80’li yılların başından beri İslamcı hareketler, Cezayir’den Filipinler’e kadar oldukça geniş bir coğrafyada güç kazanıyor, yoksul işçi-emekçi kitlelerin de dahil olduğu milyonlarca insanı peşinden sürükleyebilen partiler olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu hareketlerin kökleri çok daha gerilere uzansa da, kitleselleşerek iktidar mücadelesine girişecek denli güç kazanmaları özellikle son 25 yıllık dönemde söz konusu olmuştur.
Daha “Soğuk Savaş” döneminden itibaren, “anti-komünizm” propagandası çerçevesinde emperyalistler tarafından el altından ciddi destek gören İslamcı hareketler, 70’lerle birlikte ABD emperyalizminin hayata geçirmeye başladığı “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında hissedilir biçimde büyümeye ve kitleselleşmeye başladılar. O kadar ki, anılan coğrafyadaki ülkelerin hemen hepsinde İslamcılar iktidar mücadelesine girişmiş ve birkaçında da iktidarı almışlardır. Sonrasında gelişen süreçte ise, İran Devriminin etkileri, SSCB’nin çöküşü, Birinci Körfez Savaşıyla ABD’nin Irak’a saldırısı, Filistin sorunundaki kilitlenme, kriz dolayısıyla Batı’da gelişen yabancı düşmanlığı, ABD’nin yeni düşman olarak İslamı öcüleştirmesi gibi faktörlerin sonucu olarak, İslamcı hareket içinde Amerikan karşıtlığı yaygın bir karakter kazandı. Palazlanan İslamcı güçlerin iktidar mücadelesine girmesi ve dünya çapında yaşanan hegemonya yarışı çerçevesinde farklı emperyalist güçlerin devreye girmesiyle birlikte İslamcılar ABD’nin bölgedeki çıkarları için bir tehdit haline geldiler.
İslamcı hareket bugün kendini her ne kadar anti-emperyalist göstermeye çalışsa da, bu, yoksul ve ezilen kitlelerin desteğini kaybetmemek için onun kullandığı demagojik bir söylemden ibarettir. Amerikan karşıtlığından öteye gitmeyen sözde anti-emperyalist sloganlar ve ezilen kitlelerin desteğini koruyabilmek için sürdürülen “sol” tandanslı bu demagojik söylem sayesinde, işçi ve emekçi sınıfların sisteme ve bitmek bilmez bölgesel çatışmalara, savaşlara karşı duydukları öfke, ciddi bir sol alternatifin de yokluğu koşullarında, rahatlıkla gerici ve hatta kimi zaman faşizan karakterli İslami hareketlere kanalize edilebilmiştir.
Yine de İslamcı hareketin temsil ettiği siyasi çizgiyle, yoksul işçi-emekçi kitlelerin beklentilerini ve duygularını birbirinden ayırmak gerekir. Marksistlerin bu iki farklı olguya yaklaşımları da farklıdır. Sorun işçi ve emekçi kitlelerin dini duygularında yahut daha iyi bir dünya özlemi duymalarında değil, bunun ve sisteme duydukları tepkinin yanlış yöne kanalize olmasındadır. Gerçekte İslami ideoloji ya da onun toplum modeli, kapitalizme bir alternatif oluşturabilecek nitelikte değildir ve nitekim iktidara gelen İslamcı hareketler de yoksul ve ezilen kitlelerin ihtiyaçlarını, beklentilerini karşılamamışlardır.
