Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları

Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları

1.bölüm

490-254.jpg


Geçmişin inkârı temelinde inşa edilen Kemalist rejim, Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan aydınlanma çabalarını, bu doğrultuda atılan adımları, bu uğurda verilen tarihsel mücadeleleri yok sayarak, cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilen reformları “ulu önder”in bir lütfuymuş gibi göstermiş ve bugüne dek bunu temel bir propaganda unsuru olarak kullanmaktan vazgeçmemiştir. Vitrin süsü yapılmaya pek müsait olan kadın hakları meselesi de aynı anlayışla Kemalist propaganda aygıtının malzemesi haline getirilmiştir. Resmi ideolojiye ve onun cansiperane savunucusu Kemalistlere göre, TC’den önce toplumsal alanda hiçbir varlığı olmayan, hiçbir hakkı bulunmayan, sessiz ve zavallı kadınlara seçme-seçilme hakkı başta gelmek üzere tüm hakları “bahşeden” Atatürk, onları çağdaş kadın kimliğine kavuşturmuştur. Oysa tarihsel gerçekler, bu baskıcı devletin gerek Osmanlı’da gerekse cumhuriyet rejimi altında hiçbir hakkı toplumsal bir basınç olmaksızın tepeden bahşetmediğini, kadın haklarına yönelik reformlarda da böylesi bir “ihsan”ın söz konusu olmadığını gösteriyor. Nitekim, despotlukta sürekliliği koruyup, işine gelen konularda her türlü manipülasyona başvurarak tarihsel bir kopuş yaşanmış izlenimi yaratmakta mahir olan Kemalist rejimin, tarihin tozlu rafları arasına gömerek on yıllar boyunca unutturduğu konulardan biri de Osmanlı’da yükselmeye başlayan ve devleti kadın hakları konusunda ciddi adımlar atmak zorunda bırakan bir kadın hareketi olduğu gerçeğidir. Bu unutturma operasyonunun böylesine kolay bir şekilde başarılabilmesinin nedenlerinden biri, kadın hareketinin 1930’lardan itibaren Kemalist tek parti rejimine tümüyle entegre edilerek ortadan kaldırılmasıdır. Diğer bir nedense, Latin alfabesine geçişle birlikte, yeni kuşaklar içinde Osmanlı döneminden kalma arşivleri ve materyalleri inceleyecek Osmanlıca bilen insanların sayısının son derece az olmasıdır. Osmanlı döneminde kadın hareketine ve elde ettiği kazanımlara ilişkin gerçekler, ne yazık ki ancak feminist hareketin yeni bir yükseliş dönemi yaşadığı 80’li ve 90’lı yıllarda bazı feminist sosyolog kadınların Osmanlıca kaynakları araştırıp incelemeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.[1] TC’nin kuruluş döneminde, tümüyle düzen sınırları içine hapsolmuş bir burjuva feminist hareket söz konusu olmasına rağmen Kemalist rejimin tahammülsüzlüğünün Osmanlı’yı aratmaması, hatta Osmanlı dönemindeki radikal kadın hareketinin cumhuriyet rejimi tarafından tümüyle yok edilmesi diğer bir dikkat çekici husustur. Kemalist rejimin çizdiği sınırları zorlamaya kalkan her türlü hareketin yok edildiği tek parti döneminde, en ileri talep olarak seçme ve seçilme hakkını yükselten kadın hakları savunucuları bile dışlanmış, engellenmiş ve baskıyla yıldırılmaya çalışılmıştır. Bugün kadınların ortaçağ karanlığına geri döndürülmek istendiğini savunan Kemalist ulusalcılar, asr-ı saadet olarak gördükleri tek parti döneminde erkeklerle eşit haklara sahip olmak isteyen kadınlara karşı uygulanan baskılardan ya bihaberdirler ya da bilinçli olarak üstünü örtmektedirler. Şimdi, Osmanlı döneminde başlayan, cumhuriyetin ilanının ardından yaklaşık on yıl boyunca varlığını koruyan ve ironik biçimde, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı 1934 sonrasında yok edilen feminist hareketin bu topraklarda nasıl şekillendiğine bakalım.

