Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları

Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları

1.bölüm

7716.jpg


Baskı, imha, inkâr ve asimilasyon politikaları nedeniyle kangrene dönüşmüş olan Kürt sorunu, üzerinde yaşadığımız topraklarda yaklaşık 150 yıldır varlığını sürdürüyor. Fakat bugün bu sorunun böyle köklü bir tarihi olduğu geniş kitleler tarafından ne yazık ki bilinmiyor. Aksine, tümüyle bilinçli bir devlet politikasının ürünü olarak, mesele, son otuz yılda ortaya çıkmış, dış güçler tarafından yapay olarak yaratılmış, bir avuç “eşkiya” tarafından başlatılmış bir “terör” sorunu olarak algılatılıyor. Yaratılan bu algı nedeniyle, kitleler sorunun gerçek niteliğini, meşruiyetini kavramak ve kabullenmekte zorluk çekmekte, şovenizme teslim olup akıl tutulmasına uğramaktadır. Oysa Kürt sorunu derin tarihsel kökleri olan ve bugün dört ülkeye dağılmış 20 milyondan fazla nüfusa sahip bir halkın bağrında hissettiği yakıcı bir sorundur. O nedenle Kürt sorunuyla ilgili temel tarihsel gerçekliklerin ortaya konması ve geniş emekçi yığınların bu temelde bilinçlendirilmesi büyük bir önem taşımaktadır. Kürt sorununda izlenen devlet politikalarının en önemli boyutlarından birisi de zora dayalı asimilasyondur. Bu soruna ilişkin devlet politikalarının imha ve inkâr boyutunda dönem dönem değişiklikler olsa da, asimilasyon boyutu bu uzun tarihsel süreçte genel çizgileri itibarıyla değişmeden bugüne kadar gelmiştir. Hatırlanacak olursa bir yıl önce Tayyip Erdoğan, Almanya’daki Türklerin anadilde eğitim haklarının gasp edilmesi karşısında, “asimilasyon insanlık suçudur” diyerek Angela Merkel’den Türk okullarına izin verilmesini istemişti. Oysa bu sözü söyleyen Erdoğan’ın başbakanlığını yaptığı ülkede, Kürtlere, anadillerinde eğitim görmek şöyle dursun, bu dili çarşı pazarda rahatça konuşmak bile ancak son yıllarda nasip olmuştu. Nitekim AKP’nin önde gelen kadrolarından ve “Kürt açılımı”nın mimarlarından olan Dengir Mir Mehmet Fırat geçtiğimiz aylarda verdiği bir röportajda şunları söylüyordu: “Başbakan «ret, asimilasyon ve inkârı kaldırdık» dedi ama bence ret ve inkâr bir yere kadar kaldırıldı ama asimilasyon hâlâ devam ediyor. Bir toplumun dili yasaklanıyorsa, anadilinizi geliştirme imkânına sahip değilseniz, bu buz gibi bir asimilasyondur. Asimilasyon ancak dil üzerindeki yasakların kaldırılmasıyla ortadan kalkar.” (Vatan, 15.08.2011) Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının kökeni Osmanlı’nın son dönemlerine[1] uzanmaktaysa da, bu politika “Türk ulusu” yaratma operasyonuna paralel olarak cumhuriyet döneminde büyük bir ivme kazanmıştır. Osmanlı’nın İttihatçı paşalarınca kurulan yeni cumhuriyetin birincil hedefi, bu topraklarda yaşayan farklı etnik kimlikleri Türkleştirmek ve bir Türk ulus-devleti inşa etmekti. 1924 Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı gerekçede şöyle deniyordu: “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek caiz değildir.”[2] Aynı anlayış Mustafa Kemal’in sözlerinde de yansımasını buluyordu: “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olurlarsa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar güçlü olur.”[3] TC’nin bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğini çekinmeksizin dile getirenlerin başını ise İsmet İnönü çekiyordu: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf [nitelikler] her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır” (Vakit, 27 Nisan 1925). İlerleyen yıllarda İnönü’nün ırkçı dili daha sertleşiyordu: “Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki birtakım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930). Aynı zihniyete sahip Nazi hayranı Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da, Türk olmayanların nasıl bir muameleye tâbi tutulacağını sakınmadan dile getirenler arasındaydı: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” (Milliyet, 19 Eylül 1930) Kuruluşundan itibaren TC egemenlerinin anlayışına damgasını basan bu ırkçı zihniyet, Kürt ulusal hareketini süngüyle bastırmayı ve zora dayalı asimilasyon politikalarıyla Kürt kimliğini yok etmeyi amaçlayan Şark Islahat Planında da tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Şeyh Sait isyanının kanla bastırılmasını takiben 1925 Eylülünde yürürlüğe konan ve Dersim katliamına giden yolda önemli bir dönemeç noktası teşkil eden bu plan, uzun yıllar boyunca yürürlükte kalması ve birçok maddesinin içerik olarak günümüze dek uygulamada varlığı koruması bakımından da büyük önem taşımaktadır.

