
Globalleşen kapitalist sömürü düzeninin tehlike çanlarını, küçük-burjuvazinin ağır bastığı "halk ittifakları" değil, globalleşen proletarya çalıyor. İşte bu kitapta amacımız, Marksizmin parıldayan bilimsel ışığı altında, işçi sınıfı gerçeğini çeşitli yönleriyle aydınlatabilmektir. Burjuva istatistiklerinin çarpıtmalarına aldanmaksızın ve okuyucuyu rakamlara boğmaksızın, Marksist teorinin çözümlemeleri temelinde yürütülen bu çalışmanın ortaya koyduğu yalın gerçek şudur: Ona veda etmek isteyenlere ya da olduğundan küçük göstermeye çalışanlara inat, işçi sınıfı büyüyor.
Kitabı basılı veya e-kitap olarak edinmek için Bize Yazın bağlantısı aracılığıyla bizimle iletişime geçebilirsiniz
Yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto, “Avrupa’nın üzerinde bir heyulâ dolaşıyor: Komünizm” diye başlıyordu. İşçi sınıfının kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldıracak tarihsel eylemi demek olan bu komünizm heyulası, Manifesto’nun yazılışından sonra geçen uzun yıllar içinde yalnızca Avrupa’da değil, neredeyse tüm kıtalarda varlığını hissettirdi. İşçi sınıfının eylem grafiğinde, 1917 Ekim Devrimi yükselişin tepe noktasını temsil etmekteydi. Gerçekten proletaryanın katıldığı ve doğrudan onun inisiyatifinde gelişip, onun iktidarıyla taçlanan bir işçi devrimiydi 1917 Ekimi. Ne var ki, bu büyük işçi devrimi ve onun ürünü olarak tarih sahnesine çıkan işçi devleti (işçi sovyetleri iktidarı), çok kısa bir zaman sonra, içten yürüyen bürokratik bir karşı-devrimle tasfiye edildi. Nice proleter devrimci önder ve militan bu karşı-devrim sürecinde yok edildi. Ulusal ölçekte “sosyalist” bir toplum kurmak adına, despotik-bürokratik bir devlet düzeni egemen kılındı. Stalinizm (resmî komünizm), ideolojik düzeyde ve pratik politikada uzun bir zaman dilimine damgasını vurdu. Sosyalist mücadele tarihinin bu karanlık döneminin en başta gelen aktörü Stalin’in adıyla özdeşleşmiş bulunan bürokratik egemenlik, dünya işçi hareketine ve komünist mücadeleye büyük zararlar verdi. Dünya burjuvazisi, Batı’daki işçi hareketini engellemek ve zayıflatabilmek için, Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin sosyalizm karşıtı tüm uygulamalarını, kendi çıkarları doğrultusunda propaganda malzemesi yaptı. Marksizmin üzerine bir karabasan gibi çöken Stalinizm, böylece hem ideolojik bakımdan burjuvazinin elini güçlendirdi hem de sunduğu olumsuz örnekle, dünyadaki sosyalizm mücadelesinin önünde fiilî engel oluşturdu. Stalinizmin yarattığı tahribatın yanı sıra, aslında işi Marksizm düşmanlığına kadar vardıran sözde Marksist entelektüellerin oluşturduğu ideolojik atmosfer de, komünist mücadeleyi gözden düşürme çabasında dünya burjuvazisine zengin bir malzeme sunmaktaydı. Derken, despotik-bürokratik diktatörlüklerin birer birer çöktüğü ve eski resmî komünist partilerin tarihe karıştığı bir siyasi kaos ortamı çıkageldi. Stalinizmin uzun yıllar boyunca Marksizmde yaratmış olduğu tahribatı ikinci plana itercesine, Marksist düşünceye yönelik çok daha açık bir saldırı dönemi başlatıldı. Bu dönemde, burjuva kampın ideolojik saldırı kampanyası daha önce görülmemiş boyutlara ulaştı. “Marksizmin öldüğü” nakaratını her fırsatta yineleyen burjuva ideologlarının sosyalizme karşı başlattıkları bu haçlı seferi döneminde, nihayet bir sınıf olarak “proletaryanın da öldüğü”nün ilânı moda oldu. Böylece, bir zamanlar burjuvalara şu ya da bu ölçüde korkulu günler ve dönemler yaşatmış olan işçi sınıfından topyekûn kurtuluşun yolu açılıyordu sanki!.. Ama yürütülen propagandanın tüm şiddetine, yaygınlığına ve etkisine rağmen, burjuvazinin bu hevesi gerçekte bir seraptan ibaretti. Çünkü, sosyalist denilen rejimlerin çöküşünü takip eden yıllarla birlikte, yavaş biçimde de olsa yine belini doğrultmaya başlayan işçi hareketi, dünya burjuvazisinin tarihsel huzursuzluk kaynağının kurumadığını ve kurumayacağını gözler önüne seriyordu. Buna rağmen, “artık ideolojilerin devri geçti” diyerek, gerçekte burjuva ideolojisinin egemenliğini pekiştirmeye soyunan Fukuyama benzeri uyanık ideologlar, kapitalizmin sonunda ölümsüzlük iksirini bulduğu masallarıyla kafa ütülediler. Tarihin Sonu makalesiyle