Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı

DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı

1.bölüm

Untitled-11.jpg

Gerici koşulların pekiştirdiği atalet halinden yavaş yavaş da olsa silkinme alametlerinin görüldüğü, grevlerin, direnişlerin ve burjuvazinin gündeme taşıdığı saldırı yasalarına karşı tepkilerin artmaya başladığı bugünlerde, sendikalarda militan sınıf mücadelesi anlayışını güçlendirme ihtiyacı işçi sınıfı açısından giderek daha yakıcı bir hal almaya başladı. Bu ihtiyaç giderilmedikçe, bu kımıldanmaların sendikalarda hâkim durumda bulunan burjuva anlayışların elinde pörsüyüp boğulması kaçınılmazdır. Militan sınıf sendikacılığı anlayışının yaygınlaşması ve güçlenmesi, bu perspektife sıkı sıkıya bağlı öncü işçilerin kararlı çabaları ile mümkün olacaktır. Ancak bu anlayışı güçlendirme sorunu sadece sendikal alanın dinamikleriyle de çözülemez. Bu durum en başta işçi sınıfının devrimci örgütlülüğüne diyalektik bir ilişkiyle bağlıdır. Çünkü “devrimci örgütlenmenin kırbacını hissetmeyen sendikal mücadele, burjuvazinin yedeğine koşulmaktan asla kurtulmamıştır ve kurtulamaz da.” (Elif Çağlı, Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum, MT, Kasım 2006) Dolayısıyla militan sınıf sendikacılığını güçlendirmenin yolu, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü ilerletmekten geçmektedir. Militan sınıf sendikacılığını geliştirmenin önemli unsurlardan biri de tarih bilincidir. Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihi görece kısa olsa da bugünün militan işçileri için öğretici örneklerle doludur. Türkiye’de sendikal mücadelenin gelişmeye başladığı dönem aynı zamanda militan sınıf sendikacılığının ilk örneklerini sergileyecek olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in de mayalanma ve doğum yılları olmuştur. Bu dönemde yaşanan, pek çok yönden olumluluk içeren örnekler ve sonrasındaki gelişmeler bugünün öncü işçilerinin mücadelelerine ışık tutacak niteliktedir.

Türkiye’de sendikacılığın gelişmesi ve DİSK’in oluşma dönemi

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve TC’nin kuruluşuna denk düşen yıllarda adımlar atmaya başlayan sendikal mücadele TC’nin kurulması ile birlikte büyük bir baskı altına alınmış ve kelimenin tam anlamıyla ezilmişti. Ne var ki, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, SSCB’nin dünya işçi hareketi üzerinde giderek artmakta olan etkisini kırmak ve işçi hareketini denetim altına almak için, emperyalist-kapitalist sistem birçok ülkede birtakım demokratik açılımlara gitmek zorunda kalmıştı. Bu dönemde Türkiye’de de benzer açılımlara başvurulmak zorunda kalındı. 1946’da çok partili rejime geçilmesi ve sendikal örgütlenmeye (grev ve toplu sözleşme yasağı kaldırılmaksızın) izin verilmesi, esas olarak bu konjonktürün sonucuydu. Bu dönemde gelişen işçi örgütlenmelerinin büyük bir kısmı sosyalistlerin öncülüğünde gerçekleşti. “1946 sendikacılığı” olarak anılan bu dönemdeki sendikalar Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ve daha çok Şefik Hüsnü başkanlığındaki Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) tarafından kurulmuştu. Bu yüzden daha baştan militan bir tarzda sınıf mücadelesi yürütme perspektifi ile kurulan bu sendikalar derhal burjuvazinin hedefi haline gelmişti. Nitekim, ceza kanununun ünlü 141. maddesinin kapsamında yapılan bir değişikliğe dayanan sıkıyönetim kararı ile mevcut sendikalar 16 Aralık 1946’da kapatılmış, yöneticileri kovuşturmaya uğramıştı. Bu durum işçilerin sendikalarda örgütlenmesi konusunda olumsuz bir etki yapsa da, bir işçi bürosu oluşturup çalışmalara başlayan CHP, sendikalar üzerinde etkili olmaya başladı. Bu da diğer burjuva partileri harekete geçirdi ve kısa zamanda tüm sendikalar CHP ve DP tarafından parsellendi. Aynı süreçte Truman Doktrini ve Marshall Planı uygulamalarının bir parçası olarak ABD’nin sendikal örgütleri AFL ve CIO antikomünist sendikacılığı örgütlemek için Türkiye’de de çalışmalara başlamış ve nihayetinde bu çabanın sonucu olarak 31 Temmuz 1952’de Türk-İş kurulmuştur. Yani başlangıçta militan bir mücadele hedefi ile kurulan sendikalar, burjuvazi tarafından bertaraf edilip yerlerini devlet güdümlü işbirlikçi sendikalara bırakmışlardır. Bu yüzden sendikal mücadelenin işçi kitleleri nezdinde itibar bulması ve gelişmesi ancak toplumsal bir yükselişin yaşandığı 1960’lı yılların başlarından itibaren söz konusu olabilmiştir. Bu dönemde oluşan görece özgürlükçü ve yenilikçi hava siyasal ve sendikal alanı canlandıracaktı. Bu yıllarda sendikal mücadelede militan bir anlayışın yeşermesine etkide bulunacak en önemli gelişme Türkiye İşçi Partisinin (TİP) kuruluşu olmuştur. Türkiye işçi sınıfı hareketinde 1946 yılından itibaren etkin kılınmaya çalışılan “siyaset dışı sendikacılık” anlayışına karşı sınıfın öncü kesiminde giderek büyüyen tepkiler sonucunda TİP, Avrupa’da sendikaların etkin olduğu İngiliz İşçi Partisi gibi örneklerin verdiği esinle, 12 sendikacı tarafından 13 Şubat 1961’de kurulmuştu. Partiyi Türk-İş tabanına oturtmayı ve yönetiminden destek bulmayı uman kurucular, işçilerin haklarını savunmada sendikaların yanı sıra bir de siyasal partiye sahip olmalarının ellerini kuvvetlendireceğini düşünüyorlardı. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından askeri yönetimin yeni anayasayı hazırlayacak Temsilciler Meclisine işçileri temsilen 6 sendikacıyı alması, sendikacıların siyasal yaşama katılmaları konusunda cesaretlenmelerine vesile olmuştu. Normal olarak, böylesi bir zeminde ve bu perspektiflerle kurulan TİP’in kuruluş dönemindeki programı ve kadrolarının çoğunun niteliği, sosyalist bir sınıf partisi görüntüsü oluşturmaktan uzaktı. TİP’in ilk başkanı Avni Erakalın, ilk başkanvekili de Kemal Türkler oldu. Bu dar çerçeve içinde bile olsa bir işçi partisi kurulması Türk-İş yönetimini ürkütmeye yetmişti. Derhal bir Çalışanlar Partisi kurulmasına karar verildi. Ancak Yön dergisi çevresindeki aydınların da yoğun destek verdiği bu girişim TİP’in etkinliği karşısında gelişemedi. Türk-İş yönetiminin desteğine dayanan hesapları suya düşen TİP kurucuları, partiyi canlandırmaya ve bunun için de aydın kesim içinden bir genel başkan aramaya yöneldiler. Kendisi de bir Sosyalist Parti kurma girişiminde iken TİP’in kuruluşu ile planlarını geri çeken ve TİP kurucuları ile temaslarını sürdüren Mehmet Ali Aybar, partinin niteliğine ilişkin bazı ilkelerinin kurucular tarafından kabul edilmesi üzerine genel başkan seçildi. Böylece TİP, kuruluşundan bir yıl sonra, ilk kimliğinden tamamen farklı olarak sosyalizan bir kimliğe bürünmüş oldu. Nitekim bu tarihten sonra TİP hızla, hem eski kuşaktan sosyalistler açısından hem de yeni yetişen devrimci kuşaklar açısından bir çekim merkezi haline gelmeye başladı. Böylelikle uzun bir aradan sonra Türkiye’de ilk defa komünistler, sosyalistler, legal olanaklardan yararlanabilecekleri ve işçi hareketiyle bağlarını geliştirebilecekleri legal bir platforma sahip oluyorlardı. TİP bu yıllar boyunca, parlamentarist ve reformist niteliğine rağmen işçi sınıfı ve gençliğin kitleselleşen mücadelesinin önemli bir mecrası oldu.

