Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Psikolojik Savaş: Kirli Düzenin Kirli Yöntemleri

Psikolojik Savaş: Kirli Düzenin Kirli Yöntemleri

1.bölüm

kukla-olarak-manipule-edilen-adam.webp

“ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli, elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir” (Nazım Hikmet) Son aylarda generallerden siyasetçilere, ulusalcılardan liberallere kadar herkes muarızlarını “psikolojik savaş yürütmekle” suçluyor. Liberal çevreler askeri bürokrasinin ve ulusalcıların psikolojik savaş uygulamalarını ve planlarını “kısmen” teşhir ediyor. Öte yandan generaller de, TSK’ya karşı “asimetrik yıpratma harekâtı” yani “psikolojik savaş” yürütüldüğünü ilan ederek ortalığa saçılan pisliklerinin kokusunu perdelemeye çalışıyor. Türkiye’de askeri vesayet rejimini sürdürmek, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek, darbe koşulları hazırlamak, hükümetleri yıpratmak, Kürtlerin meşru taleplerini ve örgütlenmelerini karalamak, işçi hareketini ve devrimcileri karalamak gibi amaçlarla tüm toplumu hedef alan psikolojik savaş stratejileri hazırlayıp uygulamak, Genelkurmay’ın başlıca faaliyetleri arasındadır. Genelkurmay bünyesinde faaliyet gösteren Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı, TC devletinin Türkiye halklarına karşı yürüttüğü psikolojik savaşın önde gelen komuta merkezlerinden biridir. Psikolojik Harekât Dairesi’nin işlevinin açığa çıkması üzerine adının “Bilgi Destek Daire Başkanlığı” olarak değiştirilmesi bile tipik bir psikolojik savaş uygulamasıdır. Dolayısıyla generallerin, hükümeti yıpratma hedefiyle yürürlüğe soktukları planların bir kısmı deşifre edilince veya işlenen cinayetler açığa çıkınca “TSK’ya karşı psikolojik savaş yürütülüyor” diye feveran etmeleri ironiktir.

