruma siyasetinin uzantısı haline getirilmişti. Bu tutumun Lenin ve Troçki’nin lekesiz enternasyonalizm geleneğiyle hiçbir ortak yanı yoktu.
Sovyetler Birliği
Sovyetler Birliği 1941’de savaşa girdiğinde ordunun ateş gücü Wehrmacht’ınkinden [Nazi ordusu] üstündü. Stalin’in genelkurmayın çoğunu silip süpüren temizlikleriyle birlikte bu üstünlük de yok oldu. Başlangıçta Stalin ilk 48 saat boyunca direniş göstermemeleri doğrultusunda emir vererek kendi birliklerini felce uğrattı. Sonuç, avantajın kaybedilmesi ve binlerce Kızıl Ordu askerinin esir düşmesiydi. Stalin’in “Savaşın Büyük Lideri” olduğuna ilişkin tüm efsanelere rağmen, gerçekte bu despot, 1917 Devriminin tüm kazanımlarını tehlikeye atmıştır. Troçki’nin korunmasında ısrar ettiği şey de bu kazanımlardı. Nihayetinde Sovyetler Birliği’ni koruyan şey bu kazanımlar ve en başta da ulusallaştırılmış planlı ekonomiydi. Bu ekonomi savaş sanayiinde odaklaştığı anda, çok hızlı bir biçimde hem Almanya hem de müttefiklerden sadece sayı bakımından değil kalite bakımından da çok daha üstün tankları ve silahları yapabilecek durumdaydı. Uçak yapımı alanında bile Sovyet ekonomisinin Almanya’dan aşağı kalır bir yanı yoktu, üstelik Almanya’nın Avrupa’nın kaynaklarını kendi denetiminde birleştirmiş olmasına rağmen. İkinci Dünya Savaşı, iktisadi planlamanın önemini Kapital’in sayfalarıyla değil üretimin diliyle gösterdi. İngiltere gibi kapitalist ülkeler bile kendi ekonomilerine planlı ekonominin birçok unsurunu dahil etmek zorunda kaldılar.
Sonunda İkinci Dünya Savaşı, Stalinist Rusya ile Nazi Almanya’sı arasında devasa bir hesaplaşma haline geldi. Bu hesaplaşmadan galip çıkan, köklerini devletin sınıf tabiatından (Troçki, son tahlilde, Stalin rejimini Hitler rejiminden farklı kılan tek özelliğin de bu olduğunu belirtmişti) alan iktisadi planlamaydı. Kızıl Ordu Wehrmacht’ı Berlin’e kadar geri püskürtü.
İkinci Dünya Savaşı bütün emperyalist güçlerin devasa bir hesaplama hatasına dönüştü, Sovyetler Birliği’nin zaferi kapitalizmin Avrupa’nın yarısını yitirmesine neden oldu. Savaşın ardından Stalinist ve reformist liderlerin bir kez daha oynadıkları rol olmasaydı tüm dünya üzerinde kapitalizm son bulurdu, ama bu sorunu başka bir yerde ele almak gerekir.
Marksistlere göre, Rus Devriminin kazanımlarının korunması işçi sınıfının çıkarınaydı. Ancak Nye Bevan’dan tekrar aktarırsak, “Belçika, Fransa ve bu ülke halkına Nazi diktatörlüğüne karşı demokratik kurumları savunmayı önermek yetmez, çünkü her şey bittiğinde, Avrupa’yı savaşa sürükleyenin tam da bu tür bir demokrasi olduğunu anlayacaklardır.” (age, s.98) Her halükârda, demokrasinin müttefikler tarafından korunması tam bir ikiyüzlülük idi. Aslında kendi maddi çıkarlarından başka bir şeyi savunmuyorlardı. Troçki 1938’de şu noktaya işaret ediyordu: “Bir kimsenin, uzlaşmaz çelişkileri ve askeri mücadeleleri faşizm ile demokrasi arasındaki mücadeleye indirgemesi için hakikaten saman kafalı olması gerekir. İnsanın, sömürücüleri, köle sahiplerini ve soyguncuları, her türlü maskenin altından nasıl ayırt edeceğini öğrenmesi gerekir.”