Saraçhane mitingi ile 60’lı yılların mücadele perdesi açılıyor

1961 Anayasasında işçilere grev ve toplu sözleşme hakkı tanınmasına karşın, bu haklara ilişkin yasalar henüz çıkarılmamıştı. Bu durumun yarattığı huzursuzluk sebebiyle İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) yönetim kurulu, sözü edilen hakların bir an önce yasalaşmasını sağlamak amacı ile bir miting düzenlenmesine karar verdi. Bu karar, o güne kadar bin bir türlü baskı ile kendi bağımsız çıkarlarını ortaya koyması engellenmiş işçi hareketi açısından bir çıkışın ifadesiydi. Mitingi Taksim Meydanında düzenlemek isteyen İİSB’nin bu talebi günler süren tartışmalarla reddedildi ve miting yeri Saraçhane olarak belirlendi. Miting Türkiye’nin dört bir yanından gelen işçilerin yüz bin kişiyi aşan katılımıyla 31 Aralık 1961 tarihinde gerçekleştirildi. Politik bilinç düzeylerinin geriliğine karşın işçiler, kendi taleplerini ilk defa bu kadar kitlesel biçimde ortaya koyuyorlardı. Saraçhane Mitingi, o güne kadar sınırlı bir güce sahip olan sendikaların etkili bir güç olarak mücadele alanına çıkmasında önemli bir başlangıç oldu. Bu miting sayesinde, sınıf mücadelesini yükseltme arzusunda olan sendikal kadroların ve öncü işçilerin sınıfın gücüne olan güveni ve cesareti arttı. Bu durum yeni mücadelelerin habercisiydi. Nitekim ilk ses 28 Ocak 1963 tarihinde İstanbul İstinye’deki Kavel kablo fabrikasından geldi. Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasına üye 170 işçi, fazla mesai ve kıdem esasına göre verilen yıllık ikramiyelerinin tam olarak ödenmemesini, sendikalarından ayrılmaları için yapılan baskıları ve bu sorunları işveren ile görüşmek üzere seçtikleri temsilcilerinin ve şube başkanlarının işten atılmalarını protesto etmek için iş bırakarak, tezgâh başında oturma eylemi başlattı. Eylemin başlamasının ardından işveren, tüm işçilerin işlerine son verildiğini bildirdi. Bunun üzerine işçiler oturma eylemini fabrika önünde kurdukları çadırlarda direnişe dönüştürdüler. 4-5 Şubat günlerinde de eylemlerini sürdüren işçiler, Vehbi Koç’a ait bu fabrikada çalışan idari personeli işyerine sokmadılar. Polisle çatışmalar ve fabrika önünde meydana gelen olayların ardından 18 Şubatta, 4 işçi hakkında polise karşı geldikleri iddiasıyla tutuklama kararı çıkarıldı. Sarıyer savcılığı da fabrika önünde olan olaylarla ilgili soruşturma yürütmekteydi. Savcılık tarafından yapılan açıklamada, Kavel kablo fabrikasında eylem yapan işçileri işten atan işverenin tutumunun lokavt sayılamayacağı söyleniyor, böylelikle hukukun kimlerin hizmetinde olduğu açıkça ortaya konuyordu. Kavel direnişi diğer fabrikalarda çalışan pek çok işçi tarafından da desteklendi. Örneğin yine Vehbi Koç’a ait General Electric fabrikası işçileri bir dayanışma kampanyası başlatarak Kavel işçileri için para topladılar. Türk Demir Döküm’de çalışan 800 işçi de başlattıkları yardım kampanyasının yanı sıra sakal bırakma eylemine başladılar. Kavel direnişi Türk-İş’i de sarsmaya başlamıştı. 27 Şubatta güney bölgesinde bulunan 23 sendika başkanı ve 45 yönetici, yaptıkları bir toplantıda Türk-İş’in Kavel direnişinde olumsuz bir tutum aldığını öne sürerek Konfederasyonla ilişkilerini kestiklerini açıkladılar. Eyleme 2 Mart günü işçi eşleri de katıldı. Direniş sürerken kablo yüklü kamyonların işveren tarafından fabrika dışına çıkarılmak istenmesi üzerine kadınlar barikat kurarak bunu engellemek istediler. Ancak polis ekipleri kadınları dağıttı; olay sırasında pek çok işçi eşi yaralandı. Bu eylemleri ile işçi eşleri de mücadelenin asli bir parçası olduklarını haykırıyor, bunu işçi sınıfına öğretiyorlardı. Sürdürülen görüşmelerin sonunda taraflar anlaşmaya vardı. 4 Martta işçiler işbaşı yaptı. Direnişin sona ermesinin ardından 12 işçi tutuklandı. İşçiler hakkında pek çok konuda davalar açılmıştı. 10 Haziranda tutuklu 6 işçinin serbest bırakılmalarından sonra işten atılmaları üzerine, fabrikanın kaplama bölümünde çalışan 30 işçi toplu halde iş bıraktı. Bu eylem nedeniyle Sıkıyönetim duruma el koydu. Ancak 24 Temmuz 1963’te yürürlüğe giren 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununda yer alan bir madde ile, yasanın çıkışından önce grev nedeniyle haklarında takibat yapılan işçilerin davaları düşürüldü. Yasadaki bu madde “Kavel maddesi” diye anılacaktı. Grev ve toplu sözleşmenin henüz yasak olduğu bir dönemde yapılan Kavel direnişi, Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. İşçilerin mücadeleciliği ve diğer fabrikalarda çalışan sınıf kardeşlerinin dayanışması ile burjuvaziyi grev yasalarını çıkarmaya zorlayan Kavel direnişi, burjuvazinin işçi sınıfının önüne çıkardığı engellerle nasıl başa çıkılabileceğinin de en güzel örneklerinden birini ortaya koydu. İşçilerin militanlaşan mücadeleleri, nasıl hak alınacağını, var olan hakların hayata nasıl geçirileceğini herkese gösteriyordu. Grev hakkının artık burjuva yasalarına da girmesinin ardından 1 Kasımda Trio fabrikasında çalışan lastik işçileri greve çıkmıştı. Ancak grev kararı yasadışı ilan edilerek işçiler para cezalarına çarptırıldılar. 7 Kasımda Bursa’da belediye işçileri yasal olarak kabul edilen ilk grevi gerçekleştirdiler. Direnişler, grevler birbirini takip ediyordu: Mersin Ataş rafinerisinde 321 işçi direnişe çıkmış, İstanbul Bozkurt Mensucatta grev kararı alan 1100 işçi, işveren fabrikayı kapatınca polislerle çatışmıştı. Singer’de, Goodyear’da, Berec’te, Sungurlar’da, daha pek çok fabrikada ve Batman rafinerisinde grev hakkını kullanmayı öğrenen işçiler mücadeleyi tüm yurda yayıyorlardı. Zonguldak Kozlu’daki kömür ocaklarında da 10 Mart 1965’te başlayan iş bırakma eylemi ve ardından gelişen olaylar işçi sınıfının militanlaşan eylemliliğinin ulaştığı boyutları ortaya koymaktaydı. 6000 işçinin liyakat zamlarının dağıtımındaki eşitsizlikleri protesto amacıyla başlattıkları eylem, valinin ve askeri kuvvetlerin sindirme girişimlerine maruz kalmıştı. 12 Martta işçilerin üzerine jandarmanın açtığı ateş sonucu 2 işçi hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Kozlu’ya yürüyen maden işçilerinin üzerinden savaş uçakları alçak uçuş yaparak geçiyordu. Buna karşın eylemlerini sürdüren işçilerin Zonguldak Maden İşçileri Sendikasını basacakları söylentisi askeri ve mülki erkânı iyiden iyiye telaşlandırdı. Böyle bir durumu engellemek için çevre illerden takviye birlikler isteyen vali, şehirdeki bütün resmi daireleri kapattı. Bu arada işçiler Zonguldak’ın bütün giriş çıkışlarını kesmişlerdi. Türkiye’de ilk defa bu çapta bir işçi eylemi yaşanıyordu. Olayların büyümesinden ve daha büyük çaplı bir kalkışmadan ürken hükümet harekete geçti; İçişleri Bakanı, Çalışma Bakanı ve Enerji Bakanı Zonguldak’a geldiler. 13 Martta kendileri ile görüşen bakanlarla anlaşmaya varan işçiler aynı gün işbaşı yaptılar. Grevi etkin bir silah olarak kullanmayı yükselen eylemliliği ile öğrenen işçi sınıfının karşısında, patronlar kurtuluşu çoğu kez, devletlerinin kendilerine sahip çıkmasında buluyordu. Türkiye’nin dört bir yanında devam eden pek çok grev, patronların hükümetleri tarafından “halkın güvenliğini ve sağlığını koruma” gerekçesi ile erteleniyordu. İşte böyle bir dönemde hiç boş kalmayan mücadele sahnesine 31 Ocak 1966’da Paşabahçe işçileri çıktı. Türkiye işçi sınıfı tarihinde önemli bir yeri olan ve militan sınıf sendikacılığı ile uzlaşmacı “siyaset-dışı” sendikacılık anlayışları arasındaki örgütsel yol ayrımının ilk adımlarının atıldığı Paşabahçe grevinin temelinde Cam-İş ve Kristal-İş sendikalarının uzun süredir devam eden yetki sorunu yatmaktaydı. Kristal-İş sendikasının işyeri seviyesinde yeni bir toplu sözleşme yapılması talebinin işveren tarafından reddedilmesi üzerine 2200 işçi greve çıktı. İşverenin kanunsuz ilan ettiği greve katılan işçiler 5 Şubat günü Paşabahçe İskele Meydanında bir protesto mitingi düzenlediler. Türk-İş’e bağlı bütün sendika yöneticileri mitinge katıldı. 13 Şubatta TİSK üyesi 12 işveren sendikası bir gazete ilanıyla “maddeten ve manen” grevin karşısında olduklarını ilan ettiler. Grevin sürdürülmesini üstlendiğini açıklayan Türk-İş İcra Kurulu, 21 Martta, işten atılan işçilerin akıbetini işverenin takdirine bırakan ve grevin başlangıcından itibaren geçen süre için işçilere ücret verilmesi talebini içermeyen bir protokolü TİSK başkanı ile imzalayınca işçiler bu protokolü tanımadıklarını ilan ederek işgal eylemi başlattılar. Grev sürerken Türk-İş Genel Merkezi 28 Martta yayınladığı bir bildiri ile işçilerin greve son verip, işbaşı yapmasını istiyordu. 6 Nisanda grevi sona erdirme kararına karşı çıkan Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları, Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesini kuracaklardı. Bu komite Temmuz 1966’da kurulan ve DİSK’in çekirdeğini oluşturan Sendikalar Dayanışma Konseyinin ilk adımıydı. Türk-İş üyesi başka sendikalar da sınıf kardeşlerinin devam eden grevini madden ve manen desteklediklerini açıkladılar. 79. gününde hükümet “halkın sağlığını tehlikeye düşürdüğü” gerekçesi ile grevi 1 ay erteledi. İşçilerin büyük çoğunluğunun bu karara rağmen işbaşı yapmamasına karşın, ilerleyen günlerde grev karşıtı yoğun propaganda ve tehditlerin etkisi ile çözülmeler başladı ve 18 Mayısta Yüksek Uzlaştırma Kurulunun kararı taraflarca kabul edilerek toplu sözleşme imzalandı. Paşabahçe grevinin ardından Türk-İş Yönetim Kurulu tarafından onur kuruluna sevk edilen sendikalardan Petrol-İş 15 ay, Kristal-İş 15 ay, Maden-İş 6 ay ve İstanbul Basın-İş 3 ay süreyle geçici olarak ihraç edildiler.

DİSK kuruluyor!

Yükselen sınıf mücadelesi, “siyaset-dışı”, sınıf uzlaşmacı sendikal anlayışın sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Türk-İş’e bağlı sendikalar ve yöneticiler arasında Paşabahçe Grevi sırasında iyiden iyiye görülmeye başlanan tutum farklılıkları, aslında tabandaki öncü işçilerin militanlaşan tavrından ve buna karşı gösterilen tepkilerden kaynaklanıyordu. Büyüyen işçi sınıfının yükselen mücadeleciliği, sendika yöneticilerini saf tutmaya zorluyordu. İşçi sınıfının sendikal örgütlerindeki bu gerilim, daha mücadeleci bir sendikacılığı savunan sendikaların, Türk-İş’ten geçici ihraçları ile başlayan süreçte DİSK’i kurmaları ile sonuçlandı. Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları, 12 Şubat 1967’de yaptıkları olağanüstü kongrede, Türk-İş’ten ayrılma ve konfederasyonlaşma kararı aldılar. Militan sendikal mücadelenin önünün açılmasında önemli bir işlev gören, sendikalarını TİP’in saflarını dolduran devrimci gençlere ve sosyalistlere açarak mücadelelerinin doğru bir mecrada akmasını sağlayan Kemal Türkler, İbrahim Güzelce ve Rıza Kuas gibi sendikacıların bu kararı almasında TİP’in kuşkusuz önemli bir rolü olmuştu. TİP’in Türk-İş’i kontrol altına alma çabaları sonuç vermeyince, Partinin Malatya’da yapılan kongresinde bir konfederasyon kurulması için karar alınmıştı. 13 Şubat 1967’de, TİP’in kurulduğu tarihten tam altı yıl sonra, Bağımsız Gıda-İş ve merkezi Zonguldak’ta bulunan Türk Maden-İş’in de katılımı ile DİSK kuruldu. DİSK’in kurucularının neredeyse tümü 1961’de TİP’in kuruluşunda yer almış sendikacılardı. Bağımsız kimi sendikaların katılımı ile toplam üye sayısını 66.000’e ulaştıran DİSK’in ilk genel başkanı Kemal Türkler olmuştu. Türkiye’de sosyalist fikirlerin ilk kez kitleselleşmeye başladığı bu dönemin hemen öncesinde, 1965 yılında, TİP de parlamentoya 15 milletvekili ile girmişti. Böylece gelişmeye başlayan sosyalist hareketle işçi sınıfı arasında organik ilişkiler kurmayı sağlayacak güçlü araçlar ortaya çıkmıştı. DİSK, Türk-İş’in izlediği sınıf işbirlikçi çizgiye karşı militan sınıf sendikacılığı anlayışı ile mücadele ederek hızla gelişti. Kamu işletmelerinde önü çeşitli yöntemlerle kesilse de, öncü işçilerin militanlaştığı özel sektörün en önemli işletmelerinde örgütlendi. İşçiler akın akın DİSK’e geliyorlar ve DİSK’e üye olma talepleri karşısında patronların tutumları pek çok işçi eylemine sebep oluyordu. İşçi eylemleri 1968 yılında da artarak sürdü. Zonguldak’ın Kozlu ve Üzülmez bölgelerindeki 25.000 işçi toplu sözleşmelerden sonuç alınamaması üzerine 6 ve 7 Şubattan itibaren iş bırakıyordu. Büyük yürüyüşlerin yapıldığı ve polisle çatışmaların yaşandığı eylemler 21 Şubatta imzalanan toplu sözleşme ile sona erecekti. DİSK de mücadeleci tavrıyla işçi sınıfının desteğini kazanıyordu. 4 Temmuz 1968’te Türk-İş’e bağlı Kauçuk-İş sendikasının, yetkili olduğunu öne sürerek toplu sözleşme yapmak istemesi üzerine, Derby lastik fabrikası işçileri kendilerinin DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasına üye olduklarını belirtip, durumu protesto etmek için işyerlerini işgal ettiler. İşçiler açısından önemli bir deneyim olan fabrika işgalleri, böylelikle dünyada esen rüzgârla birlikte Türkiye’ye de taşınmış oluyordu. Sosyalist fikirlerin iyiden iyiye yer etmeye başladığı öğrenci örgütleri de bu işgal sırasında Derby işçilerini desteklediler. Türk-İş’in karşı çıkmasına rağmen 8 Temmuzda yapılan oylamada Lastik-İş 930, Kauçuk-İş ise 6 oy aldı. İşçiler oylama sonucunu fabrikanın bahçesinde halaylar çekerek kutladılar. Derby işçilerinin mücadelelerini militanlaştırarak haklarını kazanmaları diğer sınıf kardeşlerine de örnek olacaktı. İzmir Menemen’de Çamaltı Tuzla İşletmelerinde işçiler fabrikayı işgal ettiler. İşgal polis saldırısı ile sonlandırıldı. Fabrika işgalleri, sonrasında, Singer, Demirdöküm ve Sungurlar işgalleri ile sürdü. Bağımsız Çelik-İş’ten DİSK’e bağlı Maden-İş’e geçmek isteyen işçilerin bu istemlerini patronlarına işgalle dayatmaları sonuç verdi. Bu eylemlerinde kolluk kuvvetlerinin şiddetine maruz kalan işçi sınıfı, ordusu, polisi ve yasasıyla burjuva devletin gerçek niteliğini görme fırsatı buluyordu. Nihayetinde DİSK ortaya koyduğu daha mücadeleci sendikal anlayış ile işçi sınıfının geniş kitleleri için bir çekim merkezi haline gelmişti. İşçiler bu mücadele hattını savunan ve gereğini yerine getiren DİSK’e akın etmeye başlıyorlardı. İşçi sınıfının kendine güveni giderek yükselip, militanlaşma düzeyi artarken, DİSK’in de bu militanlaşma ile belirlenen mücadeleciliği burjuvaziyi gelişmelerin önüne geçmeye zorladı. DİSK’i tasfiye etmeye yönelik yasa tasarısı, daha sonraları DİSK Genel Başkanı da olacak olan Abdullah Baştürk’ün ve kimi sendikacıların da aralarında bulunduğu komisyon tarafından Meclise gönderildi. Tasarının Mecliste kabulünden dört gün sonra 15 Haziranda protesto eylemleri başladı. 15 Haziran günü, 115 işyeri ve yaklaşık 75 bin işçiyle başlayıp, 16 Haziran günü 168 fabrikayı ve 150 bine yakın işçiyi kucaklayan 15-16 Haziran Direnişi, sanayi işçilerinin yoğun olarak bulundukları İstanbul ve Kocaeli bölgelerinde etkili oldu. 15 Haziran sabahı İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalar durdu. Her yerde işçiler yürüyüşler düzenliyorlar ve kent merkezlerine doğru hareket ediyorlardı. Ertesi gün Kartal’da, Levent’te ve Topkapı tarafında çatışmalar çıkmış, polis ateş açmıştı. Ordu, tanklarıyla ve zırhlı birlikleriyle gösterilere müdahale etmeye çalışıyordu. Askerlerin oluşturduğu barikatlar aşılıyor ve polisle çatışmaya girişiliyordu. Tutuklanan işçileri kurtarmak için işçilerin tutuldukları karakollar basıldı. Kadıköy’deki çatışmalar özellikle çok şiddetliydi, polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi öldürülmüş, 200 kişi yaralanmıştı. İstanbul’un iki yakasındaki işçilerin biraraya gelememesi için vapur seferleri tüm gün boyunca iptal edilmiş, Levent yakasından gelen büyük işçi koluyla, Unkapanı-Eminönü’nde biriken işçi kollarının birleşmemesi için Galata Köprüsü açılmıştı. İki gün boyunca militanca devam eden direniş, 1. Ordu Komutanlığına “davet edilen” DİSK yöneticilerinin çağrıları ile son bulmuştu. Türkiye işçi sınıfı hareketi için hâlâ bir doruk olma özelliği taşıyan 15-16 Haziran Direnişi, DİSK’e üye olmayan sendikalara bağlı işçilerin de yoğun katılımı ile, devrimci bir işçi sınıfı partisinin olmadığı koşullarda bile burjuvaziyi dehşete düşürmüştü. 1960’lı yıllar boyunca yaygınlık kazanan, 1969’daki fabrika işgalleri ile militanlaşma düzeyini yükselten ve bu deneyimlerle bilinçlenen öncü işçilerin DİSK’te örgütlenmesi ile sonuçlanan işçi eylemleri doruk noktasına 15-16 Haziran günleriyle ulaşıyordu. Burjuvazi bundan sonra işçi sınıfının yükselen mücadelesinin önünü kesebilmek için daha “etkili” yöntemleri gündemine alacaktı.