Devletin resmi ideolojisi ve psikolojik savaş

İktidarı elinde tutan ayrıcalıklı bir azınlık, kendi kesimsel çıkarlarını toplumun bütününün çıkarları gibi gösterebilmek için yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kurulu çok yönlü bir ideolojik faaliyet yürütür. Burjuva düzenin eğitim kurumlarından dinsel organizasyonlara ve medyaya kadar çeşitli düzeydeki aygıtları, sömürü düzenini meşru kılacak fikirsel çerçeveyi bireylerin zihnine yerleştirme işlevini üstlenmiştir. Devletin ideolojik aygıtları, düzeni ayakta tutacak fikirleri topluma benimseterek, kurulu düzeni statüko duvarları arasında koruma altına alırlar. Düzen kendi egemenlik simgelerini kutsal halelerle sarar, bu simgeler üzerine efsaneler türetir. Böylelikle toplumun tüm bireylerinin ve siyasal örgütlenmelerinin düşüncelerini çerçeveleyecek “kırmızı çizgiler” çekilmiş olur. Burjuva düzen, toplum tarafından kayıtsız şartsız benimsenmesini istediği fikirleri bazı kavramları kutsallaştırarak, onları tartışılmaz kılarak destekler; tek dil, millet, devlet, vatan, bayrak, şehitlik, üniter devlet, bölünmez bütünlük, kurtuluş savaşı, Atatürk vb. Belirli bir coğrafya üzerinde egemenliğini ulus-devlet olarak örgütleyen burjuva sınıf, hâkimiyet kurduğu topraklar üzerinde varlığını meşru kılacak bir fikirler dizgesi de oluşturur. Böylelikle “resmi ideoloji” hayat bulur. Ancak resmi ideolojinin topluma benimsetilmesi, düzenin devamı için yeterli olmaz. Düzenin çelişkileri resmi ideolojiyi yıpratır. Egemen sınıf kliklerinin, gerek kendi aralarındaki iktidar savaşımları, gerekse de işçi sınıfı ve ezilenler üzerinde tahakkümlerini sürdürmek üzere yürüttükleri ideolojik faaliyetler, psikolojik savaş yöntemleri ile desteklenmektedir. Psikolojik savaş yöntemlerinin uygulanması burjuva siyasetinin istisnası değildir. Bilakis, burjuva düzen, varlığını ve gündelik siyasi uygulamalarını toplum nezdinde meşrulaştırılabilmek için kitlelerin zihinlerini kontrol altına almaya ve iradesini yönlendirmeye ihtiyaç duyar. Kirli oyunlar tezgâhlayarak toplumu mevcut düzene muhalefet edenlere veya hasım devletlere karşı kışkırtmak, burjuvazi açısından gerekliliktir. Rakip egemen güçlerin veya hasım devletlerin birbirlerine karşı yürüttükleri psikolojik savaş, birbirleriyle çatışmalarının olağan bir parçasıdır. İşçi sınıfının ve tüm toplumun farkına varması ve uyanık olması gereken husus, burjuva devletin toplumun bütününe karşı yürüttüğü psikolojik savaştır. Psikolojik savaş; halkın düşünce ve duygularını kontrol etmek, değiştirmek veya yönlendirmek üzere uygulanan kirli yöntemlerin genel adıdır. Devlet bu savaşımı profesyonel yöntemlerle ve üstü kapalı bir biçimde yürütür. Psikolojik savaşın hedefi olan işçi kitleler, eğer devrimci örgütlülükten ve siyasal bilinçten yoksun iseler, kendilerine karşı yürütülen savaşın farkına bile varamazlar. Burjuva devletin psikolojik savaş taktiği, düşmanını insanlık dışı olarak göstermek ve ona karşı nefret yaratmaktır. Medya organları bunun için sistematik biçimde kullanılır. Örneğin haberlerde kullanılan kelimeler ve sıfatlar bile özenle seçilir. Hakları için isyan edene “cani”, “terörist”, isyan liderlerine “teröristbaşı” “bebek katili” gibi sıfatlar yakıştırılabilir. “Düşman” hiç yapmadığı şeyler için suçlanabilir. Hatta provokasyon eylemleri tertiplenip “düşmanın” üzerine yıkılabilir. Devlet ne pahasına olursa olsun toplumu kendi haklılığına inandırmalıdır. Resmi propagandanın etkili olabilmesi için inandırıcı, basit, tutarlı vurguların sık sık tekrar edilmesi gerekir. Toplum öyle bir zihinsel cendere altına alınır ki, “düşman” olarak benimsetilen güçlerin ne istediğini tartışmak isteyenler bile “hain” veya “işbirlikçi” olarak damgalanabilir. Devlet, tüm psikolojik savaş uygulamalarına rağmen gerçekliği bütünüyle gizleyemez. Gerçekler direngendir ve güçlüdür. Lenin’in vurguladığı gibi “gerçeğin kendisi devrimcidir”. Muhalif bir hareket uzun bir süre boyunca alt edilemezse; muhalif hareketin talepleri ve mücadelesi toplumsal bir taban bulabilirse, devletin yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kurduğu propagandalar giderek inandırıcılığını yitirmeye başlayacaktır. Devlet propagandalarının etkisizleşmesi mevcut siyasi yapının sorgulanmasını ve resmi ideolojinin krizinin giderek derinleşmesini beraberinde getirecektir. Resmi ideolojinin değişmeksizin ilelebet ayakta kalması mümkün değildir. Çünkü ne toplum durağandır, ne de siyasal yapı durağan kalabilir. Devletin, toplumun değişik kesimlerinden yükselen yakıcı talepleri sürekli şiddet ve karalama yöntemleri ile bastırması meşruiyetini tümüyle kaybetmesine yol açacaktır. Biriken sorunların çözülmesi ve gerilimin azaltılması ihtiyacı, resmi ideolojinin revize edilmesini ya da yeniden kurgulanmasını dayatabilir. Egemen sınıfın bir kesimi, çıkarlarını zedelemeyecek, hatta daha da geliştirecek biçimde değişim sürecini kendi kontrolü altında yönetmeye soyunurken, değişimle birlikte güç yitirecek kesimler statüko cephesinde mevzilenirler. Egemen sınıfın statükocu kanadı resmi ideolojiyi kendine siper edinir. Resmi ideolojinin dokunulmaz kıldığı kavramları kullanarak saldırıya geçer. Geçtiğimiz günlerde CHP’li Onur Öymen’in Kürtlerle müzakereye karşı çıkarak 1938 Dersim katliamını olumlaması bunun tipik bir örneğiydi. Öte yanda AKP ise süreci kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek ve Kürt kitlelerini siyasi iradelerini temsil eden örgütlenmelerden uzaklaştırarak kendi saflarına kazanmak istiyor. Bu yüzden başbakan, devletin 1937-38’de Dersim’de gerçekleştirdiği kitlesel kıyımı katliam olarak tanımlamaktan çekinmedi. Statükonun devamını sağlamak üzere kurgulanan resmi ideoloji egemenlerin değişimden yana kesimi için ayak bağı haline gelmiştir. Bu yüzden statükonun savunucusu kurumların ve resmi ideolojinin bazı öğelerinin tartışılması gündeme gelmektedir. Ancak burjuva cephede yer alan siyasi güçler, resmi ideolojiye yönelik toptan ve köklü bir sorgulamaya girişmeye cesaret edemezler. Böyle bir sorgulama, sömürü düzeninin bütününü tehlikeye sokacaktır.

Egemenler arası it dalaşı karşılıklı psikolojik savaş hamleleri eşliğinde sürüyor!