Derin uykudan uyanışa…

“Biz Osmanlı kadınları şimdiye kadar derin bir uykuda idik. O uykuda müthiş, muzlim, korkunç rüyalar görerek muztarib oluyor idik. Bu uykumuz senelerden beri devam ediyordu. Fakat edemezdi. Nihayet başımıza gelen felâketler, nur-u marifetin gözümüzü yakarcasına şiddeti bizi uyandırdı. Bu uyanmamız pek tabiidir. Kanun-u tabiat iktizasıdır.” (Kadınlar Dünyası, 3 Ekim 1913) Osmanlı, dinin devlet eliyle hukuksal ve toplumsal yaşamı şekillendirdiği ve bireyin özgürlüklerinin devlet eliyle gasp edildiği bir Doğu toplumu idi. Bu toplumda kadınların özgürlüğü, din faktörünün de etkisiyle, Batılı hemcinslerine göre bile misliyle kısıtlanmıştı. Kadınlar istedikleri yere gidemezler, istedikleri camide ibadet edemezler, her yerden alış-veriş yapamazlar, ulaşım araçlarının ancak kendilerine ayrılan özel bölümlerinde yolculuk yapabilirlerdi. Erkek “boş ol” dediğinde kendini kapının önünde bulan kadın, çocuklar üzerinde de hiçbir hakka sahip değildi. Tanzimat’la birlikte aydınlanma çabalarının hız kazandığı Osmanlı’da, buna rağmen kadınlar sadece kız okullarına gidebilirlerdi. Ne var ki kız rüşdiyelerinin (ortaokul) sayısı son derece sınırlıydı ve neredeyse tümü İstanbul’daydı. 1911 yılından itibaren kurulmaya başlanan kız liseleri de İstanbul’daki birkaç okuldan ibaretti. 1914’te İnas (Kızlar) Darülfünunu kuruluncaya dek kadınların gidebilecekleri bir üniversite de yoktu. Osmanlı kadınlarının istedikleri mesleğe sahip olmaları onlar için bir hayal olduğu gibi, çalışacakları alanlar da son derece sınırlıydı. Kadınların devlet dairelerinde, demiryolu şirketlerinde, posta ya da telefon idaresi gibi işletmelerde çalışmaları yasakken, sanayinin gelişmemişliği iş alanlarını alabildiğine kısıtlıyordu. Bu durum giderek özellikle egemen sınıfın eğitimli kadınları için yüksek sesle dillendirilen bir sıkıntı kaynağı haline gelmişti. Bunlar daha liberal görüşlere sahip asker-sivil bürokratların eşleri, kızları vb. idi. Özel öğretmenler tarafından eğitilen, birkaç dil bilen bu kadınlar, 1870’lerden itibaren çeşitli kadın gazeteleri ve dergileri çıkarmaya başladılar. Bunların ağırlıklı bir kısmı, ev işleri, çocuk terbiyesi, eğitim, sağlık, moda gibi konuları işleyen ve böylelikle sistemin kadına biçtiği iyi bir eş ve anne olma rolünü pekiştirmeye hizmet eden yayınlardı. Yazılarda, kadınlara, süs püs için israfa kaçan harcamalarda bulunmamak tavsiye ediliyordu. Aslında bu bile çoğunun kadın dendiğinde kendi dar çevresindeki aristokrat kadından başkasını tasavvur etmediğini göstermekteydi. Eğitimin önemi sürekli vurgulanıyor, ancak bu sık sık “vatana millete hayırlı kuşaklar yetiştirme” göreviyle ilişkilendiriliyordu. İlerleyen dönemlerde bunlara aslında Avrupa’daki feminist hareketten çeşitli düzeylerde etkilenen ancak bunu farklı tonlarda yansıtan yayınlar eklenecekti. Yazarların sınıfsal zemini de orta katmanlara doğru genişleyecekti. Kadınlar giderek daha fazla seslerini yükseltiyorlar ve “biz buradayız” diyorlardı. Buna paralel olarak, yönetimi ve yazarları tümüyle kadınlardan oluşan gazete ve dergilerin sayısı da artmaktaydı. 1886’da yayınlanmaya başlayan Şükûfezar bunlardan ilkiydi. Onu, 1895’te yayınlanmaya başlayan ve 1908’e dek toplam 604 sayı olarak yayınlanacak olan Hanımlara Mahsus Gazete izleyecekti. Derginin ilk sayısında, “terbiyeli çocuklar yetiştirmeleri” için kadınların eğitimli olmalarının önemli olduğu vurgulanıyor ve yayın amaçlarından birinin bu olduğu ifade ediliyordu. Diğer bir amaçsa kadınları Osmanlı’da ve dünyada kadınlara ilişkin olaylar ve gelişmeler hakkında bilgilendirmekti. Yazı kadrosunu Fatma Aliye, Emine Semiye, Şair Nigâr gibi entelektüel kadınlar oluşturuyordu ve bunların tümü devletlû sınıfa mensuptu. Burjuva feminizmin tohumları her yerde olduğu gibi Osmanlı’da da doğal olarak egemen sınıfın kadınları arasında boy veriyordu. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kadın dergilerinin sayısı patlamalı bir şekilde arttı. Bunlar arasında birkaç sayı yayınlanıp yayın hayatı son bulanlar da olacaktı. Ancak çok sayıda derginin olması kadınların erkek işi olarak görülen bir alana girme cesaretini göstermeleri açısından önemliydi. Bu dönemde yayınlanan kadın dergilerinin yavaş yavaş siyasi konulara da el atmalarıysa çok daha önemli bir gelişmenin işaretiydi. Kadın hareketi artık bir dönemeç noktasına geliyordu ve açık açık “feminist” olduklarını söyleyen kadınlar yazın hayatında boy göstermeye başlıyordu. Oysa o zamana dek feminizm kavramına oldukça mesafeli durulmuştu. Osmanlı’nın sosyal ve siyasal koşulları dikkate alındığında, yeşeren bu feminist hareket oldukça ilerici bir rol oynayacaktı. Kendisini “kadınlara mahsus ilmi, siyasi mecmua” olarak tanımlayan ilk dergi Demet adını taşıyordu. Yazı kadrosunda Mehmet Akif, Mehmet Emin, Selim Sırrı gibi ünlü erkek yazarların yanı sıra Halide Salih (Edip), İsmet Hakkı gibi ünlü kadın yazarlar da yer almaktaydı. Örneğin İsmet Hakkı, kendisinin kahir ekseriyetin tersine anti-feminist olmadığını vurgulayan, kız okullarına fen dersleri konmasını savunan, eğitimde eşitlik isteyen, daha çok kadın yazarın olması gerektiğini söyleyen bir yazardı. Kadınlar Dünyası ise daha radikal görüşlerin savunulduğu feminist bir dergiydi. Yazarlarının ve yönetim kadrosunun tamamı kadınlardan oluşuyordu. Derginin Temmuz 1913 tarihli nüshasında, erkeklerin İkinci Meşrutiyet’le kavuştuğu haklara kadınların da kavuşması gerektiği söyleniyor ve bunun için gerekirse zor kullanılması salık veriliyordu: “Kadınlar, kadınlar!... Hürriyeti erkeklerimize vermediler, onlar cebren aldılar. ‘Hukuk verilmez alınır’ diyorlar. Biz kadınlar da hukuk-ı tabiiye ve medeniyetimizi isteyelim, vermezlerse biz de cebren alalım. Yaşasın hürriyet!” Yazı kadrosunda Ulviye Mevlan, Mükerrem Belkıs, Nimet Cemil, Nebile Akif, Yaşar Nezihe gibi yazarların bulunduğu Kadınlar Dünyası’nın okur kitlesi Müslüman kadınlarla sınırlı değildi. Osmanlı’nın Rum ve Ermeni kadınları da dergiyi ilgiyle takip ediyorlar, mektuplar yazıyorlardı. Bir süre günlük, daha sonra haftalık çıkan 16 sayfalık bu derginin tirajının bugünün koşullarında bile azımsanamayacak ölçekte olması dikkat çekicidir. Olağan tirajına dair bir bilgi olmamakla birlikte, 165. sayısının kâğıt sıkıntısı nedeniyle 3000 adetle sınırlı basılabileceğinin duyurulması, normal koşullarda çok daha yüksek sayıda basıldığını göstermektedir. Dergi yazarları, kadınların erkeklerin zevk aracı olarak görülmesinden, aşağılanmasından, insan yerine konmamasından şikâyetlerini dile getiriyorlardı: “Türk erkeklerinin felsefesince, kadınlar dünyaya erkeklerin rahatını temin için gelmiştir… Bu memlekette kadınlığın hayat hakkı yoktur. Kadınlar erkekler için yaşarlar, hürriyetleri yoktur. Erkeklerin esiridirler.” Fatma Zerrin adlı bu yazar, erkeklerin kadınları, “salon kadınları”, “orta halliler”, “hali vakti yerinde olmayanlar” olarak üçe ayırdıklarını; salon kadınlarını “tatlı bir meyve”, orta hallileri “hizmetçi”, hali vakti olmayanları “esir” olarak gördüklerini söylüyordu.