ünlenen Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki çöküşü ve Çin’deki liberalleşmeyi, artık tarihin bitmekte olduğu şeklinde yorumladı. Ona göre, komünizmin bunalımıyla birlikte liberalizmin önündeki tüm engeller kalkmıştı ve böylece artık ideolojilerin yerini kapitalizmin ekonomik gelişme çabası alacaktı. Kendi bunalımlarına çözüm bulamadığı ve hiçbir zaman da bulamayacağı için, Stalinist rejimlerin çöküşünü tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya kapitalist sisteminin boş propaganda balonu böylece bir süre havada dalgalandı durdu. Fakat işin gerçeğinde, bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye, yok saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son gülen, iyi güler! Kapitalist gelişme, kırı çözerek, emekçiyi proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını ve ilişkilerini tarihe gömerek, tek bir kapitalist dünya sistemi yarattı. Böyle bir dünyada, işçi sınıfının gücünü görmezden gelmeye ya da gölgelemeye çalışan yaklaşımlar artık tamamen kendilerini kandırıyorlar. Çünkü gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. Bu nedenle, Türkiye sol hareketinin yakın geçmişinde olduğu gibi, köylülüğün ağır bastığı gerekçesiyle egemen kılınmaya çalışılan, Stalinist “aşamalı devrim” benzeri anlayışların üzerine basabileceği bir zemin de kalmadı. Globalleşen kapitalist sömürü düzeninin tehlike çanlarını, küçük-burjuvazinin ağır bastığı “halk ittifakları” değil, globalleşen proletarya çalıyor. İşte bu kitapta amacımız, Marksizmin parıldayan bilimsel ışığı altında, işçi sınıfı gerçeğini çeşitli yönleriyle aydınlatabilmektir. Burjuva istatistiklerinin çarpıtmalarına aldanmaksızın ve okuyucuyu rakamlara boğmaksızın, Marksist teorinin çözümlemeleri temelinde yürütülen bu çalışmanın ortaya koyduğu yalın gerçek şudur: Ona veda etmek isteyenlere ya da olduğundan küçük göstermeye çalışanlara inat, işçi sınıfı büyüyor. Ekim 1999
İşçi sınıfı mücadelesinin başarısı açısından iki temel unsurun, yani Marksist dünya görüşüyle işçi sınıfının militan eyleminin birlikteliği elzemdir. Bu birliktelik, Batı Avrupa’da devrim dalgasının geri çekilmesiyle başlayan ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında gerek Stalinizmin egemenliği, gerekse kapitalist sistemin yeniden güç toplamasıyla karakterize olan olumsuz koşullar nedeniyle derin bir biçimde parçalandı. İşçi sınıfının devrimci eyleminden uzun bir süre boyunca yoksun kalan “teori” yozlaştı ve gerçek Marksist köklerinden koptu. Böylece, doğrudan doğruya bu yenilgi koşullarının ürünü olan bir sözde Marksizm akımı, özellikle Batı Avrupa ülkelerinin üniversite kürsülerinden yayılarak ortalığı kaplamaya başladı.
Birazcık Marksizm yağına bulanmış görünen sol entelektüeller için, yaşamın temel gerçeği, burjuva düzene ayak uydurma çabasından öte bir şey değildi. Bu kumaştan dokunmuş olan kişiler, bir yandan çalışma odalarının kapılarını burjuva düşüncesine, idealist felsefe çeşitlemelerine sonuna dek açarlarken, diğer yandan da yalnızca akademik araştırmalarının “bilimsel” cilâsı olacak bir yöntem düzeyine indirgemek koşuluyla Marksizmi kabul etmekteydiler.
İşçi sınıfının kapitalist düzen karşıtı mücadelesine sırtını dönerek, Marksizm konusunda ahkâm kesen sol entelektüalizmin, aslolanın dünyayı yorumlamak değil onu değiştirmek olduğunu söyleyen Marx’ı ne anlamak ne de kabul etmek gibi bir derdi vardı. Sahte söylem bulutlarının üzerinde gezinmeyip, ayaklarını yere basan ve dünyadaki sınıflı toplum gerçekliğini kavrayarak, açıkça sömürülenlerden yana militan tutum alan bir kimliği banal bulan “düşünürler”in derdi, kendilerini tatmin edecek “yüksek” düşünceleri arayıp bulmak oldu hep! Böyle bir arayış içinde, gerçek politikadan neredeyse tamamen uzaklaşarak Marksist politik mücadele üzerine fetva vermeye, kendilerine yarattıkları akademik âlemde birbirleriyle yarışmaya koyuldular. Çalışmaları, gün geçtikçe daha da anlaşılmaz bir dille kaleme alınan felsefe yazmalarına veya son tahlilde köhnemiş burjuva düzenin savunusundan başka bir şeye hizmet etmeyen sosyolojik araştırmalara vb. kayıp durdu. Marksist geçinen bu türden sol entelektüellerin sığınağı genelde Batı üniversiteleri oldu.