Savaşlar, insan öldürmek için değil, kaynakları, hammaddeleri ve pazarları ele geçirmek için, diğer bir deyişle kâr için yapılır. Sürdürülen “politika” da budur. Ancak bu kadarıyla bırakırsak, hayli indirgemeci bir savaş anlayışına sahip oluruz. Pek çok durumda, bir çatışmaya yol açacak ivedi ekonomik çıkarları fark etmek kolay olmayabilir. Fakat gerek barış zamanında gerekse savaş zamanında ortaya çıkan her türlü ihtilâfın bağrında sınıfsal çıkarların yattığı rahatlıkla görülebilir.
Üzerinde yoğunlaşmamız gereken şey de bu sınıfsal çıkarlardır. Pazarları, hammaddeleri ve nüfuz alanlarını ele geçirmek için kapitalist uluslar arasında patlak veren savaşlar, ister büyük güçler arasında isterse de –günümüzde daha sık yaşandığı biçimiyle– büyük ulusların vekili olarak hareket eden küçük güçler arasında olsun, hiçbir ilerici özelliğe sahip değildir. Bu savaşlar her açıdan gericidirler.
Bizim savaşa ilişkin tutumuzu belirleyen şey, iki tarafta da hem sivil halkın hem de askerlerin zarar görmesi ve ölüm ve ıstırapların su götürmez korkunçluğu değil, savaşın faturasını ödeyen sınıfın çıkarlarıdır. Marksistler kapitalist egemen sınıf tarafından yürütülen her savaşın uzlaşmaz biçimde karşısındadırlar. İşçi sınıfının ne savaşta ne de barışta kapitalizmden kazanacağı hiçbir şey yoktur.
Ezilenler
Ezilen bir ulusun emperyalizme karşı savaştığı bir yerde, emperyalizmin yenilgisini istemek akla yatkındır ve uluslararası işçi hareketinin çıkarınadır.
Falkland Savaşındaki durum da bu olmayacak mıydı? O sıralar, Britanya’nın yenilgisinin en iyi sonuç olacağına inanan sözde devrimci gruplar vardı ve bu nedenle akla kara şeklindeki alışıldık mantıklarıyla Arjantin’deki cuntanın Malvina adaları üzerindeki hak iddialarını destekliyorlardı.
“Hangi taraftansın” güruhu, Arjantin’in emperyalist saldırganlıkla karşı karşıya kalan bir sömürge ülke olduğu gerekçesiyle onu destekledi. Bu tip insanlar, gerçeklerin kendi dahiyane şemalarına nüfuz etmesine asla müsaade etmezler. Arjantin oldukça gelişkin bir ekonomidir. Toprak sahipleri, feodal baronlar değil burjuvalardır, büyük çoğunluk finans-kapitalin güçlü merkezi olan şehirlerde ve meşhur borsasıyla ünlü Buenos Aires’de yaşamaktadır. Cuntaların siyasetini belirleyen güdü Arjantinli büyük iş çevrelerinin çıkarlarının korunmasıydı. Hepsinden de öte, Falkland adalarının işgalini kışkırtan şey Arjantin’deki toplumsal krizdi. Böylece Arjantinli işçilerin öfkesi kendi rejimleri yerine İngiliz emperyalizmine yöneltilmek istenmişti.