[2] Feminizmi de sosyalizm gibi ezilen kesimlerin ideolojisi olarak tanımlayan Mükerrem Belkıs ise radikal bir politik yaklaşıma sahipti. Osmanlı’da feminizm cereyanının sosyalizmi geçtiğini söyleyen Belkıs, “Bizim memlekette sosyalizm henüz inkişaf edemediği halde feminizm oldukça yaygındır” diyordu. Fransız Devriminin hürriyet kanatlarıyla insanlığın bütün eskileri çiğnediğini, bu kanatların insanlığı daha özgür âlemlere uçurduğunu söylüyordu. Ancak insanların mutluluğa tam anlamıyla ulaşamadıklarını, oraya uçmak için daha ilmi, daha büyük kanatlara gerek duyulduğunu, bu iki kanattan birinin sosyalizm, diğerinin feminizm olduğunu ifade ediyordu (age, s.120). Kadınlar Dünyası, sadece bir dergi olarak kalmayacak, örgütlenme ihtiyacı ve talebi kendini dayatınca, yayın hayatına başladıktan kısa bir süre sonra dergi yönetimindeki Ulviye Mevlan öncülüğünde bir de dernek kurulacaktı: Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Cemiyeti). 1913 Mayısında kurulan bu dernek, kadınların örgütlendiği çeşitli yardım cemiyetlerinden farklı olarak feminist niteliğiyle öne çıkacaktı. Kadını boğan geleneklere, kadın-erkek eşitsizliğine ve eğitimsizliğe bayrak açan dernek, kadınların sanayide, ticarette, devlet idaresinde ve siyasette yer almamalarının nedeninin onların yeteneksizliği değil toplumsal koşullar olduğunu söyleyerek bir “toplumsal inkılâba” ihtiyaç bulunduğunu dile getiriyordu. Üç temel amaç belirlenmişti: Dış kıyafetlerin ıslahı, işçilik hayatının iyileştirilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması. İlköğretimin zorunlu olması, kız liselerinin tüm yurda yayılması ve kızlara yüksek öğrenim hakkının verilmesi, derneğin programında yer alan talepler arasındaydı. Dernek, çok eşliliğin yasaklanmasını, kadına boşanma hakkının tanınmasını istiyor, eşlerin görücü usulüyle değil birbirleriyle görüşüp tanışarak evlenmesini savunuyordu. Savunduğu bu radikal fikirlerle paşa kızlarının ve eşlerinin ağırlıkta olduğu kadın hakları savunucularının bile oklarını üzerine çeken ve aşırılıkla suçlanan Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti, aslında burjuva feminizminden çok küçük-burjuva feminizmine yakındı. Nitekim destekleyicileri de egemen sınıfın kadınlarından ziyade “daha orta halli halk kadınları” idi (age, s.64). Dernek ve çıkardığı Kadınlar Dünyası dergisi, kadının sesinin her şekilde kısıldığı bir toplumda, ilerici bir rol oynayarak, etkisi hiç de küçümsenmeyecek bir kadın hareketi yaratmayı başaracaktı. Kadınların çalışma yaşamına katılması için çeşitli çalışmalar yürüten dernek, 1913’te Müslüman Osmanlı kadınlarının ilk kez bir kamu kuruluşuna girmesini sağlayarak önemli bir kazanım elde etti. Bir Fransız şirketinin yönetiminde olan telefon şirketine başvuran kadınlardan yedisi, derneğin mücadelesi ve yılmaz çabaları sonucunda İstanbul Telefon İdaresine kabul edildiler. Alınan memurelerden Bedra Hanım aynı zamanda iş müfettişi olarak tayin edilecekti. O zamana dek 200’ü aşkın Müslüman kadın başvuru yapmasına rağmen, şirket Fransızca ve Rumca bilmedikleri bahanesiyle başvuruları reddetmişti. Kadınlar Dünyası, Fransızcayı ancak yüksek tabakadan ailelere mensup kadınların bildiğini, onların da böyle şirketlere başvurmak gibi bir dertlerinin olmadığını, işe, işçiliğe muhtaç olan kadınlarınsa Türkçeden başka bir dil bilmediklerini belirterek, şirketin tavrının kabul edilemez olduğunu yazıyordu. Şirket sonunda bu mücadele karşısında pes etmek zorunda kalmıştı. Aynı yıl, imparatorluğun tek kadın öğretmen okulu olan ve 9’u taşradan gelecek öğrencilere ait olmak üzere toplam 28 kişilik kontenjanı bulunan Darülmuallimat’a 300’ün üzerinde kız öğrenci başvurdu. Bu arada Kadınlar Dünyası kızlara üniversitede okuma hakkının verilmesi için ısrarlı bir mücadele yürütüyordu. Şöyle diyordu yazarlarından biri olan Mükerrem Belkıs: “Şimdi biz bir inkılâp yapacağız, terakki edeceğiz. Bunun için kaptanlara ihtiyacımız var. Hiç şüphe yok ki büyük dimağları, rehberleri bize Darülfünun yetiştirecektir.” Kadınların yürüttüğü kararlı mücadele sonucunda, önce bu hak sınırlı bir şekilde tanınarak 1914’te, ilk “kızlar üniversitesi” olan İnas Darülfünunu açıldı. 1921 yılında ise yükseköğretim karma hale getirildi. Ancak bunun pratiğe geçmesi o kadar da kolay olmayacak ve kadınlar bu noktada da dirençle karşılaşacaklardı. Maarif Nazırının (eğitim bakanı) karma eğitime geçilmesi yönündeki emri karşısında İstanbul Üniversitesi Rektörü Babanzade Ahmet Naim Bey şunları söyleyerek emre karşı çıkıyordu: “Ben bunu tatbik edemem, kız ve erkek çocukların diz dize oturmalarına razı olamam, bu benim dinime muhaliftir.” Ne var ki kız ve erkek öğrenciler bu durumu sessizlikle karşılamamışlardı. Türk Ocağı’nda toplanan öğrenciler okula toplu halde girmişler, rektörün polis çağırması karşısında geri adım atmamışlar ve sonunda rektörü karma eğitime geçmeyi kabul etmeye mecbur etmişlerdi. 1921 yılı, kadınların seçme ve seçilme hakkı mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti sekiz yıl önce kurulurken bu talep “henüz zamanı gelmediği” düşüncesiyle programa dahil edilmezken, 1921’de programa eklenecekti. Bunda, yakından takip edilen Avrupa feminist hareketinin elde ettiği oy hakkı başarılarının da payı olsa gerek. Zira 1921 Şubatında Arnavutluk’ta kadınlara oy hakkının tanınması, Kadınlar Dünyası’nın sayfalarında sevinç nidalarıyla yer almıştı: “Türk kadınının zaferini ne vakit ilan edebileceğiz? Bütün münevver kadınlık, hakkının peşinde… Biz daha uyanmayacak mıyız? Mesud ve muzaffer Arnavut hemşirelerime samimi selamlar ve tebrikler.” Kadınlar Dünyası mütareke yıllarının İstanbul’unun zorlu koşulları ve maddi sorunlar karşısında dayanamayıp 1921 yılında kapandı. Ancak mücadele yaşamın her alanında meyvelerini vermeye başlamıştı bir kez. Kadınlar daha önce geri çevrildikleri işlere artık daha rahat kabul ediliyorlardı. 1921’de İstanbul Postanesinde çalışan kadınların sayısı 85’i Müslüman olmak üzere 90’a çıkmıştı. Kadınlar postanenin havale, telgraf ve muhasebe bölümlerinde görevliydiler. Ancak ücretleri son derece düşüktü ve erkeklerle aralarında ücret eşitsizliği söz konusuydu.