İslamiyetin kökeni ve ideolojisi
Dini düşünceler ve öğretiler de tüm diğer fikir akımları gibi içinde bulundukları toplumun nesnel koşullarına bağlı olarak ve toplumun ihtiyaçlarına göre hayat bulur ve şekillenirler. Bu bağlamda İslamiyetin ortaya çıkışı ve gelişiminde de belirleyici olan, ilâhi güçler değil mevcut toplumsal ve tarihsel maddi koşullardır. İslamiyet, 7. yüzyılın ilk yarısında kabile düzeni içerisinde örgütlenmiş tüccar Arap toplulukları arasında ve dönemin büyük ticaret yolları üzerinde bulunan Mekke, Medine gibi kentlerde ortaya çıktı. İslamiyet zamanla, bir yandan dağınık haldeki Arap kabilelerini birleştirerek devletleşmelerini mümkün kılacak, öte yandan temelleri atılan yeni toplumsal yaşantının çerçevesinin ve esaslarının çizilmesini sağlayacaktı.
Devletleşme sürecinin tamamlanması ve başlangıçta kabile aristokrasisi şeklinde cisimleşen egemenlik ilişkilerinin nitelik değiştirerek kabile şeflerinin devletlû sınıfa dönüşmesiyle birlikte, İslam egemen sınıfın ve onun egemenliğinin aracı olan devletin ideolojisi haline geldi. Bu durum İslamiyetin kurumlaşmasını da sağlamış, Kur’an’ın yazılı hale getirilmesi, yani resmi ideolojinin oluşturulması ve din adamlarının egemen sınıfın bir parçası olarak bürokratik aygıtta yerini alması da bu döneme rastlamıştır. Ayrıca fetihler yoluyla elde edilen ganimetler ve fethedilen topraklarda yaşayan halklardan alınan cizye (vergi-haraç) gelirleri de ciddi boyutlara ulaşarak devletin asli gelir kaynaklarından biri haline gelmiştir. Fetihler ve ticaret yoluyla, çok geniş bir coğrafyaya yayılan İslam uygarlığının Ortaçağda ulaştığı düzey, aynı dönemin feodal Avrupa’sıyla karşılaştırıldığında gerçekten de dikkat çekicidir.
İslam düşüncesi ve ona bağlı olarak şeriat düzeni de sürekli bir değişim içerisinde olmuştur. Tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi, İslam dininde de ilk ortaya çıktığı dönemle egemen sınıfların ideolojisi haline geldiği dönem arasında ciddi farklılıklar vardır. Kendi dönemine göre ciddi bir reform hareketi olduğunu ve ilerici bir karakter taşıdığını söyleyebileceğimiz İslamiyet, pek çok açıdan eski komünal gelenek ve adetleri içinde barındırmaya devam etmiş, içinde bulunulan coğrafyada kendisinden önce etkin olmuş dinlerden ve çeşitli öğretilerden de (özellikle Yahudilikten ve yerel pagan dinlerinden) büyük ölçüde etkilenmiştir. Bunun anlamı eski toplumsal ilişkilerin (barbarlık döneminden kalma komünal ilişkilerin) tamamen ve bir çırpıda ortadan kalkmayıp, en azından bir kısmının sembolik de olsa varlığını devam ettirmesidir. Dolayısıyla İslam dininin ilk müritleri (militanları) ve en başta da peygamber sıfatıyla Muhammed, başlangıçta toplumun ortak çıkarlarını ön plana çıkaran daha “akılcı ve adaletçi” bir İslam fikrinin propagandasını yapmışlardır. Ancak asr-ı saadet dönemi diye adlandırılan devletleşme süreci ilerledikçe, yani hâlâ komünal toplumun kimi alışkanlıklarını yitirmemiş üst-barbarlık düzeyindeki kabile yaşantısından sınıflı ve devletli topluma geçildikçe, bizzat Muhammed’in kendisi daha önce koyduğu kimi kuralları ve alışkanlıkları değiştirerek İslamın asıl işlevini görmesini sağlamıştır. İslam anlayışı, dört halife devrinden itibaren egemenlerin ve devletin ihtiyaçlarına göre defalarca elden geçirilerek revize edilmiştir. Böylece tüm diğer dinler gibi İslamiyet de zamanla egemenlerin çıkarlarına hizmet eden ideolojik bir araç haline gelmiştir.
