Kapitalist üretim tarzının ortaya çıktığı günden bu yana emek sürecinin örgütlenmesi çeşitli biçimler alabilmişse de, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve emeğin sömürülmesi açısından özünde bir değişiklik yoktur. Bir yanda işgücünü satarak hayatta kalmaya çalışan işçi sınıfı yer alırken, diğer tarafta emeğin sömürüsüyle elde edilen sermaye birikimine ve üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip burjuvazi durmaktadır. Bugün toplumun bu iki sınıf temelinde ayrıştığı gerçeği bütün çıplaklığıyla ortadadır. Burjuvazi bu gerçekliği gizlemek için bir yandan çeşitli kültürel, mezhepsel, dinsel, ulusal farklılıkları körükleyip toplumu kutuplaştırırken, diğer taraftan ideolojik aygıtları, medyası, eğitim kurumları, dinsel cemaatleri vb. aracılığıyla işçi sınıfını en küçük yapıtaşlarına kadar parçalamaya çalışıyor. Öyle ki bir bütün olarak üreten sınıfın evlatlarını “beyaz yaka”, “mavi yaka” diyerek yapay bir ayrımla bile bölebiliyor. Bu açılardan kapitalizm ortadan kalkmadıkça çözülemeyecek olan kafa ve kol emeği arasındaki ayrımı da burjuvazi çarpıtarak kullanıyor.
Mühendisler, öğretmenler, doktorlar, muhasebeciler, banka çalışanları, memur statüsünde çalışan kamu işçileri, ofiste masabaşı çalışanlar gibi daha ziyade zihinsel emek harcayarak çalışanların “beyaz yakalı” olarak nitelendirildiklerini biliyoruz. “Mavi yakalı” tanımı ise genellikle fiziksel emek gerektiren işlerde çalışan, birinci gruptakilere göre daha az eğitimli işçileri anlatmak için kullanılıyor. Aslında beyaz yakalı veya mavi yakalı olsun, işgücünü belirli bir ücret karşılığında satarak hayatta kalmaya çalışan emekçilerin sınıfsal konum açısından tuttuğu yer farklı değildir. Son tahlilde kapitalist üretim ilişkileri göz önüne alındığında, bunların tümünün işçi sınıfının parçası olduğu gerçeği apaçık ortadadır. Teknolojik düzeyi yüksek ya da düşük işlerde çalışmaları veya vasıflarının ve unvanlarının şu ya da bu şekilde farklılaşması bunların işçi olduğu hakikatini değiştirmemektedir. Günümüzde meslekler ya da yapılan işler hızlı bir değişim göstermekte, yeni uzmanlaşma alanları ortaya çıkmaktadır. Burjuvazi ise bu durumu işçinin sınıfsal konumunun değişmesi olarak lanse etmektedir. İşçiler yeni renkli “yakalar”la nitelendirilmeye ve kafalar bulanıklaştırılmaya çalışılmaktadır.
Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabında bu gerçekleri özlü biçimde şöyle ifade eder: “Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir.” Bu satırların devamında ise şu satırlara yer verir. “Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir.” Ama burjuvazi işçi sınıfının iç yapılanmasındaki söz konusu farklılıkları kullanarak işçi sınıfını bölüp parçalamaktan, atomize etmekten vazgeçmiyor. Bunun için yeni yeni kavramlar icat etmekten geri durmuyor. Son icatlarından biri olan “gri yaka” kavramını da dilinden düşürmüyor.