İçerisinden geçmekte olduğumuz dönemde, askeri bürokrasinin konumunun giderek daha fazla sorgulandığına şahit oluyoruz. Bunun sebebi açıktır. Türkiye’de rejimin, burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda reorganize edilebilmesi, bu temelde iktidar bloku içerisindeki güç ilişkilerinin yeniden tanımlanabilmesi, statükonun devamında ayak direyen askeri bürokrasinin direncinin kırılmasını gerektiriyor. Askeri bürokrasi, askeri vesayet rejiminin zayıflatılmasına karşı direniyor. Ordu içerisinde cuntacı örgütlenmelerin ardı arkası kesilmiyor. Bu cuntaların hükümeti yıpratmak üzere hazırladıkları psikolojik savaş plan ve uygulamalarının önü alınamıyor. Bu durum, askeri bürokrasinin direncinin kırılması gereğini daha da acil kılıyor. İşte bu yüzden, burjuva düzenin “koruyucusu ve kollayıcısı” olan ordunun düne kadar örtbas edilen suçları şimdi kısmen teşhir ediliyor. Bu hamleler karşısında askeri bürokrasi, “TSK’ya karşı asimetrik yıpratma harekâtı yürütülüyor” diyerek suçlarını inkâr ediyor; böylelikle iktidar aygıtı içerisindeki konumunu ve dokunulmazlığını korumaya çalışıyor.

Ordunun kabaran suç dosyaları ve karargâhtan üflenen yalan rüzgârları

Psikolojik savaş uzmanı Albay Dursun Çiçek’e hazırlatılan AKP’yi devirme planının fotokopisi medyada yayınlandı. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bu belgeye “kâğıt parçası” diyerek belgenin gerçekliğini inkâr etti, yani tüm kamuoyuna açıkça yalan söyledi. AKP ise belgenin ıslak imzalı aslının elinde olduğunu gizledi. Söz konusu belgenin ıslak imzalı aslı, zamanı geldiğinde şantaj aracı olarak kullanılmak üzere bekletiliyordu. AKP “demokratik açılım” söylemini Kürt kitleleri nezdinde inandırıcı kılabilmek ve PKK’lilerin dağdan inişine açık kapı bırakabilmek için Habur’dan giriş yapan PKK’lilerin serbest bırakılmalarını sağladı. Hükümet bu adımı atarak “açılım” söylemine inandırıcılık kazandırmayı ve DTP’yi destekleyen Kürtlerin bir kısmını yanına çekmeyi hesaplıyordu. Ancak Kürt kitleleri AKP’nin hesabını bozdu. PKK’li barış heyetini karşılamak üzere 1 milyonun üzerinde Kürt, 3 gün boyunca sokaklara döküldü. Kürt kitleleri, kimlik taleplerini ve barış özlemlerini muhteşem bir karşılama töreniyle ifade etti. Gerilla kıyafetleriyle halkı selamlayan PKK’lilerin Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanması TC egemenlerini kudurturken, AKP’nin Kürt örgütlerini marjinalleştirme ve tasfiye etme planları da bir kez daha suya düştü. Bu gelişmeler üzerine ulusalcı kanat, başta asker-sivil bürokrasi, CHP ve MHP olmak üzere, denetimleri altındaki medyayı, kitle örgütlerini ve faşist çeteleri seferber ederek AKP’ye karşı yeni bir taarruz başlattı. AKP bu taarruza, şantaj için beklettiği Dursun Çiçek imzalı belgenin aslını ortaya çıkartarak yanıt verdi. Aynı günlerde Genelkurmay’ın içerisinden gelen ve generallerin olayı örtbas etme manevralarını teşhir eden bir ihbar mektubu da medyaya yansıtıldı. İlker Başbuğ, Genelkurmay bünyesinde halen hükümeti yıpratmak üzere planlar yapıldığı belgelenince, TSK’ya karşı psikolojik savaş yürütüldüğünü öne sürerek kendisinin ve “silah arkadaşlarının” yıpranmasını engellemeye çalıştı. Başbakan ise “demokratik açılım”da frene basarken, İlker Başbuğ ile aralarında güven sorunu olmadığını beyan ederek askeri bürokrasiyle uzlaşmaya hazır olduğunun sinyallerini verdi. Hükümeti yıpratmak üzere psikolojik savaş planları hazırlayan üst rütbeli komutanlar, suçlarının cezasını çekmekten yine kurtuldular. Nitekim Albay Dursun Çiçek, ikinci kez ifadesi alındıktan sonra 43 saat içerisinde serbest bırakıldı. Her iki taraf da kirli uzlaşmalar temelinde aralarındaki çatışmanın tansiyonunu düşürmek istiyor ama bir türlü uzlaşamıyor. Marksist Tutum sayfalarında defalarca dile getirildiği üzere, çatışmanın geçici ateşkeslerle soğutulması, egemenler arasındaki çatışmanın uzlaşmalar temelinde çözülebileceğini göstermez. İktidar bloku içerisindeki güç ilişkilerinin yeniden tanımlanması sürecine siyasal çalkantıların ve şiddetli çatışmaların eşlik etmesi kaçınılmazdır. Nitekim ulusalcı kanat, yargı mensupları ve devlet görevlilerinin telefonlarının dinlendiğini gündeme getirerek yeni bir taarruz başlatmakta gecikmedi. Ulusalcılar, AKP’nin iktidarını korku ve şantaj üzerine kurduğunu propaganda etmeye başladılar. Ancak AKP karşı hamlede gecikmedi ve “Kafes Operasyonu Eylem Planı” teşhir edildi. Hemen ardından Deniz Kuvvetlerinden 2 muvazzaf albay ve bir yarbay tutuklandı. Genelkurmay’ın “TSK’ya karşı psikolojik savaş yürütülüyor” söyleminin ardına sığınması sadece Dursun Çiçek vakasında yaşanmadı. Diyarbakır Lice’de 12 yaşındaki Ceylan’ın bomba atar silahı ile hunharca katledilmesi; bir subayın nöbette uyuyan erin eline pimi çekilmiş el bombası vererek cezalandırması ve 4 askerin bu yüzden ölmesi gibi kamuoyuna yansıyan olayların ardından da benzer açıklamalar yaptı Genelkurmay. Planları “kısmen” deşifre edenlerin, yani AKP’nin başını çektiği kanatta yer alanların da masum oldukları sanılmamalıdır. Medya kanalıyla kamuoyuna sızdırılan psikolojik harekât planları, yürürlülükteki planların küçük bir kısmını, özellikle de hükümeti yıpratmaya odaklanan kesitini oluşturmaktadır. İşçi hareketini, devrimcileri ve Kürtleri hedef alan planlar halen yürürlüktedir ve egemen sınıfın tüm kesimleri tarafından sahiplenilmektedir. TSK’nın kirli planlarını “kısmen” teşhir edenler de, kendi çıkarları doğrultusunda psikolojik savaş yöntemlerini uygulamaktan geri durmamaktadırlar. Toplumu kandırmaya ve manipüle etmeye yönelik egemenlerin ortak plan ve uygulamaları örtbas edilirken, teşhir edilen kısım, cuntacıların doğrudan hükümeti hedefleyen planlarıyla sınırlı tutulmaktadır. Psikolojik savaş sadece Genelkurmay bünyesindeki örgütlerce yürütülmüyor. Aslına bakılırsa burjuva siyasi partilerden işveren derneklerine kadar burjuvazinin tüm örgütleri, çıkarlarını temsil ettikleri kesimler adına farklı içerik ve kapsamda psikolojik savaş yöntemleri uyguluyorlar. İşçi sınıfının egemen sınıfın rakip güçleri arasında yürüyen mücadeleyi bilince çıkarması, bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda hareket edebilmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. İşçi sınıfı, kendi bilinci üzerinde oynanan oyunların bilincine varmadığı sürece, burjuvazinin şu ya da bu kesiminin yalanlarının etkisinde kalmaktan kurtulamayacaktır. Bu bağlamda, burjuvazinin psikolojik savaş uygulamalarını güncel ve tarihsel örnekler eşliğinde gündeme getirmek boynumuzun borcudur.