Kur’an’daki ayetlerden peygamberin hadislerine ve sonrasındaki din ulemalarının yorumlarına kadar tüm İslam külliyatı ve tarihi gösteriyor ki; İslam dini ve onun öngördüğü şeriat düzeni, kabile yaşantısından devlet düzenine (barbarlıktan uygarlığa) geçen Arap toplumundaki egemenlik ve mülkiyet ilişkilerinin ideolojik ifadesidir.
İslam anlayışı ve şeriat düzeninde, önceleri kabile şeflerinin, ardından devletin mülkü, mülk sahibi olmayan kölelere ve mevali denilen mülksüz sınıflara karşı sıkı bir şekilde korunmuştur. Allah tüm insanlardan, peygamber diğer insanlardan, onun yakın çevresi olan ehl-i beyt benzeri kimi ayrıcalıklı gruplar geri kalanlardan, mülk sahibi olanlar mülksüzlerden, mülksüzler kölelerden ve nihayet erkekler kadınlardan üstündür. Toplumda kimilerinin zengin-mülk sahibi, kimilerinin ise fakir-mülksüz olması da Kur’an’da yazılı olanlara ters bir durum değildir. Bilâkis “Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır” (Al’i İmran 3:27) denilerek mülk sahibi sınıfların meşruiyeti sağlanmıştır. Toplumdaki eşitsizlik bizzat Allah’ın isteği olarak konulduğundan, fakirliğine ve ezilmişliğine isyan etmek Allah’a isyan etmekle eş tutulmuştur: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimlerini de aralarında biz taksim etmişizdir. Onları derece derece birbirlerine üstün kıldık ki birbirilerine işlerini gördürebilsinler.” (Zuhruf:32)
Halk, yüzyıllar boyunca toplumdaki eşitsizliğin ezeli ve ebedi olduğu, hatta takdir-i ilahi olduğu, yani değiştirilemeyecek bir şey olduğu düşüncesiyle yoğrulmuş ve fani dünyadaki bu çilelere isyan etmeden katlanırlarsa sonunda ebedi öteki dünyada mükâfatlarını alacakları vaadiyle avutulmuştur. Zenginin malını çalan hırsız bu dünyada ve en vahşi biçimde cezalandırılırken, zenginliğinin kaynağı Allah’tan olduğu söylenen mülk sahibi sınıfların işledikleri sınıfsal suçların cezası soyut ve gerçeklik dışı cehennem kavramıyla öteki dünyaya havale edilmiştir. Oysa egemen sınıfların mülkünün kaynağı soyut doğaüstü güçler değil, ezilen ve sömürülen sınıfların son derece somut olan emeğidir.
Ancak toplumsal eşitsizliklerin takdir-i ilahi denilerek meşrulaştırılmaya çalışılması, bu çelişkilerden kaynaklı sınıf mücadelelerinin üzerini örtememiştir. Asr-ı saadet döneminde bile, bizzat peygamberin kendisi çeşitli isyanları kanla bastırmış, liderlerini sürgüne göndermiş ve öldürtmüştür. İslam tarihi, daha asr-ı saadet devrinden başlayarak kabileler arası çekişmelerin ve iç savaşların, tasfiyelerin, katliamların, şeriat düzeninin tüm totaliter karakterine, uyguladığı iç ve dış şiddete rağmen sayısız mezhebe ve bunların da altında sayısız tarikata bölünmenin tarihidir. Henüz peygamberin sağlığında başlayan siyasi çekişmeler ve çatışmalar, dönemin koşullarına uygun olarak dini kisve altında kendini gösterdiğinden, mezhep ve tarikat kavgaları görünümünü almıştır. İslam tarihinin ilerleyen yıllarında da bu bölünmeler temelinde ayrı devletler kurulmasıyla birlikte çatışmalar nüfuz savaşları biçiminde süregitmiştir. Ayrıca İslam tarihi içinde pek çok kez mevali ve köle isyanları baş göstermiş, ama hepsi de kanlı bir biçimde bastırılmıştır.
Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi İslami şeriat düzeni, zenginliğin, ayrıcalıkların, servetin belirli ellerde toplanmasının ve mevcut sınıfsal eşitsizliklerin üzerini “mülk Allah’ındır” söylemiyle örterek, toplumsal eşitsizliği ezilen ve sömürülen sınıfların gözünde meşrulaştıran bir yaklaşımı savunmaktadır. Eşitsizliği böylesine meşru gören bir anlayışın, kapitalizmdeki emek sömürüsüne karşı çıkması nasıl beklenebilir? Nitekim günümüz İslamcılarının anlayışında, işçinin emeğini sömüren patron, kendisine şükredilmesi gereken bir rızk dağıtıcı konumundadır. Zaten bu yüzden, İslamcı ideologların ezilen ve yoksul kesimleri tavlayabilmek için kullandıkları demagojik söylemlerinde öne çıkardıkları kavram “eşitlik” değil “adalet”tir. Modern İslam anlayışına göre toplumsal adaleti sağlayacak mekanizmanın en önemli iki unsuru ise zekât sistemi ve faiz karşıtlığıdır.
Zekât sistemi, İslamcıların savunduğu gibi her derde deva olmaktan çok uzak ve işin aslı göstermelik bir kurumdur. Eşitsizliği kutsayan, hatta yoksulluğu “zayıflık”, “zillet” (alçalma) sayan İslam anlayışında zekât, zenginlerin sevap kazanmalarının bir yolu ve aracıdır da. Dolayısıyla zekât vermek, köle azad etmek ve sadaka vermek karşılığında sevap kazanılması gibi uygulamalar, aslında eşitsizliğin devamını sağlamaya hizmet etmiştir. Oysa yoksulların kurban kesecek, sadaka verecek, zekât verecek paraları ve mülkleri olmadığından sevap kazanma olanakları da sınırlıdır! Allah’ın insanları neden eşitsiz yarattığı, sınıfsal ayrımlara göz yumduğu ve hatta bunu savunduğu sorgulanmazken, zenginlerin malının 1/40’ını dağıtmaları suretiyle toplumsal adaletin sağlanacağı düşüncesi kuşkusuz ham hayalden ibarettir. En başta şunu söylemek gerekir ki, zekât sistemini zenginlerden alınan bir tür gelir vergisi gibi düşünsek bile azalan oranlı bir vergilendirme söz konusudur. Örneğin 40 koyunu olan biri bunun 1 tanesini zekât verirken, koyun sayısı 120’yi geçince 2, 200’ü geçince 3 ve nihayet 400’e ulaşınca 4 koyun zekât olarak verilir, yani oran başlangıçta %2,5 iken mal arttıkça %1’e düşer.
Böylesine adaletsiz bir sistemin yoksulluğu ortadan kaldıracağı düşüncesinin temelsizliğini göstermek için bir örnek de günümüzden verilebilir. 2004 yılı verilerine göre ve yaklaşık rakamlarla, nüfusun zekât vereceğini varsayabileceğimiz en üst gelir grubuna mensup %20’lik tabakası toplumsal gelirin %60’ını almakta ve zekâtı alacak taraf olan en alt %20’lik tabaka ise %3’ünü almaktadır. Bu durumda en üst tabakanın vereceği zekât sonucu, en fakirin aldığı pay %4,5’a çıkacak, en zengin tabaka ise %58,5 olarak kalacaktır. Sınıflar arası uçurumun böylesine ilkel ve göstermelik bir yolla aşılması mümkün müdür? İşte İslamın sağlayabildiği adalet bu kadardır!
İslamda faizciliğin yahut tefeciliğin hoş görülmemesinin tarihsel kökeninde ise, nüfuzu ve ekonomik gücü artan Yahudi tüccar ve tefecilerin etkisinin kırılması isteği yatar. Dolayısıyla burada insani veya ahlâki bir kılıf aramaya gerek yoktur. Üstelik bu coğrafyada faiz daha önce de zaman zaman yasaklanmıştır. Gerilere gidilecek olursa, Hammurabi kanunlarından tutun da firavunlar devri Mısır’ına kadar pek çok eski uygarlıkta bu tür uygulamalar yer almıştır. Tümünde amaç kurulu düzenin çıkarlarının korunmasından ibarettir ve modern İslamcıların faize karşı çıkmalarının ardında yatan gerçekler de çok farklı değildir.