Yeni icat: “Gri yaka”
Son yıllarda teknolojideki yeni gelişmeler, üretim alanlarındaki makineleri de hızlı bir şekilde dönüştürmekte ve daha fazla dijitalleştirmektedir. Böylece bu gelişmiş üretim araçlarını kullanarak üretimi gerçekleştirecek nitelikli işgücü ihtiyacı da ortaya çıkmaktadır. Burjuvazi “ara eleman açığı var” diyerek bu ihtiyacını dile getirmekte ve bu tür pozisyonlarda çalışanlara da “gri yakalı” demektedir. Beyazı, mavisi yetmiyormuş gibi işçileri bir de gri sıfatıyla ayrıştırmaya çalışmaktadır. “Gri yakalı” diye nitelendirilen pozisyonu da, mavi ve beyaz yakalı işçilerin bir karışımı gibi, hem bedensel hem de zihinsel faaliyet gerektiren işleri bir arada yapabilen bir pozisyon olarak nitelendirmektedir. “Gri yakalı” işçiler, mavi yakalı işçilerden daha eğitimli teknikerler, teknisyenler vb. olarak tanımlanmaktadır. Oysa meslek liselerinden ya da yüksekokullarından mezun işçilerin çok büyük bölümü “mavi yakalı” olarak adlandırılan pozisyonlarda çalışmaktadır.
Burjuvazi, vasıflı işçileri sefalet ücretiyle çalıştırmak istiyor. Bunu kabul eden işçi bulmakta zorlanınca da, “iş beğenmiyorlar”, “iş var ama gençler çalışmak istemiyor” diye şikâyetleniyor. Oysa meslek liseleri her yıl yüz binlerce yeni mezun verirken, genç işsizlik %30’larda seyrediyor. Yani gerçekte olan şey, “ara eleman açığı” değil, burjuvazinin “köle işçi” açığıdır! Meselenin bir boyutu da, eğitim sistemindeki çöküşün yol açtığı niteliksizleşmedir. Fakat bu konuda da burjuvazi kendi elleriyle yarattığı bu belânın ceremesini çekmektedir. “Gri yaka” diye adlandırılan işçiler genelde mesleki eğitim veren kurumlarda eğitim görüyor. Fakat eğitimin kalitesi çok kötü durumda ve gün geçtikçe daha da kötüye gitmeye devam ediyor. Dolayısıyla burjuvazi kendi kurumlarının niteliğine bile güvenmiyor. Bugün mesleki eğitimde niteliksizliğin en çarpıcı örneğini Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) oluşturuyor. Bu programı açmalarındaki maksatlarının, öğrencilerin haftanın belirli günleri işyerlerinde deneyim elde etmesini, kalan günlerinde okulda mesleki eğitim almasını sağlamak olduğunu söylüyorlar. Fakat bu eğitim kurumlarına giden kayıtlı öğrencilerin %27’sinin ne okula ne de işe gittiği görülüyor. MESEM’ler lise öğrenimine denk düşüyor ve bu süre zarfında öğrenciler haftanın belirli günleri işyerlerinde çalışsa da kanunlara göre işçi değil stajyer, çırak vb. olarak adlandırılıyorlar. Tabii ki gerçeklik bu değil. Öğrencilere işyerlerindeki her türlü iş yaptırılıyor, üstüne üstlük asgari ücretin üçte biri oranında bir ücret veriliyor. Bu eğitim kurumlarında okuyan öğrencilerin sayılarının 400 bini aştığı düşünüldüğünde, bu programın patronlar için ucuz işgücü deposu olarak kullanıldığı anlaşılıyor. 13-14 yaşlarında bu kurumlarda eğitim gören ve işe başlayan gençler, işyerlerinde ağır çalışma koşullarıyla yüz yüze kalıyor. Başlarında usta bir öğretici olmadan yapmamaları gereken işleri, patronların veya temsilcilerinin “okulunu, stajını yakarız” tehditleriyle yapmak zorunda kalıyorlar. Bunun neticesinde gerçekleşen iş kazaları ve iş cinayetleri ailelerin ocağına ateş düşürüyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2024 verilerine göre MESEM’lerde 6 çocuk iş cinayetine kurban gitmiştir.
