Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > “Uluslararası Aşırı Sağ” ya da Faşizmin Küresel İşbirliği

“Uluslararası Aşırı Sağ” ya da Faşizmin Küresel İşbirliği

Oktay Baran, 17 Haziran 2025

avrupali_fasistler.webp

Trump’ın 20 Ocaktaki Başkanlığı devralma töreni birçok ilkin yaşanmasına sahne olmuştu. Bunlardan biri, yeminin ardından büyük bir spor salonunda, salonun ortasına konan bir masada, binlerce insanın şahitliğinde Trump’ın birçok kararname imzalamasıydı. İptal kararnameleri olarak adlandırılanların ilki, “6 Ocak esirleri” diye tanımladıkları Kongreyi basan faşist çetelerin üyelerine af getireniydi. ABD tarihinin en ikonik baskınından hüküm giymiş bin beş yüz civarındaki fail tek imzayla özgürlüklerine kavuştu. Ardından da toplumsal cinsiyet, pozitif ayrımcılık, çeşitlilik politikalarıyla ilgili önceki düzenlemeler birer birer iptal edildi. Bu faşist gösteri Elon Musk’ın kürsüye çıkarak seyircileri Nazi selamıyla selamlamasıyla zirve yaptı. Bir diğer ilk ise içine girilen döneme nasıl bir siyasal atmosferin damgasını vuracağını simgesel olarak çarpıcı şekilde ortaya koyuyordu. ABD’de başkanların yemin törenine yabancı ülkelerin yöneticileri davet edilmezdi o güne kadar. Trump bu konuda da teamülü bozmakla kalmayıp, yemin törenini sağcı siyasetçilerin yanı sıra bilhassa faşistlerle doldurdu: Arjantin Devlet Başkanı Milei, İtalya Başbakanı Meloni, faşist İngiliz siyasetçi Nigel Farage ve faşist Almanya için Alternatif’in (AfD) temsilcileri… Brezilya’nın eski faşist Başkanı Jair Bolsonaro, yurtdışına çıkışı yasak olduğundan davete icabet edemedi. Her ne kadar yemin töreninde bulunmasalar bile davetliler arasında olan Hindistan Başbakanı Modi ile Macaristan Başbakanı Orban’ın da bu faşist işbirliğinin parçası olduğu biliniyor. Bunların hepsi de başta AB ülkeleri olmak üzere tüm diğer ülkelerde faşist hareketlerin gelişimi ve seçimlerdeki başarısı için girişimlerde bulunuyor, finansal destek sunuyor, danışmanlık ve koordinatörlük yapıyorlar. Üstelik Putin de bunlara çok çeşitli türden desteklerde bulunuyor. Bu denli yakın işbirliği ilk bakışta şaşırtıcı ya da hatta paradoks gibi görünebilir. Zira faşist söylemin ortak noktalarından olan ırkçı milliyetçiliğin, çeşitli uluslardan siyasetçileri birleştiren değil, ayrıştıran bir faktör olması beklenir. Ama durum bu değil. Aşırı sağ hareketler, dünyanın dört bir yanında aynı ya da çok yakın bir politik programı savunuyor, aynı söylemleri kullanıyorlar: Şoven milliyetçilik, ailenin ve devletin kutsanması, kimi ülkelerde göçmen/yabancı düşmanlığı, LGBT+ karşıtlığı, kürtaj ve aşı karşıtlığı gibi. Aslında az çok tüm sağ siyasetlere has olan bu temalar, faşist ya da faşizan hareketler tarafından en uç noktaya götürülerek propaganda ediliyor. Batı dünyasındaki[1] aşırı sağ hareketlerde, söylem düzeyinde, “kültürel Marksizm”[2] tehdidini ve “woke kültürünü”[3] yok etmek, “medeniyetin çöküşü”nü engellemek, göçmen “istilasını” durdurmak gibi “yeni” aktivizm hedefleri de ortaya atılıyor. AB ülkelerinde buna ulus-devletin kimi yetkilerini aşındıran “globalist tahakküm”e karşı çıkmak da ekleniyor. En çok öne çıkan dış politika sorunlarında da aynı çizgide duruyorlar: Örneğin çoğu Ukrayna-Rusya savaşının sürmesine karşı, fakat Siyonist İsrail’in Filistinlilere karşı giriştiği katliamlaraysa tam destek veriyor. Aşırı sağ hareketleri geleneksel muhafazakâr partilerden ayıran yön bu programın özü değildir. Zira merkez sağ partiler de daha ılımlı bir şekilde benzer şeyler savunabilmektedir. Aralarında iki ana farklılıktan bahsetmek mümkündür. Birincisi, aşırı sağın ve özellikle de onun en ucunu temsil eden faşist hareketlerin, demokratik ya da uluslararası kurumlara düşmanca (ya da “yeniden yapılandırmacı”) yaklaşımlarıdır. İkincisi ise, yasal sınırlamalara bağlı kalmaksızın lümpen kitlelerin ve emekçilerin en geri kesimlerinin terör çeteleri halinde örgütlenmesi ve hazırda bekletilmesidir. Üstelik bu tür oluşumlar bazı durumlarda gayet de aktifler. Yunanistan’daki Altın Şafak çetelerinden, ABD’deki ırkçılara ve İtalya’daki faşist çetelere kadar birçok örnekte, grevcilere, demokratlara, siyahlara, sosyalistlere dönük sokak terörü hiç de yabana atılır cinsten değildir. Almanya’daki neo-Nazi gruplarının göçmenlere karşı giriştikleri cinayetleri de unutmayalım. Günümüz faşistleri şimdilik demokrasi kavramına doğrudan saldırmıyor, demokratik kurumları yok etmekten bahsetmiyorlar. Bunun yerine, işlerine gelen yerlerde yani iktidarı ele geçirdikleri yerlerde, demokratik hak ve özgürlüklere azgınca saldırırken, demokrasiyi sandığa indirgeyen bir söylem tutturuyorlar. Tanıdık geliyor olsa gerek. Bu kutsamayla, “biz seçimle geldik, halkımız bizi savunduğumuz programı uygulamamız için iktidara getirdi, o halde icraatımız üzerinde hiçbir sınırlama olmamalı” diyorlar. Bundan hareketle yasal sınırlamalara, denetim mekanizmalarına, itiraz yollarına vb. karşı nefret oluşturuyorlar. Düzenin denetim ve denge mekanizmalarından gelen itiraz ve frenleri “müesses nizamın tepkisi” olarak kodlayıp sanki kendileri kapitalist işleyişin dışında ve karşısındaymış gibi bir hava yaratıyorlar. Günümüzde Batı dünyasındaki faşist ideologlar söylemlerini dar bir milliyetçilik kavramının etrafına inşa etmiyorlar. Kendilerini “küresel bir düşmana karşı küresel bir mücadelenin katılımcıları” olarak sunabiliyorlar. Faşist hareket, eylemlerini partiler ve örgütler arasındaki ulus-ötesi bağlantılar ve işbirliği temelinde genişletiyor. Bu tür örgütlerin arasında yoğun bir bilgi paylaşımı, söylem birliği, deneyim aktarımı, eylem tarzlarının ortaklaştırılması sözkonusu. Faşizmin en yaygın ideolojik ekseninin histerik bir milliyetçilik olduğunu düşündüğümüzde, bu durum bir çelişkiye işaret ediyormuş gibi görünüyor: Ulusalcı hareketlerin uluslararası işbirliğinin öne çıkması! Bu işbirliği çeşitli zeminlerde ortaya çıkıyor: Bu tür partiler arasındaki kurumsal bağlantı ve işbirlikleri, Avrupa Parlamentosunda üstelik birden fazla faşist/faşizan parlamento grupları, bu partilerin çoğunun düzenli katıldığı her yıl toplanan uluslararası konferanslar (örneğin Steve Bannon’un başını çektiği CPAC -Muhafazakâr