Onlar enflasyonist politikalardan ve yüksek faizli kredilerden canı yanan orta sınıfların sözcülüğüne soyunarak sermayenin daha güçlü kesimleri karşısında siyasi ve maddi güç toplamaya çalışmaktadırlar. Asıl amaç faizden farklı gösterdikleri kâr payı ve benzeri uygulamalarla bu kesimlerin sırtından kendi sermayelerini arttırmaktır. Oysa kapitalizmde sınai kâr, ticari kâr, faiz ve rant (kira gelirleri) emeğin sömürüsüyle elde edilen artı-değerin farklı biçimleridir. Sorun “paradan para kazanma”nın kötülüğü ise, gerçek şu ki, kapitalist toplumda emekçiler dışında herkes “paradan para kazanır.” Dolayısıyla faiz ne kadar haramsa, her türlü sermaye kazancı da o kadar haram olmalıdır. Fabrikatör olmaktan ya da ticaretle uğraşmaktan tutun da, miras parası yemek, sermaye payı diye kâr payı almak veya hisse senedi almaya kadar birçok şeyin bu kapsama girmesi gerekir. Oysa bunlara karşı çıkmak kapitalizme karşı çıkmak demektir ve İslamcıların yapmadığı şey de budur.
Kısacası İslami anlayışta kapitalist sömürüye karşıt bir öz yoktur. İşçinin emeğinin sömürülerek kâr elde edilmesinde, zenginliğin bir avuç kapitalistin elinde birikmesinde, insanlığın yoksulluk ve zenginlik temelinde giderek artan oranda kutuplaşmasında ilke olarak İslamcılara ters gelen bir şey yoktur. Aksine tüm bu olup bitenler takdir-i ilahidir, yani Allah’ın isteğidir. Bu duruma isyan etmek Allah’a ve onun buyruklarına karşı gelmektir. Müslüman kişi durumuna isyan etmeyip, haline şükretmeli, Allah’ın kendisini sınamak için uygun gördüğü cefaya katlanmalı ve ahrette alacağı mükâfatı hayal etmekle yetinmelidir; bu arada varsın bir avuç burjuva bu dünyada kendileri için kurdukları cennette gününü gün etsin, ne çıkar!
İslam alternatif midir?
Tarihsel olarak çok farklı bir dönemin ve koşulların ürünü olan İslam anlayışının ve şeriat düzeninin kapitalizme alternatif olup olamayacağı bir tarafa, modern İslami hareket, varolduğu ve geliştiği tüm ülkelerde mevcut iktidarlarla ne ölçüde karşı karşıya gelirse gelsin, sol hareketin ve işçi sınıfının mücadelesinin bastırılmasında etkili ve gönüllü bir rol oynamıştır. Aynı coğrafyada 12 yüzyıldır hüküm süren İslamın pratiği bir yana, sadece İran ve Suudi Arabistan’da yaşanan deneyimler bile İslamın sınıflı toplumlara yahut kapitalizme ne ölçüde alternatif olabileceğinin göstergesidir. İslam her dönem egemenlerin hizmetindeydi. Neredeyse tüm örneklerde İslamcı hareket, siyasi tabanını emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı yıkımdan ürken küçük-burjuvaziden ve yoksulluğun, sefaletin pençesinde kıvranan işçi-emekçi sınıflardan oluştursa da, esas olarak burjuvazinin çıkarlarını yansıtmış ve daha çok da onun geleneksel ve gerici kesimlerinden destek görmüştür. Suudi Arabistan, Afganistan, İran, Sudan benzeri örnekler üzerinden de görüldüğü gibi, bir siyasal doktrin veya toplum projesi olarak İslam düzeni, olsa olsa baskıcı, totaliter ve gerici bir sistemdir.