Şark Islahat Planı

Milli Mücadele döneminde ve 1920’de oluşturulan Mecliste kendilerine verilen sözlerin tutulmaması üzerine yükselen Kürt halk hareketi, Türklük temelinde bir cumhuriyet oluşturmaya girişen Kemalist rejim tarafından şiddet yoluyla bastırılmak üzere hedefe konmuştu. Bu süreçte TC devletinin Kürt hareketinin önünü kesmek amacıyla hareketin önderlerine yönelik başlattığı tutuklama dalgası ve Kürt halkı üzerindeki baskıyı tırmandırması, 1925 Şubatında Diyarbakır, Malatya, Dersim, Elazığ, Bingöl ve Muş çevresinde bir Kürt isyanının patlak vermesine yol açtı.[4] Şeyh Sait isyanı olarak anılan bu isyan, devletin Kürtlere yönelik yeni bir imha harekâtına girişmesinin bahanesi yapıldı. Bariz bir şekilde bir Kürt isyanı olmasına rağmen, Kemalist devlet bu imha hareketini ulusal ve uluslararası alanda meşrulaştırmak için bu isyanı bir irtica hareketi olarak lanse etti.[5] İsyanı takip eden günlerde Örfi İdare (Sıkıyönetim) Kanunu ve Hıyaneti Vataniye Kanunu sertleştirildi ve bunu Mart ayında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu izledi. Bu kanuna dayanarak oluşturulan İstiklal Mahkemeleri ise verdikleri idam kararlarını Meclisin onayını almaksızın infaz etme yetkisine sahiplerdi. Nisan ortalarında yakalanan ayaklanma önderlerinden Şeyh Sait ve beraberindeki 47 isyancı Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesinde göstermelik bir yargılamanın ardından idama mahkûm edildi ve infaz hemen ertesi gün, 29 Haziran 1925’te gerçekleştirildi. Ancak devlet terörü burada bitmedi. Eylül ayına gelindiğinde, Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanı sıfatıyla imzaladığı çok gizli bir kararname hazırlandı: “Şark Islahat Planı Hazırlanmasına Dair Kararname”. Bu kararname doğrultusunda hazırlanan “Şark Islahat Planı” ise 24 Eylülde Bakanlar Kuruluna sunularak onaylandı. Kemalist rejimin Kürt halk hareketinin bir daha belini doğrultamaması gayesiyle yürürlüğe koyduğu bu plan, her türlü baskı ve şiddetin yanı sıra, sistemli bir asimilasyonu da öngörüyordu. 27 maddeden oluşan bu planın ilk maddesi, “şark” illerinde yürürlükte olan sıkıyönetimin bu programın uygulanması sona erene kadar devam etmesini öngörüyordu. Ancak ne bu program kısa vadeli bir program olacaktı ne de bölge sıkıyönetim uygulamasından kolayına kurtulabilecekti. Nitekim 1925’ten 2002 yılı sonuna kadar bölgede sıkıyönetim ya da olağanüstü hal uygulaması neredeyse kesintisiz bir şekilde devam etti. 1946’ya kadar süren tek parti diktatörlüğü dönemini bir kenara bırakacak olursak, sıkıyönetimin en katı uygulandığı dönem 12 Eylül rejiminin damgasını bastığı 1980-2002 dönemi oldu. 12 Eylül 1980 faşist darbesinden başlayarak 1986 yılına kadar özellikle Kürt illerini kapsayacak şekilde sürdürülen kesintisiz sıkıyönetim, 1986’da sözde hafifletilerek yerini olağanüstü hale bıraktı ve Olağanüstü Hal Bölge Valiliği aracılığıyla yürütülen bu uygulama Meclis tarafından dört ayda bir uzatılarak 2002 Kasımına kadar devam ettirildi. Şark Islahat Planının ikinci maddesi Türkiye’yi beş “umumi müfettişlik” bölgesine ayırıyor ve Hakkari, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit vilayeti ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazalarını beşinci müfettişlik emrine veriyordu. Esas olarak Kürt illerini kapsayacak şekilde yürürlüğe konulan ve 1948’e kadar varlığını sürdüren umumi müfettişlik (genel valilik) sistemi, 1986’dan sonra uygulamaya konulan olağanüstü hal bölge valiliğiyle büyük bir benzerlik taşıyordu. Sistemin özü, siyasi iktidarın Kürt halkının zincirlerini sıkmak için aldığı kararların olağanüstü yetkilerle donatılan ve hesap verme yükümlülüğü bulunmayan bir genel vali aracılığıyla uygulanmasına dayanıyordu. Seyyar jandarma alayları da bu valinin emrine veriliyordu Üçüncü madde, olağan mahkemelerde ve sıkıyönetim mahkemelerinde asker ve sivil “yerli” hâkim bulunmasını yasaklıyordu. Yani Kürt hâkimlerin bölgede görev yapmaları yasaktı. Beşinci madde, Van ile Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden kalan boş araziye Türk göçmenlerin yerleştirilmesini, sıkıyönetim bölgesindeki Ermeni mallarının maliyece satılmamasını “ve hatta Kürtlere kiraya dahi verilmemesini” emrediyordu. Ermeni mallarını işgal etmiş Kürtlerin derhal buralardan çıkarılarak eski yerlerine ya da batıya gönderileceklerini, onlardan boşaltılan yerlere Türklerin yerleştirileceğini ve bunların Kürtlere karşı koruma altına alınacaklarını söylüyordu. Aynı madde Balkan ve Kafkas göçmenlerinin yerleştirileceği yerleri de belirliyordu. Buna göre, Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek göçmenler (toplam sayılarının on yılda 500 bin olması öngörülüyordu) öncelikle Elaziz, Diyarbekir, Muş, Bitlis, Bingöl dağının doğu ve batısı, Murat vadisi ve Van Gölü havzasında iskân edileceklerdi. Trabzon, Rize ve Erzurum’un kuzeyinden getirilen Türkler de Hınıs çayı ve Murat vadisine ve Van Gölünün kuzeyine naklolunacaktı. Buralara yerleştirilecek Türklerin nakil masrafları ve bir yıllık iaşe giderleri devlet tarafından sağlanacak, bunlara ev, hayvan ve tarım aletleri verilecekti. Sekizinci maddeye göre, “isyandan kaynaklanan” zarar, özel bir vergi ile isyana katılan bölgelerdeki halktan tahsis edilecekti. Yani devlet hem saldırıyor, imha ediyor, hem de katliamın tüm askeri masraflarını Kürt halkına yüklüyordu. Planın dokuzuncu maddesi ise şöyleydi: “Kürt isyanını yönlendiren ve yönetenlerle, bunların yakınları, yandaşları ve aşiret reislerinden hükümetin doğuda kalmalarını uygun görmediği kişi, aile ve gruplar batıda hükümetin göstereceği yerlerde iskân edileceklerdir.” Bu tam bir sürgün anlamına geliyordu. 