Politik Eylem Konferansı gibi), dayanışma ağları, aralarındaki finansal ilişkiler vb. Bu durum ortaya bazı sorular çıkartıyor. Tüm bu olgulara rağmen, bugün birçok ülkede ortaya çıkan faşist hareketleri, içinde geliştikleri toplumun özgün sorunlarına birbirinden bağımsız olarak tepki veren, tümüyle kendi bağımsız varlık zeminlerine sahip hareketlenmeler olarak (moda tabirle “yerli ve milli” olarak) düşünmek doğru mudur? Aşırı sağ hareket uluslararası bir olguysa, bu durum geçmişte de günümüzdeki gibi ya da günümüzdeki kadar geçerli miydi, yoksa bu tümüyle yeni bir olgu mudur? Küreselleşme dediğimiz olgunun faşist hareketlerin oluşumu ve gelişimi üzerinde bir etkisi var mıdır, varsa nedir? Globalizm ideolojisine, uluslararası liberal burjuva (küresel) kurumlara getirdikleri eleştirilerden ve “ülkenin kontrolünü geri alma” söylemlerinden hareketle, bunların küreselleşme diye anılan olguyu tersine çevirmek, onu yok etmek gibi gerçek bir niyetleri olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız? Tüm diğer sosyal bilim alanlarında olduğu gibi “siyaset bilimi” alanında da bu tür sorulara sağlı sollu akademisyenler (ve onların etkisindeki sosyalistler), “o mu bu mu” şeklinde kutuplaştırıcı cevaplar üretiyor, sorunları diyalektik yöntemle ele almayıp biçimsel mantığın dar kalıplarına sokmaya çalışıyor, bunun üzerinden ekoller oluşturuyor ve güya aydınlatmak istedikleri konuları aslında daha da muğlaklaştırıyorlar. Bu yazıda uluslararası aşırı sağ olarak adlandırılan bu olguyla ilgili yukarıda sorduğumuz sorulara yanıt vermeye çalışacağız.

“Yerli ve milli” safsatası

Hemen her ülkede faşist siyasetçiler, rakiplerinden farklı olarak kendilerinin “yerli ve milli” oldukları iddiasındadırlar. Siyasi rakiplerini kökü dışarıda olmakla, yurtdışındaki küreselci örgütlerden ve uluslararası kurumlardan destek almakla, devleti yurtdışında şikâyet etmekle vb. eleştirir, hayali uluslararası komploların parçası olmakla itham ederler. Bu suçlamalar en azgın şekilde komünistlere yöneltilir, zira onlar kendilerinin milliyetçi değil enternasyonalist olduğunu gizlemezler. 70’li yıllarda faşistlerin “komünistler Moskova’ya” şeklinde attıkları sloganlar bu tür ithamları vurguluyordu. Otoriter ya da faşist rejimler, bu suçlamaları yalnızca halkın milliyetçi duygularını galeyana getirmek üzere de yapmıyor, fırsatını bulduklarında nice muhalif aydın ya da siyasetçiyi casusluk suçlamasıyla zindanlara tıkıyorlar. Tüm uluslararası kurumları ya da evrensel olarak görülen değerleri tukaka ilan ediyor, “çalınıp yok edilmiş olan ulusal egemenliğin” yeniden inşası hedefiyle globalizme kin kusuyorlar. Tüm bunları yaparken kendilerini, ulusal olanın hakiki ve yegâne temsilcisi, en saf ifadesi olarak takdim ediyorlar. Onlar pirüpaktırlar, yüzde yüz millidirler, uluslararası olanla işleri yoktur! Oysa bu iddialar doğru değildir. Aşırı sağ hareketlerin, içinde geliştikleri toplumun özgün sorunlarına özgün ve diğerlerinden bağımsız tepkiler veren, tümüyle kendi bağımsız varlık zeminlerine sahip olduğu düşüncesinin gerçeklikle