Kadın işçilerin ayrı dünyaları, ayrı sorunları

Egemen sınıfın kadınları “süs eşyası” olarak görülmekten ve bir köşede oturup modayla ilgilenmekten sıkılıp, dikkate alınmanın ve sınıfsal mevkilerine uygun işler aracılığıyla toplumsal yaşama katılmanın mücadelesini verirken, emekçi sınıfın kadınlarının bambaşka sorunları vardı. Gerek kentte, gerekse kırdaki emekçi kadının süs eşyası olarak bir köşede oturma “lüksü” hiçbir zaman olmamıştı. Burjuva kadın hareketini, kadınların saygın işlerde çalışmalarının önünün açılması, seçme ve seçilme hakkının tanınması, eğitim haklarının önündeki engellerin kaldırılması gibi talepler belirlerken, işçi sınıfının kadınları için esas olan, daha yaygın iş olanağı, daha insani çalışma koşulları ve daha yüksek ücretlerdi. Kırda kadınlar erkekle aynı işi yapıp, hatta işin daha büyük bir kısmını üstlenirken, kentlerde dokumacılık, gıda sanayi, dikimhaneler kadınların ağırlıklı olarak çalıştıkları sektörlerdi. Örneğin sadece Şark Halı Şirketinin tezgâhlarında 15 bin kadın ve çocuk işçi çalışmaktaydı. Ne var ki kadınlar aynı işi yapan erkeklere göre çok daha düşük ücretler almaktaydı. Vasıflı bir kadın işçinin ücreti, erkek işçinin ücretinin yarısı ya da üçte biri kadardı. Kadın tarım işçilerinin durumu da aynıydı. Çok daha düşük ücret almalarına rağmen kadın işçilerin çalışma süreleri erkek işçilerle aynıydı. 1920 yılında İstanbul’daki fabrikalarda ortalama çalışma süresi 9-10 saatti. İşçiler resmi tatiller dışında ücretli izin hakkı olmaksızın 6 ya da 6,5 gün çalışıyordu. Üstelik bu, çalışma sürelerinin 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanının ardından yaşanan yaygın grevler sonrasında nispeten iyileşmiş haliydi. Egemen sınıfın kadınları yazıp çizerek kadınlık bilincini yaymaya çalışırlarken, işçi kadınlar grevlerde erkek işçilerle birlikte hak arama mücadelesi peşindeydiler. 1872-1907 yılları arasında gerçekleşen 50 grevin 9’u kadınların çalıştığı işkollarında gerçekleşmişti. Örneğin 1876 Ağustosunda Feshane’de çalışan 50 kadar Rum ve Ermeni kadın işçi, Babıali’ye yürüyüp, ödenmeyen ücretlerinin ödenmesi talebiyle Sadrazam’a dilekçe vermişlerdi. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanını takiben her yerde büyük bir grev dalgası patlak verecek, kadınlar da erkekler gibi bu grevlerde yer alacaklar, işçi eşleri ve kızları grevcileri yalnız bırakmayacaklardı. Sonrasında “İlân-ı Hürriyet” grevleri olarak anılacak olan bu hareket öylesine güçlüydü ki, meşrutiyetin ilanını izleyen üç aylık dönemde on binlerce işçi birbiri peşi sıra greve gitmişti. O günkü nüfus ve sınai gelişme dikkate alındığında bu muazzam bir rakamdı. Bu yüzdendir ki, hükümet işçilerin isyanının önünü 1909’da çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu ile almaya çalışacaktı. “Tatil-i eşgal” iş bırakma anlamına geliyordu ve kanun iş bırakma eylemlerine yönelik düzenlemeleri içeriyordu. Kanun, demiryolu, tramvay, liman, aydınlatma kuruluşları gibi “kamuya yönelik hizmet veren” kuruluşlardaki işçileri kapsıyordu. Bunlar işçi sınıfının sayıca yoğunlaştığı ve sermayelerinin büyük bir bölümü yabancı şirketlere ait olan kuruluşlardı. Kanun, bu kuruluşlarda çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasaklıyor ve aksi davranış gösterenlerin cezalandırılmasını öngörüyordu. İşçilerle işveren arasında ortaya çıkacak anlaşmazlıkların devletin de dahil olduğu bir uyuşmazlık kurulunca görüşülüp sonuca bağlanamaması durumunda işçiye grev hakkı tanınıyordu. Ancak, “çalışma özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik eylem ve gösteriler” yasaklanıyor, “cebir ve şiddet kullanma” gibi durumlar ceza nedeni olarak sıralanıyordu. “Kamu hizmetlerinde istikrarı sağlama” adı altında gerekli durumlarda “kamu güçlerini kullanma” yetkisinin verilmesi ise grevi fiilen olanaksız kılacak bir madde olarak devletin eline büyük bir koz veriyordu. Savaş ve savaş tehlikesi halleri de hükümetin işçi taleplerini incelemeyi ertelemesi ya da tümüyle reddetmesine bahane teşkil edecek olağanüstü durumlar olarak sıralanıyordu.[3] Buna rağmen hükümet grevleri engellemekte zorluk çekecekti. Kanun kapsamına girmeyen sektörlerde de kitlesel grevler yaşanacak ve bu grevlerde kadınlar da erkek işçiler gibi kararlı bir duruş sergileyeceklerdi. Örneğin 1910 yılında Bursa’da greve giden 30 bin işçiden çoğu kadındı. Bilecik’te de 1000’in üzerinde kadın ipek işçisi greve gitmişti.

Kadın hareketinin savaş karşısındaki tutumu

Kapitalizmin tarihi, büyük savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığının kadınların kitleler halinde sanayiye çekilmesiyle doldurulmasının ve savaş bittikten sonra tekrar eve gönderilmelerinin örnekleriyle doludur. 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşına, ganimete ortak olmak isteyen bir imparatorluk olarak katılan Osmanlı da, erkek nüfusun savaş cephelerine gönderilmesiyle doğan işgücü ihtiyacını kadın işçilerle karşılama kararı almıştır. Daha önce kadınların çalışmasına bin bir zorluk çıkaran despotik devlet, 1915’te kadınlar için “zorunlu hizmet kanunu” çıkarmış ve hemen ardından Adana ve civarında kadın amale taburları oluşturulmuştur. 1916’da ise İttihat ve Terakki, Enver Paşa’nın girişimiyle Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi adı altında bir dernek kurup kadınları işçiliğe teşvik etmeye girişmiştir. Yönetimini devletlû erkeklerin oluşturduğu bu dernek, İstanbul’un çeşitli semtlerinde sadece kadınların çalıştığı dokuma ve konfeksiyon fabrikaları açmıştır. Kendi bünyesi dışındaki fabrikalarla da anlaşma yapan dernek oralara da kadın işçiler yerleştiriyordu. “Fabrikalara ilgi büyük olmuş, ilk haftada on bir bin kadın iş başvurusunda bulunmuştu. Sadece bu fabrikaların temizliği için 300 kadın işe alınmıştı. Dernek aracılığıyla kadınlar gönüllü olarak askere de alınmıştı. Geri hizmette çalıştırılmak üzere oluşturulan ‘kadın işçi taburları’na girmenin koşulu, 18-30 yaş arasında, güçlü kuvvetli ve Osmanlı uyruklu olmaktı. Bir diğer koşul kadının ehl-i namus ve iffetli olduğunun mahalli mercilerce belgelenmesi, kucakta taşınan çocuğunun olmamasıdır.” (Serpil Çakır, age, s.51) Dikimevlerinde ve dokumahanelerde daha ziyade asker çamaşırları üretiliyordu ve bu işi organize eden tek dernek İttihat Terakki’nin kurduğu cemiyet değildi. Kadınların örgütlediği çeşitli dernekler de savaşta egemenlerin yanında saf tutup cansiperane çalışacaklardı. Erkeklerle eşit olduklarını ispatlamanın yollarından birini de “biz de askerlik yaparız” diyerek gösteren bu burjuva feministler, tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi bu topraklarda da haksız ve emperyalist savaşlarda sömürücü erkekleriyle ve devletleriyle el ele vereceklerdi. Barış dönemlerinde savaşın nedeni erkeklerin barbarlığıdır diye basbas bağıran burjuva feministler, savaş patlak verdiğinde apoletlilerin ve devletlûların karşısında hazrola geçmekten geri durmayacaklardı. Nitekim pek çok kadın derneği ve dergisi, savaşta sultanlarının ve Osmanlı hükümetinin emrine amade oldu. Milliyetçilikte erkeklerle yarışıldı, hatta “vatanın bu hallere düşmesi” erkeklerin yeterince milliyetçi olmamalarına bağlandı! Sadece burjuva feministler değil küçük-burjuva olanlar da aynı yolun yolcusuydu. Kadınlar Dünyası’nın pek çok yazarı savaşta gönüllü hemşirelik vb. yapmak üzere “kadınlık davası”nı ve dergiyi dört yıl boyunca askıya aldılar. O sırada işçi sınıfının kadınlarıysa, erkekleri savaş cephelerinde katledilirken, çocuklarının ve kendilerinin karınlarını doyurmak için en ağır koşullarda, sefalet ücretleri karşılığında çalıştırılacak da olsalar bir iş bulabilme derdindeydiler. Savaştan önce 60 bin olan dul sayısı savaş nedeniyle 800 bine fırlamıştı ve ezilen sınıftan aileler için korkunç bir sefalet baş göstermişti. Dolayısıyla fabrika ve işliklerde çalışan kadın sayısı katlamalı olarak artmaktaydı. Burjuva feminizmini savunan bazı kadın yazarlara göre bu bir “kadın inkılâbı”ydı! Bu arada, İttihat ve Terakki Cemiyeti öncülüğünde körüklenen milliyetçilik Balkan Savaşlarının ardından tırmanışa geçmişken, bunun üstüne patlak veren dünya savaşı ırkçılığı iyice azgın hale getirmişti. İttihat Terakki önderliğinde yükseltilen gayrimüslimlerden alış-veriş yapmama kampanyasının (Müslüman Boykotajı) hararetli savunucularından biri de Nezihe Muhiddin’di. Kendisi, ceza hâkimi olan bir babanın “hususi öğretmenlerle” yetiştirilmiş kızıydı. Çeşitli gazetelerde yazarlığın yanı sıra kız okullarında öğretmenlik yapıyordu. Savaş henüz patlak vermeden önce bile yazıları buram buram gayrimüslim ve Avrupa düşmanlığıyla bezeli bir şovenizm kokuyordu. Hatta bu nedenle Kadınlar Dünyası dergisindeki çeşitli yazarlar tarafından eleştirilmekteydi. Daha sonra Türkiye’nin ilk ve son kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkasının da kurucusu olarak Nezihe Muhiddin, erken cumhuriyet döneminde feminist hareketin önemli bir şahsiyeti olacaktır. Ancak, yazımızın ikinci bölümünde ele alacağımız üzere, rejime bağlılığı ve milliyetçiliği, onu Kemalist diktatörlüğün gadrine uğramaktan kurtaramayacaktır.