10 Haziran 1927’de çıkarılan “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakline Dair Kanun”la bu sürgün isyan bölgesiyle sınırlanmaksızın çok daha geniş bir alandaki Kürtleri kapsayacak şekilde genişletilecekti. 1934 yılında yürürlüğe konan “Mecburi İskân Kanunu” ve sonrasındaki “Tunceli Kanunları” da bu sürgünlerin süreklilik kazanmasını sağlayacaklardı. Bu sürgünler aynı zamanda sistemli asimilasyon politikasının tipik göstergelerinden biriydi. Şark Islahat Planıyla başlatılan kitlesel sürgün kampanyası, ilerleyen yıllarda da çeşitli kanunlarla ve gizli kararnamelerle devam ettirildi. 80’lerin ve 90’ların Türkiye’sine gelindiğinde ise Kürtler geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde genişletilmiş bir sürgünle karşı karşıya kalacaklardı. Bu dönemde 4000’den fazla köy boşaltıldı; tarlası, merası, ormanı, hayvanı, evi yakılan Kürt köylüleri amansız bir devlet terörü eşliğinde göçe zorlandılar. 2000’li yıllarda ise bu zorunlu göç yerini, tarımın ve hayvancılığın yok edilmesi sebebiyle tüm geçim olanaklarından yoksun bırakılan milyonlarca Kürdün ekonomik nedenlerle büyük kentlere ve çoğunlukla da batıya göçüne bıraktı. Kitlesel sürgünlerin temelini döşeyen Şark Islahat Planı, bölgede “tali memuriyetlere dahi Kürt memur tayin olunmamasını” da emrediyordu. Bölgede görev yapacak memurların, jandarma da dahil, en az üç yıl görev yapması, altı yıldan fazla aynı mevkide kalmaması ve maaşlarının yüzde 75 zamlı olması kuralı getiriliyordu. Daha sonra çeşitli raporlara da yansıdığı üzere, Kürt memurlar açık açık düşman ajanlar olarak görülüyor ve güvenilmez bulunuyorlardı. Bu nedenle de Kürtlere bölgede görev yaptırmama politikası birkaç onyıl boyunca sürdürüldü. Uygulamanın bu noktası daha sonra terk edildiyse de, diğer unsurlarının çeşitli biçimlerde günümüze kadar devam ettirildiği görülmektedir. On ikinci maddesi Kürtlerin silahsızlandırılmasını ve ruhsatsız silah bulunduranların sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmalarına hükmeden Şark Islahat Planı, bölgede hükümet binalarının ve jandarma karakollarının süratle inşa edilmesini, bölgedeki tüm yolların inşaat programının Umumi Müfettişlik tarafından düzenlenmesinin zorunluluğunu vurguluyordu (ilerleyen yıllarda askeri inşaatlarda Kürt köylüler kadınlar da dahil olmak üzere kamçı altında zorla çalıştırılacaklardı). Şark treninin bölgeye mümkün olan en kısa zamanda ulaşmasının sağlanmasına yapılan vurgudaki amaç da tıpkı yeni yol inşatlarında olduğu gibi bölgeye asker sevkıyatını kolaylaştırmaktı. Plan, bölgeye “ecnebi şahıs ve kurumların” hükümetin izni olmaksızın girmesini ve yerleşmesini de yasaklıyordu. Planın asimilasyona yönelik en çarpıcı maddeleri ise 13, 14, 16 ve 17. maddeleri idi. Bu maddeler, bölgedeki vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurumlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe dışında bir dil kullanmayı yasaklıyordu. Kullananların hükümete ve belediyeye muhalefet ve mukavemetten cezalandırılacaklarını söylüyordu. Kürtlerin ve Arapların ağırlıklı olduğu bölgelerde “Türk Ocakları ve mektepler açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak [gösterilerek] mükemmel kız mektepleri tesis ve kızları mekteplere rağbetlerinin suveri adide ile [fazla miktarda] temini lazımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstacelen [acil olarak] leyli iptidailer [yatılı ilkokullar] açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır” deniyor ve bu noktada Dersim’e özel bir vurgu yapılıyordu. Üstelik Kürtçe konuşma yasağı sadece Kürt illerini kapsamıyor, Fırat’ın batısını da içine alıyordu. Şöyle diyordu 16. madde: “Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemehal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır.” TC egemenleri, Kürtlere kimliklerini unutturmanın birincil şartının bu halka anadilini unutturmak olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Bunun için Kürt kadınlarına Türkçe öğretilmesi ve yeni doğan Kürt kuşakların asimile edilmesinin kolaylaştırılması bakımından bunların analarının dillerinin değiştirilmesi kritik önem taşıyordu. Ulusal bilincin en önemli aracının anadil olduğunun farkında olan Kemalist rejim, Türkçe dışındaki dilleri zor yoluyla yasaklarken, çok geçmeden “Kürt” sözcüğünü de tedavülden kaldıracaktı. Bu planda dahi “aslen Türk olup Kürtlüğe yenilmeye başlayan” ya da “aslen Türk olup Kürtlüğe benzemek üzere olan” gibi ifadelere yer verilmeye başlanmıştı ve ilerleyen süreçte Kürt lafının bu kadarıyla bile kullanılmamasına özen gösterilmeye çalışılacaktı. (devam edecek)