ilgisi yoktur. Aralarında uluslararası bir bağ, ilişki, koordinasyon, dayanışma vb. vardır. Gerek geçmişteki gerekse de günümüzden birçok veri ve olgu bunu doğruluyor. Aşırı sağ, proleter enternasyonalizmine yani farklı uluslardan emekçiler arasındaki ayrımların gerçekte anlamsız olduğu, emekçilerin çıkarlarının gerçekte ortak olduğu, sorunlarının da çözümlerinin de aynı olduğu ve dolayısıyla ortak bir mücadele geliştirmesi gerektiği fikrine düşmandır. Ama bu durum aşırı sağ ideologların diğer gruplarla uluslararası bağlar kurma çabalarını engellemiyor. O nedenle de her biri kitlelere dönük demagojilerinde kendi milletlerini kutsayıp yücelterek diğerlerini düşmanlaştırsalar da, hareketlerin en azından liderlikler düzeyinde uluslararası temelde yan yana gelmesini, işbirliği yapmasını reddetmezler. Aşırı sağ hareketlerin güç kazanmaları, derin toplumsal kriz dönemlerine denk düşüyor. Bu kriz, bir sistem krizi biçiminde tüm modern kapitalist ülkeleri az ya da çok etkileyen bir kriz de olabilir, geçmişte sayısız örnekte görüldüğü üzere, bir ülkenin özgün koşullarından kaynaklı olarak ortaya çıkan bir toplumsal kriz ve proleter devrim tehdidi durumu da. Her hâlükârda, ilk iki dünya savaşı arasında doğduğu dönemden bu yana faşizm, tüm milliyetçi söylemine rağmen her zaman doğrudan ya da dolaylı olarak uluslararası bir olgu olarak şekillenip gelişmiştir. Sistem krizi dönemlerinde neredeyse bu krizin sarstığı tüm ülkelerde birbirleriyle bağlantılı faşist hareketler yükselişe geçerken, daha geri ülkeleri vuran yalıtık toplumsal kriz dönemlerinde o ülkelerde gelişen faşist hareketler de, hiç değilse, büyük emperyalist güçlerin askeri ve istihbarat örgütleriyle ilişkili olmaları bağlamında uluslararası bir boyuta sahip olarak şekillenirler. Türkiye’deki ülkücü faşist hareketin köklerinin Alman faşizmiyle kurulan bağlara uzandığı, II. Dünya Savaşı sonrasında da Amerikan emperyalizmiyle devlet dolayımıyla kurulan ilişkilere dayandığı ve bu sonuncunun bir aleti olarak şekillendiği çok iyi bilinen bir gerçektir.[4] Aynı şekilde bugüne dek yaşanan tüm faşist askeri darbeler, ABD ve NATO tezgâhlarından geçenler arasından seçilen ordu komutanlarının işi olarak uluslararası bir boyut taşımıştır.

Uluslararası aşırı sağ denen olgu kapitalizmin sistem krizinin ürünüdür

Yukarıda değindiğimiz tüm dünyayı sarsan sistem krizi dönemlerinde, küresel gelişme ve faktörlerin esas belirleyici faktör olarak sivrildiğini görmek zor değildir. Günümüzde ise, kapitalizm geçmiş dönemlerde yaşananları aşan ve tarihsel sistem krizi diye nitelediğimiz bir durumun içindedir. Bu krizin şekillendirdiği uluslararası zemin ve arka plan atlanarak hiçbir şey açıklanamaz. Bu uluslararası faktörün belli bir ülkeye nasıl yansıyacağı hususundaysa elbette ki o ülkenin özgül koşullarının önemli bir ağırlığı olacaktır. Mesela, içinden geçtiğimiz tarihsel sistem krizi döneminde, kriz dalgaları 2008’de AB ülkelerine vururken, ağır yaralar alan Yunanistan ve İspanya’da önce önemli bir sol dalga yükselmiş, Yunanistan bir devrimci durumun kıyısından dönmüştü. Kendisini