Stalinizme karşı sözde eleştirel bir tavır sergileyen bu “Marksizm”, aslında hiçbir zaman onunla ciddi bir hesaplaşmaya girişmemiş, tam tersine, işine geldiğinde uzlaşmıştı bile. Çünkü bu tür bir akım kendini var edebilmek için, bir yandan işçi hareketi içinde gerçek Marksist düşüncenin etkisinin zayıflamasından doğan boşluklara göz dikerken, öte yandan dünyada var olan güç odaklarını hesaba katmak zorundaydı. O nedenle, Marksizmin tutarlı bir savunusu söz konusu olduğunda, tam da kendi meşrebinden beklenileceği üzere yan çizen akademik Marksizmin, işine geldiğinde Stalinizmle bozuşup, işine geldiğinde barışmasında yadırganacak bir taraf bulunmuyordu. Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak, en katı ortodoks geçinen Stalinistler bile, genelde örtük bir biçimde, bu sözde Marksizmin etkisine her daim açık olageldiler.
Ekonomik gelişme düzeyi, sosyal yapısı ve siyasi tarihinin taşıdığı özellikler nedeniyle Türkiye’de sosyalist hareket, resmî komünizmin yani Stalinizmin fazlasıyla etkisi altında biçimlenmişti. Bu yüzden, üzerinde yaşadığımız topraklarda genel olarak sosyalist çevreler, akademik Marksizme görece mesafeli bir duruşa sahipmiş gibi görünmekteydiler. Oysa gerçekte, onun ortaya saçtığı fikirler, Türkiye’de de eklektik bir tarzda mevcut siyasi düşünceler dağarcığına serpiştirilegelmişti. Fakat kuşkusuz ki, emperyalist-kapitalist sistemin dünyayı tam da Marx’ı doğrular biçimde tek bir dünya olarak alabildiğine yaygın ve derin bir biçimde kucaklayışının doruğa çıktığı ve bu arada “sosyalist” bloğun çökmeye başladığı 80’ler sonrasında, sözde Marksizmin ideolojik etkileri de daha global bir karakter kazandı. Akademik Marksizmden kaynaklanan düşünce dalgaları, Türkiye gibi ülkelerdeki sosyalistlerin kıyılarına daha çok vurmaya ve bu toprak parçalarını eskiye oranla daha fazla istilâ etmeye başladı.
Özellikle, gençlik yıllarında Marksist oldukları zehabına kapılıp, ilerleyen yaşlarında liberalizmin faziletlerini keşfeden eski sosyalist “kadrolar”ın, yenilenme adı altında yürüttükleri düşünsel ve yazınsal çabaların, bu istilâda rolü büyük oldu. Oysa güneşin altında hiçbir şey yeni değildi. Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa, dönek Kautsky’lerin, liberal sosyalizmin fikir babası Bernstein’ların vb. kıymeti ve önemi keşfedilmeye başlandı. Gençliklerinin bir dönemini devrimci mücadelenin “dikenli” yollarında “örseleyip”, orta yaşlarında geçmişlerine vah edenler, çocuklarına o “kaka” yollara sapmamalarını öğütleyen masalcı amca ve teyzelere dönüşmüşlerdi. Eski revizyonistlerin ve döneklerin bayatlamış fikirleriyle bilimsel komünizmin defterini dürebilme tutkusu, ülkemize de akademik Marksizmin açtığı yoldan yürümeyi artık bir onur sayan nice “yetişkin” sosyalist kazandırdı!
Bernstein ve benzeri revizyonistlerin izini süren “Marksistler”, özellikle 80’li yılların sonlarından itibaren seslerini yükseltmeye başlayarak, kapitalizmin artık istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü, burjuva devletin demokratik baskılara daha duyarlı hale geldiğini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükseldiğini ve böylece yeni bir orta sınıfın oluştuğunu iddia ettiler. Bu türden “Marksistler”in asıl derdi, Marx’ın şu ya da bu konuda yanıldığı doğrultusunda geviş getirerek, artık Marksizmin devrimci fikirlerinin geçerli olamayacağını genç kuşakların beynine kazımaktı.
Yaşadığımız dönemin sorunlarını yeni gelişmelerin ışığında çözümleme iddiasıyla çıkışlar yapan sol entelektüellerin siyasal oturakları, aslında hiç de yeni düşüncelerin renklendirdiği bir parlaklığa sahip değildi. Marksizmi dünyayı değiştirmenin aracı olan bir eylem felsefesi olmaktan çıkartıp, liberal muhalefet derekesine indirgemeye çalışan kürsü sosyalistleri, sistematik ve ince vuruşlarla onun “çıkıntılı” yönlerini tıraşlayarak, kendi doktora tezlerinin rekabet konusu haline getirdiler. Kalkış noktası Marx’ın görüşlerinin incelenmesi olan, fakat aslında onu artık “çağdışı” olmuş bir düşünür olarak tanıtmaya kafa yoran bu türden çalışmalar, kimi okumuş aptalların cazibesine kapıldıkları bir teorik “zenginlik” kaynağı oluşturdu! Üstelik, ortaya konulan çalışma ne denli anlaşılmaz ise ve ne denli çapraşık bir özel felsefe diline sahipse itibarı da o ölçüde arttı! “Post-Marksist”, “yapısalcı”, “post-yapısalcı” vb. etiketleriyle piyasaya sürülen felsefe safsataları, ne anlama geldiği bilinemediği ölçüde prim yapmaya başladı.