[1]   İttihat ve Terakki döneminde çıkarılan Tehcir Kanununun 12. maddesi şöyleydi: “Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp, silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun yüzde beşini geçmeyecektir. Kürt mültecileri yerlerine geri gönderilmeyecektir.” (akt. Berna Akçura, Devletin Kürt Filmi, Ayraç Yay.)
[2]   akt. İsmail Beşikçi, Bilim-Resmi İdeoloji Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Alan Yay., s.71
[3]   akt. Mehmet Bayrak, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Özge Yay., 1993, s.526
[4]   Şeyh Sait isyanının ardından başlayan katliam dalgasından kurtulup yurtdışına çıkan Kürt aydınları, 20 Mayıs 1926’da dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdikleri bir mektupta, kan dökülmesinden yana olmadıkları halde, saldırılar karşısında Kürt halkını savunmak için “Şubat 1925 İhtilaline” (Şeyh Sait isyanı) mecbur kaldıklarını belirterek şunları söylüyorlardı: “Ne yapalım ki, bıçak kemiğe dayandı, acı gerçek dolayısıyla Şubat 1925 İhtilalini yapmakla milletimizi savunmaya mecbur kaldık. İhtilalde yer alan kişilerin, nefis savunması ya da kişisel çıkarlar için değil; Türk ve Kürt milletinin karşılıklı haklarına saygılı olmak kutsal idealleri uğruna hareket ettiklerine lütfen inanınız. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde yeni esasları belirlenen Teşkilat-ı Esasiye Kanunnamesi’nde (Anayasa) Türk ve Kürt milletlerinin ulusal sınırları içinde hür ve serbest yaşayacaklarına ve birbirlerinin haklarına karşılıklı saygılı olacaklarına dair açık bir madde yok mudur? İşte İhtilalciler onu, Türk milletinin liderlerinin Kürtlüğe reva gördüğü medeni ve milli hakları istemek ve savunmak amacındadırlar.” (akt. Mehmet Bayrak, age, s.494-495)
[5]   Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar başlıklı kitabın Şeyh Sait isyanı kısmında bir yandan bu ayaklanma şeyhlerin, ağaların öncülüğündeki silahlı bir irtica hareketi olarak nitelenirken, öte yandan Kürtler süzme ırkçı söylemlerle aşağılanıyor. Cumhuriyet öncesi döneme gidilerek yapılan “tespit”lerde şunlar söyleniyor: “… Tanzimatın ve Meşrutiyetin, Kürtlerin yaşayışı üzerinde yapacağı değişiklik, doğrudan doğruya ağa, bey, reis, şeyh ve hocaların bu ilkel sürüler üzerindeki nüfuzlarını kıracak nitelikte idi. İnsanlığı bile idrak etmemiş bu kitleye ise, Kürtlük telkin etmeye imkân yoktu. Bu kitle varlığının manasını bir avuç gulgul (bir nevi darı) ve bir avuç arpa yemekten ibaret zanneder, cumhuriyet nedir, yaşadığı dağın arkasında ne vardır, bilmez ve bilmek de istemezdi. Hemen hemen hepsi bu bilgilerden yoksun bu kitleyi tahrik için, propagandayı din yönünden yapmak lâzımdı. Gerçekte de öyle oldu.” (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-1, Kaynak Yay., 1992, s.115)