düzen dışıymış gibi göstermesine rağmen reformist nitelikleri hızla ortaya çıkan Syriza, Podemos gibi sol partilerin ihanetini ve yarattıkları hayal kırıklığını takiben her iki ülkede de faşist hareketler atağa geçmişti. Benzer gelişmeler neredeyse tüm Latin Amerika’da da aynı çizgiyi izlemiştir. Fakat o tarihten bu yana kriz dalgalarından daha az etkilenmelerine rağmen, İsviçre, Avusturya ve hatta İsveç’te bile sol yerinde sayarken faşist hareket güç kazanmıştır. Demek ki, kapitalist kriz küresel bir faktör olarak tüm ülkelerde faşist bir dinamiği tetiklerken, bunun somutta büründüğü biçim ve faşizmin gelişme düzeyi, o ülkelerin özgün koşullarıyla belirlenmektedir. Sonuç olarak aşırı sağın yükselişini değerlendirirken, ulusal olan ile uluslararası olan faktörler arasında keskin bir karşıtlık ya da ayrılık olduğunu düşünmek doğru değildir. Bunlar iç içe geçer, karşılıklı olarak birbirini etkileyip şekillendirirler. Kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu, tüm ülkelerin birbirine organik şekilde bağlı olduğu gerçeği düşünüldüğünde, hele de günümüzün küreselleşmiş kapitalizm koşullarında, yerel ya da ulusal faktörlerin, uluslararası, ulus-ötesi ya da küresel bağlantılarından kopuk olarak anlaşılması mümkün değildir. Bu yüzden de aşırı sağ birbirinden ayrı ve bağımsız ulusal vakalar şeklinde düşünülemez. Bu hareketler birbiriyle iç içe geçmiş, eklemlenmiş ve bağlantılı durumdadırlar. Bugün akademi dünyası ve kimi Batılı sosyalistler uluslararası aşırı sağ olgusunu tartışadursunlar, onların yakın zamana kadar faşizmin tarihe gömüldüğünü söylediklerini unutmamalıyız. Elif Çağlı daha 2004 yılında kaleme aldığı Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında durumun hiç de öyle olmadığını ortaya koymuştu. Şu satırları hatırlatmak yararlı olacaktır: “Geride bıraktığımız yüzyıl içinde yaşanan faşizm belâsının, kapitalizmin çılgınlığını daha önce ele vermiş olması nedeniyle bir daha gündeme getirilemeyeceğini düşünmek kadar yanlış, tehlikeli ve mücadeleye zarar verici bir tutum olamaz. Alman Nazizmine can veren, iki emperyalist paylaşım savaşı arasında Avrupa’yı vuran inanılmaz boyutlardaki ekonomik ve toplumsal bunalımdı. Bu tür bunalımlar kapitalizmin olağan döngüsel bunalımlarının ötesine geçen, derin ve sistemi sarıp temellerine dek sarsan bunalımlardır. Kapitalist düzen var oldukça, emperyalist savaşlar da, işçi sınıfının devrimci mücadelesi de ve dolayısıyla faşizm de var olmaya devam edecektir. “Günümüzde emperyalist güçler arasında tırmanan gerilimlere, nüfuz alanlarını kana bulayan yeniden paylaşım savaşlarına bakıp da, hâlâ bir daha üçüncü bir emperyalist paylaşım savaşının çıkmayacağını iddia edenler hangi sıfatları hak ediyorlarsa, faşizm konusunda da durum aynıdır. Avrupa’daki tuzu kuru aydınlar ve onların dümen suyundan giden sözde sosyalistler, dünyayı rahat döşeklerinden seyredip yangın kendi evlerine ulaşmadığı sürece, «bir daha olmaz» nakaratını terennüm ederek kendilerini kandırabilirler. Ama onlar böylece oyalanırlarken, emperyalist güçlerin kaynayan bir