İngiltere’deki İşçi Partisi liderleri derhal Muhafazakârların kuyruğuna takılarak, Galtieri’yi saldırgan olarak tanımladılar ve adada yaşayanların koruyuculuğuna soyundular. Gerçekten de Galtieri bir diktatördü ama komşusu Şili’deki Margaret Thatcher’in büyük dostu Pinochet’ten daha kötü değildi. Bu çatışmanın bir diktatörlük rejimini çökertmekle hiçbir ilgisi yoktu, adaları savunmakla da bir ilgisi yoktu, gerçek neden bir “dünya gücü” olarak İngiltere’nin prestiji idi. Bu mesele “kimin başlattığı” ya da faşizme karşı demokrasi sorunu değil, Arjantin egemen sınıfının ve Britanya egemen sınıfının sınıfsal çıkarları sorunuydu.
Adada yaşayanların sayısı 1800 civarında olsa bile, onların hakları ve çıkarları ciddiye alınmalıdır. Adalar 150 yıl boyunca İngiltere’nin elindeydi. Nüfusun tamamı İngilizce konuşmaktadır ve İngiliz kökenlidir. Galtieri’nin adalar üstündeki iddiası tam anlamıyla emperyalist niteliktedir; yağmalamak ve Buenos Aires sokaklarındaki devrimi engellemek. Ada halkının çıkarları ile Muhafazakârların kafasındakiler de en ufak bir benzerlik taşımıyor. Eğer Thatcher ve dışişleri bakanı Carrington’un beceriksizlikleri olmasaydı, Galtieri muhtemelen ilk adımda adaları işgal edemeyecekti. Adaların işgalinden sonra bile İngiliz tarafı, Galtieri rejiminin devamına yardımcı olabilmek için, muhtemelen onunla bir uzlaşmaya varmak isteyecekti. Fakat uluslararası ilişkilerde prestijin önemini unutmuşlardı. Eğer İngiliz emperyalizminin çıkarları bunu gerektiriyor olsaydı, Ada halkı, tıpkı Kosova halkı gibi göz göre göre satılırdı. Ada halkı, tıpkı Kosovalılar gibi, emperyalizmin güç oyunundaki basit birer piyon idi. Ancak Arjantin’in Falkland’ı egemenliği altına almasına göz yumulması, İngiliz emperyalizminin dünya sahnesindeki sonu anlamına gelirdi. Savundukları şey kendi sınıfsal çıkarlarıydı, adalıların hakları değil. Gerçekte, bu savaş, Arjantinli, İngiliz ya da adalı işçilerin çıkarına değildi. İngiliz ve Arjantinli kapitalistlerin sınıf çıkarları için yürütülüyordu bu savaş. İngiltere’nin Arjantin’e karşı ya da Arjantin’in İngiltere’ye karşı yürüttüğü bu kapitalist savaşa karşı çıkmamızın nedeni de buydu.
Arjantinli Marksistler, gerçekte Amerikan ve İngiliz emperyalizmine bağlı olan cuntanın tutarsızlığını ve ekonomide yarattığı karışıklığı teşhir etmeliydiler. Sadece askeri güce dayanarak güçlü İngiliz emperyalizmi karşısında, hele bu totaliter cuntanın yönetimindeyken, zafer kazanmanın imkânsız olduğunu ustaca yöntemlerle ileri sürmeliydiler. Subay kastı devrimci bir savaş vermekten tamamen acizdi, ama Arjantin’in İngiltere’yi mağlûp etmesinin yegâne yolu da buydu. Böylesi bir devrimci savaş için, iktidardaki sınıfı değiştirmek, yabancı sermayeyi kamulaştırarak, ekonomiyi planlayabilmek ve kaynakları verimli bir şekilde kullanabilmek amacıyla sanayi ve tarımı devletin elinde toplayarak Arjantin’i tekrar Arjantinlilerin ellerine teslim etmek gerekiyordu. Bu takdirde Arjantinli işçiler, İngiliz işçilere ve askerlere, Arjantin’in, Falkland’ın ve Britanya’nın sosyalist bir federasyonunu kurma çağrısında bulunabilirler ve hatta Latin Amerika’nın tüm işçilerini, emperyalizmi ve kapitalizmi alt ederek sosyalist bir Latin Amerika federasyonu oluşturmaya çağırabilirlerdi.