Temmuz 2008
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no:40, Temmuz 2008
DİSK
İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
İşçi Hareketi Tarihinden
Bellek
Share

DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /2

2.bölüm

1_mayis_1977.webp

Saraçhane mitingi ile başlayan ve 15-16 Haziran direnişi ile zirveye ulaşan süreçte öne çıkan sendikalar, bugünkü sendikal örgütlere göre oldukça militan bir karaktere sahipti. DİSK’li sendikacılar ve işçiler hak almanın ve alınan hakları korumanın ancak mücadele ile mümkün olabileceğinin farkındaydı. Bunun yanı sıra DİSK, burjuvazinin işçi kitlelerine aşılamak için büyük gayret gösterdiği ve Türk-İş’te hâkim olan “siyaset-dışı sendikacılık” anlayışına karşı kararlı bir mücadele yürüterek güçlenmişti. Ne var ki, DİSK’in bu dönemde desteklediği ve ilişki içerisinde bulunduğu TİP, parlamentarizm ve reformizmle malûldü. TİP DİSK’i parlamentodaki pozisyonunu sağlamlaştıracak sınırlarda bir sendikal çizgide tutmaya uğraşıyor, DİSK de TİP’deki bu eğilimi güçlendiriyordu. DİSK Kuruluş Bildirgesinde devrimciliği şöyle tanımlıyordu: “Biz devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici, ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve Anayasa ilkelerinin hayata uygulanması anlamına alıyoruz.” 61 anayasasında tanınan haklara güvenen ve dolayısıyla onunla sınırlanan bir anlayış her iki örgütte de hâkim durumdaydı. 60’lı yıllar boyunca militan işçilerin mücadeleleri üzerinden yükselen DİSK’in sınıf sendikacılığı anlayışının görece tüm olumlu özelliklerinin yanında bu sınırlılıklarını da görmek, bugün militan sınıf sendikacılığı anlayışının yükseltilmesi açısından önem taşımaktadır. Öncü işçiler bugün DİSK’in geçmişteki mücadele anlayışının daha ilerisine geçmek zorundadırlar. Bu da ancak, mücadeleyi kapitalist düzen sınırlarına hapsetmeyen “militan sınıf sendikacılığı” anlayışının sendikalarda hâkim kılınması ile sağlanabilecektir.

15-16 Haziran direnişinin ardından DİSK

DİSK, 1967-71 arasında aktif biçimde TİP’i desteklemiş, TİP tarafından da desteklenmişti. DİSK kurucularından Kemal Nebioğlu ve Rıza Kuas 1965 seçimlerinde TİP milletvekili olarak TBMM’ye girmişlerdi. 1968’de DİSK ve Maden-İş Başkanvekili Şinasi Kaya TİP’ten İstanbul Belediye Başkanı adayı olmuş, Rıza Kuas 1969’da yeniden milletvekili seçilmişti. DİSK 1969 genel seçimlerinde ve ara seçimlerde TİP’e oy verilmesi çağrısında bulunmuştu. 1969’da TİP adına radyodan konuşanlar arasında DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler de vardı ve konuşmasında CHP’yi ve ortanın solu söylemini yükseltmekte olan Bülent Ecevit’i çok sert eleştirmişti. Ancak, 1960’larda bütün solu kucaklayacak biçimde gelişen ve DİSK ile karşılıklı etkileşim içerisinde gelişip büyüyen TİP, 1970 yılı sonlarında gücünü önemli ölçüde yitirmişti ve bünyesinden değişik ideolojik yönelimlere sahip pek çok sol akım çıkıyordu. TİP’ten kopan kadrolar yeni örgütlenme arayışı içindeydiler. Bu nedenle, 15-16 Haziran gösterileriyle gözler önüne serilen işçi hareketini ilerletecek devrimci bir örgütlülük mevcut değildi. 15-16 Haziran 1970 genel direnişi ile doruk noktasına ulaşmış bulunan işçi hareketi dinamizmini büyük ölçüde korumasına rağmen, sosyalist hareket bu tarihlerde tam bir kriz ve parçalanma süreci içerisine girmişti. Bu dönemde TİP’in DİSK üzerindeki etkisi de ortadan kalkmış bulunuyordu. Nitekim TİP’in 1971’deki son kongresi, DİSK kurucusu sendikacıların bu partiyle ilişkilerinin sona erdiği bir dönüm noktası oldu. 12 Mart rejiminin sosyalist hareketi ağır baskı altına aldığı 1971-74 arası dönemde DİSK’te de bazı yalpalamalar kendini gösterecekti. 12 Mart 1971 darbesine karşı DİSK’in ilk günlerde takındığı tutum da bunun çarpıcı bir örneğiydi. DİSK yayınladığı bir bildiride, muhtırayı desteklediğini ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu belirtiyordu. Ne var ki bu tür yanılsamalar sadece DİSK’le sınırlı olmayıp sol hareketin önemli bir bölümünde de mevcuttu. 1971 Martından 1973’ün sonlarına dek süren bir zaman dilimi boyunca DİSK faaliyetlerini fiilen en aza indirgedi. Bu süreçte, 15-16 Haziran direnişine yol açan 274 sayılı sendikalar yasasını değiştirme girişimi, askeri rejimin varlığında fiilen gerçekleşmiş oluyordu. DİSK’in başını çektiği sendikal hareket bu dönemde büyük bir durgunluğun içine girmiş olsa da, işçi hareketi tüm olumsuz koşullara rağmen bu üç yıl boyunca yemek boykotları, açlık grevleri, yasadışı grevler ve hatta işgaller ile, küllenmemiş bir dinamizme sahip olduğunu hep hatırlatır.[1] İşçi sınıfında sönmeyen bu hareketliliğe rağmen sosyalist hareket henüz ciddi bir gelişim kaydedebilmiş değildir. Sınıf hareketi üzerinde henüz sosyalist hareket etkili olma durumuna gelememiştir ama muazzam bir enerji birikmiştir. Bu koşullardan yararlanan CHP olmuştur. CHP genel olarak solu ve sendikal hareketi yanına çekebilmek için bu süreçte “sol” bir söylem geliştirmeye başlamış ve DİSK’i de etkilemiştir. Daha 1969’un Eylülünde “CHP uzun yıllar, işçi ve köylüleri zorla ve jandarma dipçiğiyle çalıştırmıştır. Bütün CHP iktidarı boyunca, işçilere hür sendika kurma hakkı bile tanınmamış, grev isteyenler hapse atılmıştır” diyen DİSK yönetimi, 14 Ekim 1973’te yapılan milletvekili ve senato seçimleri öncesinde bir açıklama yaparak tüm emekçileri “Anayasal özgürlükleri, demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti durumunda olduğu için” CHP’ye oy vermeye çağırıyordu. DİSK, CHP’ye oy verme çağrısını 9 Aralık 1973’te yapılan mahalli seçimlerde de tekrarladı. Seçimlerde önemli bir başarı elde eden CHP, 25 Ocak 1974’te MSP ile koalisyon hükümeti kurdu. DİSK’in 13 Şubat 1974’te kutlanan 7. kuruluş yıldönümüne Başbakan Bülent Ecevit de kutlama mesajı gönderdi. TİP-DİSK ilişkisinden farklı koşullarda ve biçimlerde de olsa CHP ile DİSK yönetiminin ilişkisi gelişiyordu. DİSK 1974 Kıbrıs harekâtından sonra da CHP’yi destekler pozisyonunu sürdürdü. Kıbrıs harekâtından sonra ilan edilen sıkıyönetimin çok sayıda grevi yasaklayarak hangi sınıfa hizmet ettiğini apaçık ortaya koymasına rağmen, DİSK harekâtı destekleyen bir bildiri yayınladı ve işçileri devletin Savaş Fonuna birer brüt yevmiye ile katılmaya çağıran bir kampanya açtı. Bütün bunlar, DİSK’in kuruluşundan 15-16 Haziran’a ulaşan sürede sergilediği mücadele hattından epeyce saptığını gösteriyordu. Ancak işçi sınıfındaki muazzam birikimin açığa çıkmasıyla birlikte büyük bir ilerleme göstermeye başlayacak olan devrimci hareket, DİSK’i, en azından belli bir süre, sadece CHP’nin belirlediği bir sendikal örgütlenme olmaktan uzak tutacaktı. Devrimci hareket ve işçi hareketi 1974 yılından itibaren belirgin biçimde yükselmeye başladı. 1974 affıyla birlikte pek çok sosyalist tutsağın cezaevlerinden çıkması yeni örgütlenme çabalarını da beraberinde getirmişti. Bunun yanında uzun yıllardır Türkiye’de faaliyet göstermeyen ve yurt dışında yaşayan göçmen komünistlerle sınırlı bir örgütlenmeye sahip olan TKP’nin “atılım” kararı alması ve Türkiye’de örgütlenmeye başlaması da DİSK’in bundan sonraki gelişim çizgisinde belirleyici bir rol oynayacaktı. 1974 yılında gerçekleşen grev sayısı bir önceki yılın iki katına çıkmıştı.[2] Bu grevlerin büyük bir kısmı DİSK’e bağlı sendikalar tarafından gerçekleştiriliyor ve kazanımlar üye olmayan işçileri DİSK’te örgütlenmeye yöneltiyordu. İşçiler akın akın DİSK’e akıyor, sendika seçme referandumlarının çoğunu DİSK kazanıyordu. Bu arada DİSK’in CHP’yi desteklemiş olması da çok sayıda CHP yanlısı bağımsız sendika yöneticisinin DİSK’le yakınlaşmasını sağlıyordu. Bu dönemde pek çok sendikanın katılımıyla DİSK’in üye sayısı 270 bine çıkıyordu. 1975’te Seydişehir Alüminyum ve İskenderun Demir-Çelik’te çalışan 15.000 işçinin sendikalarını belirlemesi için yapılan referandumun Yargıtay tarafından yasaklanması, DİSK’in yükselişinden burjuvazinin ne kadar korktuğunun da bir göstergesiydi.