cadı kazanına döndürdüğü günümüz dünyasında tehlikenin adım adım kendi evlerine de yaklaşmayacağı söylenebilir mi? “Bazı Avrupa ülkelerinde faşist partiler belirli düzeylerde yükseliş kaydediyor olsalar da, faşizmin bu ülkelerde henüz güncel bir tehdit boyutuna ulaşmadığı doğrudur. Ama yarın neler olacağı belli mi olur? Ekonomik krizlerin, yeniden paylaşım savaşlarının sarsıntılarıyla dönen, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın tırmandırıldığı günümüz dünyasında, başı fena halde sıkıştığında kapitalist sistemin içinden yine faşizm belâsını çıkartabileceği gerçeği asla küçümsenemez.”[5] 2008 krizini takiben, faşizm artık Batı’da da başını kaldırmaya başladığında, aynı zevat tehlikeyi halen görüyor değildi, “uluslararası aşırı sağ hareket” gibi tartışmalar da henüz ortada yoktu. Ama Elif Çağlı o dönemde kaleme aldığı makalelerde[6], faşizmin bir küresel tehdit olarak son derece somut ve giderek güçlenen şekilde insanlığın önünde durduğuna işaret ediyordu. Bu makalelerde, kapitalizmin küresel ölçekte tarihsel bir sistem krizi dönemine girmesiyle birlikte derinleşen otoriterleşme eğilimleri ve faşist tırmanış analiz ediliyordu. Burjuva demokrasisinin tarihsel sınırları ve sermaye egemenliğinin sınıfsal özü gözler önüne seriliyor, otoriterleşmenin yalnızca “kötü liderler” meselesi değil, çağımızda sistemin kendini yeniden üretme biçimi olduğu vurgulanıyordu. Faşist hareketlerin, farklı ülkelerde kimi özgün biçimler alabilseler de, kapitalizmin krizlerine verilen benzer tepkiler olduğu ve ortak bir kökten türediği ortaya konuluyordu. Bu açıdan bakıldığında faşizm, devrim tehdidine burjuvazinin yanıtıdır, tehdit ne denli küreselse burjuvazinin karşı-devrimci yanıtı ya da bu yöndeki hazırlıkları da o denli küresel olmak zorundadır. Bugün onların yükselişini, küreselleşmenin sonu vb. şeklinde değerlendirenlerin tersine Çağlı, faşist hareketlerin küreselleşme karşıtı söylemlerinin aldatıcı olduğunu; gerçekte, kapitalist küreselleşmeyi yeni biçimlerde sürdürmeyi amaçladıklarını, sistemin sınırları içinde kaldıklarını ve emekçi sınıfların gerçek düşmanının üstünü örtmeye çalıştıklarını ortaya koymuştu. Bu noktada birçok solcu akademisyenin, kapitalizmin tarihsel bir sistem krizi içinde olduğu gerçeğini göremediğini hatırlatalım. Zira kriz denildiğinde, yalnızca 2008 tarzındaki çöküşleri anladıklarından, bu tür yıkımların olmadığı süreçlerde faşizmin yükselişini açıklayabilmek için başka faktörlere ihtiyaç duyuyorlar. Tekrarlayacak olursak, bize göre, milenyum dönemecinden itibaren aşırı sağın ve parlattığı milliyetçiliğin yükselişi, doğrudan kapitalizmin küresel ölçekte yaşanan kriziyle bağlantılıdır, kapitalizmin tarihsel sistem krizinden türer. Bu yükseliş gerçekte burjuvazinin en gerici kesimlerinin sözkonusu krize gösterdiği reaksiyondur. Dolayısıyla birçok ülkede ortaya çıkan faşist hareketleri, özgün ulusal koşullara verilen ulusal temelli bir reaksiyon olarak değil, tek bir küresel olgunun ulusal ölçekteki ve ulusal öğelerin prizmasından geçerek oluşan yansımaları olarak ele almak gerekir.