Ekim 2011
Kaynak: 

Marksist Tutum dergisi, no: 79, Ekim 2011

Kürt Sorunu
Share

Şark Islahat Planı ve TC’nin Asimilasyon Politikaları /2

2.bölüm

s-mb-dersimsurgunleri.jpg

Derinleştirilerek devam ettirilen inkâr ve asimilasyon

1925’te başlatılan ve tüm Kürt coğrafyasında aralıksız devam eden askeri harekâtlar sonucunda, daha Dersim katliamına sıra gelmeden binlerce köy yakılıp yıkılmış, binlerce Kürt katledilmişti. Kürt köylüler eşkıyaya yardım ettikleri gerekçesiyle sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyorlardı. Genelkurmay Başkanlığının yayınladığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar başlıklı kitabın kimi bölümlerinde verilen sayılar, gerçekleştirilen katliamın boyutuna ilişkin çarpıcı veriler sunmaktadır. Örneğin “Bicar Tenkil Harekâtı” başlıklı bölümde, 1927 yılı sonbaharında Albay Mustafa Muğlalı (daha sonra orgeneralliğe kadar terfi ettirilen, 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüyü kurşuna dizen ve 2004 yılında Kürt halkına nispet yaparcasına adı bu ilçedeki jandarma kışlasına verilen cani) komutasında gerçekleştirilen bu harekâtta, sadece bir ay içinde 280 köyün yakıldığı, 2000’i aşkın Kürdün öldürüldüğü övgüyle dile getirilmektedir. Bu süreçte devlet bir yandan imha harekâtına son sürat devam ederken, öte yandan inkâr ve asimilasyon politikasını da derinleştirilerek hayata geçirmeye çalışıyordu. Genelkurmay’a verilen raporlardan hareketle dönemin Genelkurmay Başkanının mütalaaları arasında yer alan 1930 tarihli aşağıdaki satırlar, Kürtlere ilişkin bu genel politikanın Dersim’e uyarlanmış haliydi: İmha: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellâh (silahlı) kuvvetin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.” Asimilasyon: “Dersim evvelâ koloni (sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı; Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen (kademeli olarak) öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.”[1] İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1931 Kasımında hazırladığı raporda da ayrıntılı bir imha planının yanı sıra asimilasyona ilişkin şu vurgular vardı: “Dersim’de açılacak mekteplerle istikbalin Dersimlilerini bugünkünden daha medeni yumuşak hale getirmek ve Türklüğe yaklaştırmak ve kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır. Mektepler vasıtası ile Türk lisanı Dersim’de temin edilmelidir.”[2] Birkaç yıl sonra Dersim’de onbinlerce Kürt korkunç bir şekilde katledilecek, binlercesi sürgün edilip batıdaki çeşitli illere dağıtılacak ve yukarıdaki raporlarda da öngörüldüğü üzere hızlı bir asimilasyon politikasıyla “Türklük içinde eritme” işlemine girişilecekti. Kürt tarihinin, kimliğinin ve dilinin inkârının doruk noktası, Kürtlerin Türk olduğu yalanının sözde akademik çalışmalarla “kanıtlanmaya” girişilmesiydi. Dünyadaki faşizm rüzgârının da etkisiyle Kemalist rejimin güneş-dil teorisi, Türk tarih tezi gibi çeşitli türden zırvayı piyasaya sürdüğü 1930’lar, Kürt tarihi ve Kürt dili açısından da bilimsel inceleme adı altındaki binbir safsataya itibar edilmeye başlanmasıyla bir dönemeç noktası teşkil edecekti. Artık Kürtler Türk, Kürtçe de bir dil değil “lehçe” sayılacaktı. 1930 yılı başlarında, “İskâna Tabi Tutulanların Türkleştirilmesi Uygulamasına İlişkin” gizli bir genelgeyle valilere şu görevler verilerek asimilasyonun alabildiğine hızlandırılması isteniyordu: - Yabancı lehçelerle konuşan köylerin isim ve nüfuslarını belirlemek; bu tür köylerin küçük olanlarını civardaki Türk köylerine dağıtmak; yabancı lehçeli olanların köy ve mahalle kurmalarını önlemek; yabancı lehçelilerin bulundukları yerlerdeki memurları, mutlaka o yabancı lehçeyi konuşmayan Türklerden seçmek; Türkçe konuşmanın ve “som Türklüğe” mensup olmanın sadece şerefli değil aynı zamanda kârlı bir iş olduğunu göstermek; özellikle kadınlar arasında Türkçenin yaygınlaşmasına çalışmak; Türk kızlarının Türkçe konuşmayanlarla evlendirilmesini teşvik etmek. - Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk hislerini daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve zararlı görmek, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek, nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek. - Kürt, Boşnak, Çerkez, Laz, Âbaza, Gürcü, Türkmen, Tatar, Afşar, Pomak vs. lakaplar vermemek, bu adlarla anılan köylerin adlarını değiştirmek. Genelge şöyle sona eriyordu: “Özetle (bu nitelikteki unsurların) dillerini, geleneklerini ve dileklerini Türk yapmak, Türkün tarihine ve bahtına bağlamak her Türke düşen milli ve önemli bir görevdir.”