TKP DİSK üzerinde etkili olmaya başlıyor

DİSK üzerinde sosyalist bir partinin yeniden etkin olmasının önü 1975 yılının Mayıs ayında toplanan 5. kongrenin ardından açılır. Üstelik bu sefer DİSK üzerinde etkili olacak parti illegal TKP’dir. DİSK’in bu kongresinde, TİP’in ve DİSK’in kuruluşlarında yer almış ve Almanya’da çalıştığı süre içinde TKP ile ilişkisini geliştirmiş sendikacı İbrahim Güzelce genel sekreterliğe seçilir. Aslında 5. kongrede TKP DİSK yönetiminde ağırlığı ele geçirmiş değildir, fakat TKP kadroları DİSK’in sendikal çizgisini hızla belirlemeye başlarlar. Bu kongreden 1977 yılının sonlarında yapılan 6. kongreye kadar geçen 2,5 yıl, DİSK’in ikinci yükseliş dönemi olur. Bu süreçte DİSK, TKP’li kadroların etkisiyle, çalışma koşullarını ve ücretleri iyileştiren toplu sözleşmeleri hayata geçiren grev mücadelelerinin yanı sıra siyasal taleplerin de yükseltildiği kitlesel mücadelelerin merkezinde yer alır. Grevlerin sayısı artarken, DİSK’e yönelik baskılar ve lokavtların sayısı da artar. 17 Ocak 1975’te İstanbul’da Beko Teknik’te Maden-İş’e geçmek isteyen, 15 Martta İstanbul’da Northern Electric fabrikasında yine Maden-İş’e üye olmak için direniş yapan işçilere polis saldırır. Benzeri pek çok baskı bu yıllar içinde sıradan hale gelir. Genel-İş üyesi 6000 ya da Sosyal-İş üyesi 5000 işçinin SSK işyerlerindeki grevleri gibi pek çok greve de mahkeme ya da sıkıyönetim kararları ile izin verilmez. Ancak sınıf dayanışması güçlü bir biçimde gelişmektedir. Bandırma’da Etibank Sülfrik Asit fabrikasında Petrol-İş’ten ayrılıp DİSK’e bağlı Petrol Kimya-İş’e üye olan 16 işçinin sosyal haklarının kesilmesi üzerine 325 işçi direnişe geçer. Nusaybin’de pamuk tarlalarında çalışan işçilerin direnişini kırmak için getirilen 2 bin işçinin de direnişçilere katılmasıyla, direnen işçilerin sayısı 8 bine yükselir. İstanbul Sungurlar’da 800 işçi 114 gün boyunca kararlı bir direniş sergiler. Türkiye-Irak Petrol Boru Hattında çalışan 800 Baysen-İş üyesi sendika seçme özgürlüğü için direnirken, bu direniş işyerindeki İtalyan işçilerinden de destek görür. Konya’da Maden-İş’e üye olmak isteyen Seydişehir Alüminyum işçilerinin üzerine 26 Aralık 1975’te 150 ülkücü-faşistin ve Türk Metal-İş üyesinin ateş açması ise, gelişen mücadeleler karşısında egemen sınıfın tavrını açıkça ortaya koymaktadır. DİSK, 6 Eylül 1975’te İzmir’de 15 bine yakın, 20 Eylül 1975’te İstanbul’da 40 bin dolayında işçinin katıldığı “Demokratik Hak ve Özgürlükler İçin Mücadele” mitinglerini düzenler. Milliyetçi Cephe hükümetinin siyasal özgürlükleri kısıtlayan girişimlerine karşı gerçekleştirilen bu mitingler, DİSK’in ekonomik alandaki mücadelelerin sınırlarını aşma gayretinde olduğunu göstermektedir. Nitekim 1976 yılında gerçekleştirilecek olan 1 Mayıs gösterilerinin hazırlıkları da bir yandan başlamıştır. 13 Şubat 1976’da DİSK’in 9. kuruluş yıldönümü ilk kez kitlesel bir şölen ile kutlandı. Can Yücel’in “Hava döndü, işçiden esiyor yel” şiirini okuduğu, çok sayıda sanatçının katıldığı şölende yaptığı konuşmada DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, “Sınıf uzlaşmacılığına ve Amerikan sendikacılığına karşı 13 Şubat 1967 günü kurulan DİSK, kısa süre içinde sayıca gücünün ötesinde bir prestij ve saygınlık kazandı. Bunda en önemli pay, tabanın söz ve karar sahibi olma ilkesinin, sendika içi demokrasinin uygulanmasıydı. Yüzlerce, binlerce bilinçli işçi, gece gündüz ve yorgunluk bilmeden DİSK’e sahip çıktı... Görmediğimiz, tanımadığımız binlerce işçi sınıfı yandaşı DİSK’in yücelmesi için yiğitçe kavga verdiler. DİSK’in adı, işyerleri duvarlarına, İstanbul sokaklarına, yurt toprağına bu kahırlı, sabırlı ve kararlı mücadeleyle kazındı” diyerek, DİSK’in gelişiminin hangi temeller üzerinden sağlandığını anlatıyordu. DİSK’in l Mayıs broşürünün “Önsöz”ünde, “l Mayıs, birleştiğinde dünya emekçilerinin yenilmez gücünü burjuvaziye dayattığı ve tüm çalışanlara örnek olduğu bir gündür, l Mayıs ‘Bahar ve Çiçek Bayramı’ değildir. O gün kırlarda eğlenmeyi, çiçek toplamayı biz burjuvaziye ve sınıf uzlaşmacısı sendikalara, Türk-İş’e bırakıyoruz” deniliyordu. Bu satırları kaleme alan İbrahim Güzelce, DİSK’in örgütlediği ilk kitlesel 1 Mayıs mitingini göremeden 11 Nisan 1976 günü hastalık nedeniyle hayata veda etti. DİSK’in ikinci yükselişinde önemli bir yeri olan Güzelce, 40 bin işçi tarafından uğurlandı. Broşürler, gazeteler çıkararak, İstanbul duvarlarını afişlerle donatarak, komite çalışmaları ve işçi eğitimleri ile yoğun bir biçimde hazırlanılan ilk kitlesel 1 Mayıs gösterisine 100 bine yakın işçi, “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” pankartı altında sloganlar ve marşlar söyleyerek katıldı. DİSK önderliğinde gerçekleştirilen bu 1 Mayıs gösterisi, sınıf hareketinin kazandığı ivmenin ve moralin de net bir göstergesi olmuştu. 10 Temmuz 1976’da DİSK, Bursa’da faşistlerce katledilen Maden-İş üyesi ve TOFAŞ işçisi Muammer Çetinbaş’ın öldürülmesini protesto için Bursa Mitingini gerçekleştirdi. İstanbul’dan, İzmit’ten, Ankara’dan, Sakarya’dan gelen on binlerce emekçi faşist saldırıları kınadı. DİSK, l Eylül’de Dünya Barış Gününü, 11 Eylül’de Şili ile Dayanışma Gününü kutlayarak işçi sınıfının uluslararası siyasal sorunlarına ilgisiz kalmadığını gösteriyordu. Anayasa Mahkemesinin 11 Ekim 1975’te iptal ettiği Devlet Güvenlik Mahkemeleri Yasasının Milliyetçi Cephe iktidarı tarafından bir yıl içinde yeniden yasalaştırılmak istenmesi, 1976’da DİSK önderliğinde Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük işçi eylemlerinden birine yol açacaktı. DGM’lerin kurulmasının işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesini engellemeye yönelik olduğunu vurgulayan DİSK, DGM’leri “sınıf mahkemeleri” ve “sıkıyönetimsiz sıkıyönetim” olarak niteliyordu. DİSK’in Yönetim Kurulu ve Başkanlar Kurulu 16 Eylül 1976’da bir bildiri yayınlayarak “Genel Yas” ilan etti. Bildiride, “1. Ülkemizi MC’nin yarattığı karışıklık ve bunalımdan kurtarmak, 2. Hayat pahalılığı artışına son verip emekçi halkımızın yüksek seçim olanaklarına kavuşmasını sağlayacak kapıları açmak, 3. Demokrasiyi açıkça boğazlanmaktan kurtarıp demokratik, sendikal ve siyasal hak ve özgürlükleri koruyup genişletmek, 4. Ve bu nedenle emekçi halkımızın 1977 Genel Seçimleri’nde özgürce oy kullanma ve bu istemleri destekleyen dilediği iktidarı seçme olanağı sağlamak amacıyla... Bu iktidarın anayasal ve demokratik yoldan düşürülmesine ve halktan yana bir iktidarın kurulmasına kadar tüm ülkede Genel Yas ilanı ... kararlaştırılmıştır” deniyordu. DİSK’in kararında, her gün öğleden sonra sessiz matem yürüyüşleri veya mitingleri yapılacağı ve işçilerin eylemler için serbest bırakılacağı açıklanıyordu. Aslında bu, genel grevi yasaklayan burjuva hukukunu delme girişimiydi. 16 Eylül 1976’da DİSK Yönetim Kurulu Taksim Anıtı’na siyah çelenk koyarken, yüz binlerce işçi Türkiye çapında üretimi durdurdu. 16 ve 17 Eylül günlerinde İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Antalya, Adana, Mersin, Diyarbakır, Kayseri, Sakarya ve Balıkesir’de işçiler iş bıraktı. 18 Eylülde direnişe Ereğli Demir Çelik işçileri de katıldı. İstanbul ve Ankara’da otobüs ve temizlik işçileri iş bırakırken, Aliağa ve İpraş Rafinerilerinde, Erdemir, Türk Demir Döküm, Sungurlar, Pirelli, Goodyear, Tofaş ve Renault fabrikalarında üretim durmuş, her yanı “DGM’ye Hayır”, “MC’ye Hayır” sloganları kaplamıştı. Bu gerçekte bir genel grev provasıydı. 27 Eylül 1976’da Ankara’da demokratik kuruluşlar DİSK’in DGM direnişini desteklemek amacıyla bir miting düzenlediler. Aynı biçimde Federal Almanya’da da DİSK’e destek mitingi yapıldı. Bu arada gerek DİSK’in eylemini desteklemek, gerekse işten atılmaları protesto etmek için çok sayıda uluslararası kuruluş ve çeşitli ülkelerin işçi sendikaları DİSK’e destek bildirileri gönderdiler. DİSK, 5 Ekim 1976’da bir açıklama yaparak, “işten atılan tüm DİSK üyelerinin güvence altında” olduğunu belirtti ve bu amaçla olağanüstü toplanan DİSK Genel Kurulu, DİSK Dayanışma Fonunun güçlendirilmesi ve DİSK aidatının arttırılması kararı aldı. DİSK’in DGM direnişine İstanbul’daki Profilo Fabrikası işçileri militan bir biçimde katıldılar. Profilo işvereninin MESS’in talimatı ile 18 işçiyi işten atması üzerine işçiler 22 Eylül 1976’da direnişe geçti. Fabrika polis tarafından kordon altına alındı. 29 Eylülde bini aşkın polis, altı panzer ve gaz bombaları ile işçilere saldırmalarına karşın fabrikayı boşaltamadı. 30 Eylülde polisin ikinci kez giriştiği saldırıda Yakup Keser adlı işçi öldürüldü. Jandarmanın denetiminde 500 işçi polis merkezine götürüldü. Çok sayıda işçi gözaltına alındı, bazıları tutuklandı. DGM direnişi üzerine patronlar yoğun bir baskıya girişmişlerdi. Binlerce işyeri temsilcisi ve işçi işten çıkarılmıştı. Ancak DİSK’in örgütlediği bu direniş tüm kamuoyunu harekete geçirmişti. Yükselen tepki sonucunda burjuvazi, 11 Ekim 1976’da, DGM’leri yeniden açma girişiminden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu arada Sağmalcılar Cezaevinde tutuklu bulunan 6 Profilo işçisi “DGM’yi Ezdik, Yaşasın DİSK” sloganıyla 23 Ekim 1976’da toplanan DİSK Genel Temsilciler Meclisine bir telgraf gönderdiler. Telgrafta şöyle deniyordu: “Bir Yakup ölmüş, bin Yakup var savaşacak. Bu olay ne ilktir ne de son. İşçi sınıfımızın mücadele tarihinde bu gibi olaylar çoktur. Binlerce işçi kardeşimiz vurulmuş, işkencelere tâbi tutulmuş, ama hâkim sınıfların baskılarına rağmen sınıf mücadelesi durmadan ilerlemiştir. Profilo olayları neticesinde biz 6 işçi temsilcisi tevkif edildik. Ama biliyoruz ki, ne işkenceler ne hapishaneler bizleri yıldıramaz. Tam tersine sınıf mücadelesini pekiştirir. Hapishaneler bizler için birer okuldur ve bizler bu okulda bulunmaktan dolayı gurur duyuyoruz... Kahrolsun Faşizm.” Bu militanlaşma düzeyi 1960’lardaki mücadeleciliği fersah fersah aşıyordu. TKP her türlü oportünizmine rağmen işçileri siyasal meseleler konusunda da mücadeleye sevk etmişti. Yükselen bu mücadele hattı artık daha çok sendikayı kendisine çekiyordu. Yeni sendika katılımları ve DİSK üyesi sendikaların yeni üye kazanımları ile DİSK’in üye sayısı 1977 sonunda yarım milyona ulaşacaktı. Ancak yönetiminde CHP’lilerin ağır bastığı bazı sendikaların DİSK’e katılımları, sonraki dönemlerdeki gelişmelerin de göstereceği üzere, gerçekte bunların militanlaşan bir sendikal anlayışa sahip olmalarından kaynaklanmıyordu. Aslında DİSK’in yeni yönelimi burjuvaziyi oldukça ürkütmüştü ve bu gelişmenin önünü, tüm diğer uygulamaların yanı sıra DİSK’i içerden ele geçirme yoluyla da kesmeyi deneyecekti. Yeni üye olan sendikalardan Genel-İş’in 120 bin, Oleyis’in 23 bin üyesi vardı. Bu durumda Genel-İş DİSK’teki en büyük sendika haline geliyor ve konfederasyon içinde CHP’lilerin ağırlığı artıyordu. Ancak ipler henüz DİSK içerisindeki TKP’li kadroların elinden kaçmamıştı. TKP’nin oportünist politikalarının uzantısı olarak, DİSK, 21 Şubat 1977’deki genel seçimlerde CHP’yi destekleyeceğini açıkladı. Ancak mücadeleci anlayışta henüz bir geriye düşme söz konusu değildi. Bu perspektifle DİSK 1 Mayıs 1977’ye hazırlanmaya başladı. Aylar öncesinden başlayan yoğun bir çalışma sonucunda Türkiye’nin dört bir yanından gelen 500 bin dolayında emekçi Taksim’de toplandı. On binlerce işçi “141-142’ye Hayır”, “Faşizme Geçit Yok”, “İşçiyiz Güçlüyüz, Devrimlerde Öncüyüz” sloganlarını haykırarak ve demokratik taleplerini dile getirerek alana girdi. Ancak, bu 1 Mayıs’a hazırlanan sadece işçiler değildi. Burjuva devletin gizli birimleri l Mayıs’ı kana bulayarak 37 kişiyi katledecek, yüzlerce işçi yaralanacaktı.