Marx’ın çeşitli sorunların ayrı ayrı tanımlanmasını eksik bıraktığını iddia ederek, birbirinden kopuk tanımsal yaklaşımlar peşinde koşan “Marksist” akademisyenlerin marifetiyle, boş lâflardan oluşan sözümona bir düşünce dünyası yaratıldı. Toplumsal yaşamın çeşitli olguları, bütünden soyutlanarak, kendi başına bir anlam ifade eden varlıklar haline getirildi. Böylece, ancak birbirleriyle karşılıklı ilişkileri içinde ele alındığında gerçekliğe yaklaşabilecek olan kavramların da içi boşaltıldı. Marksizmden ve onun diyalektik ve tarihsel materyalist yönteminden bu kopuş sonucunda, akademik Marksizme, deneyin rolünü metafizik bir tutumla mutlaklaştıran ampirizm, nesnel gerçeklikten kaçış içindeki sözde bilimi yücelten pozitivizm, kısacası Marksizm öncesi dönemin felsefi spekülasyon tarzı damgasını bastı. “İcat edilen” teoriler, gerçek toplumsal gelişme eğilimlerini aydınlatabilir olmaktan çıktı. Araştırdığı nesneden kopuk ve salt söylem düzeyine indirgenmiş soyut bir metodoloji tartışması akademik piyasada egemenliğini ilân etti. Tarihsel ve toplumsal olguların kabaca ortaya çıkan yanıltıcı görüntülerine aldanmayıp, bunların derinine inmeye çalışan ve iç bağıntılarını, karşılıklı etkileşimlerini açığa çıkartan Marksist yöntemin bilimsel yaklaşımı yetersiz bulundu! Karşılığında ise ortalığı, akademik Marksizmin o “engin” yöntemsel incelemelerinin sonucu olarak birbirleriyle rekabet halinde havada uçuşan içi boş tanımlamalar, genellemeler kaplayıverdi.
Her düşünce akımı için geçerli olduğu gibi, Marksizmin de, günün gereklerine yanıt getirmek üzere gözden geçirilmesi ve zenginleştirilmesi vazgeçilmez bir görevdir. Ne var ki, bu türden bir gerekliliğin ardına sığınarak zihinleri bulandıran ve önemli tahribatlara neden olan revizyonizm sevdalıları karşısında da uyanıklığı elden bırakmamalı.
Marksizmi revize eden düşünürleri rahatsız eden temel unsur, düşünsel ve siyasi çalışmalarda tercihin net bir biçimde proletaryadan yana yapılması olmuştur. Bu rahatsızlıklarını sınıflararası uzlaşma eğilimini her alanda öne çıkararak hafifletme uğraşı içindedirler. Gerçek toplumsal yaşamda var olmayan sınıflararası birlik unsurunu, kendi “felsefi” dünyasında tesis etme cambazlığı içindeki revizyonizm, burjuva ideolojisine hayat veren eklektik bir niteliğe sahiptir. Sınıf mücadelesinin gerçek çelişkilerini kavramayı sağlayan diyalektik materyalizmden duyduğu endişe nedeniyle, fikir jimnastiğini bilinçli olarak gerçekliğin bütünselliğinden kopartılmış ve çarpıtılmış tarzda sürdürür. Bu nedenle “yeni çözümlemeler” etiketi altında piyasaya sürülen revizyonist görüşler, daha önceleri Marksizm tarafından defalarca çürütülmüş bölük pörçük fikir kırıntılarıdır.
Revizyonizm bağlamında sanat icra eden “Marksizm” profesörlerinin, devrimci işçi hareketinin önemli bir gerileyiş içine girdiği tüm konjonktürlerde, işçi sınıfının devrimci misyonundan hepten umut kesilmesi gerektiği yolunda ahkâm kesmeleri boşuna değildir. Zira kapitalist toplumda sınıflarüstü bir entelektüel aktivite gerçekten de olanaksızdır. Toplumsal olguları “salt” işçi sınıfının bakış açısından ele almaktan utanç duyan aydınların, bastırılmış tüm duyguları, öfkeleri, özlemleri, işçi sınıfı hareketinin yükseliş döneminde üzerlerine bindirdiği basıncın öcünü alırcasına, gerileme dönemlerinde dışa vurmaktadır. Bu nedenle, bir dönem Marksizm yağına bulanmış görünen ve güya işçi sınıfı mücadelesinden yana çıkan aydınların, dönem değiştiğinde açık birer Marksizm karşıtı olarak belirivermeleri şaşırtıcı değildir.