[1]   Bu yazıda çalışmalarından yararlandığımız Serpil Çakır ve Yaprak Zihnioğlu da bunlar arasında yer alıyor.
[2]   Akt. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Y., s.107
[3]   Bkz. Ahmet Makal, Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma İlişkileri: 1850-1920, İmge Y.

1 Mart 2010
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no:60, Mart 2010
Osmanlı ve TC Tarihi
Kadın Sorunu
Share

Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları /2

2.bölüm

490-254.jpg

Osmanlı’dan burjuva cumhuriyete: yıkılan umutlar

Tarihi çarpıtarak yeniden kurgulayan Kemalist resmi tarih tezlerinin aksine, “Batılılaşma ve burjuva dönüşüm, M. Kemal önderliğinde gerçekleşen tepeden burjuva devrimiyle başlamamış, Kemal önderliği, Osmanlı’nın son döneminde zaten başlamış olan bir değişim ve dönüşümün uzantısı olmuştur”.[1] Benzer şekilde, kadın hakları konusundaki ilerlemeler de tarihsel süreklilik içinde verilen mücadelenin bir sonucudur. Daha önce de söylediğimiz gibi, Osmanlı’da yükselen feminist hareket, kadınlar açısından pek çok kazanımın yolunu açmıştı. Kız okullarının yaygınlaşması, kadın öğretmenlerin yetişmeye başlaması, üniversitede karma eğitimle kadınlara yükseköğrenimin yolunun açılması, kamu kurumlarına kadın işçilerin alınması, tüm sektörlerde kadın işçi sayısının hızla artması ve nihayet kadınlara seçme ve seçilme hakkının tartışılmaya başlanması ve bu talebin bir feminist örgütün programına dahil edilmesi. İşte yeni cumhuriyete kadın hareketi böylesine hararetli bir süreçten sonra giriyordu. Aydınlanma, modernleşme söylemleri eşliğinde yeni bir ulus-devlete yöneliş, yıllardır mücadelenin içinde olan feminist kadınlar için de büyük bir umut ışığı olmuştu. Cumhuriyetin ilanı, kadın-erkek eşitliğine yönelik yasal düzenlemelerin hızla hayata geçirileceği yönünde haklı bir beklenti doğurmuştu. Ama öyle olmadı. Burası hâlâ “Osmanlı”ydı! Devlet neyi ne zaman yapacağına kendi karar verirdi, her isteyene istediği hak verilemezdi! Toplum hazır değildi, şartlar olgunlaşmamıştı vs.! Yani bugünün de bildik söylemi. Cumhuriyet ilan edilmeden birkaç ay önce, Nisan 1923’te, seçim kararı alındı ve seçim yasası değiştirildi. Buna göre 18 yaşını geçen her Türk erkeği seçimlerde oy kullanma hakkına sahip olacaktı. Kadınlara oy hakkı tanınmamasının bahanesi hazırdı: Onlar henüz oy verecek olgunluğa erişmemişlerdi, ama aile reisi olan erkekleri aracılığıyla zaten oy kullanmış oluyorlardı! Mecliste kadınları savunarak buna itiraz etme gafletinde bulunan Tunalı Hilmi Bey’in konuşması, mebusların sıra kapaklarına vurarak yükselttikleri protesto nedeniyle tamamlanamadan kesilecekti. Bu gündemsiz çıkış dışında, kadın hakları konusu 1934’e dek Mecliste bir gündem maddesi olarak asla ele alınmayacaktı. Oysa seçim kararının alınmasının hemen ardından Ahmet Emin Yalman’ın Vakit gazetesinde başlattığı kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması konusundaki ankete katılanların çoğu olumlu yanıt vermişti. Yani toplumun hazır olmaması, kadınların olgunlaşmamışlığı, seçkinci erkek egemen devletlûların manipülatif yalanlarından ibaretti. Gerçekte ise kadın hareketi bazı önemli gelişmeler kaydediyordu. Nitekim Nezihe Muhiddin önderliğindeki bir grup kadın, Mayıs sonunda siyasi haklar uğruna mücadeleye giriştiklerini duyuracaktı.[2] Bu amaçla 15 Haziranda bir kadınlar şurası toplayıp Kadınlar Halk Fırkasını kuracaklarını ilan eden kadın aktivistler, Mustafa Kemal’in açıkladığı “dokuz umde”ye bağlı olduklarını ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetiyle (bu cemiyet kısa bir süre sonra kurulacak olan Cumhuriyet Halk Fırkasının çekirdeğiydi) birlikte çalışmak istediklerini dile getiriyorlardı. Daha önceki feminist kadın dernekleriyle bir ilgilerinin olmadığını da duyuruyorlardı. Bütün bunlar, ister bilinçli yapılsın ister bilinçsizce, “Paşa Hazretleri”nin gadrine uğramamak için alınan önlemlerdi aslında. Kadınlar Halk Fırkasının (KHF) tüzüğünün birinci maddesi, partinin kadınları dokuz umde (ilke) etrafında sadece fikren değil bilfiil toplayacağını belirtiyordu. İkinci madde, kadınlar ülkenin siyasal, toplumsal ve iktisadi meselelerinde “etkin olarak kendilerini kanıtladıktan sonra” tüzüğe siyasi haklar konusunda bir ilke ekleneceğini ifade ediyordu. Yani seçme ve seçilme hakkı talebi tüzüğe “şimdilik” eklenmeyecekti. Ancak, üçüncü maddeyle, kadınların belediye seçimlerine katılmaları konusunda çalışılacağı duyuruluyordu. Tüzükte, aile ve evlilik konusunda kadınlar lehine yasal düzenlemeler talebine ilişkin maddeler de yer alıyordu. Savaş durumunda kadınların askerlik yapabileceklerine ilişkin ifadelerle ise, bir yandan kadınların “vatanperverlikleri” vurgulanıyor, öte yandan “biz de erkeklerle aynı sorumlulukları üstlenmeye hazırız, dolayısıyla bizim de eşit haklara sahip olmamız gerekir” mesajı veriliyordu. Partinin kuruluş başvurusu 17 Haziran 1923’te yapıldı ve onay beklenmeye başlandı. Bu arada bir kadınlar partisinin kurulduğuna dair haberler, devlet güdümlü basında, “tek gayeleri mebus olmak” şeklindeki saldırgan başlıklarla yer almaya başlamıştı. Aylar geçmesine rağmen başvuruya yanıt gelmezken, yeni bir medeni kanunun hazırlanacağı haberleri üzerine KHF de bir dizi çalışma başlatmıştı. Kız çocukların evlenmesine yaş sınırının konması, talâkın (boşanmanın erkeğin boş ol demesiyle gerçekleşmiş sayılması) ve çok eşliliğin yasaklanması yükseltilen talepler arasındaydı. Başvurudan sekiz ay sonra beklenen yanıt geldi. “Bazı düşünceler” nedeniyle parti hükümetten onay alamamıştı. Hükümet, bu “düşünceler”in ne olduğunu açıklama zahmetine bile katlanmamıştı. Mustafa Kemal önderliği, tam da yeni partinin (Cumhuriyet Halk Fırkası) kuruluş aşamasında, kendi çizdiği sınırların dışına çıkan bir grup “bölücü” kadının kendinden önce davranmasına izin vermemişti. Bu yanıt üzerine parti kurucuları tüzüğü tümüyle değiştirerek bir kadınlar birliği kurmaya karar verdiler. Tüzüğünde ve programında daha önce savunulan pek çok talepten vazgeçmek durumunda kalan bu birliğin adı Türk Kadınlar Birliği olacaktı. 7 Şubat 1924’te kurulan TKB’nin üye sayısı ilk üç ayda 400’e çıkacaktı. TKB tüzüğüne göre erkekler de birliğe üye olabilirlerdi, toplantılara yönetim kurulunun davetlisi olarak katılabilirlerdi ama yetkili organlara seçilme ve oy kullanma hakları yoktu. Kadınlar, partileşme çalışmaları başladığında, seçme hakkından önce seçilme hakkını almalarının daha kolay olacağını düşünüyorlardı. 1923 yılındaki hedefleri, iki yıl sonra yapılacak milletvekili seçimlerine katılmaktı. Seçimlerde “münevver kadınların” aday olmalarının, “olgunlaşmamışlık” bahanesinin önünü tıkayacağını düşünüyorlardı belli ki. Ama “çağdaş” cumhuriyetimizin “münevver” erkekleri her zaman olduğu gibi bu “fütursuz” girişimi de püskürtmeyi başaracaklardı. Gazeteler TKB’nin 1925 Şubatında Halide Edip ve Nezihe Muhiddin’in mebus adaylığı için başvuruda bulunduğunu yazdılar. İpleri hükümetin elinde olan basının salvo atışları başlar başlamaz Halide Edip kendisinin böyle bir başvurudan haberi olmadığını söyleyerek anında çark etti. Saldırıların başını çeken gazete, alışıldık ikiyüzlülüğüyle Cumhuriyet’ti. Gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi, Meclis kürsüsünden (aynı zamanda mebustu) “kadınlığın hukukuna yerden göğe kadar hak veririz” diye nutuklar atarken, gazetedeki imzasız yazılarında siyasal hakları uğruna mücadele eden kadınları alaya alıyordu. Kadınlara mebus olmak yerine Himaye-i Etfal’de çalışmayı salık veriyordu.[3] Gazetede yayınlanan imzasız karikatürlerde kadınlar aşağılanıyor, süslenmekten başka hiçbir şeyi akıl edemeyen, tek sorunları bu olan yaratıklar olarak resmediliyordu. Bugün sözde “irtica” karşısında kadınları harekete geçirmek için medeniyet ve kadın hakları nutukları atan Cumhuriyet’in cemaziyelevveli işte buydu! Ne var ki, Osmanlı’nın erkek egemen anlayışını olduğu gibi devralan Kemalist burjuva devlet, hakları uğruna mücadelede eden kadınları istediği kadar yok saymaya ve aşağılamaya çalışsın, tıpkı Osmanlı gibi o da kadınların taleplerini geciktirerek de olsa dikkate almak zorunda kalacaktı. Nitekim 1926 Şubatında kabul edilen Medeni Kanunla çok eşlilik ve talâk kaldırıldı ve kadınlara da boşanma hakkı getirildi. Aynı yıl, kadınların ulaşım araçlarında haremlik-selamlık yolculuk etmek zorunda bırakıldıkları özel bölme uygulamasına da son verildi. Böylece kadınların yarım asırdır sürdürdükleri mücadelenin çok önemli birtakım talepleri karşılanmış oluyordu. Ancak aynı Medeni Kanun, evin reisinin “koca” olduğunu ilan ederek, kadının evlendiği erkeğin soyadını taşımasını zorunlu kılarak ve kadının çalışmasını kocasının iznine bağlı kılarak erkek egemenliği yasal hale getirmiş oluyordu. Bu kanunun söz konusu maddeleri, 1980 sonrasında yükselişe geçen kadın hareketinin ısrarlı mücadelesi sonucunda, ancak 2001 yılında yapılan yasal düzenlemeyle değiştirilecekti.