CHP’nin DİSK yönetimini ele geçirmesi

‘77 1 Mayıs’ının görkemli gösterisine saldırarak meydanı boş bırakmayacağını ve saldırılarını arttıracağını ortaya koyan burjuvazi bir yandan da DİSK’e içerden saldırmak için fırsat kolluyordu. Nitekim DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in 28 Temmuz 1977’de, TKP’nin programatik görüşleriyle paralellik içeren Ulusal Demokratik Cephe (UDC) çağrısı yapması bu kesimleri derhal harekete geçirdi. Türkler, UDC çağrısında şöyle diyordu: “Milliyetçi Cephe işbirlikçi tekelci sermayenin en gerici, şoven kesimlerinin oluşturduğu gericilik ve faşizm cephesidir. Bu cepheye karşı ve güvenoyu aldığı takdirde 2. MC’yi bir an önce iktidardan uzaklaştırmak için, ulusal bağımsızlıktan, demokrasi, barış ve toplumsal ilerlemeden yana olan parlamento içindeki ve dışındaki tüm örgüt ve güçlerin Ulusal Demokratik Cephe (UDC) içinde bir araya gelmeleri ve UDCyi güçlendirmeleri acil bir görev ve zorunluluktur... Demokrasi düşmanlarınca yaratılan bu cepheleşmenin Demokrasi Bölümü’nde CHP’nin gerekli yerini alması, işlev ve görevlerini daha somut biçimde yerine getirmesi önemli bir zorunluluk haline gelmiştir.” UDC çağrısının büyük yankı yaratmasının ardından CHP yanlısı sendikacılar Kemal Türkler’i eleştirmeye başladılar. DİSK Yürütme Kurulu “4’ler”, “3’ler” olarak ikiye ayrıldı ve Yönetim Kurulu yeni bir genel sekreter atadı. Basında, “DİSK’te iki başlı yönetim” başlıkları kullanılıyordu. Yoğun tartışmalardan, karşılıklı suçlamalardan sonra, konfederasyon içindeki diğer gruplarla işbirliği yapan Genel-İş başkanı Abdullah Baştürk öncülüğündeki CHP’li grup, olağanüstü genel kurula gidilmesini sağladı. DİSK 6. genel kurulu 22-29 Aralık 1977 tarihleri arasında İstanbul’da yapıldı. Toplantıya 35’i doğal, 361 delege katılıyordu. Bunların 100’ü Genel-İş, 64’ü Maden-İş delegesiydi. Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk’ün DİSK Genel Başkanlığına, genel kuruldan bir ay öncesine kadar Kemal Türkler ekibiyle birlikte davranan Fehmi Işıklar’ın DİSK Genel Sekreterliğine seçildiği 6. genel kurul TKP’li kadroların etkisinin büyük ölçüde kırılmasıyla sonuçlandı. Bu kongre DİSK tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. İkinci yükseliş dönemi için son artık başlamıştı. Kongrenin seçtiği yeni yönetim, geçmiş yönetimin önemli sorumluluk ve yetkiler verdiği birçok TKP’li uzmanın işine son vermekle mesaisine başladı. Ancak bu durum da henüz bir bütün olarak DİSK’in CHP’lileştiği anlamına gelmiyordu.

[1]   Çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığının istatistiklerinde bile 1970 yılında grevlerde kaybolan gün sayısı 220.189 iken 1971’de iki katından fazla artarak 476.116’ya, 1972’de 659.362’ye, 1973’te ise 671.135’e yükselir.
[2]   1974 yılında greve katılan toplam işçi sayısı 25.546 oldu. 1973 yılında bu sayı 12.286 idi. Grevde kaybolan gün sayısı ise 1973’te 671.135 iken 1974’te neredeyse iki katına çıkıp 1.109.401’a yükselmişti.

Ağustos 2008
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, Ağustos 2008, no:41
DİSK
İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
İşçi Hareketi Tarihinden
Share

DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /3

3. Bölüm

kemal_turkler.jpg

kemal_turkler.jpg

DİSK’in yönetimine CHP’lilerin hâkim olmasını izleyen dönemde, önceki sloganların terk edilmesi dışında DİSK’in politikalarında ve sürdürdüğü mücadelelerde, başlangıçta köklü bir değişiklik yaşanmadı. Ekonomik koşulların ağırlaşması, sosyalist hareketin yarattığı basınç, tabandaki işçilerin militanlaşma düzeyinin yüksekliği ve bunlarla birlikte faşist saldırıların yaygınlaşması nedeniyle 1978-80 döneminde de DİSK’in yeni yöneticileri diğer sendika konfederasyonlarına kıyasla daha mücadeleci bir anlayışı sürdürmek durumunda kaldılar. Söylemlerinde sosyalizm vurgusunu da hiç eksik etmediler. Örneğin Milliyet gazetesi genel yayın müdürü Abdi İpekçi’nin DİSK genel başkanı Abdullah Baştürk ile yaptığı ve 16 Ocak 1978 tarihinde yayınladığı bir röportajda DİSK genel başkanı şöyle diyordu: “DİSK, sosyalist bir örgüttür. Yani ideolojik yönü belirlenmiş, kendi yetkili karar organlarında saptanmış bir örgüttür... CHP’nin üst düzeydeki yönetimi de, milletvekili seçildiğim seçim çevreleri de, parlamento içinde birbirimizi tanıyan milletvekilleri de ve partinin pek çok yönetici kademeleri de benim bir sosyalist olduğumu bilirler idi.”DİSK, Baştürk’ün genel başkanlığı sırasında da, işçilerin gözünde sahip olduğu itibarı büyük ölçüde korudu. 1978-80 dönemini DİSK, geçmiş yıllara oranla daha hareketli geçirdi. 1978 yılı içinde DİSK’e bağlı 27 sendikanın yaklaşık 31 bin üyesi 130’u aşkın işyerinde greve çıkacak ya da yasalar gereği grev prosedürünü yerine getiremedikleri için gayri resmi grev yani “direniş” yoluna başvuracaktı.1978 yılı içerisinde DİSK’in gerçekleştirdiği ilk büyük eylem “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi” oldu. Burjuva devletin yönlendirmesindeki faşistlerin, 16 Mart 1978’de, İstanbul Üniversitesinden çıkmakta olan öğrencilere bombalı saldırısı sonucunda 7 devrimci öğrencinin ölümüne DİSK’in tepkisi gecikmedi. DİSK ertesi gün yaptığı açıklama ile faşist saldırı ve cinayetleri protesto için 2 saatlik iş bırakma eyleminde bulunacağını açıkladı. 500 bin bildiri, 250 bin DİSK’in Sesi gazetesi ile kararı hızla tabanına ileten ve diğer kitle örgütlerini harekete geçiren DİSK, gazete ilanları ile üyelerini Faşizme İhtar Eylemine katılmaya çağırdı.DİSK’in çağrısını TÖB-DER, TMMOB, Türk Tabipler Birliği, TÜTED, TÜMAS, İstanbul Barosu başta olmak üzere çok sayıda meslek ve kitle örgütü de destekledi. Türk-İş’e bağlı ve bağımsız çok sayıda sendika üyesi de Faşizme İhtar Eylemine katıldı. 20 Mart 1978’de saat 8:00-10:00 arasında Türkiye’nin dört bir yanında şalterler indi, makineler sustu. Birçok ilde elektrik ve su kesildi, trafik kilitlendi, radyolar sustu, okullarda ders verilmedi, avukatlar mahkemelere girmedi. Yaklaşık l milyon dolayında insanın katıldığı ve bir “genel grev”in pek çok özelliğini taşıyan bu eylem o güne kadarki işçi katılımı açısından en büyük eylem olmuştu. DİSK’in bu eylemini burjuva basın “ihtilal provası”, Türk-İş üst yönetimi “işçiler üzerinde oynanan oyun” olarak tanımlarken, en sert tepkiyi CHP genel başkanı ve başbakan Bülent Ecevit gösterdi. Eylemi yasadışı ilan etti ve eyleme katılan işçileri işten atmakla tehdit etti.Burjuvazinin işçi sınıfı hareketinin yükselen militanlığından ürkmesiyle başlattığı faşist seferberliğe karşı DİSK’in ortaya koyduğu bu tavır çok önemliydi. Ancak hedef olarak karşısına burjuva devleti değil yalnızca MHP’li faşistleri koyması yüzünden de eksikti. Elbette bu eksikliğin, sendikal bir örgütlülüğün tek başına ortaya koyabileceği bir perspektifle aşılması beklenemezdi.Faşist saldırılar tüm ülkede DİSK’i de daha fazla hedef alacak biçimde artmaya devam etti. DİSK’in Tekstil sendikasının Beyoğlu şube binası Nisan ayında bombalandı. Binada ağır hasar meydana geldi. Bir grup MHP ve AP militanı DİSK İlerici Deri-İş sendikasının Kazlıçeşme şube binasına saldırdı ve binayı kurşun yağmuruna tuttu. Bu ortam içerisinde DİSK, bir yıl önce burjuvazi tarafından kana bulanan 1 Mayıs alanına tekrar çıkmak için de hazırlıklarını büyük bir titizlikle sürdürüyordu.l Mayıs 1978 yüz binlerce işçinin, emekçinin ve devrimcinin l Mayıs Alanını (Taksim Meydanı) doldurmasıyla coşku ile kutlandı. Kutlamaya Türk-İş üyesi Hava-İş ve Petrol-İş sendikaları da katıldı. Mitingde başta Maden-İş olmak üzere çeşitli sendika kortejlerinde açılan TKP’ye özgürlük pankartları ve bu doğrultuda atılan sloganlar, daha sonra DİSK içinde bir krize yol açacak ve bu sendikalar CHP’li DİSK yönetimi tarafından ihraç edileceklerdi. Bu 1 Mayıs’ta, bir yıl önceki katliama inat, coşku yüksek görünse de, işçi sınıfı hareketinin geri çekilme dönemine girmesinin belirtileri de kendini ortaya koyuyordu. İşçi sınıfının mitinge katılımı bir yıl öncesine nazaran azalmıştı. Nitekim bu 1 Mayıs, işçi kitlelerinin 1 Mayıs Alanında birlikte kutladıkları son 1 Mayıs olacaktı.Yine de militan eylemlilikler DİSK’in militan işçilerince ortaya konmaya devam etti. Mersin’de kurulu Soda Sanayi A.Ş.’de örgütlenen DİSK/Petkim-İş üyesi işçilerin mücadeleleri buna örnektir. Soda sanayi işçilerinin 140 gün süren ve çeşitli baskılarla sindirilmeye çalışılan grevi, Bakanlar Kurulu kararıyla önce otuz, daha sonra altmış gün ertelenmişti. Erteleme süresinin dolmasına on gün kala işveren işçilerle birlikte teknisyenleri de kapsayan bir lokavt ilan etti. Sendikanın yaptığı itirazların ardından işverenin bu lokavt kararı mahkeme tarafından da yasadışı sayıldı. DİSK yönetimi yapılan yasadışı uygulamaların düzeltilmesi için Başbakan Bülent Ecevit’e bir mektup gönderdi. Bu mektubun da sonuç vermemesi üzerine Mersin’de binlerce işçinin katıldığı bir miting yapıldı. Bu mitingle yetinmeyen işçiler seslerini duyurmak amacıyla Mersin’den Ankara’ya uzanan bir yürüyüş yapma kararı aldılar. Mersin Valiliğinin engelleme girişimlerine karşın işçiler 21 Haziranda yürüyüşü başlattılar. İşçilerin Ankara’ya girmesine izin verilmedi. Soda işçileri on beş gün boyunca Gölbaşı’nda bekletildi.İşçilerin bu eylemleri Ecevit hükümetini huzursuz ediyordu. 1977 seçimlerinde işçi sınıfı örgütlerinden aldığı belirgin destekle iktidara gelen CHP, DİSK yönetimine yerleşmişse de henüz örgütü tam olarak denetleyecek bir durumda değildi. Bu yüzden CHP hükümeti DİSK’li devrimci kadroları ve öncü işçileri terbiye edecek girişimlerini hayata geçirmeye başladı. Bunlardan ilki DİSK’i karşısına alarak, 20 Temmuz 1978’de Türk-İş’le imzaladığı “Toplumsal Anlaşma”ydı. “Ülke ekonomisi gerçekleri ile bağdaşmayan aşırı istekleri adaletli biçimde önlerken işçi kesiminin kendi içinde de denge ve adalet sağlamayı amaçladığı” belirtilen ve “toplumsal barışın sağlanması ve işçi işveren ilişkilerini gerginleştiren grev ve lokavt olayları yaşanmasına ve dolayısıyla da devletin sürece müdahalesine olanak bırakmamayı” hedefleyen “Toplumsal Anlaşma”, “halkçı” Ecevit tarafından İsveç örnek gösterilerek işçilere yutturulmaya çalışılıyordu. DİSK, işçi ücretlerini dondurmayı amaçlayan ve krizin yükünü işçi ve emekçilere yükleyen bir uzlaşma olduğunu bildirerek, “Toplumsal Anlaşma”yı reddettiğini açıkladı.DİSK’in bu dönemdeki bir başka olumlu ve önemli yaklaşımı da kamu emekçilerinin örgütlenmesine dair gösterdiği tutumlarda ortaya çıktı. Tüm çalışanların grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkını savunan DİSK, kamu çalışanlarının tek çatı altında toplanması doğrultusunda önemli bir adım attı. DİSK Yönetim Kurulu eğitim emekçilerinin örgütü TÖB-DER’i onur üyesi olarak kabul etti.DİSK binalarını hedef alan faşist saldırılar bir süre sonra doğrudan DİSK’lilere de yöneldi. Pek çok sendika yöneticisi, işyeri temsilcisi ve militan işçi, ülkücü faşistlerce katledildi, yaralandı, sakat bırakıldı. Faşist saldırılar elbette DİSK’lilerle sınırlı değildi. Tüm sosyalist ve devrimciler bu saldırıların hedefi durumundayken, çok sayıda ilerici ve demokrat aydın da bu tür saldırılarla katlediliyordu. Bir süre sonra sıradan olaylar haline gelen kahvehane taranması olaylarında da çeşitli illerdeki çok sayıda işçi ve devrimci, faşistlerce öldürüldü. Faşist terör işçi hareketini ve devrimci mücadeleyi ezmek için burjuvazi tarafından adım adım tırmandırılıyordu.Bu adımlar burjuva devleti sonunda kitle katliamlarını başlatma noktasına da götürdü. Kontr-gerilla tarafından organize edilen bu katliamlar, MHP’li faşistler eliyle hayata geçiriliyordu. 1978 Aralık ayının sonunda devlet destekli faşistler Kahramanmaraş’ı kan gölüne çevirdi. “Maraş Katliamı” olarak anılan olaylarda ana rahmindeki bebeklerden yetmişini aşkın yaşlılara varıncaya kadar yüzlerce insan hunharca katledildi. Evler, işyerleri yakıldı. Burjuvazinin polislerinin uzaktan seyrettiği katliam sırasında yaralananların toplandığı hastane faşist caniler tarafından basıldı, yaralılar bile dövüldü. Bunun üzerine burjuvazi aradığı fırsatı buldu ve hükümet 13 ilde sıkıyönetim ilan etti.DİSK Kahramanmaraş katliamını ve o güne dek öldürülen insanları anmak ve faşizmi lanetlemek için 5 Ocak 1979 günü işçileri saat 11’de 5 dakikalık saygı duruşuna çağıracaktı. 5 Ocak Faşizmi Lanetleme Eylemine TÖB-DER, TMMOB, TÜTED, TÜMÖD üyeleri ve üniversite öğrencileri de katıldı. Yüz binlerce emekçinin katıldığı bu eylem her ne kadar geniş kesimler üzerinde etkili olmuşsa da “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi”ni daha ileriye taşıyamamış, aksine gerisine düşmüştür. Faşist yükseliş burjuvazi tarafından 12 Eylül’e doğru ilerletilirken, ne yazık ki, bu katliamlar söz konusu olduğunda bile genel grev gibi güçlü eylemlerle burjuvazinin karşısına çıkılamamıştır.