İki emperyalist güç arasındaki bu savaşta her iki tarafa da karşıydık. Tabii ki Ada halkının haklarını savunmaktan yanaydık, ama Muhafazakârlara veya onların sistemine böylesi bir savunuda en küçük bir güvenimiz bile olamazdı. Bunun yerine, bir genel seçim ve sosyalist bir program uygulayacak bir İşçi Partisi hükümeti talebini öne sürdük.
Sosyalist İngiltere
Böyle bir sosyalist İngiltere, eğer hâlâ gerekiyorsa, Arjantinli kardeşleriyle birlikte başlarındaki askeri rejimi devirmek ve sosyalist bir Arjantin kurmak için savaşabilirdi. Ardından sosyalist bir federasyon temelinde, Ada halkının tam özerkliği güvence altına alınabilirdi. Daha önce de açıkladığımız gibi, savaşın karakterini değiştirmek için savaşı yürüten iktidardaki sınıf değiştirilmelidir.
Savaş, küçük çocukların birbirleriyle dalaşmasında olduğu gibi, “savaşı kimin başlattığı” sorusuna indirgenemez. Çoğu solcu, taraflardan birinin saldırgan olduğu bahanesiyle, taraflardan diğerine verdiği desteği haklı çıkarmaya çabalar. Saldırgana karşı olmalıyız. Bu pasifist başlangıç noktası, her koşulda işçi sınıfının çıkarlarını tutarlı bir şekilde savunmaya değil, şu ya da bu egemen sınıfı desteklemeye götürür.
Aynı kişilerin, Miloseviç’e karşı olmak adına kendilerini yalnızca UÇK ile değil gezegenin en karşı-devrimci gücü olan ABD emperyalizmiyle de aynı yatakta bulmaları gerçekten ironiktir.
Troçki, ABD’nin bu üstün konumu kazanacağını öngörmüş ve aynı zamanda kendi temellerini de dinamitleyeceğini belirtmişti. Bu durum Vietnam savaşından daha açık bir şekilde ortaya çıkamazdı.
ABD emperyalizmi
Marksistler, zengin ve güçlü emperyalist devletlere karşı her zaman yoksulların, ezilenlerin ve köleleştirilmişlerin mücadelesini destekler. Bu nedenle Ho Chi Minh’in “Komünist” Partisinin ABD ve dünya emperyalizmine karşı verdiği gerilla savaşına tüm kalbimizle destek verdik, çünkü bu savaş bir sömürgenin özgürlük savaşıydı. Böylesi bir savaş burjuvazi önderliğinde olsa bile desteklerdik. Ama modern çağda ulusal burjuvazi böylesi mücadelelere önderlik etme yeteneğinde değildir. Ara sıra da olsa hummalı anti-emperyalist söylemlerine rağmen, burjuvazi milyonlarca bağ ile emperyalizme, tekellere ve bankalara bağlanmıştır. Bu yüzden, ulusal kurtuluş mücadelesi aynı zamanda toplumsal kurtuluş mücadelesi, yani emperyalizmi başından defetmek kadar, kapitalizmi ve toprak ağalığını da ortadan kaldırma mücadelesi haline gelir.
Ne var ki tek başına böylesi bir gerilla savaşı sosyalizmin inşasına yol açamaz. Gerekli maddi ve teknolojik yardımı sağlayacak ileri Batı ülkelerinde sağlıklı işçi devletleri olmadığı koşullarda böyle bir savaş kaçınılmaz olarak Stalinist Rusya suretinde deforme bir işçi devletinin oluşumuna yol açar. İşçilerin ve köylülerin toplumsal ve ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemekle kalmayıp, onları, kazandıkları zafer büyük bir ileri adım anlamına gelse bile, Stalinist bir önderlik altında, bu zaferi totaliter bir Stalinist diktatörlüğün köleleştirmesinin takip edeceği hususunda uyarmamızın nedeni de budur. Batı’daki işçilere onların mücadelelerini desteklemeleri için çağrı yapıyoruz. Onların zaferi emperyalizmin zayıflaması anlamına gelecektir. Ama ne kendimizi ne de işçileri, böyle bir zaferin sosyalizme götüreceği hususunda asla kandırmayız.