“Çağdaş” Kemalist devlete TKB de fazla geliyor

25 Mart 1927’de yapılan TKB kongresinde, gündem maddelerinden biri de tüzüğün 2. maddesinde yapılması önerilen değişiklikti. Değişiklik önerisi, Birliğin kadınların toplumsal ve siyasal haklarını kazanmaları için çalışmasını öngörüyordu. Kongrede büyük bir tartışma yaşandı. Bu değişikliğe itiraz eden üyeler oldu. Ve sonunda 2. maddenin ilgili bölümü şu şekilde değiştirildi: “Kadınlar Birliği, Türk kadınının toplumsal ve siyasal haklar karşısında her türlü mesuliyet ve alâka-i vatanniyesini ispat edecek seviyeye erişmesine çalışacaktır.” Yani “hakları almak”tan, “kadınları bu hakka layık hale getirme”ye doğru atılan bir geri adım söz konusuydu. Kongreden bir gün sonra, bazı üyeler basına, yönetim kurulunun seçiminde ve hesaplarda usulsüzlük yapıldığı için kongrenin geçersiz sayılması gerektiği yönünde bir açıklama yaptılar. Yapılan resmi incelemede yolsuzluk iddialarının reddine karar verildi ve yeni tüzük onaylandı. Yine de bu kongre Nezihe Muhiddin ve kadın hakları savunucusu bir dernek olarak TKB için sonun başlangıcı olacaktı. Haziran ayına gelindiğinde, TKB, o yıl yapılacak seçimlerde kadın aday gösterilmesi konusunun tartışıldığı bir toplantı yaptı. Tartışılan düşünce, Cumhuriyet Halk Fırkasından kadın aday göstermekti. Kadınlar şunu diyorlardı: “Seçime biz de katılacağız. Gayemiz gayet sarihtir: Erkekler gibi rey sahibi olmak ve mebus seçilmek.” CHF’den buna yanıt gecikmeyecekti: Kadınların seçime katılmaları meselesi henüz olgunlaşmamıştı ve anayasada öngörülen seçilme için gerekli şartlar (Türk ve erkek olmak) açıktı! Meclis başkanı Kazım Karabekir de bunu hatırlatıyor ve kadınlara seçilme hakkından önce seçme hakkını almaya çalışmalarını tavsiye ediyordu. Üstelik bu, devlet ve hükümet sözcülerinden gelen en ılımlı ifadeydi ve en azından umut dolu olduğu için kadınlar tarafından memnuniyetle karşılanacaktı. Önlerine anayasa engeli çıkarılan kadınlar, anayasa değişikliğini görüşmek üzere Mustafa Kemal’i ziyaret etmeye karar verdiler. Bu arada kadın aday göstermekten vazgeçip “kadın haklarını savunan bir erkek aday” gösterme fikrini benimsediler. Ayrıca, belediye kanununda değişiklik yapılarak kadınların başkanlığa ve belediye meclisi üyeliğine seçilmelerinin önündeki engelin kaldırılması için Meclise başvuruda bulunmayı da kararlaştırdılar. Bir başka dikkat çekici husus da, bu çalışmalar sürerken TKB’nin ilk kez bu kadar yoğun ve açık bir şekilde “feminist” tanımını kullanıyor oluşuydu (age, s.211). Basında tüm bu gelişmeler geniş yankı bulurken ve malûm tepkilerle karşılanırken, çeşitli “münevver” kadınlardan da eleştiriler yükseliyordu. Tayyare Cemiyeti’nin ve Türk Ocağı’nın yöneticilerinden olan Muallim Nakiye Hanım, TKB’nin çıkışlarını doğru bulmadığını, kadınların siyasal haklarını desteklediğini ama zamanı gelince bunların “hükümet tarafından verileceğini” söylüyordu. Ona göre, “Zaten dünyanın hiçbir yerinde kadınlar bu hakları yerinde kullanamamışlardı. Türkiye’de de kullanamayacakları kesindi. Kadın kuruluşları arasında benimsediği, iftihar ettiği bir dernek göremiyordu. Siyasi haklar kampanyası ise beş on kadının ünlü olmak için yaptığı işlerdi” (age, s.213). Kemalist kadının kraldan çok kralcılığı demek ki bugünlere o günlerden yadigâr kalmış! Cumhuriyet gazetesinde ise yine aşağılayıcı yazılar kaleme alınıyordu: “… hanımların mebusluğu hiç de fena olmaz. Meclis’te sık sık moda etrafında münakaşalar cereyan eder. … Hanımların balolarda smokin mi, yoksa dekolte tuvalet mi giymelerinin daha muvafık [uygun] olacağına dair meselâ İstanbul mebusesi ile İzmir mebusesi arasındaki hararetli mücadeleyi bütün erkek mebusların merak ve tebessümle dinleyeceklerine şüphe yoktur.” Saldırılar böylesine ağırken, TKB’nin mebus adayı olarak göstereceğini açıkladığı Kenan Bey (ki aynı zamanda birliğin 300 erkek üyesinden birisiydi) 9 Temmuzda, dernek üyeliğinden istifa ettiğini ve adaylıktan çekildiğini açıkladı. Bu arada Mustafa Kemal 1919’dan beri ilk kez İstanbul’a gelmişti ve TKB’den bir grup kadın, daha sonra gerçekleştirmeyi düşündükleri ziyaret için randevu almak üzere Dolmabahçe Sarayına gittiler. Ancak beklemedikleri bir şekilde huzura çağrıldılar. Böylece asıl görüşme de fiilen iptal edilmiş oluyordu. TKB’nin başına çorap örme süreci de kadınlardan habersiz hızlandırılmıştı. Temmuz ayı içinde, o sırada Mustafa Kemal ile birlikte İstanbul’da olan hükümet TKB’ye çeki düzen verilmesi ve Nezihe Muhiddin’in yargılanması doğrultusunda düğmeye bastı. Derneğin seçim kampanyası dolayısıyla son derece aktif olduğu, “feminizm” söylemini ön plana çıkardığı, Anadolu’da şubeler açtığı ve üye sayısının 800’e yaklaştığı bir dönemde alınan bu karar, çok açık ki, hükümete kafa tuttukları düşünülen feminist kadınlara bir haddini bildirme operasyonuydu. Çok geçmeden Eylül ayında TKB merkezi polis baskınına uğradı. Arama devam ederken, Valilik, Nezihe Muhiddin’in zimmetine para geçirdiğini ve birlik binasını kendisi ve ailesi için kullandığını ileri sürdü. Nezihe Muhiddin için ferman yazılmıştı artık. Aramanın ardından birlikten istifalar başladı ve Nezihe Muhiddin’e yönelik karalama kampanyasına, bazı birlik üyelerinin de desteğiyle hız verildi. 