1 Aralık 2009
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no:57, Aralık 2009
"Derin Devlet", Kontrgerilla, Ergenekon ...
Burjuvazinin İç Çatışması
Hak ve Özgürlük Mücadelesi
Kürt Sorunu
Share

Psikolojik Savaş: Kirli Düzenin Kirli Yöntemleri /2

2.bölüm

bir-teknoloji-urunu-olarak-algi-yonetimi_5_100_1_b.jpg

Türkiye’deki ve dünyadaki psikolojik savaş uygulamalarını ele aldığımızda, kapitalist düzenin işçi ve emekçi yığınları kandırmak üzere izlediği kirli yöntemlerin hiçbir ahlâki sınır tanımadığını görürüz. Türkiye’de egemenler, kendi varlıklarını veya çıkarlarını tehdit eden her muhalif hareketi yok etmeye çalışmış, bu amaçla topluma yönelik psikolojik savaş operasyonlarını devreye sokmuş, gerekli gördüğünde örgütsüz ve bilinçsiz yığınları kullanarak linç kampanyaları tertiplemiştir. Geçtiğimiz haftalarda devreye sokulan psikolojik savaş operasyonu da bunun bir örneğidir.

DTP’yi kapatma operasyonu

DTP’nin, seçim barajlarına ve hilelere rağmen 2007 yılında 22 bağımsız adayla meclise girmesi yeni bir dönem başlatmıştı. Artık DTP’nin Kürt halkını temsil edemeyeceğine dair yalanlar geçerliliğini yitiriyordu. Ardından DTP’nin yerel seçimde aldığı sonuçlar bu yalanların inandırıcılığını iyice zedeledi. Burjuva medyanın tüm kısıtlamalarına ve çarpıtmalarına karşın Kürt siyasetçilerin bazı mesajları Türkiye çapında duyulmaya başlandı. Ergenekon operasyonu ile gelişen ve askeri vesayetin daha fazla sorgulanmasını gündeme getiren süreç, PKK’nin süresiz ateşkes ilanı ve DTP’nin ısrarlı barış mesajları DTP’li milletvekillerinin meclis çalışmaları ile üst üste bindi. Bu durum devletin 30 yıldır yoğun bir propaganda yürüterek kandırabildiği kitlelerde ezberlerin bozulduğu, devletin bugüne kadarki propagandalarına ilişkin soru işaretlerinin filizlendiği bir atmosfer oluşturuyordu. Kitlelere yıllardır Kürt siyasetçilerinin “bölücü” olduğu söylenmişti, ancak Kürtler ayrı bir devlet kurma taleplerinin olmadığını çeşitli vesilelerle belirtmişlerdi. Dolayısıyla “bölücü” oldukları söylemi de inandırıcılığını yitiriyordu. Kürt illerindeki bazı eylemlerin ve Batı illerinde sivillerin bulunduğu yerlerde patlatılan bombaların pek çoğunun darbeye zemin hazırlamaya çalışan cuntaların marifeti olduğu ve bizzat “ulusalcılar” tarafından gerçekleştirildiği de ortaya çıkmaya başlamıştı. Kürt ulusal kimliğinin tanınması ile birlikte silahların bırakılmasının sağlanabileceğini ilan eden Kürt siyasetçileri, Türkler ile bir sorunlarının olmadığını, sorunun devletin geleneksel baskıcı inkârcı politikasından kaynaklandığını da duyurmaya çalıştılar. Bu durum burjuvazinin sıkça başvurduğu “terörist PKK” söylemini de inandırıcı olmaktan çıkarıyordu. Gelinen süreçten rahatsız olan düzen güçleri DTP’nin kapatılması doğrultusunda düğmeye derhal bastılar, ancak kapatma kararının resmileşmesi için en uygun konjonktürü beklediler. Konjonktürün uygun olduğunu düşündükleri anda da, DTP’nin kapatılmasını kitleler gözünde meşru kılmak üzere kirli bir planı devreye soktular. Bu plan sadece Anayasa Mahkemesi’nin kararını meşru göstermekle kalmayacak, karara karşı gelişecek tepkilerin şiddet yöntemleriyle ezilmesinin de önünü açacaktı. İlk etapta Kürt kimliğini sahiplenen kitlelerin tepki göstermesini sağlayacak, kitlelerin tam manasıyla “damarına basacak” bir provokasyon tertiplendi. 