İslami söylemin “popülist” içeriği ve İslamcı partilerin kullandığı geleneksel retorik, asıl olarak kapitalizmin yıkıma uğrattığı küçük-burjuvazinin geçmişe duyduğu özlemi tatmin etmeye yöneliktir. Örneğin günümüzde bazı İslam ideologlarının temel sloganı olan “asr-ı saadet dönemine geri dönme” ütopyası bu nesnelliğin bir yansımasıdır. Yoksa yüceltilen asr-ı saadet döneminde bile, fakirlik, eşitsizlik ve sefalet varolduğuna göre, ne cehennem azabı korkusu ve ne de adil bir halifenin Kur’an’a harfiyen uyarak kuracağı şeriat düzeni egemen sınıfların baskı ve sömürüsünü ortadan kaldırabilir. İslamcı siyasetin amacı sınıflı toplum düzenini ortadan kaldırmak olmadığından, İslamcı ideologlar tarafından sürekli olarak vurgulanan nokta, işçi-emekçi sınıfların toptan kurtuluşunu sağlayacak toplumsal bir devrim değil kültürel ve siyasal yeniden yapılanmadır. İslam ideolojisi, sorunların üzerini örterek kitleleri emperyalist-kapitalist sisteme karşı gerçek bir mücadeleden alıkoyar ve onlara kötülüğün asıl kaynağının kapitalizm değil de insanların İslama uygun bir yaşantı sürmemesi olduğunu söyler. İslamcı ideologların pek çoğuna göre toplumun İslam düzeninden, yani şeriattan sapmasının asıl sebebi dış güçlerdir. Statik İslam toplumunu çözerek onu değişime zorlayan emperyalist-kapitalist sistemin bu etkisi mutlaklaştırılarak, düşman yabancı emperyalistler veya yabancı dil konuşan, yabancı dinleri kabul eden, geleneksel yaşam tarzına sadık kalmayan, yani yabancıların etkisinde kalanlar olarak sunulur. Erbakan’ın meşhur “Batı taklitçileri” deyişiyle özetlediği gibi, sorun daima bu şekilde çarpıtılır.
Modern İslamın nasıl bir toplum düzeni öngördüğünün anlaşılması bakımından belki de en güzel örnek İslamcı hareketin Türkiye’deki gelişim çizgisi ve izlediği politikalarıdır. 600 yıllık Osmanlı döneminde ve onun öncesinde İslamiyet, devletin resmi ideolojisini ve şeriat düzeni de hukuksal yapıyı oluşturmuştur. Ancak burjuva TC’nin kuruluşundan bu yana Kemalist-laik egemen çizgi ile İslamcı çizginin yıldızı pek barışmamış, MNP-MSP süreci ile partileşen hareket en sonunda AKP’nin işbaşına gelmesiyle önemli aşama kaydetmiştir. AKP ciddi farklılıklar barındırsa da sonuçta bu çizginin modern kapitalizm koşullarında geldiği yeri temsil etmektedir. ‘80 öncesindeki gelişmeler bir yana bırakılacak olursa, özellikle 28 Şubat’ta Erbakan liderliğindeki RP’ye vurulan darbe ve sonrasında yaşanan süreçte “laiklerle” dinci kesim arasındaki çatışma artarak devam etmiş, nihayetinde AKP’nin iktidara gelmesiyle de farklı bir boyut ve içerik kazanmıştır.