[3] Görüldüğü gibi, Kürt ve Kürtçe dememek için kırk takla atan Türk egemenler, Kürtleri “Türkçe konuşmayanlar”, Kürtçeyi ise “yabancı lehçe” olarak kodlama yoluna gitmişlerdi. Türkçenin kadınlar arasında yaygınlaştırılmasına vurgu da devam etmekteydi. Bu asimilasyon yöntemine, bir başka asimilasyon yöntemi, Türk kadınların Kürt erkeklerle evlendirilmesini teşvik ederek doğan çocukların dillerinin analarının dillerinde yani Türkçe olmasını sağlama çabası eşlik ediyordu. Bunun yanı sıra, isim ve lakapların Türkçeleştirilmesi uygulamasına da start veriliyordu. 1933’e gelindiğinde, Kemalist rejim şaşalı bir onuncu yıl kutlaması gerçekleştirirken daha önce yurtdışına sürülmüş olan aydınların büyük bir bölümü için af çıkardı, ama aynı aftan sürgündeki Kürt aydınlar yararlandırılmadı. Bu aydınlardan biri olan ve hiçbir zaman ülkesine dönemeyip Şam’da ölecek olan Celadet Alî Bedîrhan onuncu yıl dolayısıyla Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e bir açık mektup göndermişti. Kitap halinde de bastığı bu mektupta Bedîrhan, pek çok hususun yanı sıra Kürtlerin taleplerini ve bu halkı asimile etme çabalarının boşa olduğunu da dile getiriyordu: “(...) Kürdistan çok eski bir tarihsel kavramdır ve milletim Kürtlerin eski bir tarihi, belli bir coğrafyası ve toplumsal bir örgütlülüğü vardır. (…) Resmi bir duyuru ile Kürdistan’ın varlığını, Kürtlerin tarihsel, ulusal, kültürel haklarını tanır ve açıklarsınız, işte o zamandır ki sorunun çözümüne doğru büyük ve önemli bir adım atılmış olur. (...) Paşa Hazretleri, yönetiminiz döneminde Kürdistan sorununu çözmek istiyorsanız; eşyanın tabiatına uygun tek yol budur. (…) Buna rağmen bunca deneyim ve başarısızlıklar göz önünde dururken göstermiş olduğum yol izlenmezse, Başkanlık amacınızın Kürdistan sorununu çözmek değil, tersine Kürdistan yangınını büyütmek olduğu ortaya çıkar. Paşa Hazretleri, Kürtleri eritmek veya esir etmek emin olunuz ki, onları öldürmekten daha zordur. Kürtlerin hürriyeti, tabiattan doğan bir çeliktir. Sadi-i Şirazi’nin dediği gibi, çelikle pençeleşenin sonu elini-kolunu yaralamaktır. (...) Her şeye rağmen Müslüman kanı dökerek Müslüman kurşunu ile ölen Anadolu yavrularına acımıyorsanız, biliniz ki Kürdün de damarlarında ölerek, öldürerek dökeceği kan her zaman için bolca mevcuttur.”[4] Ancak TC egemenleri Kürt halkının taleplerine kulaklarını tıkayıp bildiklerinden şaşmadılar ve inkâr, imha ve asimilasyon politikalarını tam gaz devam ettirdiler. Diyarbakır’da Birinci Umum Müfettişliği yapan Abidin Özmen, 1936’da hazırlayıp hükümete sunduğu bir raporda, bölgedeki Kürt nüfusun artış hızının tehlikeli boyutlarda olduğundan söz etmekte, bölgede Türklerin azınlık oldukları gerçeğini dile getirmekte ve çare olarak asimilasyonu önermekteydi: “Türk camiası içinde kaynatmak istediğimiz kimseleri Kürtçe yerine Türkçe diliyle konuşur hale getirmek icap eder. Temsilin (asimilasyonun) yapılması için Kürtçe konuşmak meselesi üzerinde durmak icap eder. Halkevlerinin, bilumum memurların, devlet daireleri ve müesseselerinde çalışan bilumum memur ve müstahdemlerin Kürtçe konuşmalarına katiyen müsaade edilmemelidir. İşi olan köylü Türkçe bilmiyor ise köylü ile Kürtçe konuşmamalı, memur olmayan bir tercüman getirmeye mecbur tutulmalıdır. … Kürtçe konuşanlara karşı maddi ve manevi cezalar uygulanmalıdır.”[5] Özmen’e göre, asimilasyona “Kürtlük için çalışanların ortada Kürt bulamaz duruma düşmelerine kadar” devam edilmeliydi. Bunun için de, Kürtçe konuşan memurlar cezalandırılmalı, doğunun belli bölgelerine Türk göçmenler yerleştirilmeli, bölgede Türklük aşılayacak azimli öğretmenler görevlendirilmeli, yatılı okullar kurulmalı, bu okullarda özel müfredat takip edilmeli, Halkevleri güçlendirilerek halka gazete, dergi okutulmalı, köylerde Türkçe konserler verilmeli, Kürtleri istismar eden kişiler seçilip bölgeden çıkarılmalı, her yıl 3 bin kişi batı bölgelerine gönderilerek 15-20 yıllık bir programla bu halk ortadan kaldırılmalıydı![6] Cumhuriyet tarihi boyunca, benzer raporların ve bunların hayat bulduğu kanunların, kararnamelerin ardı arkası kesilmemiştir. 