Küreselleşmenin mevcut uluslararası aşırı sağın oluşum ve güçlenmesine katkısı

Küreselleşmenin faşist hareketler üzerindeki etkisine bakacak olursak, aslında liberal/globalist ideolojinin başlangıçtaki iddialarının aksine, küreselleşmenin ulus-devletin aşılmasıyla sonuçlanmadığını, bilakis yarattığı çok katmanlı sorunlarla birlikte devleti ve ulusu kutsayan aşırı sağın güçlenmesi için uygun bir politik zemin yarattığını görürüz. Avrupa’da bu zeminde gelişen faşist hareketler, AB’nin mevcut entegrasyon düzeyi ve biçimini hedefe koyarak, yaşanan toplumsal sorunların kaynağı olarak AB’nin ulus-üstü kurumlarını, uygulamalarını ve dış politikasını gösterdiler. İlginçtir ki, topa tuttukları AB’nin parlamentosu, onların doğalında bir araya gelmesine, ortak tutumlar geliştirmesine, ortak hedefler belirlemesine ve aralarında güçlü bir işbirliği geliştirmesine ciddi bir katkı sundu. İletişim teknolojilerindeki gelişim, sosyal-medyanın sağladığı olanaklar, faşist hareketlerin propagandasında yeni olanaklar anlamına gelirken aynı zamanda bu hareketlerin tabanındaki insanların dahi farklı coğrafyalarda yaşayan aynı hastalıklı zihniyetteki insanları bulma, diyalog ve ilişki kurma imkânını arttırmıştır. Geçmişten farklı olarak, uluslararası ilişki, temas ya da iletişim faşist hareketlerin liderlikleriyle sınırlı değildir artık. Bu durum sosyal-medya aktivizmini daha da coşturmuş, kullanılan başarılı bir propaganda yöntemi ya da malzemesinin çok hızlıca küresel faşist propagandanın bir parçası haline gelmesini sağlamıştır. ABD gibi kıta boyutundaki bir ülkede tuhaf isimli sayısız küçük faşist çete ve oluşum, bu olanaklar sayesinde çok çabuk koordine edilip yönlendirilebilmektedir. Neredeyse tüm modern ülkelerde hem devletin içinden hem de büyük burjuvazi tarafından el altından beslenen bu çetelerin bir kısmının tüm faaliyetinin internet üzerinde trollük yapmak, yalan haberler ve komplo teorilerini yaymak, “bilgi savaşı” yürütmek olduğunu biliyoruz. Bu ekiplerin etkisi sanılandan ve tahmin edilenden çok daha fazladır. Emperyalist-kapitalizmin hiyerarşisi içerisindeki ülkeler yalnızca iktisadi ilişkiler bağlamında değil, toplumsal ve kültürel olarak da tarihte görülmemiş bir yakınsama içerisindedirler. Bu yakınsama, aynı zamanda, bu ülkelerin tamamında toplumsal/siyasal/kültürel sorunları birbirine benzeştiren bir işlev görür. Neredeyse tüm ülkelerde uygulanan neo-liberal politikalarla piyasalar serbestleşti, finansallaştı, regülasyonlar ortadan kalktı, devletlerin üstlendiği kamusal hizmetlerin tasfiyesine girişildi. Bu aynılaşma sorunları da küreselleştirerek aynılaştırdı. Başta göç olmak üzere, çevre felâketleri, pandemi gibi ulusal sınırları aşan ve küresel boyut kazanan “tehditler”i de bunlara eklemeliyiz. Toplumsal/kültürel yakınsama bir taraftan emekçilerin ortak bir küresel mücadele inşa etmesinin zeminini güçlendirirken bir yandan da toplumun en geri kesimlerinin muhafazakâr duyarlılıklarını kaşımış oluyor. Faşistler “millet/din/milli değerler elden gidiyor” söylemini körükleyerek bir panik yaratmaya ve bundan nemalanmaya çabalıyorlar. Aynılaşan sorunlara faşist hareketlerin verdikleri yanıtlar ve sözde çözüm önerileri de aynılaşarak farklı ülkelerdeki faşistleri de birbirine daha çok yaklaştırıyor. Dahası bilhassa değindiğimiz “tehditler”i öne sürerek “özgürlük mü güvenlik mi” ikileminin ardına sığınan burjuva devletler, birer polis devletine