Günümüzde özellikle işçi sınıfının gençleri, kapitalist sistemin egemenleri tarafından inanılmaz bir ideolojik bombardımana tâbi tutuluyorlar. Bizzat işçi çocuklarına, medya, filmler, diziler, hatta aileler eliyle büyük hayaller pompalanıyor. Gençler rahat bir işte, dolgun ücretlere çalışacağını düşleyerek iş hayatına atılıyor. Fakat patronların üç kuruşa, kötü çalışma koşullarını dayattığını görünce, zorunluluk kendini dayatmadığı sürece işe ve çalışma disiplinine adapte olamıyor. Her gün işyerlerine mutsuz, yorgun, gönülsüz ve tükenmiş hissi ile giden genç işçiler kendilerini değersiz hissediyor. İşyerlerinde bütün hayat enerjisi patronlar tarafından sömürülen genç, iş dışında da yaşama anlam katacak aktivitelerden uzaklaşıyor. Hal böyle olunca gençlik yıllarının enerjisi, coşkun dinamizmi, paylaşım, dayanışma, yardımlaşma, birlik ve beraberlikle buluşup manalı bir yaşama dönüşmüyor. Onun yerine depresyon, karamsarlık, çaresizlik, umutsuzluk ve yalnızlık içerisinde debelenerek ömür tüketiyor. Oysaki bir avuç sömürücü asalağa göre, işgücünü kapitalistlere satarak hayatta kalma mücadelesi verenlerin, sayısal anlamda ezici çoğunlukta olduğu ve zenginliği emeğiyle yarattığı gün gibi ortadadır. Burjuvazi her dönem, zenginliği emeğiyle yoğurup ortaya çıkaran üretken sınıfın unsurlarının bu yalın gerçeği görmesini, zihin bulanıklığı yaratarak engellemeye çalışmıştır. Gecesini gündüzüne katıp hayatının çok büyük bir kısmını çalışarak geçiren işçilerin, ürettiklerine neden sahip olamadıklarını sorgulamasından korkulmaktadır. Bundan dolayı kapitalistlerin yaydığı hayallerin boş olduğunu görüp, önümüze havuç olarak koydukları “yakaları, unvanları” sınıfsal bir bakış açısıyla değerlendirmek hayati önemdedir.
Kapitalizm, teknolojik ilerlemeyi hızlandırmış, emeğin üretkenlik gücünü arttırıp, emek gücünü çok farklı iş alanlarında uzmanlaştırmıştır. Fakat emeğin üretkenliğinin artması yoksullaşmayı bitirmediği gibi, çeşitlenen işbölümü ve uzmanlaşma da işsizliğe son vermemiştir. Kapitalist sistemin doğası gereği her iki olgu da tersini azdırmış, yoksulluk ve işsizlik bir çığ gibi büyümüştür. Kapitalist sistem insanı ve doğayı merkezine almayıp sadece sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden, kâr odaklı bir sistemdir. Bundan ötürü bilim ve teknolojideki tüm gelişmeleri insanlığın refahı için değil daha fazla sermaye birikimi itkisiyle kullanmaktadır. Burjuvazi sermayesini arttırmak için sömürüyü maksimize etmek zorundadır. Bunun için de ücretleri düşürmenin yanı sıra “minimum işçiye maksimum iş” yüklemektedir. Sonuç, milyonlarca işçinin çalışacak iş bulamamasıdır. Aslında tüm teknolojik gelişmeler de gösteriyor ki, çok daha az insan emeği harcayarak çok daha fazla üretim yapmak mümkündür. Üretici güçlerin geldiği düzey, dünya ölçeğindeki planlı bir üretimle tüm insanlığın en temel ihtiyaçlarının karşılanmasının maddi zeminini oluşturmuş durumdadır. Bolluğun fışkıracağı sosyalist bir dünya mümkündür. Sadece işçilerin böyle bir dünya için mücadele etmesi ve köhnemiş, çürümüş, insan gelişiminin önünde engel teşkil eden ve doğanın yok oluşuna sebep olan kapitalist sistemi alaşağı etmeleri gerekiyor.