70’li yıllarda kendini “küçük ve orta çaplı işadamlarının temsilcisi” olarak gören Erbakan’ın ortaya attığı “adil düzen” tezinin özü; devletçi bir kalkınma modelinin öne çıkartılması, küçük ve orta burjuvazinin ucuz krediler ve diğer devlet olanaklarıyla büyüklere karşı korunması ve güçlendirilmesinden ibaretti. “Adil düzen” programında işçi sınıfının çıkarlarına hitap eden ciddi hiçbir madde yoktu. Nitekim MC hükümetleri dönemindeki icraatları da bu partinin gerçek yüzünü göstermeye yetmiştir. Erbakan, bir yandan egemen sınıfa, yükselen sınıf mücadelesinin önünü İslami ideolojiyle kesebileceği mesajını verirken, öte yandan burjuvazinin orta kesimlerini oluşturan Anadolu sermayesini de, tekelci İstanbul burjuvazisiyle karşıtlık temelinde peşine takmaya çalışıyordu.
MNP-MSP çizgisinin temsil ettiği “yeşil sermaye” daha 70’li yıllarda sahnedeki yerini aldı ve Arap-İslam ülkeleriyle geliştirilen ekonomik ilişkilerden, özellikle de Suudi Arabistan menşeli “Rabıta”dan hatırı sayılır krediler alarak ve siyasi gücü sayesinde devletten nemalanarak hızla gelişti. Ve kısa sürede tekelci sermaye çevreleri arasında kendisine de bir yer açabileceğinin sinyallerini vermeye başladı. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde “yeşil sermaye” ülkedeki toplam mevduatın %3’ünü kontrol edebilecek kadar serpilmişti. Böylece aynı siyasi çizginin devamı olan RP-SP ve AKP de artık büyük burjuvazi karşısında taşralı sermaye grupları adına temsili adalet arayan bir kesimin değil, uluslararası ilişkilere, bankalara, fabrikalara, finans kurumlarına sahip olan tekelci burjuvazinin bir kesiminin temsilcisi haline gelmişti.
1994’teki yerel seçimlerde belediyelerin birçoğunu kazanan RP’li belediye başkanlarının ilk icraatları sendikalı işçilerin örgütlülüğüne saldırmak ve belediye iştirakli işletmeleri özelleştirerek sendikal örgütlülüğe darbe vurmak oldu. Diğer taraftan baskı ve tehditlerle sendikalı işçileri Hak-İş’e bağlı sendikalara üye olmaya zorladılar. Sınırsız ve ücretsiz mesailerle, keyfi görev değişiklikleriyle çalışanların hakları gasp edilmeye başlandı. Yine bu dönemde işten atılmalar ve sürgünler gündeme geldi. İhlas Holding, Kombassan gibi kuruluşlar halktan ve yurt dışında çalışan işçilerden topladıkları milyonlarca doları bulan paralarla dev sermaye kuruluşları haline gelirken, yıllar geçmesine rağmen bu paraların ne kendisi ne de “kar payı” işçilere geri ödendi. İktidarları döneminde birçok grevi yasadışı ilan ederek işçi sınıfının hak arama mücadelesini engellediler. İşçilerin kazanılmış haklarını budayan İş Yasası yine bu hükümetler döneminde yasalaştı. Şimdi de sosyal güvenlik ve emeklilik sisteminin budanması veya tasfiye edilmesi gündemde.
AKP’nin ekonomik ve politik programı, adeta, İslamcı hareketin işçi sınıfına yaptıklarının ve yapacaklarının teminatı gibidir. İzlediği neo-liberal ve işçi düşmanı politikalarla AKP, modern İslamcılığın en yetkin temsilcisi ve evrilebileceği son nokta olarak görülmelidir. AKP her şeyden önce İslam düşüncesinin ve şeriat düzeninin kapitalist sisteme uymayan tüm ideolojik ve politik fazlalıklarından kurtulmuş ve burjuvazinin güvenini de ancak böyle kazanabilmiştir. Dolayısıyla onun nezdinde İslamcılık önemli ölçüde içi boş bir kabuğa ve arada sırada siyasi oy kaygısıyla tekrarlanan bir söyleme dönüşmüştür. Bu süreçteki evrimi, en radikal biçimlerde başlasa da İslamcılığın kapitalizm altında ulaşabileceği yerin ne olacağını göstermiştir.