dönüşmektedir. Düzenin, yaşadığı çok boyutlu sorunlar karşısında gösterdiği gerici refleks otoriterleşme olarak somutlaşmakta, bu doğrultuda alınan polisiye önlemler normalleştikçe toplum nezdinde faşist hareketlerin kendileri de talepleri de normalleşmektedir. Bir daha olmaz denen şeylerin hepsinin tekrar yaşanmaya başladığı, asla olmaz denen şeylerin de vuku bulduğu bir dönemden geçiyoruz. Milenyum dönemecinden, özellikle de 2008 krizinden beri en ilerisinden daha geri kapitalist ülkelere kadar tüm dünyada merkez partiler daha da sağa kayıyor, burjuva rejimler giderek otoriterleşiyor. Kimisi bu yolun henüz başında, kimisi ortasında, kimisi de Türkiye örneğinde olduğu gibi hayli mesafe kat ederek faşizme varmış durumda! Sorunlara çözüm üretemeyen sağlı sollu burjuva hükümetler, seçimleri de kitlelerin gözünde anlamsızlaştırıyor. Artan ölçüde çürüyüp gözden düşen burjuva demokrasisi kendi kalelerinde can çekişiyor; hâlâ yaşadığı yerlerde plütokrasi olarak şekillenirken, tüm ülkelerde polis devleti uygulamaları alabildiğine yaygınlaşmış durumda. Kuşkusuz tüm bu gericilik saldırısı karşısında emekçiler de artan ölçüde öfkelerini ortaya koyuyor, sürekliliği henüz sağlanamamış olsa da direniş hatları kuruyor. Günümüzde yaşanan küresel faşist tırmanış sürecinin, tüm sembol, kurum, ritüel ve uygulamalarıyla 1920-40 arasındaki faşizmin bire bir kopyası olmasını beklemek doğru olmaz. Faşizm, günümüz koşullarına uyarlanarak gelişiyor, farklı takiye biçimlerine sarılıyor, modern urbalar giyiyor, söylemini ona göre ayarlıyor, demagojisini mevcut koşullara göre yapıyor. Köprüyü geçinceye kadar her yol mubah! Ama faşizmin özü de işlevi de hedefleri de ana yöntemleri de değişmiyor: Mümkün olan en sert biçimde devrim tehdidini yok ederek, kapitalist sömürü düzeninin ve burjuva devletin bekasını sağlamak! O zaman sanki günümüzde yükselen gerici dalga faşizmden hatırı sayılır bir farklılığa sahipmiş gibi, ona sağ-popülizm, totaliteryanizm vb. gibi farklı kavramlarla seslenmenin âlemi nedir? Günümüzde faşizme adıyla seslenmek ve onu kapitalizmin tarihsel sistem kriziyle ilişkilendirmek, faşizme karşı tutarlı bir mücadelenin de ilk koşuludur.


[1] Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya.
[2] Faşist ideologlar, bu kavram adı altında bir komplo teorisi geliştirmişlerdir. Buna göre, toplum, geleneksel değerlerden uzaklaştırılıp, sol fikirlerle (kadın hakları, LGBTQ+ hakları, ırkçılık karşıtlığı, göçmen hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği vb.) dönüştürülmek istenmektedir. Akademide, medya, sanat ve kültür dünyasında bu fikirlerin yayılmasıyla medeniyetin çöküşe sürüklenmek istendiği iddia edilir.
[3] “Woke kültürü”, her türlü eşitsizliğe, baskı ve horlamaya karşı duyarlı ve uyanık olmayı savunan, sosyal adalet, eşitlik ve kapsayıcılığı temel alan bir anlayış.
[4] Kerem Dağlı, Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi, Aralık 2006, https://marksist.net/node/1403
[5] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme - Önsöz, Ağustos 2004, https://marksist.net/node/488
[6]   Bu makaleler, Düzenin Otoriterleşmesi adı altında derleme bir broşür olarak yayınlanmıştır. Elif Çağlı, Düzenin Otoriterleşmesi, Haziran 2014 - Ocak 2016, https://marksist.net/node/5351

17 Haziran 2025
Irkçılık
Milliyetçilik
Otoriterleşme, Faşist Yükseliş
Avrupa
ABD
Tarihsel Sistem Krizi ve 3. Dünya Savaşı
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/8532