ABD emperyalizmi gibi güçlü bir savaş makinesi nasıl oldu da çıplak ayaklı Vietnamlılar tarafından yenilgiye uğratılabildi? Eğer savaş, askeri birliklerin ve patlayıcıların sayısına dayalı saf bir aritmetik denklem olsaydı, elbette böyle bir sonuç mümkün olamazdı. Ne var ki inanç gibi çok hayati bir mesele ve daha da önemlisi cephe gerisi meselesi söz konusudur. Vietnam Savaşı Amerika’da kaybedildi, güneydoğu Asya’da değil. Yenilginin yankıları bugün bile hissedilmektedir. Bu durum ABD’nin kara birliklerini devreye sokmaktaki çekingenliğini de açıklamaktadır. Irak ve Yugoslavya’da yıkıcı etkisine şahit olduğumuz gibi artık “düşmanlarına” bombalarla boyun eğdirmeye çalışıyorlar. Vietnam Savaşı sırasında ABD’de güçlü bir Marksist güç varolsaydı, bizzat savaşın kendisi bir devrimi ateşlemeye yeterli olurdu.
Dünya çapında yeni antagonizmalar dönemi, yeni askeri çatışmalarla ve nedensiz yıkımlarla sonuçlanacaktır. Kapitalizmin devamı yeni savaşları kaçınılmaz kılıyor. Askeri harcamalar, devletin sırtına gittikçe artan bir yük olarak biniyor. Örneğin bir B2 bombardıman uçağı, Arnavutluk’un GSMH’sinden daha fazlasına mal olmaktadır. Sağlık ve eğitim harcamaları kısılırken, en zengin 6 ülkede kişi başına düşen askeri harcamalar hayret verici boyutlara ulaşmıştır: ABD’de 804 $, Fransa’da 642 $, Almanya’da 355 $, İngiltere’de 484 $, İtalya’da 356 $ ve Kanada’da 253 $.
Diyalektik bir yaklaşımla, kendimizi sınıfımızın çıkarlarına dayayarak, sadece savaş sorunu üzerinden bile Marksizm güçlerini inşa edebiliriz. Savaş sorununda sınıf bakış açısını terk edenler, tıpkı sopasını düşürmüş bir ip cambazı gibi önce dengelerini kaybedecek ve ardından da tepe üstü yere çakılacaklardır.
Nihayetinde tüm önemli sorunlar savaşla çözüme bağlanır. En büyük sorun olan insanlığın geleceği, sınıflar arasındaki savaş tarafından karara bağlanacaktır. Bu gerçekten kaçmak sadece yenilgiye ve daha da beteri uluslar arasındaki korkunç savaşlara yol açabilir. Bu gerçeği derhal kavramak ve dünyayı değiştirebilecek devrimci bir gücü inşa etmeye başlamak çok daha iyidir. İşçi sınıfı toplumun ezici bir çoğunluğunu oluşturur ve bir kez kendi gücünün bilincine vardığında, toplumu barışçıl bir biçimde dönüştürmek, sınırların ve çatışmaların olmadığı ve yegâne savaşın, yoksulluğa, cahilliğe, eğitimsizliğe ve hastalıklara karşı verileceği yeni bir dünya yaratmak mümkün olacaktır.
link: Phil Mitchinson, Marksizm ve Savaş, 15 Eylül 2000, https://fa.marksist.net/node/874
HİNDİSTAN: Bir Ulusun Doğum Sancıları
Küreselleşme: Efsaneden Gerçeklere ...