19 Eylülde TKB geçici olarak kapatılıp defterlerine el kondu. Daha önce onaylanan yeni tüzük de feshedildi. 26 Eylülde Valilik emriyle yapılan olağanüstü kongrede, TKB Nezihe Muhiddin’i üyelikten ihraç etti. Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı “Çok Şükür Kurtulduk” başlıklı yazısında Yunus Nadi, “Oh, diyoruz, aman kurtulduk! Artık her gün kusma eğilimi içinde bunalmaktan kurtulduk!”diyecek kadar bayağılaşabiliyordu. “Kongre Kadınlar Birliğini tamamen ilga etmiş olsaydı daha ziyade memnun olurduk” diyerek de gerçek yüzünü maskelerden arındırıp çırılçıplak gösteriyordu. (age, s.243) Olağanüstü kongrede Sadiye Hanım yeni başkan olarak seçilmiş, fakat birkaç ay sonra işlerinin yoğunluğunu gerekçe göstererek istifa ettiğinde yerine Latife Bekir başkanlığa seçilmişti. Latife Bekir, Ocak 1928’de yaptığı ilk basın açıklamasında, kendisinin öteden beri Muhiddin’in icraatına karşı olduğunu belirtecek ve siyasi haklar konulu bir soruya şöyle yanıt verecekti: “Biz Nezihe Hanım gibi hayaller peşinde koşacak değiliz. Belki bunun da zamanı gelir. Fakat bizim bundan evvel yapacağımız işler vardır.” Onun yönetiminde, siyasal haklar mücadelesi son bulacak ve rejime ve Ata’ya tapınma dönemi başlayacaktı. Yeni söylem, kadınların mücadele ederek elde ettikleri hakları öne çıkarmak ve mücadeleyi ilerletmeleri değil, onlara “tanıdığı haklar” nedeniyle Mustafa Kemal’e şükran duymak ve bunu sık sık ifade etmek üzerine temellendirilecekti. Görüldüğü gibi, Kemalist rejim altında da, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, “kadın kutsaldır, ama evinde oturup vatana asker yetiştireni ve hayır işleriyle uğraşanı” anlayışıyla, kadınlara geleneksel rollerinin dışına çıkmamaları dayatılıyordu. Nitekim, Nezihe Muhiddin sudan bahanelerle yargılanıp TKB’den uzaklaştırıldıktan sonra TKB bir hayır cemiyetine dönüştürüldü. Kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı 1930 yılında tanındı. Aynı günlerde kadınların muhtar olup olamayacakları da tartışmaya açıldı ve devletimiz olamayacaklarını duyurdu. Cumhuriyet gazetesinin yine imzasız yazılarından birinde şöyle deniyordu: “Hanımlarımız siyasi, içtimai haklar almak için çalışsınlar, uğraşsınlar, buna hiç kimsenin bir diyeceği yoktur. Fakat bütün dünyada en ziyade kadınların meşgul bulundukları hayır müesseselerini ihmal ederek siyasi haklar peşinde koşmaları da hoş görülemez.” (age, s.252) Kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyan kanun 5 Aralık 1934 günü Meclis’ten geçtikten sonra, “dünyada kadınlara o tarihte seçme ve seçilme hakkını tanıyan ilk ülkelerden biriyiz” diye bunu bir övünç kaynağı olarak sunan Kemalist rejim, bu konuda da gerçeklerle bağdaşmayan bir efsane yaratmıştır. Türkiye’de kadınlar bu hakkı elde ettiklerinde, Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Avustralya’ya tüm kıtalardan yaklaşık 40 ülkenin kadınları bu hakka çoktandır sahiptiler. Örneğin Yeni Zelanda’da 41 yıl önce, Avustralya’da 30 yıl önce, Finlandiya’da 28 yıl önce, Norveç, Danimarka, Hollanda, Kanada ve İzlanda’da yaklaşık 20 yıl önce, Rusya’da ise 1917 Ekim Devrimiyle seçme ve seçilme hakkı kazanılmıştı. Keza, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Moğolistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Ermenistan, Belarus, Ekvador, Brezilya, Uruguay, Şili, Güney Afrika, İspanya, Portekiz, Tayland gibi ülkelerde de öyle. Bu hakkın tanınmasının ardından 1935 Mayısında TKB’nin kendini feshetmesi ise tek parti diktatörlüğünün tek lider, tek parti, tek tip toplum anlayışında somutlanan faşizan ruhunun çarpıcı bir sonucudur. Tüm derneklerin kapatıldığı ve herkesin CHP’ye ve onun güdümündeki Halkevlerine girmeye zorlandığı bu dönemde, Latife Bekir, basına bu kararı “Birliği sevinç içinde kapatıyoruz” sözleriyle açıklamıştır. TKB 1949’da yeniden kurulmuş ve seçkinci Kemalist kadınlar örgütü olarak bugüne dek varlığını sürdürmüştür.