3 milyon Kürdün “Abdullah Öcalan Siyasi İrademizdir” dilekçesine imza attığı bir dönemde Öcalan’ı, havalandırma penceresi sık örülü tellerle kapatılmış karanlık ve birkaç adımlık bir hücreye kapatmakla işe başlandı. Bu provokasyonu tertipleyen düzen güçleri, Kürt kitlelerinin kendi siyasi iradelerinin hücreye tıkılmasına şiddetli protestolarla yanıt vereceklerini, DTP’nin kendi tabanını yalnız bırakmayacağını ve Kürt kitlelerin sözcülüğünü üstleneceğini gayet iyi biliyordu. Provokasyonun ikinci aşaması protesto gösterilerinin devlet güçleri tarafından terörize edilmesiydi. Kürt kitleleri polis saldırılarına taş ve molotof kokteylleriyle direnirken burjuva medya DTP’yi hedef tahtasına oturttu. Sanki kitleleri provoke eden, sokak gösterilerini terörize eden devlet değilmiş gibi doğrudan doğruya DTP sokakları terörize etmekle suçlandı. Bir İETT otobüsüne atılan molotof kokteyli ile bir genç kızın yanarak can vermesinin faturası bile DTP’ye kesildi. Burjuva medya neredeyse, DTP masum insanları yakma emri vermiş gibi yayın yaptı. Ahmet Türk’ün hemen hemen tüm demeçlerini çarpıtarak sundu. Örneğin Ahmet Türk, Kürt illerindeki kitle gösterilerinin demokratik tepki olduğunu belirterek devletin şiddeti tırmandırmaya yönelik tutumlarını eleştirirken, burjuvazinin sahtekâr medyası bu açıklamaları sanki Ahmet Türk liseli genç kızın yanarak ölmesini “demokratik tepki” diyerek onaylıyormuş gibi sundu. Diyarbakır’daki gösteriler sırasında polisin üniversite öğrencisi Aydın Erdem’i sokak ortasında infaz etmesi ise “kendi kendilerini vurmuş olabilirler” söylemleriyle birlikte basına yansıtıldı. Birkaç hafta içerisinde onlarca il ve ilçede yüzlerce protesto gösterisi düzenlendi ve hemen hepsinde de kolluk güçleri kitlelere saldırarak terörize etti. Kürtlere yönelik kışkırtmalar devam ederken bütünüyle yalan üzerine kurulu propaganda çarkları da hızla dönüyordu. İzmir’de faşist bir güruh, DTP konvoyuna planlı bir saldırı düzenleyerek olaylar çıkardı. Ardından, “burayı Kürtlere mezar edeceğiz”, “sizleri burada yaşatmayacağız” diye bağıran faşist provakatörlerin yönlendirdiği bir güruh, Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde Kürtlerin oturduğu Harmanlı mahallesine saldırdı. Bu saldırgan güruhun evlerin camlarını kırması, ortalığa silahla ateş etmesi gibi olaylar, daha önce yaşanan linç girişimlerinde olduğu gibi “vatandaş hassasiyeti” retoriğiyle medyadan ve resmi ağızlardan onay ve teşvik gördü. DTP’nin kapatılmasını önceleyen süreçte askeri operasyonlar da yoğunlaştırıldı. Zap bölgesi sık sık bombalanarak eylemsizlik halindeki PKK kışkırtılmaya çalışıldı. 29 Kasım ve 4 Aralıktaki operasyonlarda 3 gerilla öldürüldü. Kürt kitlelerine yönelik devlet terörü, dağlardaki askeri operasyonlar, bombalamalar ve PKK’lilerin öldürülmesinin ardından, Tokat Reşadiye’de PKK tarafından üstlenilen eylem geldi. Ateşkes sürecini baltalamak ve savaşı tırmandırmak için her yolu deneyen statükocu kesim açısından bu eylem şovenizmi körüklemek için bulunmaz bir fırsat olarak görüldü ve kullanıldı. Şimdi sıra ikiyüzlü burjuva siyasetçilerin ve sahtekâr burjuva medyanın, öldürülen 7 askerin ardından timsah gözyaşları dökmesine gelmişti. Yoksul aile çocukları burjuvazinin siyasi hesapları uğruna acımasızca harcanırken eylemin faturası yine DTP’ye kesiliyor, bilinçsiz kitlelerin öfkesi pompalanırken DTP hedef tahtasına oturtuluyordu. Batıdaki kitleleri Kürtlere karşı kışkırtacak propaganda bombardımanının tozu dumanı içerisinde nihayet DTP’yi kapatmak için gereken ortam hazır hale getirildi. Gerçekliğin hasıraltı edilmesi kuşkusuz psikolojik savaşın en temel uygulamalarından biridir. PKK’nin eylemsizlik kararı açıklamasına rağmen 2009 yılının ilk 11 ayında devlet 216 kara operasyonu ve 49 hava saldırısı gerçekleştirdi. Bu saldırılarda 80 kadar gerillanın öldürülmesinden burjuva savaş medyasında hiç söz edilmezken, Tokat Reşadiye’deki eylem PKK’nin ve DTP’nin barış istemi konusundaki samimiyetsizliğinin kanıtı olarak sunuldu.