Maraş’tan 12 Eylül’e

Faşist hareket hızla yükseltilirken, DİSK yönetimi de DİSK’in militan kesimlerini kontrol altına alma çabasını arttırdı. DİSK Onur Kurulu 15 Mart 1979’da çeşitli çalışmalarda DİSK disiplinine uymadıkları iddiasıyla Yeraltı Maden-İş’i 4 ay, Maden-İş, Baysen ve Banksen sendikalarını ise l yıl süreyle DİSK’ten ihraç etti. Bu geçici ihraç kararı DİSK içinde önemli tartışmaları da beraberinde getirmişti. Kemal Türkler ve başkanı olduğu Maden-İş, DİSK’in kuruluşunun hemen öncesinde Türk-İş’te maruz kaldıkları durumu bir yönüyle yine yaşıyorlardı. Ancak bu durum DİSK’ten kopmayı beraberinde getirmeyecek, ihraç sürelerini tamamlayan sendikalar yeniden DİSK üyeliğine kabul edileceklerdi.Siyaset alanı iyice ısınıyor, burjuvazi işçi sınıfına saldırılarını giderek arttırıyordu. Bu koşullar içinde Ecevit hükümeti l Mayıs 1979’un Taksim Meydanında kutlanmasına izin vermedi. DİSK Başkanlar Konseyi “DİSK yönetimi ve bağlı sendikalarımızın başkan ve yöneticilerinin l Mayıs 1979’da l Mayıs Alanında olacağı” açıklaması yapınca da DİSK Genel Merkezi polis tarafından basıldı ve l Mayıs afişlerine ve gazetelerine el kondu. DİSK genel başkanı Abdullah Baştürk ve Yürütme Kurulu üyeleri gözaltına alındı ve l Mayıs günü için sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Burjuvazi sınıf mücadelesinin barometrelerinden biri olan 1 Mayıs için kararlılığını tüm açıklığıyla ortaya koyuyordu. DİSK başkanı Baştürk ise bir mesaj yayınlayarak “tüm İstanbul l Mayıs Alanıdır” diyordu. Sokağa çıkma yasağına rağmen l Mayıs 1979 günü çok sayıda işçi ve devrimci İstanbul’un çeşitli yerlerinde l Mayıs’ı kutladı. DİSK’in geçici olarak ihraç ettiği Maden-İş, Banksen ve Baysen sendikaları ise l Mayıs’ı izinli olarak İzmir’de kutladılar. Burjuvazi işçi sınıfının gücünü ve kararlılığını sürekli tartıyor ve bulduğu her zayıf noktanın üzerine gidiyordu.Fabrikalarda da silahlı faşist çeteler terör estirmeye devam ediyordu. DİSK/Aster-İş Onur Kurulu üyesi ve Taşkızak Tersanesi işçisi Atilla Can 24 Şubatta evine giderken uğradığı silahlı bir saldırı sonucu yaşamını yitirmişti. Tek Gıda-İş’ten DİSK’e bağlı Gıda-İş’e geçmeye çalışan Tekel işçilerine ise yıl boyunca saldırılar yapıldı. Ocak ayında Cevizli Sigara Fabrikası işçisi Muammer Kuran faşistlerce pusuya düşürülüp katledildi. 31 Mayısta tekel işçisi Hamit Akyıldırım evine giderken öldürüldü. Bunun üzerine 6 bin Tekel işçisi cinayetleri ve saldırıları protesto etmek için iş bıraktı. Ancak 21 Aralıkta Gıda-İş işyeri temsilcisi Sebahattin Çakmak da katledildi. 20 bin Tekel işçisi kararlılıklarını gösteren eylem ve direnişlerle ne faşistlere ne de sarı sendikalara boyun eğmeyeceklerini ortaya koyacaklardı. Ne var ki, sosyalist solun bölünmüşlüğü ve faşist saldırılara karşı yekvücut olmuş tutarlı bir karşı koyuş sergileyememesi nedeniyle, devrimci örgütlere işçilerin güveni, dolayısıyla desteği de giderek azalıyor ve emekçi kitleler giderek pasifize olmaya başlıyordu.Devlet destekli faşist saldırılar kitleleri yıldırmak ve pasifize etmek üzere giderek tırmandırılmasına rağmen, DİSK yönetimi iktidardaki CHP’yi desteklemeye devam ediyordu. Nitekim 14 Ekimde gerçekleştirilecek ara seçimlere ilişkin takınılacak tavrı belirlemek için 3 Ekimde yapılan toplantı sonucunda DİSK Yönetim Kurulu şu açıklamayı yapacaktı: “Yerli ve yabancı sermaye çevreleri faşizmi tırmandırmak ve seçimlerden sonra ülkeyi faşizmin kanlı karanlığına boğmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Çeşitli ara rejim söylentileri ve bunu desteklemek üzere verilen paralı ilanlar, bakan istifaları ve faşist anarşinin akıl almaz boyutlara çıkarılması, bunun araçları ve kanıtlarıdır…14 Ekim seçimlerinde faşizm, bunun yandaşı partiler (MHP, CGP, AP, MSP) mutlak yenilmeli ve geri itilmelidir… Bütün bu koşulları göz önünde tutan DİSK Yönetim Kurulu, 14 Ekim seçimlerinde: 1. Tabanının (gövdesinin) ilerici, demokrat unsurlardan oluşması nedeniyle, faşizme karşı mücadelede önemli görevler yapabilecek olan CHP’ye oy verilerek desteklenmesini 2. İşçi sınıfımızı, emekçi halkımızı kucaklayan siyasal örgütlenmenin henüz var olmadığının bilincinde olarak, sosyalist, ilerici tüm partilerin adaylarına da oy verilerek güç katılmasının faşizmle mücadele ilkesine ters düşmeyeceğini, kamuoyuna duyurmaya karar vermiştir.” DİSK, 1973 sonrasında üyesi olan belediye, banka ve bazı kamu sektörü işçileriyle birlikte 1979’da artık Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar örgütlenmişti ama DİSK’in militan işçi kitlesi, Bolşevik bir partinin olmadığı koşullarda, içine sokulduğu burjuva çözümler batağından bir türlü kurtulamıyordu.1980 yılı içinde ise grevler dışında en önemli işçi eylemleri TARİŞ ve Antbirlik direnişleri oldu. MC iktidarları sırasında tarım satış kooperatifi birliklerine çok sayıda MHP militanının işçi olarak yerleştirilmek istenmesi çeşitli olaylara yol açmıştı. 1979 ara seçimlerini izleyen Demirel azınlık iktidarının kurulmasından sonra da aynı olaylar yaşandı. 1979 sonunda TARİŞ’te işçi çıkarmalar başladı. Ardından MHP’li militanları toplu sözleşme ve yasa hükümlerine aykırı olarak işe almak isteyen Genel Müdürlük 22 Ocak 1980’de “arama” adı altında bir polis operasyonu gerçekleştirdi. Jandarma desteğinde panzerler TARİŞ’e girdi. İşçilere ateş açıldı. İplik işçileri başta olmak üzere TARİŞ işçileri 22 Ocakta direnişe geçtiler. İzmir’de Çimentepe ve Gültepe gibi gecekondu bölgelerinde halk sokağa döküldü. Ege Üniversitesi öğrencileri, üniversiteyi işgal ederek, TARİŞ işçileriyle dayanışma içinde olduklarını ve güvenlik kuvvetlerinin tavrını protesto ettiklerini bildirdiler. TARİŞ direnişini kırmak için fabrika polis ve askerlerce kuşatıldı. Fabrikaya yönelik saldırılarda atölyeler tahrip oldu, işçiler yaralandı. Bu saldırı ülke çapında yapılan gösterilerle protesto edildi. 25 Ocakta DİSK’in aldığı karar doğrultusunda İzmir’de iki saatlik iş bırakma eylemi çok geniş katılımla ve büyük bir disiplin içinde gerçekleştirildi. 26 Ocakta TARİŞ işçileriyle dayanışma amacıyla İzmir’de “İşçi Kıyımına, Zamlara, Pahalılığa, Sürgünlere, Anti-Demokratik Baskı ve Uygulamalara, Faşist Saldırılara Karşı Demokrasi Mitingi ve Yürüyüşü” yapıldı.Gelişen protestoların önünü alamayan iktidar, halkın tepkisini bastırmak amacıyla TARİŞ işçilerinin oturduğu mahallelere yönelik geniş bir operasyon başlattı, ancak halkın direnişiyle karşılaştı. DİSK yöneticilerinin araya girmesi ile 31 Ocakta direniş kaldırıldı. Fabrikaları boşaltmadan üretime devam etmek isteyen işçiler kısa bir süre sonra yeniden direnişe geçtiler. 7 Şubatta polis operasyonu yeniden başladı. 3 saat süren bir çatışma oldu. Polis fabrikayı boşaltarak yaklaşık 700 işçiyi Alsancak Stadyumuna götürdü. Bu arada iplik ünitesini boşaltmak isteyen polis ve jandarma Çiğli-Çimentepe halkının barikatıyla karşılaştı. Gültepe ve Altındağ’da halk protesto eylemleri düzenlerken, DİSK üyesi diğer işçiler de bir günlük direnişe geçtiler. Gültepe’de Belediye Başkanı ile birlikte 400 kişi gözaltına alındı. Yağ kombinası işçilerle polis arasında bir kere daha el değiştirdi. İplik fabrikası işçileri barikatlar kurarak “TARİŞ’te faşistlere yer yok” sloganı ile direnmeye devam etti. 14 Şubat günü iplik fabrikası karadan ve havadan sarıldı. Anonslar sonunda işçiler dışarıya çıktı. 270 kişi gözaltına alınarak Karşıyaka Stadyumuna götürüldü. Daha sonra 200 dolayında işçiye dava açıldı.TARİŞ’te gerçekleştirilen operasyonların benzerleri Çukobirlik ve Antbirlik’te de tekrarlanmak istendi. Antbirlik’te polisin bir saldırı ile Genel Müdürlük binasını tahrip ederek ele geçirmesi işçilerin direnişi ile karşılanacaktı. 8 Şubatta Antalya’da tüm işçiler, direnen Antbirlik işçileri ile dayanışma içinde olduklarını göstermek için 2 saatlik iş bırakma eylemine giriştiler. Bu önemli direnişler, burjuvazinin tüm yıldırma çabalarına karşın işçi sınıfının direncinin kırılamadığının somut göstergeleriydi.Diğer taraftan, metal işkolunda 107 işyerinde çalışan 25 bin işçi adına sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla noktalanmasıyla Maden-İş 13 Marttan itibaren kademeli olarak grev başlatacaktı. Aynı gün Netaş işçisi Mustafa Benlioğlu ise Otosan fabrikası önünde kurşunlanarak katledilecekti. Ne var ki tüm bu saldırılar işçileri yıldırmaya yetmeyecek ve 19 Marttan itibaren grevdeki işçi sayısı 22 bine ulaşacaktı. Grevler 12 Eylül darbesine dek, hatta bazı işyerlerinde darbenin iki gün sonrasına kadar devam edecekti. İşçilerin militanlığı her şeye rağmen artıyordu. Ancak onları daha ileriye götürecek devrimci bir siyasal önderlikleri yoktu.DİSK, 1980’de l Mayıs’ın kutlanması için tüm Türkiye’nin l Mayıs Alanı olarak ilan edilmesine, İstanbul, Ankara, İzmir, Trabzon, Bitlis ve Mersin’de de DİSK önderliğinde kutlanmasına karar verdiğini açıkladı. Ancak l Mayıs’a doğru DİSK ve üye sendikalara yoğun baskılar başladı. Ankara’da Dev Maden-Sen ve Yeni Haber-İş sendikaları mühürlendi, İstanbul’da Gıda-İş’e polis baskını yapıldı. CHP genel başkanı Bülent Ecevit Sakarya mitinginde işçileri l Mayıs toplantılarına katılmamaya çağırdı. Olaylar böyle gelişirken, DİSK Yürütme Kurulu kararı gereği DİSK üyeleri 30 Nisan 1980 günü değişik sürelerle iş bırakarak l Mayıs’ı kutladılar. DİSK, l Mayıs 1980’i Danıştay kararıyla izin alabildiği tek yer olan Mersin’de kitlesel biçimde kutlayabildi. 30 Nisan ve onu izleyen günlerde başta DİSK Yürütme Kurulu üyeleri olmak üzere değişik illerde 515 DİSK üyesi gözaltına alındı.Burjuvazi bir yandan bütün toplumu faşist terörle sindirme operasyonuna devam ederken bir yandan da işçi sınıfı hareketine saldırıyor, her hamlesinde de işçi sınıfının gücünü tartıyordu. Bunun son denemesini, DİSK’in bütün mücadele tarihinin en önemli figürü olan Kemal Türkler’e suikast düzenleyerek gerçekleştirdi. Kemal Türkler, 22 Temmuz 1980’de, Merter’deki evinin önünde faşistlerce öldürüldü. 23 Temmuz günü tüm ülkede DİSK üyesi işçilerle bazı bağımsız sendika ve Türk-İş üyelerinin iş bırakarak katıldıkları protesto eylemine yüz binlerce işçi katıldı. Bazı kaynaklar bu eyleme katılan işçilerin sayısını l milyon olarak gösteriyordu. 24 Temmuz günü on binlerce işçi çalışmayı bırakıp DİSK Genel Merkezinde Kemal Türkler’in katafalkı önünde saygı duruşunda bulundular. 25 Temmuz günü DİSK’in düzenlediği yürüyüşe katılan yaklaşık l milyon işçinin eşliğinde Kemal Türkler’in cenazesi Aksaray’dan Topkapı Mezarlığına getirildi. Kemal Türkler’i uğurlarken işçilerin gerçekleştirdiği 25 Temmuz yürüyüşü 12 Eylül 1980 öncesindeki son görkemli işçi eylemiydi. Sıkıyönetimin tüm önleme girişimlerine rağmen 25 Temmuzda yapılan cenaze töreni yüz binlerin katıldığı büyük bir antifaşist gösteriye dönüşmüştü. Ancak faşizmin önüne sadece gösterilerle geçilemezdi.Gücüne artık iyice güvenen burjuvazinin isteği doğrultusunda, ordu, işçi sınıfını ezmek için 12 Eylül 1980 günü yönetime el koyacaktı. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte DİSK ve DİSK’e bağlı bütün sendikalar kapatıldı, tüm mal varlıklarına el kondu. Binlerce DİSK’li işçi ve yönetici işkenceli sorgulardan geçirildi. DİSK Bursa Bölge Temsilciliği Avukatı Ahmet Hilmi Veziroğlu, gözaltında tutulduğu Bursa Emniyetinin beşinci katından atılarak öldürüldü. DİSK üyesi Deri-İş sendikası genel başkanı Kenan Budak ise polis tarafından kurulan bir pusuyla sokak ortasında katledildi. Bu arada DİSK hakkında 78 kişinin idamının istendiği 1477 sanıklı bir dava açılmıştı. Burjuvazi 12 Mart döneminde hayata geçiremediği özlemlerini nihayet gerçekleştirmiş, mücadeleci işçilerin örgütü olan DİSK’in kolunu kanadını kırmıştı. Bu aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı hareketinde mücadeleci bir sendikal anlayışın da uzun süre kafasını kaldıramayacağı bir dönemin açılması anlamına geliyordu. (devam edecek)

Eylül 2008
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no:42, Eylül 2008
DİSK
İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
Share

DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı /4

4. Bölüm

sendika_burokrasisi_savasirsak_defolur.jpg

12 Eylül 1980’de iktidara gelen faşist yönetim, DİSK’i ezilmesi gereken başlıca hedeflerden biri olarak gördü. DİSK’in çalışmalarını durdurdukları gibi, genel başkandan sendikalardaki işyeri temsilcilerine kadar binlerce kişiyi gözaltına aldılar. DİSK’li tutsakların çoğuna 100 günü aşan gözaltı süreleri boyunca her türlü işkenceyi uyguladılar. 78 idam istemini de içeren 1477 sanıklı DİSK davası, 24 Aralık 1981’de İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesinde başladı. Sanıkların mahkeme sorgusu 16 ay sürdü, Selimiye’de başlayan tutukluluk sonradan Davutpaşa Kışlasında devam etti. Birçok DİSK yöneticisi buradaki avcı köşkü Otağ-ı Hümayun’da işkence gördü. Savcılar esas hakkında mütalaalarını ancak 15 Ocak 1986 tarihinde okudular. 25 Şubatta ise DİSK’in savunması başladı. Abdullah Baştürk’ün 500 sayfayı aşan savunması, DİSK’in savunması olarak kabul edildi. Mahkeme, kararını dava başladıktan 5 yıl sonra, 24 Aralık 1986’da verdi. Kararda DİSK’in ve üye sendikaların kapatılması, 261 yönetici ve 3 uzmanın toplam 2053 yıl hapisle cezalandırılması yer alıyordu. Gerekçeli karar ise yasaları ihlal edecek biçimde geciktirilerek 1989 yılında açıklanacaktı. Bunun üzerine karar DİSK’liler tarafından temyiz edildi. Faşizmin artık çözülmüş olduğu ve dünyadaki siyasal atmosferin de büyük bir dönüşüm geçirdiği koşullarda, hükümetin Ceza Yasasındaki ünlü 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırma kararı alması, DİSK davasının yönünü değiştirecekti. Nihayet Askeri Yargıtay 3. Dairesi, Ceza Yasasının 141. maddesinin iptali üzerine, davanın açılmasından tam 10 yıl 10 ay sonra, 16 Temmuz 1991’de, mahkemenin kararını bozdu ve DİSK davasından yargılananlarla ilgili olarak beraat kararı verdi. DİSK davası beraat ile sonuçlanmıştı sonuçlanmasına ama geride DİSK’ten de eser kalmamıştı. 12 Eylül faşizmi 60’lı yıllardan başlayarak yükselen işçi sınıfı hareketini öyle bir ezmişti ki, DİSK’in bu yılların militan deneyimlerini yeni işçi kuşaklarına aktaracak bir örgütlenmesi artık yoktu. 1989 Bahar Eylemleri ve Zonguldak madencilerinin eylemleri ile bir kımıldanma yaşansa da, militan işçi kuşağı, siyasal ve sendikal tüm işçi örgütlerinin ezilmesi ve büyük ölçüde tasfiye olmasıyla yıpranmış ve dağılmış bir halde bulunuyordu. Bu duruma bir de SSCB’nin çöküşü eklenince, işçi sınıfı hareketindeki gerileme en üst boyuta ulaştı. DİSK’in bundan sonraki sürecine bu durum damgasını vuracaktı.