İncelediğimiz konuyla ilgili somut bir örnek vermek gerekirse, Fransız yazar André Gorz’un 1980 tarihinde yayınlanan ve daha sonra burjuvazinin işçi sınıfına ideolojik saldırısını yükseltmesiyle birlikte ünlenen Elveda Proletarya adlı kitabını hatırlatabiliriz. Adının neredeyse bir simge haline gelmesi nedeniyle, işçi sınıfının varlığını ve önemini gözlerden gizlemeye yönelik tutumu bu kitabın adıyla anmaktayız. Aslında Gorz’un değerlendirmeleri bütünsellikten ve iç tutarlılıktan yoksundur ve bilimsel ciddiyetten uzaktır. Bu nedenle de onun görüşleri bizce doğrudan bir önem taşımıyor. Ne var ki, genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız akademik Marksizmin piyasasında cereyan eden arz ve talep faaliyetleri bakımından onun kitabı, konumuz açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Ayrıca, bilimsel açıdan bir değer taşımasalar dahi bu türden kitaplar, burjuvazinin, gerek bir bütün olarak işçi sınıfının, gerekse sınıfın sendikalı ve örgütlü kesimlerinin önemini gözden düşürmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalarında bilinç bulandırmaya hizmet ediyorlar.
Örneğin, diğer bazı yazarların utangaç bir biçimde, taksit taksit gözden düşürmeye çalıştıkları işçi sınıfı olgusunu Gorz, kökünden halletmeye girişmiştir. Bir “bilim adamı”nın kararlılığıyla kılıcını çekivermiş ve Marksizmin yarattığı “proletarya illüzyonu”na neden olan perdeyi paramparça edivermiştir! Gorz’a göre, kapitalizmin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, kendisini sermayenin üretimci mantığıyla özdeşleştirmiştir; sermayenin bir kopyasıdır ve bu niteliği gereği toplumsal dönüşümü o sağlayamaz. Ona göre, geleneksel işçi sınıfı artık ayrıcalıklı bir azınlıktan başka bir şey değildir. Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel özne (sanayi proletaryası) ölmüştür ve yeni bir tarihsel özne ortaya çıkmıştır: sanayi sonrası proleterlerin “olmayan-sınıfı”. Gorz’a göre dönüşümü sağlayacak itici güç, işte bu olmayan-sınıftır; yeni bir toplumun taslağı gibi görünen yeni bir lumpen proletaryadır.[1]
Kapitalist gelişmenin dünya ölçeğinde aktif ve yedek sanayi orduları yaratarak büyütmekte olduğu işçi sınıfı karşısında Gorz gibiler büyük bir iç rahatsızlığı geçirmektedirler. Marksizme ve proletaryaya öfke duymaktadırlar. Gerçekler dünyasından kaçış eğilimi içindedirler. Örneğin Gorz’un düşünsel dünyasında, Marksizmin tanımladığı gibi bir işçi sınıfı gerçeği, ne geçmişe ne de kendi dönemine ilişkin olarak yer almaktadır. Ve onun ruhu, yaşadığı âlemden dış dünyaya seslenirken, geçmişe ve geleceğe yönelik ikili bir uyarı misyonuyla dopdoludur: Geçmişi düşünecek olursanız, şunu bilin ki (çünkü bay Gorz gibi otoriteler buyuruyor!) proletarya diye bir şey yoktu; o bir mitostan ibaretti! Şayet geleceği kavramak istiyorsanız, o takdirde de bilmelisiniz ki işçi sınıfı denen şey, kapitalist gelişme sonucunda üretim sürecinden işçinin kovulmasıyla artık tarihe karışmıştır! Geçmişin üretken kolektif işçi sınıfının yerini, artık “olmayan-işçilerin olmayan-sınıfı” almıştır!
Kapitalizmin sayılarını durmadan arttırdığı özel bir vasıf gerektirmeyen işlerde çalışan işçileri ve kocaman bir işsizler ordusunu (işçi sınıfının bu parçasını!), sınıfın tümüne “elveda” demenin “bilimsel” gerekçesi olarak sunabilmek için en azından Gorz kadar “cüretkâr” olmak gerekiyordu. Ya da Marksizmden tamamen bihaber olmak...
Gorz’a göre, insanın özgürleşmesinin önündeki engel sanki kapitalist sömürü sistemi değil de üretim araçlarıdır (!). Ve dolayısıyla, proletarya bir sınıf olarak Marksizmin aydınlattığı yoldan iktidara yürürse, sermayenin bir kopyası olur ve kapitalist üretim ilişkilerinin bir benzerini yaratır (!). Gorz, kapitalizmin mülksüzleştirdiği işçinin kurtuluşunu sağlayacak işçi iktidarını, onu birey olarak yok edecek bir sistem olarak sunmaktadır. Bu nedenle de ona göre işçilere gerekli olan Marksist düşünce değil, “bireyselleşme, özerkleşme”dir (!). Kısacası, Gorz benzeri aydınlar, ya sözde sosyalist ülkelerin yarattığı ideolojiyi Marksizm kabul ederek ya da istedikleri gibi kötüleyebilecekleri bir “Marksizm” icat ederek, proletaryanın devrimci hedeflerine eleştiri oklarını yöneltmektedirler. Bu türden aydın gevezelikleri için Stalinist diktatörlükler yeterince fırsat vermiş olsa da, bunların asıl derdi bürokratik diktatörlükler değil, bunları bahane ederek Marksizme saldırabilmektir.