Devlet terörü ve psikolojik savaş

Statükocu güçler, DTP’nin kapatılması sonrasında gelişecek protestolara karşı da hazırlıklarını yapmıştı. Bazı bölgelerde Kürtlerin protestolarına saldıracak faşist çeteler hazır hale getirildi. İstanbul Dolapdere’de protestocu Kürtlere tabancayla ateş açan 3 faşist polis tarafından serbest bırakılırken, silahla vurulan bir Kürt hastanede tedavisine bile müsaade edilmeden gözaltına alındı. Faşist hareketleri kışkırtan ve destekleyen medya organlarında faşist saldırganlar “mahalle esnafı” olarak sunulurken, faşist saldırı eylemi de vatandaşın kendini savunması olarak lanse edildi. Hatta silahla yaralanan insanlar olmasına rağmen faşistlerin tabancalarının kuru sıkı olduğu açıklandı. Şu anda da Türkiye’nin her köşesinde protestocu Kürt kitleleri polis terörüne, faşist saldırılara ve linç girişimlerine maruz kalıyor. İzmir provokasyonundan bu yana protestocu Kürt kitlelerine saldırmak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Muş’un Bulanık ilçesinde devlet terörü, Turan Bilen isimli JİTEM’ci bir gönüllü korucunun namlusundan ölüm saçtı. Devletin verdiği uzun namlulu silahla göstericilerin üzerine ateş açan korucu 2 kişiyi öldürdü, 8 kişiyi yaraladı. Polis Turan Bilen’i kaçırdı. Burjuvazinin kirli savaş medyası olayı, “bir esnafın dükkânını korumak için PKK’li göstericilere ateş açması” olarak haber yaptı. Mahkeme ise katliamcı korucuyu “meşru savunma yaparken ölüme sebebiyet vermek” suçuyla tutukladı. Muhtemelen devletin görevli katili kısa süre sonra serbest kalacak. Saldırıya “esnaf tepkisi” diyen burjuva medya, Bulanık Esnaf ve Sanatkârlar Odası’nın Turan Bilen’i protesto eden açıklamasını ise elbette yayınlamadı. Cinayete “meşru savunma” diyen mahkemesinden, olayı çarpıtan burjuva politikacısına kadar bütün egemenler, cinayetlerle ve psikolojik savaşla Kürt kamuoyuna şu mesajı veriyor: “Partilerinizi terörist der kapatırız, barış taleplerinizi devlet terörüyle boğarız; protesto etmeniz boşuna, sizi öldürürüz meşru savunma deriz, katilleri serbest bırakırız, Kürtlerin bir kısmını satın alırız, Kürt olmayanları her halükârda kandırırız, kullanırız hatta sizi linç etmek üzere kışkırtırız.” Kısacası devlet, ulusal demokratik talepler ileri süren Kürt kitleleri, devlet terörü ve psikolojik savaş yöntemleri ile yıldırma stratejisi izlemektedir. Şayet Kürt kitleler örgütlü olmasaydı bu strateji başarıya ulaşabilir, Kürtlerin zorla asimilasyon süreci devam ettirilebilirdi. Kürtlerin mevcut örgütlülük düzeyinde ise bu kirli yöntemler olsa olsa ters teperek kuvvetli bir direnç doğurur. Türkiye’de devlet terörü ile psikolojik savaşın koordineli biçimde yürütülmesi sadece Kürtlere karşı savaşta izlenen bir yöntem değildir.