Kadın hakları: tepeden bir burjuva devrimde ve bir işçi devriminde

Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devrimi, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrimdir: “Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kesimlerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar.”[4] Yazımız boyunca göstermeye çalıştığımız gibi, Kemalist rejim kadın hakları konusunda da bu anlayışla hareket etmiştir. Bu yüzden de her alanda olduğu gibi bu konuda da son derece güdük kalan reformlar söz konusudur. Atılan adımların sınırlılığı ve yavaşlığı dile getirildiğinde Kemalistler sıkça “o dönemin koşulları ve toplumsal geriliği” bahanesinin arkasına sığınmaktadırlar. Oysa yine geri bir ülkede, üstelik de o günün Türkiye’siyle karşılaştırıldığında devasa bir nüfusa ve uçsuz bucaksız topraklara sahip olan bir köylü ülkesinde, buradakinden altı yıl önce gerçekleştirilen bir devrim bambaşka sonuçlar doğurmuştur. Bu topraklarda 1923 burjuva devrimi halk kitlelerinin yanı sıra kadın hareketini de dışlayıp bastırırken, Rusya’da kadın işçilerin 8 Marttaki isyanıyla kıvılcımı çakılan 1917 Ekim Devrimi, kadın hakları konusunda muazzam bir atılım gerçekleştirmiştir. Birincisi, kapsamı son derece dar, yavaş ilerleyen ve sancılı bir değişim süreciyle yol alırken, ikincisinde bir proleter devrimle iktidarı ve inisiyatifi ele alan işçi sınıfı, radikal ve alabildiğine geniş kapsamlı bir değişim sürecini keskin adımlarla ilerletmiştir. Daha önceki bir yazımızda[5] da dile getirdiğimiz gibi, Ekim Devrimi, özellikle bizimki gibi Doğu toplumlarında bugün hâlâ canlılığını koruyan ataerkil değer yargıları başta olmak üzere, eskiye ait pek çok şeyi yıkıp parçalamıştır. Devrimin ilk günlerinde 8 saatlik işgününün, eşit işe eşit ücretin, eşit oy hakkının yasalaşması, kadınla erkek arasında ayrımcılık yapan yasaların tümüyle ortadan kaldırılması, kadınların hayatında yeni bir çığır açmıştır. Oluşturulan ortak yemekhanelerle, çamaşırhanelerle, kreşlerle, kadının eve bağımlılığının ve toplumsal üretime katılmasının önündeki engeller yıkılmıştır. Evlilik ve boşanma basit bir işlem haline getirilmiş, her iki eşe de birbirlerinin soyadını alma ya da her iki soyadı birden kullanma hakkı tanınmıştır ki, bu reformu çağdaşlığıyla övünen TC ancak 2000’li yıllarda gerçekleştirebilmiştir. Resmi ve gayri resmi evliliklerden doğan tüm çocuklar yasalar önünde eşit haklara ve devlet güvencesine sahip kılınmıştır. Devrimi izleyen ilk on yıl içinde, düzenlenen okuma-yazma kampanyalarıyla ve 7 yıllık zorunlu eğitimle, okur-yazarlık sorunu aşılmış, yükseköğrenim gören kadınların oranı kısa süre içinde gelişmiş Batı ülkelerinin çok üstüne çıkmıştır. O zamana dek hiçbir toplum, kadın sorununun çözümü için böylesine kısa sürede bu denli radikal adımları atamamış ve böylesine çarpıcı sonuçlara ulaşamamıştır. Hiç şüphe yok ki, bu başarı, Stalinizm gibi bir garabete rağmen devrimci ruhunu yitirmeyen bir Bolşevik kadınlar ve erkekler kuşağının eseridir. Rusya’da bütün bunlar olurken, Kemalist cumhuriyet, kadın sorununun çözümünü esas olarak eğitim düzeyinin yükselmesine indirgemiştir. Böylelikle, bir yandan kadın sorununun sınıfsal yönü karartılırken, öte yandan kapitalist sistemin erkek egemen doğası gözlerden gizlenmiştir. Oysa kadın sorunu hem sınıfsal bir sorundur, hem de erkek egemen sınıflı-sömürülü toplumların bir ürünüdür. İşte tam da bu yüzden, o ancak sömürünün ortadan kaldırıldığı ve işçi emekçi kitlelerin iktidarı kendi ellerine aldıkları proleter devrimlerle çözüm rotasına girebilecek bir sorundur. Binlerce yıllık erkek egemenliğinin ve onun yarattığı geleneklerin, düşünce tarzının, davranış biçimlerinin kökten yıkılmasını, ancak böylesi radikal bir devrim sağlayabilir. Küçük-burjuva ve burjuva feminizmin görmezden geldiği gerçek de budur.


[1] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.220
[2]> Erken cumhuriyet dönemi feminist hareketi ve Nezihe Muhiddin konusunda ayrıntılı bilgi için bkz: Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap, Metis Y.
[3] Yaprak Zihnioğlu, age, s.158-159
[4] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.222
[5] İlkay Meriç, Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi, MT, Ekim 2005

1 Nisan 2010
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no:61, Nisan 2010
Kadın Sorunu
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/2401?page=2