Proletaryanın devrimci misyonuna yönelik ideolojik saldırının “hümanist” ambalajlara sarılmış çeşitlemelerini savunanlar, insanın özgürleşmesi hedefini gerçekleştirebilecek yegâne yolun işçi sınıfının örgütlü devrimci mücadelesinden geçtiği düşüncesinden nefret ediyorlar. Bunlar “bireyselleşme” vurgusunu, özgürlük cennetinin kapılarını açacak sihirli bir anahtar gibi sunuyorlar. Tuzu kuru aydınlar, Marksizmi insan özgürlüğüne ters bir kolektivizm biçiminde tanımlayıp, özgürlük konusunda geveledikleri boş sözlerle burjuva egemenliğinin can yakan gerçekliklerini ısrarla göz ardı ediyorlar.
Marksizmi sözde benimser görünüp de, onun yeterli ölçüde hümanizm içermediğini ve bu nedenle biraz burjuva ideolojisinin bireysel özgürlük sosuna bulanmış bir “Marksizmin” kitlelere daha cazip geleceğini düşünen sözümona sosyalistler ise, ideolojik bağlamda açık anti-Marksistlerden daha büyük bir tehlike kaynağı oluşturuyor. Çünkü Marksist geçindikleri halde, aslında ileri sürdükleri savlarla gerçekten de antipatik bir Marksizm icat etmektedirler. İnsanın gerçek kurtuluşunun, insanlığın gerçek özgürlük döneminin nasıl sağlanabileceğinin yolunu gösteren Marksizm, insan unsurunu önemsemeyen, ekonomik gelişme uğruna bireyin özgürlüğünü feda eden bir ideoloji gibi sunulmaktadır. Böyle bir sonuca hizmet edenlerin iddialarını dayandırabilecekleri gerçek veriler de olmadığından, akla gelebilecek türlü çeşitli safsatalar, sözde bilimsel kanıt olarak ileri sürülmekte, kimi zaman iş artık gülünçlük derecesine vardırılmaktadır.
Kendi ayrıcalıklı konumları sayesinde burjuva egemenlik sisteminden gerçek bir rahatsızlık duymayan burjuva aydınlar, aslında burjuva ideolojisiyle pekâlâ da barış içinde bir arada yaşarlar. Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren özgürlüğün, ancak bu kitlelerin kolektif mücadelesiyle kazanılabileceği gerçeğine sırtlarını dönerler. Böyle bir mücadele verilmeksizin de bireyin özgürleşmesinin mümkün olabileceği yalanına sarılırlar. Kapitalist egemenlik altında bireysel özgürlüğü olanaksız kılan üretim ilişkilerinin özünü anlamamazlıktan gelerek ve sınıflı toplumlara ait olan birey-toplum çelişkisinin üzerinden atlayarak, toplumsal sistemden soyutlanmış sözümona bir bireyselleşme-özerkleşme düşü icat ederler. Oysa, birey-toplum çelişkisinin aşılarak, gerçekte toplumsal bir varlık olan insan türünün, bireyin özgürlüğünü mümkün kılacak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde yaşamasının yolunu gösteren biricik dünya görüşü Marksizmdir.
Gorz, modern kapitalizmde üretim işinin, artık özerkliği ve teknik gücü olmayan atomlaşmış bir işçi kitlesi tarafından sağlandığını belirterek, bu görüşünü proletaryaya veda etmenin gerekçesi olarak ileri sürüyordu. Ona göre, manüfaktür döneminde vasıflı işçilerin ya da eski işçi aristokrasinin bilinçlenme ve iktidar olabilmesinin maddi temeli varmış. Ama daha sonra modern fabrika üretiminde sıradan binlerce işçinin bilinçlenme ve iktidar olabilme olanağı ortadan kalkmış. Artık işçi fabrikada egemen olamazmış. Artık fabrika ekonomik birim değilmiş. O nedenle de “fabrikalar işçilerindir” düşüncesi ya da “işçi konseyleri iktidarı” bir hayal olmuş.[2] Gorz, büyük ölçekli fabrikalara baktığında yalnızca kışla disiplinini görmek istemekte, kapitalist gelişmenin binlerce işçiyi sıradanlaştırarak büyük işletmelerde bir araya getirmesini Marksizmin fos çıktığının bir kanıtıymış gibi ele alabilmekteydi. Doğrusu, kapitalist sürecin gelişimine ve bu süreç içinde işçi sınıfının kapsamı ve rolüne ilişkin Marksist çözümlemeler olmasaydı, Gorz gibilerin dünyamıza serpiştirdikleri düşünceleri “bilim” adına sahiplenmek belki de mümkün olacaktı! Tıpkı, bu tür saçmalıkların, Marksizmi kendi kaynaklarından okumamaya ve incelememeye yeminli kimi “eğitimli” kişilere oldukça cazip gelmesi gibi.