TC kapitalizminin psikolojik savaş uygulamalarından bazı örnekler

Burjuva cumhuriyetin ilanından 1950’ye kadar CHP’nin tek parti diktatörlüğü hüküm sürmüştü. CHP işçi örgütlerini yasaklarken, Türkiye halkının kaynaşmış tek bir kitle olduğu ve farklı sınıflar olmadığı için farklı partilerin de olamayacağı yalanını ileri sürüyordu. Komünistlere yönelik akıl almaz linç kampanyaları örgütlenirken, işçi sınıfı tüm haklarından ve örgütlerinden yoksun kılınarak kölece çalışmaya mahkûm edildi. Kurulan farklı burjuva partilerin ve muhaliflerin tasfiyesi, “Atatürk’e suikast girişimi” gibi şaibeli olaylar eşliğinde gerçekleştiriliyordu. 6-7 Eylül 1955’de, başta Rumlar olmak üzere Ermeni ve Yahudi azınlıklara yönelik cani planlardan biri daha yürürlülüğe konacaktı. Amaç İstanbul’daki sermayeyi Türkleştirmekti. Bunun için azınlıkların gözleri korkutulup kaçmaları sağlanacak, malları yağmalanarak “Türkleştirilecek”ti. Kıbrıs’ta Rumların Türklere yönelik baskıları bahane edilerek planlar gündeme sokuldu. O dönem en çok satan gazete olan Hürriyet, İstanbul’daki Rumların Kıbrıs Rumlarının ENOSİS çeteleri için bağış topladığını yazıyordu. 6 Eylülde radyodan Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı haberi yayınlandı. Tirajı 20 bin olan İstanbul Ekspres gazetesinin Rumları hedef alan 6 Eylül baskısı 290 bin adet basılarak, kontr-gerilla denetimindeki faşist örgütlerce tüm İstanbul’a dağıtıldı. Halk Rumlardan hesap sormaya çağrılıyordu. Diğer şehirlerden (Sivas, Trabzon, Kastamonu, Erzincan, Adapazarı vb.) getirilen faşistlerin takviyesiyle 6 Eylül akşamı saldırı başlatıldı. 2 gün süren saldırılarda 15 kişi öldürüldü, yüzlerce kişi yaralandı, çok sayıda Rum kadına tecavüz edildi. 73 Rum Ortodoks kilisesi ateşe verildi, 4214 ev, 1004 işyeri, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu saldırıya uğradı. Gazeteler asıl suçlunun Türkleri provoke eden Rumlar olduğunu iddia ediyordu. Hükümet sahtekârlığı daha da ileri götürerek olayları komünistlerin kışkırttığını iddia edecekti. Aralarında Aziz Nesin, Nihat Sargın, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo ve Hulusi Dosdoğru’nun bulunduğu fişlenmiş komünistler ve ilerici aydınlar ile ölmüş dört komünist hakkında dava açıldı. 6-7 Eylül olaylarının olduğu sırada Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda, 6-7 Eylül olayları hakkında şunları söylemiştir: “6-7 Eylül de bir Özel Harp Dairesi işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Evet, zalim Türk burjuva devleti gerçekten de amacına ulaşmıştır. 1925 yılında, yani Yunanistan ile Türkiye arasındaki nüfus mübadelesi sonrasında sayısı 100 bine düşen Rum nüfusu bugün 4 bine kadar düşmüş, sermaye azınlıkların elinden “kurtarılarak” Türkleştirilmiştir. 1 Mayıs 1977 katliamının ertesi günü burjuva basın solcuların birbirini vurduğunu iddia ederek kitlelerin bilincini bulandırmaya çalışacak, işçi sınıfının katliama karşı tepki geliştirmesini engellerken, kitlelerde yılgınlık ve kafa karışıklığının artmasını sağlayacaktı. 1978 Maraş katliamı faşist hareketin kirli savaş yöntemleri konusundaki profesyonelliğinin en açık göstergelerinden biridir. İlk aşamada faşistler camileri bombalayıp Alevileri ve devrimcileri hedef gösterdiler. Alevileri provoke etmek için kahve tarayıp bir Alevi dedesini öldürdüler. Nihayet katliamın pimi Çiçek Sinemasında çekildi. Ülkücü faşistler, milliyetçi bir film seyredilirken sinemada ses bombası patlatarak devrimcilere ve Alevilere dönük katliamı başlattılar. Yüzlerce insan faşistlerce katledilirken, burjuva medya sinemaya bombanın solcular tarafından atıldığını yazacaktı. Faşistlerin hedefi sıkıyönetim ilan edilmesini sağlamaktı. Katliamı takiben 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi ve askeri faşist darbeye bir adım daha yaklaşıldı. Faşist terör ve psikolojik savaş yöntemi yine başarıya ulaşmıştı. 12 Eylül faşist darbesinin koşullarını hazırlamak üzere devreye sokulan faşist terör döneminde 5000’den fazla insan hayatını kaybetti. Burjuva ordu, sağ-sol çatışmasına son verme bahanesiyle iktidarı gasp etti. Provokasyonlar, faşist terör ve psikolojik savaş eşliğinde işletilen sürecin sonucunda, örgütsüz ve bilinçsiz kitlelerin askeri faşist darbeyi onaylaması sağlanacaktı. TC’nin tarihi boyunca bu topraklarda yaşayan halkları kandırmak üzere binlerce kirli tezgâh tertiplenmiştir. Türk burjuvazisinin tüm suçlarını bir yazı kapsamında özetlemek mümkün değildir. Tüm kapitalist devletler kendi halklarına yalan söylemekte, kitleleri kandırmak üzere psikolojik savaş yöntemlerini devreye sokmaktadırlar. ABD Afganistan’ı ve Irak’ı işgal ederken, kendi halkına ve tüm dünya halklarına “teröre karşı savaştığını” söylemişti. ABD halkının Irak’ta nükleer silahlar olduğuna inandırılması ve Saddam rejiminin terör örgütleri aracılığıyla bu silahları ABD halkına karşı kullanacağına ikna edilmesi nasıl unutulabilir? İşin trajik yanı şudur: Türkiye’de hemen herkes ABD kapitalizminin ABD halkına yalan söylediğini fark edebilmektedir. Hatta 11 Eylül saldırısının bizzat CIA tarafından organize edildiği iddiası hiç garipsenmeden kabul edilmektedir. Ancak Türkiye’deki kapitalist devletin ürettiği yalanlar karşısında aynı beyinlerin sorgu hücreleri tümüyle bloke olmaktadır.

