
Bugün nereye baksak, hangi yaş grubuyla konuşsak, gelecekten kaygılı ve mutsuz hisseden insanlarla karşılaşıyoruz. Peki, kaygı ve mutsuzluğun bu kadar yaygınlaşması gerçekten kişisel sebeplerle açıklanabilir mi? Stres, depresyon, kaygı bozuklukları gibi sorunların bu derece yaygınlaşması, kapitalist sömürü düzeninin tarihsel tıkanıklık dönemine ulaşmış olmasıyla doğrudan ilgilidir. Geçim derdiyle, işsizlik korkusuyla, geleceksizlikle boğuşan emekçilerin ruh sağlığının yerinde olması mümkün mü? Bu düzende çalışmak bir yük, çalışamamak bir ceza, yoksulluk, yoksunluk baki iken milyonlarca emekçi sağlıklı bir ruh haline sahip olabilir mi? Öyle aşağılık bir düzende yaşıyoruz ki bu düzen hem insan ilişkilerini çürütüyor hem ruh sağlığımızı bozuyor hem de bu yıkımdan bile kâr elde etmeyi amaçlıyor! Bir pazar haline getirilen terapi seansları sistemin sorgulanmasını değil, aslında kendimizi dış dünyaya, toplumsal sorunlara biraz daha kapatarak, düzenle uyumlu bir yaşam tarzını benimsemeyi öğütlüyor! Bizi uyuşturarak sömürü düzenine adapte etmeye çalışıyorlar. Kişisel gelişim kitapları bize, ruhsal sağlığımızı, yoga uygulamaları, mindfulness yöntemleri ya da motivasyon konuşmalarını takip ederek koruyacağımızı, böyle iyileşeceğimizi söylüyor. Burjuva ideolojisinin egemenliği altında insan psikolojisi ne yazık ki kapitalist düzenin çelişkilerinden ve sınıflardan kopuk olarak inceleniyor. Tek başına psikolojik sorunlarla savaşmak ya da tek başına iyileşmek mümkünmüş gibi bir propaganda yapılıyor. Oysaki toplumsal koşullar değişmeden insan psikolojisinin de değişmesi mümkün değildir. Koşulların değişmesi de ancak örgütlü mücadeleyle mümkün olabilir. Yani ruhsal kurtuluşun yolu da maddi kurtuluşun yolu gibi örgütlü mücadeleden geçiyor! Örgütlü mücadele ile tanışan işçi ve emekçiler, sorunları anlamlandırmanın ve aşmanın yolunun bireysel değil sınıfsal bir düzlemde ele alınması gerektiğini görmeye başlar. Çünkü insan yalnızca geçim derdiyle, işsizlik korkusuyla değil; aynı zamanda kendi yaşamına, emeğine ve benliğine yabancılaştığı için de ruhsal sorunlar yaşıyor. Tam da bu noktada Marx’ın “yabancılaşma” kavramını hatırlamak büyük önem taşıyor. Yabancılaşma, işçinin kendi ürettiği şeye, üretim sürecine ve hatta kendi varlığına yabancılaşması anlamına geliyor. İşçi ve emekçiler hayatının büyük bölümünü geçirdikleri işyerinde, kendi iradesi dışında belirlenen kurallara göre çalışıyor. Neyi, neden ürettiğini bile çoğu zaman bilemiyor. Bu durum da sadece fiziksel bir sömürüyü değil, insanın iç dünyasında derin bir kopuşu beraberinde getiriyor. İnsan, zaman geçtikçe yalnızca işe gidip gelen, faturalarını ve temel ihtiyaçlarını karşılamak için çırpınan, zamanla yarışan bir makineye dönüşüyor. Sevincine, öfkesine, düşlerine bile yabancılaşıp, yaşadığını hissedemeyen, sadece “var olan” ama “yaşamayan” bir varlık haline geliyor. Kapitalist düzen işte bu ruh halini üreterek; ardından da bu ruhsal yıkımı kişisel bir eksiklik gibi gösterip, antidepresanlarla, bireysel terapiyle ya da kişisel gelişim kitaplarıyla bizleri iyileştirmeyi vaat ediyor! Oysa tüm insanlığın iyileşmesi, yalnızca bedenimizi değil ruhumuzu da sömürmek için her yolu deneyen bu düzeni yıkmaktan geçiyor. Bu rezil düzenin insana verecek hiçbir şeyi kalmamıştır. İnsanlığın üzerine çöken bu karanlığı dağıtmanın, insanlığın mutlu bir geleceğe uzanmasının önüne koyulan engelleri yıkmanın ise tek bir yolu var. Bu sömürü düzenine karşı örgütlü mücadeleyi büyütmek!