Sonuç olarak, Gorz ve benzerleri, bizzat Marksizmin işaret ettiği olguları onun kestiremediği gelişmeler diye sunmakta, Marx’ın merhaba proletarya diyerek karşıladığı modern sanayinin sonuçlarını birer “elveda” gerekçesi kılığına sokmaktadırlar. Aslında, işçi sınıfı hareketinin önemli bir gerileme içine girdiği dönemlerde, tam bir yenilgi psikolojisiyle siyasal açıdan düzene teslim olanların, kendilerini haklı çıkartma çabasıyla, sınıfın yok olmakta olduğunu söylemeleri daha önceleri de defalarca görülmüştür. İşte bu nedenle diyoruz ki, proletaryaya yöneltilen “elveda” mesajları ne bir yenilik taşımaktadır, ne ilktir ne de son olacaktır. Fakat bereket ki, Marksizmin kapitalist gelişme sürecini ve geçmişten geleceğe ilerleyişi içinde işçi sınıfı gerçeğini aydınlatan ışığı parıldamayı sürdürüyor...
Kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sistemi, içerdiği çelişkileri ortadan kaldırmaksızın, yalnızca daha da derinleştirmek ve dünya ölçeğinde yaygınlaştırmak pahasına ilerleyen bir yapıya sahiptir. Kapitalist sanayi, belirli periyotlarla birbirini takip eden döngüler temelinde nefes alıp verir. Böylece, ekonomi bir kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine varabilir. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmekte ve sonra, bu ekonomik döngü yine aynı temelde işlemeye devam etmektedir. Bu süreç aynı zamanda, işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir. Önemli olan, bu değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde yorumlanabilmesidir. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir. Kapitalist gelişmenin genel eğilimlerinin, işçi sınıfının yapısı bakımından ne tür değişimlere işaret ettiğine ilişkin hususlar, bizzat Marx’ın incelemelerinde yer almaktadır. Ne var ki, Marksist açılımlara yönelik açık ya da sinsi, çeşitli düşünsel saldırı ve revizyonlar nedeniyle, onca yıl önce kapsamlı bir biçimde ortaya konmuş çözümlemeleri yeniden ve yeniden gün ışığına çıkarmak gerekiyor. İşçi sınıfına ilişkin Batı kaynaklı pek çok “eser” kütüphane raflarını doldurmaktayken, sahip çıkmamız gereken doğrular yine Kapital’in, Grundrisse’nin, Artı-Değer Teorileri’nin vb. sayfalarında yer almayı sürdürüyor. Kaynak budur; incelenmesi ve hatırlanması gereken düşünceler, Marksizmin kurucularının bıraktığı mirasın eskimeyen ve değerinden bir şey yitirmeyen parçalarıdır. Görevimiz, işçi sınıfının kapsamını olduğundan daha dar göstermeye, sınıfın içinde yer alan bazı kesimleri sınıf kapsamının dışında tutmaya, sınıfın bütünsel devrimci potansiyelini ıskartaya çıkartarak içindeki şu ya da bu kesimle yetinmeye yönelen her türden tırtıklamalar karşısında, günümüz gerçekliğine hâlâ ışık tutan Marksist çözümlemeleri hatırlamak ve hatırlatmaktır. Benzer kaygılar güden çalışmalarda da rastlayabileceğimiz gibi, Marksizmin doğrularını, bu doğrulara yönelik başlıca saldırı temalarını çürüten yönleriyle sistematize ederek konuyu bir kez daha gözler önüne sermeyi amaçlıyoruz. Sorunun incelenmesine geçmeden önce, Marx’ın toparlayıcı ve açıcı bir değerlendirmesine yer verelim. Aktaracağımız satırlar, kapitalizmin teknik temelinin devrimci yapısıyla, onun toplumsal karakterinin tutuculuğunu ve bu ikisi arasındaki çelişkiyi çarpıcı bir biçimde ifade etmektedir. “Modern sanayi, mevcut üretim sürecini hiçbir zaman son ve değişmez bir şekil olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayiin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim biçimleri özünde tutucuydu. ... Bu nedenle, modern sanayi, mahiyeti gereği bir yandan, işte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da, eski işbölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. ... Bu uzlaşmaz karşıtlığı, daima sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen kurbanlarda; işgücünü harvurup harman savurmasında ve, her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır.”[15] Marx ayrıca, modern sanayinin kapitalist biçim altında, bir yandan emekçi kitlelerin üzerine çeşitli afetler yağdırırken diğer yandan nasıl da kendi sonunu hazırlamaya koyulduğunu, kafa ve kol emeği arasındaki ayrılığın aşılmasını topluma dayattığını gözler önüne sermektedir: “Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşı konulmaz doğal bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen doğal bir yasanın gözü kapalı yıkıcılığı ile kendisini gösterirken, öte yandan da, modern sanayi, getirdiği felâketler aracılığı ile, üretimin temel yasası olarak, işin çeşitliliğinin kabul edilmesi zorunluluğunu ortaya koyarak, işçilerin bu çeşitli işler için yatkın hale gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Üretim biçimini, bu yasanın normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm-kalım sorunu oluyor. Modern sanayi, gerçekte, toplumu, bütün hayatı boyunca bir ve aynı işi tekrarlayarak güdükleşen ve böylece bir “parça-insan” haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir bireyi koymayı, bir ölüm-kalım sorunu halinde zorlamaktadır.”[16] Ekonomik gelişmenin komünizmin maddi temelini döşemesi, kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kalkacağı yolu açması bakımından Marx’ın işaret etmiş olduğu eğilim, benzeri tüm hususlarda olduğu gibi, kapitalizm altında yalnızca geleceğe yönelik önemli işaretlerdir. Kapitalizm yıkılmadıkça, özel mülkiyete dayanan üretim ilişkileri nedeniyle, toplumsal işbölümü temelindeki kafa ve kol emeği ayrımı ortadan kalkmaz. Ancak, üretim sürecinde sürekli yeniliklere neden olan muazzam teknolojik gelişme, işçi sınıfı içindeki kafa ve kol emeği farklılıklarını silikleştirme eğilimindedir. Kapitalizmin gelişmesi, bir yandan üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp kafa emeğinin önemini arttırırken, diğer yandan belirli bir toplumsal üretim miktarı için gereken toplumsal emek zamanını da aşağıya çekmektedir. Böylece üretimin, farklı emek türlerinin tek bir üreticinin şahsında birleşmesi temelinde ve çok daha kısa çalışma saatleri içinde sürdürülmesi olanaklı hale gelmektedir. Fakat bu “olanak”, kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak yamulmakta ve böylelikle üretim süreci eski biçimlerle yeni olanakların çarpık bir bileşimini oluşturarak, tarihsel anlamda kör topal ilerleyen bir niteliğe bürünmektedir. İşte bugün geldiği noktada kapitalist sistemin asla hatırdan çıkartılmaması gereken temel gerçekliği budur.