İşçi mücadelesine karşı psikolojik savaş

Hemen her işçi mücadelesini karalamak üzere burjuvazinin yalan makinelerinin işletildiği unutulmamalıdır. Maden işçileri grev yaptığında, kömür zamlarının suçlusu olarak maden işçisi hedef gösterilir. Sağlık çalışanları hak aradığında, halk sağlığını hiçe saydıkları propaganda edilir. Belediye işçileri grev yaptığında, yığılan çöpler veya çalışmayan otobüslerden halkın mağdur olduğu işlenir; belediye işçisinin yüksek ücret aldığı söylenir, işçiler açgözlü ve bencil ilan edilir, diğer işçilere hedef gösterilir. “Ülke çıkarları” ya da “milli çıkar” söylemleri ile işçi mücadeleleri olumsuzlanmaya çalışılır. Her yıl 1 Mayıs öncesinde polisten dayak yiyen işçi görüntüleri televizyonlarda günlerce sergilenir. Öyle ki, 1 Mayıs denilince işçinin aklına olay çıkacağı, dayak yiyeceği, gözaltına alınacağı, işten atılacağı, provokatörlerin iş başında olacağı, terör örgütlerinin kendisini kullanmaya çalışacağı gibi fikirler gelmelidir! Burjuva medya işçi sınıfını korkutmak ve sınıf kardeşleri ile birleşeceği miting alanlarından uzak tutmak için elinden geleni yapar. Burjuva medya büyük işçi mitingleri öncesinde de benzer görüntüler eşliğinde psikolojik savaş yürütür. İşçi sınıfına hem gözdağı verilir hem de gözbağına bir düğüm daha atılır. Geçtiğimiz günlerde başbakanın Tekel işçilerini nasıl suçladığına şahit olduk. Tekel işçilerinin çalışmadan para almak istediğini, Ankara’daki eylemlerin ise “ideolojik” olduğunu söyleyen Tayyip Erdoğan, “tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmem”; “devlet malı deniz yemeyen domuz” sözleriyle, direnen Tekel işçisini yetim hakkı yemek isteyen, devleti soymaya çalışan insanlar olarak tanıtmaya çalıştı. Başbakan, Tekel işçilerinin Ankara’da devlet terörüne rağmen inatla sürdürdüğü eylemlerin “ideolojik” olduğunu söyledi. Bu kelime Ankara eylemine ilişkin kitlelerde olumsuz bir intiba yaratmak üzere özenle seçilmiştir. Burjuva düzen ayakta kaldığı sürece işçi sınıfına ve tüm ezilenlere yönelik kirli oyunların ve yalan propagandaların sonu gelmeyecektir. Burjuvazinin yalan makinelerini işlevsiz kılmak, burjuva devletin karanlık yüzünü teşhir etmek işçi sınıfı devrimcilerinin görevidir. İşçi sınıfı ve ezilen kitlelerin, kendileri üzerinde oynanan oyunları görmelerini engelleyen gözbağları yırtıldıkça, onyıllardır yaşanan haksız savaşa karşı çıkmak, Kürt kardeşlerinin ve tüm ezilenlerin yanında yer almak, örgütlenerek bağımsız çıkarları doğrultusunda harekete geçmek üzere sıçramalı adımlar atacaklarına şüphe yoktur. İşte o zaman kapitalist düzeninin ölüm çanları çalmaya başlayacaktır.

2 Ocak 2010
"Derin Devlet", Kontrgerilla, Ergenekon ...
Burjuvazinin İç Çatışması
Hak ve Özgürlük Mücadelesi
Kürt Sorunu
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/2327?page=1&qt-diger_makaleler=0