AKP örneğinden de anlaşılacağı gibi İslamiyetin kapitalizme bir alternatif oluşturmadığı ve oluşturamayacağı açıktır. Zaten çağdaş şeriatçıların dikkate alınabilir olanları, genel olarak İslami toplumun sınıflı karakterini kabul ederek, İslamiyeti kapitalizme alternatif bir sistem olarak değil, insanları kapitalizmin zararlı etkilerden koruyacak bir rehabilitasyon aracı olarak ele almaktadırlar. Gerçekten de tüm kurumsal dinler gibi İslam dininin temel özelliği de sınıflı toplumların bir ürünü olması ve hizmet ettiği egemenlerin çıkarlarını korumak adına halkı uyutan bir afyon işlevi görmesi olmuştur. Burjuvazi, kendi sınıf egemenliğini gözlerden saklayabilmek ve onları sınıf mücadelesinden alıkoymak için, kitlelerin dini duygu ve inançlarını bir örtü olarak kullanıyor.
Bu bağlamda Marksistlerin din konusundaki yaklaşımlarıyla, burjuvazinin ikiyüzlü laiklik anlayışının ayrımını netleştirmek gerekir. Burjuvazi siyaset sahnesindeki yerini alabilmek için yüzyıllar boyunca din kurumlarıyla mücadele etmiştir. Fakat yine aynı burjuvazi, bir kez iktidarını sağlama aldıktan sonra din afyonunu işçi sınıfını uyutmak için kullanmaktan da çekinmemiştir. Din, kitleler nezdindeki etkisi ve yaygınlığıyla istisnasız tüm kapitalist devletlerde burjuvazinin asla vazgeçmeyeceği bir ideolojik araç durumundadır. Bu yüzden Marksistlerin en temel sloganı, devletin din işlerinden elini çekmesi ve dinsel kurumların devlete bağlı olmaması yönündedir. Din kurumları devlet tarafından desteklenmemeli, din eğitimi zorunlu müfredattan çıkartılmalıdır. Din, baskı ve ayrımcılık aracı olmaktan çıkartılmalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz olduğunu açıklamakta özgür bırakılmalıdır. Din kişisel bir sorun olarak, herkesin vicdanına ve cemaatlere bırakılmış bir mesele olarak görülmelidir.
Kuşkusuz işçi sınıfının dini duygularından ve boş inançlardan kurtulması basit veya bugünden yarına halledilebilecek bir sorun değildir. Din ve benzeri her türden burjuva ideolojisinin hayat bulduğu nesnel koşullar değişmedikçe, din hakkında söylenecek sözlerin ya da koyulacak yasakların kitlelerin kafasından bu inancı söküp atması olanaksızdır.
Marksistlerin görevi, tek tek bireylerin dini duyguları ile uğraşmak değil, onları mücadeleden alıkoyan ve dini duygularını sömüren İslamcı hareketin sermayenin çıkarlarını savunan gerçek yüzünü teşhir ederek, işçi sınıfını bir bütün olarak sosyalizm mücadelesinin saflarına çekmektir.
İslamiyetin ve diğer dinlerin bugün hâlâ kitleler nezdinde kabul görmesinin ve daha da önemlisi bir kurtuluş kapısı olarak algılanmasının en büyük nedeni, insanların kapitalizmin gücü ve baskısı karşısında kendisini çaresiz hissetmesidir. Oysa ne İslam ne de bir başka dinsel toplum düzeni işçi ve emekçi kitlelerin sorunlarına çözüm getirebilir. Her türden kötülüğün, acının, sefaletin ve eşitsizliğin kaynağı olan kapitalist sistemi ortadan kaldırmadıkça işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildir. Kapitalizmin tek alternatifi işçi sınıfının kendi elleriyle kuracağı sosyalist bir dünyadır.
link: Kerem Dağlı, İslam ve Kapitalizm, 13 Ocak 2007, https://fa.marksist.net/node/933
İran Hedef Tahtasında
Geçiş Sorunu ve Geçiş Programı / 2