27 Mayıs 1960 darbesinden bir yıl sonra Bakanlar Kuruluna sunulan ve kabul edilen “Devletin Doğu ve Güneydoğu’da Uygulayacağı Kalkınma Programının Esasları” adlı rapor da inkâr ve asimilasyonun çarpıcı bir örneğini teşkil etmektedir. İşte rapordan bazı pasajlar: “Halihazır İskan Kanununu ve tatbikatını, tesbit edilen politika ihtiyaçlarını karşılayacak ve asimilasyon temin edecek şekilde incelemek ve tadil etmek...” “Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında başka taraflara hicrete [göçe] mecbur kalan Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskan etmek...” “Türkiye’de kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskan sahalarına ayırmak...” “Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi... kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için hususi müessese kurulması... Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkânları sağlanması...”, “Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması…”, “Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması…”, “Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması.”[7] Görüldüğü üzere, memlekette Kürt yoktu, “kendilerini Kürt sanan” ama aslında Türk olanlar vardı! Fakat her ne hikmetse bunların İran ve Irak’ta aynı dili konuştukları insanlar Kürttü! Türk egemenler, 1925’te kabul ettikleri Kürt gerçeğini yıllar ilerledikçe “kendini Kürt sananlar”a evrilterek inkârda yaratıcılıkta sınır tanımıyorlardı. Bakanlar Kurulunun başında yer alarak yukarıdaki raporu imzalayan darbe hükümetinin başbakanı Org. Cemal Gürsel (daha sonra cumhurbaşkanı olacaktı), yine o yıl yayınlanan bir kitaba (M. Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabı) yazdığı önsözde de inkârda ısrarı devam ettiriyordu: “[Bu kitap] Doğu Anadolu’da yaşayan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türkten ayrı sayan; bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle saydığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmektedir. … Dünya üzerinde ‘KÜRT’ diye adlandırılacak müstakil hüviyetli bir ırk yoktur. Kürtler yalnız vatandaşlarımız değil soydaşlarımızdır da…. Fakat devam eden kötü idare ve ihmaller, onların kapalı yaşama ihtiyatları, maalesef bu neticeyi doğurmuştur. Türk milletini ve Türk vatanını parçalayarak yok etme sevdasında olanlar, bundan faydalanmanın peşinde koşuyorlar.”[8] Darbe hükümetinin inkâr ve asimilasyonu derinleştirmek üzere giriştiği faaliyetlerden biri de “Türkçe olmayan” yer adlarının değiştirilmesine hız vermekti. Bu dönemde on binlerce yer, dağ, nehir vs. adı değiştirilip yerlerine uydurma Türkçe adlar koyuldu. Aslına bakılacak olursa, yer adlarının değiştirilmesi faaliyetine İttihat ve Terakki döneminde başlanmıştı. Enver Paşa, Başkomutan Vekili sıfatıyla 6 Ocak 1916 tarihinde yayınladığı bir genelgeyle, “Ermenice, Rumca ve Bulgarca, hasılı İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir, ilah. bilcümle isimlerin Türkçeye çevrilmesinin kararlaştırıldığını” duyuruyor ve bunun en kısa zamanda uygulamaya geçirilmesini istiyordu. Bu genelge o dönemde hayata geçirilmeye başlanmıştı. Cumhuriyet döneminde ise, “İslam olmayan milletler lisanıyla yadedilen yerler”e, Kürtçe, Arapça gibi İslam olan fakat Türk olmayan milletlerin diliyle anılan yerler de eklenecekti. Bu amaçla 1957’de, İçişleri Bakanlığı bünyesinde, ordunun ve üniversitelerin de katıldığı Yabancı Adları Değiştirme Komisyonu kuruldu ve 1959’da İçişleri Bakanlığı’na köy adı değiştirme yetkisi verildi. “Aynı yıl iller bazında yeni yeradı listeleri yayımlanmaya başlandı. Hazırlıklar 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen ertesinde semeresini verdi. Darbeyi izleyen dört ay içinde 10.000’e yakın yeni köy adı resmi kullanıma sokuldu. 1965’ten önce Türkiye’deki tüm yeradlarının yaklaşık üçte biri değiştirildi. Bazıları binlerce yıllık tarihe sahip olan 12.000 dolayında köy ve 4.000 dolayında bağlı yerleşim ile binlerce akarsu, dağ ve coğrafi şekil, bürokratik zihniyetin ürünü olan yeni Türkçe adlara kavuştu. Eski adları unutturmak için son derece katı politikalar izlendi. Bu adları (parantez içinde dahi olsa) gösteren haritaların basılması, yurda sokulması ve dağıtılması yasaklandı. Bu amaçla Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde harita sansür kurulu işlevi gören Harita Genel Komutanlığı oluşturuldu. Türkiye’de her türlü harita basımı ve satışı bu heyetin iznine bağlandı. Yerel bazda eski adları tanıtan yayınlar, bazen basit bir krokiyi “harita” saymak suretiyle toplatıldı.”[9] Çok açık ki, bu korkunç bir kültür katliamıydı ve amaç Anadolu topraklarında “Türke” ait olmayan her şeyi tarihsel bellekten köklü bir şekilde kazımaktı. 20 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül darbesi de aynı yoldan ilerleyecekti.