DİSK’in yeniden kuruluşu ve “yeni” mücadele hattı

1991’de mahkeme beraat kararı verdiğinde DİSK’in görevleri süren yöneticilerinin dışında hiçbir üyesi kalmamıştı. Ancak, Turgut Özal önüne geçmeye çalışsa da, mal varlığının ve parasının bir kısmı DİSK’e iade edilmişti. Böylece DİSK, 12 yıl sonra tekrar çalışmalarına başladı. Son olağan genel kurulunu 1980 yılında yapan DİSK, yeni başkan ve yönetimini belirlemek için 1992 yılında 8. genel kurulunu topladı. Genel başkanlığa konfederasyonun kurucularından Kemal Nebioğlu seçildi. Bu dönemde DİSK için birinci öncelik yeniden toparlanmak, “ete kemiğe bürünmek” için çalışmalar yapmaktı. Ne var ki DİSK, 12 Eylül’ün yasal düzenlemelerinin sendikal mücadeleyi oldukça zorlaştırmasının da etkisiyle 1980 öncesinin sendikal gücüne ve hareketlilik düzeyine bir daha ulaşamayacaktı. 12 Eylül’ün yarattığı yeni düzene ayak uydurmaya çalışan DİSK, yapılan toparlanma çalışmaları ile bazı işkollarında barajları aşabilecek üye sayısına kavuştu. Ancak bazı sendikaları da kapandı. DİSK’in yeniden açıldığı 1992 yılına kadar geçen sürede Türkiye’de ve dünyada sınıflar arası mücadelede güç dengesi burjuvaziden yana büyük bir kayma yaşamış ve sermayenin işçi sınıfını hedef alan çeşitli biçimlerdeki saldırıları artan ölçüde başarı kazanmaya başlamıştı. Özelleştirmelerin yanı sıra, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve diğer güvencesiz çalıştırma biçimleri yaygınlaşıyordu. Sovyetler Birliği ile birlikte diğer bürokratik diktatörlüklerin dağılmasıyla, “serbest piyasa” tekrar sihirli bir sözcük haline getirilmiş ve onun “kerameti” herkesi etkilemeye başlamıştı. Bu değişimler elbette DİSK’e de sirayet edecekti. Bu şartlar altında gerçekleştirilen ve bir bakıma “yeniden kuruluş” niteliği taşıyan kongreden çok kısa süre sonra (Haziran 1992) DİSK’in Ören tesislerinde “DİSK ve Bağlı Sendikaların Genişletilmiş Ortak Toplantısı” düzenlendi. Ören toplantısı DİSK’in bundan sonra izleyeceği çizgi konusunda iki eğilimin birbiriyle mücadelesine sahne oldu. Bir tarafta, DİSK’in geçmişteki gibi sınıf kimliğini vurgulayan mücadeleci bir sendikal anlayışı yine sürdürmesi gerektiğini savunanlar bulunuyordu. Ancak sendikaların bu mücadeleci anlayışı hayata geçirmesini sağlayacak devrimci kadroların zayıf olması, bu eğilimin DİSK’te belirleyici olmasının önünde büyük engeldi. Diğer tarafta ise, özetle Türkiye ve dünya ölçeğinde değişen şartları öne süren ve bu temelde sınıf sendikacılığı değil “çağdaş sendikacılığı”, mücadeleci bir tavrı değil, sermayeyle uzlaşma ve işbirliğini öne çıkaran “toplumsal mutabakat” anlayışını savunanlar yer alıyordu. İki eğilim arasındaki bu mücadeleyi zamanın ruhuna uygun olarak “çağdaş sendikacılık” çizgisi kazandı. Başkan Kemal Nebioğlu’nun toplantıda yaptığı konuşma da bunu ilan edici nitelikteydi: “12 yılda çok şey değişti. Bizim kongremize TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) başkanı sayın Refik Baydur geldi. Biz de önümüzdeki günler içerisinde TİSK’i ve genel başkanı ziyarete gideceğiz. Meseleleri oturup tartışacağız, biz diyalogdan, demokrasinin kural ve kurumlarının sağlıklı işlemesinden yanayız. Artık sorunları kavgayla değil masada çözeceğiz.” DİSK yönetimi o günden bu yana da bu çizgisini geliştirerek ve perçinleyerek yoluna devam etti. Yeni gelen yönetimler de bu çizgiden çıkmadılar. Sınıf işbirlikçi anlayışı kuvvetlendirdiler. Bunun çarpıcı bir ifadesi DİSK’in işçi eğitimlerinde ele aldığı konu ve içeriklerde bulunabilir. Geçmişteki eğitimler kapitalist sömürüyü, sınıflı toplumlar tarihini, artı-değeri, işçi sınıfının kapitalist toplumdaki yerini vb. anlatırken, şimdi Avrupa Birliği’nden gelen yardımlarla örgütlenen eğitimlerin içeriğini “liderlik”, “etkin iletişim”, “yeni yönetim teknikleri” ve “sosyal diyalog” gibi konular oluşturuyordu. Ayrıca, son yıllarda, DİSK yöneticilerinin burjuvazi içinde süren it dalaşında taraf olarak işçilerin statükocu burjuva kesimin arkasına takılmasına hizmet etmekten kaçınmadıklarını da görüyoruz. Bütün bunlar da gösteriyor ki, bir zamanlar işçi sınıfının geniş kitleleri için bir çekim merkezi haline gelen ve verdiği mücadele ile burjuvazi tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanan DİSK’in yerinde bugün yeller esmektedir. DİSK, sendika bürokrasisinin elinde, diğer konfederasyonlardan temelde pek farkı olmayan bir yapı haline gelmiş, onu devrimci işçi sendikaları konfederasyonu yapan geleneğinden fersah fersah uzaklaşmıştır.

Militan sınıf sendikacılığı anlayışını güçlendirelim

Belli başlı kesitlerini hatırlatmaya çalıştığımız DİSK’in bu “kısa” mücadele tarihi, inişleri ve çıkışlarıyla, doğruları ve yanlışlarıyla birlikte önemli deneyimlerle doludur. Bu yüzden militan sınıf sendikacılığı anlayışını egemen kılmak isteyenlerin, öncü işçilerin taban örgütlerine dayanarak DİSK’i pratikte nasıl bir mücadele örgütüne dönüştürdüklerinden öğrenecekleri çok şey vardır. Türkiye işçi sınıfının sınıf bilinci kazanmasında rolü çok büyük olan DİSK, mücadeleci çizgisiyle işçilerin birçok kazanım elde etmelerini sağlamıştır. DİSK sendikaların siyasetten bağımsız olmaları gerektiği anlayışına karşı mücadele ederek kendini var etmişti. Yaşanılan deneyimler, partiler üstü sendikacılık anlayışına karşı sınıf sendikacılığını temel alan bir mücadelenin, işçi hareketinin ücret sendikacılığının ötesine geçerek militan bir karaktere bürünmesine yol açtığını net bir biçimde göstermiştir. Militan sınıf sendikacılığı anlayışına göre, sendikalar siyasetten değil, burjuvaziden, onun partilerinden ve devletinden bağımsız olmalıdır. Bugün bu anlayışı egemen kılmak öncü işçilerin önünde duran bir görevdir. DİSK, sendikaların siyasetten bağımsız olması anlayışına karşı çıkmasına rağmen, burjuva devlete ve ‘61 Anayasasına ilişkin yanılsamalardan kurtulamamıştı. Ancak DİSK içindeki militan işçiler, haklarını korumanın ve geliştirmenin yolunun yasal engelleri aşma gayretini göstermekten geçtiğini deneyimleriyle öğrenmişlerdi. Derby’deki fabrika işgalleri, Alpagut deneyimi ya da 15-16 Haziran örneklerinde olduğu gibi yasaları değil mücadelenin meşruluğunu temel alan eylemler bunu göstermişti. İşçiler sendika hakkını dişediş mücadelelerle kazandıkları için, kendilerinin dışında bir yapı olarak algılamadıkları DİSK’e sonuna kadar sahip çıkma bilincine de ulaşmışlardı. Bu sahip çıkışı da sözlerle değil aktif biçimde ortaya koyuyorlardı. İşçilerin kendi örgütlerine bu sahip çıkma tarzlarını bugün de hayata geçirmek sınıf hareketini güçlendirmek için hayati önem taşıyor. Bunu gerçekleştirmek için de öncelikli olarak, sendikaların yapılarının, işleyişlerinin değiştirilmesi için mücadele verilmelidir. Bugün sendikalarda belirleyici olanlar sendika bürokrasisidir. Oysa sendikalarda kararları alanlar bizzat işçiler olmalıdır. Bunun temelleri de taban örgütlülüklerini oluşturma perspektifiyle yürütülecek sabırlı bir çalışmayla atılabilir. Olabildiğince geniş ve canlı işyeri örgütlülüklerini oluşturmak, bunların hem karar hem de denetim organları olmasını sağlamak, sendikal demokrasinin hayata geçirilmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Çok açık ki, sendikal bürokrasi sendikalardaki demokratik işleyişin en büyük düşmanıdır. DİSK tarihinde de tanık olduğumuz gibi, işçi sınıfı hareketinin gerilemeye başladığı her dönemde sendika bürokrasisi hep güçlenmiştir. Bugün de sendika bürokrasisi sınıf hareketinin önündeki en büyük engellerden biridir. Ancak sendika bürokrasisinin böylesi dönemlerde ele geçirdiği bu güç öncü işçiler için yıldırıcı olmamalıdır. Bu nedenle sendikalara küsüp bu örgütlerden umudu kesmek, bu örgütleri burjuvalara ve onların ajanlarına kendi ellerimizle teslim etmekten başka anlama gelmez. Tersine sendikalara üye olmak, onlara sahip çıkmak, bu bilinci yaygınlaştırmak ve tabanın sendika yönetimi üzerinde denetim kurması için sabırla çalışmak gereklidir. Bugünkü mücadeleci işçilerce giderek daha fazla ihtiyaç hissedilen bir husus da, işçilerin çıkarlarının ulusal bir çerçevede değil enternasyonalist bir bakış açısıyla savunulması meselesidir. Çünkü işçi sınıfının kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorundur. İşçi sınıfının bütünsel çıkarları mücadelenin enternasyonalist bir bakış açısıyla kavranmasını ve örgütlenmesini gerektirir. Bu nedenle, ulusal sınırları aşmak ve milliyetçi önyargıları kırmak için mücadele etme görevi de öncü işçilerin önünde durmaktadır. Ancak bütün bu görevlerin yerine getirilmesi için öncü işçilerin devrimci bir bilince ulaşabilmeleri ve devrimci bir siyaset izlemeleri gerekmektedir. Bu da ancak burjuvaziden ideolojik, politik ve örgütsel açıdan bağımsız bir siyasal önderlik ile mümkündür. Bugün işçi sınıfının ve özel olarak da sendikaların içinde bulunduğu durumun nedeni böyle bir önderliğin olmamasıdır. Bu sadece Türkiye’deki işçilerin değil tüm dünyadaki işçilerin ihtiyaç duyduğu yakıcı bir eksikliktir.

Ekim 2008
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no:43, Ekim 2008
DİSK
İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/1835?page=2&qt-diger_makaleler=4