12 Eylül faşizminden bugüne asimilasyon

12 Eylül faşist darbesiyle birlikte Kürtler üzerindeki baskılar doruğa çıkarıldı. Faşist cuntanın şefi Orgeneral Kenan Evren, “Kürtler Orta Asya’dan gelen Türk kavimlerinin bir koludur” diyerek TC’nin inkâr politikasını kararlılıkla devam ettirirken, faşist rejim asimilasyon konusunda çok daha atak davranacaktı. Öyle ki, bundan böyle çarşıda pazarda Kürtçe konuşmak bile gözaltına alınıp işkenceden geçirilmek için yeterli neden sayılacaktı. Faşist cuntanın hazırladığı 1982 Anayasası, “Düşüncelerin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz”, “Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dille yayın yapılamaz”, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğrenim kurumlarında Türk vatandaşlarının anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyen maddeleriyle, Kürtçe yasağını anayasal bir yasak haline getiriyordu. Anayasasın sözünü ettiği kanun da 29 Ekim 1983’te yürürlüğe sokuluyordu. Türkçeden Başka Dillerde yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun başlığını taşıyan 2932 sayılı bu kanun, “Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunulması yasaktır” diyor ve “Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır” ifadesiyle bizzat Kürtçeyi yasaklı hale getiriyordu. Böylece konuşmak, yazmak, yayın çıkarmak, müzik eseri yayınlamak da dahil olmak üzere Kürtçenin kullanımı her alanda yasaklanıyor ve cezai yaptırıma tâbi tutuluyordu. Yaklaşık sekiz yıl boyunca yürürlükte kalan bu yasa 1991 yılında kaldırılıp böylelikle Kürtçenin kullanımının önündeki çok önemli bir engel temizlenmiş olmasına rağmen, TC’nin inkârcı ve asimilasyoncu zihniyeti 90’lı yıllarda da kaskatı bir şekilde devam etmiştir. Hükümetler tarafından zaman zaman “Kürt sorunu çözülüyor” havası yaratacak girişimlerde bulunulsa da, bu dönem esas olarak Genelkurmay merkezli imha ve sürgün politikasının zirvede olmasıyla karakterize olan bir dönemdir. MGK aracılığıyla hükümetlere devlet politikasını empoze eden Genelkurmay, “Kürt yoktur” resmi söylemini ısrarla sürdürürken asimilasyon politikaları da revaçtadır. Örneğin 1994 tarihli bir MGK raporunda, “Kürt dilinin kendi içinde bile büyük lehçe farklılıkları var. Kürt alfabesi olarak ortaya çıkartılan da uydurma. Bu yüzden Kürtçe eğitim gibi kültürel özerkliğe yönelik tedbirlere gerek yoktur” denmekte ve devamında tam da asimilasyona ilişkin tedbirler sıralanmaktadır: “Bölgede yatılı ilköğretim okulları açılmalı”, “Bu okullarda Türk kimliğini geliştirecek ders programları uygulanmalı, bu amaçla müfredat gözden geçirilmeli”, “Nüfus planlaması çok önemli bir konu olarak değerlendirilmeli”, “Altyapı eksiklikleri bir an önce giderilip, radyo ve TV atağına geçilmeli”.[10] Yıl 2000. Aralık 1999’daki MGK’da alınan kararlar doğrultusunda hazırlanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” ve benzer “tedbirler”: Yatılı bölge okullarının güçlendirilmesi; kadınlara okuma-yazma öğretilmesi; TRT’nin eğitici ve öğretici yayınlarının artırılması…[11] Nüfus planlaması adı altında Kürt nüfusun azaltılması çabası, Kürtçenin kullanılmasının çeşitli yasaklarla baskılanması, Kürtçe eğitime izin verilmemesi, yatılı bölge okullarında Türklük bombardımanı altında özel müfredatlı eğitim, kadınlara anadillerini unutturarak Kürt çocukları “Türkleştirilmiş” nesiller olarak garanti altına almak, radyo ve televizyon aracılığıyla resmi propagandanın beyinlere boca edilmesi… Görüldüğü üzere bunlar 88 yıllık TC’nin asimilasyon politikasının en temel ayakları olagelmiştir. Bugün Kürtler çarşıda pazarda Kürtçe konuşabiliyor, Kürtçe kitap, gazete, dergi, CD vs. yayınlar yapılabiliyor olsa da, Türkiye’de Kürtçe eğitim verilen tek bir okul bile bulunmamaktadır. 1982 Anayasasındaki dil yasağına ilişkin maddeler 2001 yılında kaldırılmıştır ama bugün halen resmi kurumlarda ve Meclis’te Kürtçe konuşulamamakta, mahkemelerde Kürtçe savunma yapılamamakta, Kürtçe yer isimlerinin kullanılmasının önündeki fiili engeller devam etmektedir. Türkiye’nin imza attığı uluslararası sözleşmeler gereği 2006 yılında çıkarılan bir kanunla ailelerin çocuklara istedikleri ismi vermelerinin önü açıldıysa da, bu kez de Türkçe alfabede “X, Q, W, Î, Ê” gibi harflerin bulunmaması bahane edilerek Kürtçe isimler engellenmeye çalışılmaktadır. 1928 yılında çıkarılan ve Arap alfabesi yerine Türk alfabesinin geçirilmesini hükme bağlayan 1353 sayılı kanun, devletin bütün kurumlarında, şirketlerde, derneklerde, özel kuruluşlarda Türk harflerinin kullanılmasını zorunlu kılıyordu. Kanun açıktır ki Arap harflerinin kullanımına son vermek üzere düzenlenmişti. Oysa aradan yetmiş yıl geçip de Kürtçenin yazılı olarak kullanımının önündeki yasal engeller kalkınca, dükkân tabelâlarında vs. hiç göze batmayan X, Q, W harfleri, Kürtler kullanınca birden göze batmaya başladı ve 1353 sayılı yasa hatırlanıverdi. Televizyon kanallarının adlarında (Show, Fox vs.) dahi var olup 24 saat gözümüzün önünde olan bu harfler Türkler için sorun sayılmazken, Kürtler için suç unsuru oluşturur oldu. Kürt illerindeki belediye başkanlarının belediyelerin yayınlarında ve ilanlarında bu harfleri kullandıkları için yargılanıp ceza almaları bunun sadece bir örneğidir. Bir başka çarpıcı örnekse, “Kürt açılımı”ndan aldığı cesaretle yeni doğan kızına “Helin Kürdistan” adını koyan ve bu isimle kimlik çıkartmayı başaran bir babanın 8,5 yıl hapse mahkûm edilmiş olması ve halen cezaevinde bulunmasıdır. Bu izansız ve insafsız cezaların örneklerine hemen her gün bir yenisi eklenmektedir. Türk devleti, 1920’lerin başlarından bu yana sistemli bir asimilasyona maruz bırakmasına rağmen Kürt halkını kimliksizleştiremedi, aksine baskılar ulusal bilinci daha da pekiştirip çelikleştirdi. Yukarıda da alıntıladığımız gibi Celadet Alî Bedîrhan bundan 78 yıl önce Mustafa Kemal şahsında devlete seslenerek, neredeyse Kürt hareketinin bugünkü talepleriyle aynı talepleri dile getiriyor ve çözüm yolunu gösteriyordu: Kürdistan’ın varlığının ve Kürtlerin tarihsel, ulusal ve kültürel haklarının resmen tanınması! Bu yol izlenmezse sorunu çözmek bir yana yangının daha da büyüyeceğini ve çok kan akacağını dile getiriyordu. Kürtlerin sesine kulak vermeyen TC, yüz binden fazla insanı katletme pahasına bildiğini okudu. Ancak Kürt halkı 80 yıl öncenin Kürt halkı değildir. Köprünün altından çok sular akmış, 1930-40’ların Kemalist rejiminin Kürdistan’ı bilinçli geri bırakma planlarına rağmen ileriki onyıllarda kapitalizm orayı da hallaç pamuğu gibi atmıştır. Son yirmi yılda kırın hızla çözülmesi geri aşiret bağlarını da çözmüş, böylelikle devletin Kürtleri baskı altında tutma mekanizmalarından biri de parçalanmış ve kapitalizmin gelişmesi, okuma-yazma oranının yükselmesi, televizyonun her eve girerek dünyayı insanların yanı başlarına getirmesi, iletişimin tahayyül edilemeyecek ölçüde kolaylaşması, Kürt ulusal bilincinde de patlamalı bir gelişmeye yol açmıştır. Egemenlerin 1930’larda bölgenin sanayileşmesinden, yani kapitalistleşmesinden duydukları korku boş değil ama faydasız bir korkuydu. Egemenler kaçamayacakları bir sorunu gerçekten çözmek yerine imha, inkâr ve asimilasyonla öteliyorlardı sadece. Ama sonunda gerçeklik yüzlerine şamarı indirdi: Bugün milyonlarca Kürt ulusal demokratik haklarını yüksek sesle talep ediyor, Kürtlerin neredeyse tümü kendini Kürt olarak tanımlıyor, Kürtçe konuşmaktan çekinmiyor, biz varız diye bas bas bağırıyor.

Kasım 2011
Kaynak: 
Marksist Tutum dergisi, no: 80, Kasım 2011
Kürt Sorunu
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/2778?page=2