Marksizmin kurucularının kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek işaret ettikleri temel gerçeklerden birisi, dünya nüfusunun giderek daha büyük oranlarda proleterleşeceği idi. Şöyle diyorlardı: “Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür.”[58]
Aradan geçen yıllar içinde, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde tüm uluslar açısından geçerli olmak üzere, proleterleşme yolunda muazzam mesafeler katedildi. Zaman içinde çeşitlenen ihtiyaçlara, teknik gelişmelere bağlı olarak yaşanan değişimlerle birlikte, işçi sınıfının daralmadığı tam tersine büyüdüğü gözlemlendi. İleri kapitalist ülkelerde diğer ülkelere oranla çok daha önceden ve daha büyük çapta olmak üzere, eski sanayi kollarında makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla işçi sayısı düşerken, yeni alanların (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) büyümesine ve bu tür sektörlerdeki işçi sayısının yükselişine tanık olundu. Böylece, sınıfın iç bileşimindeki teknik değişime rağmen sonuçta Marksizmin işaret ettiği proleterleşme yasası hükmünü icra etmekteydi. İşçi sınıfının kapsamı konusunda yürütülen tartışmalar ise, yaşanan gelişmelerin farklı gözlerle değerlendirilmesinden kaynaklanmaktaydı.
Marksizmin kurucularının döneminde henüz yaşanmamış her bir olguyu, Marksizmin eskidiğine bir kanıt olarak sunma gayretkeşliği içindeki burjuva ideolojisi, zaman içinde işçi sınıfının iç yapısındaki değişimleri de benzer bir malzeme olarak kullanabilmek üzere yırtındı. Gittikçe sayıları artan beyaz yakalı işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, teknik gelişmenin sonucu makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler, vb. Bunların tümü burjuva ideologlarınca işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanınca, ortalığı, “Marx yanıldı”, “işçi sınıfı aslında büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialar sarıverdi.
Öte yandan kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler.
“Ücrette hissedilir bir artış, üretken sermayede hızlı bir büyümeyi öngörür. Üretken sermayenin bu hızlı büyümesi, zenginliğin, lüksün, toplumsal gereksinme ve zevklerin de eşit hızda büyümesine yol açar. Demek ki, her ne kadar işçinin zevk konuları artmışsa da, bu zevklerin sağladığı toplumsal doyum, kapitalistin artmış bulunan ve işçi için erişilmez olan zevklerine oranla, ve genellikle toplumun gelişme aşamasına oranla, düşmüştür. Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz toplumdan kaynaklanır; bu bakımdan, biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize doyum veren nesnelerle ölçmeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından görelidirler.”[59]
Marx, emeğin zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksunluk ürettiğini ne de güzel anlatmıştır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalık, aptallık üretir.”[60] Genel esprisi itibarıyla bu saptama günümüzde de geçerlidir. Yani kapitalizm altında işçi, bir ücretli köle olmayı sürdürür ve tıpkı kendinden önce gelen işçi kuşakları gibi bu ücretli kölelik zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçinin verili tarihsel-toplumsal koşullara göre değişen oranda fiziksel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu bu gerçeği değiştirmez. Bu bakımdan, küçük-burjuvaca bir öfke, daha doğrusu küçümseme eğilimi içinde, bugünün işçisinin dünün işçisine oranla daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını, “artık kaybedecek şeyleri var!” biçiminde yorumlamak yanlıştır. Bu tür bir iddia, kapitalist gelişmenin işçiyi artık zincirlerinden, yani ücretli kölelik koşullarından kurtarmış bulunduğunu söylemek anlamına gelir. Yani, “elveda proletarya” demenin bir başka biçimidir bu da. Unutulmamalı ki, Marksizmin karşı çıktığı şey genel olarak mülkiyet değil, üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Bu konudaki çarpıtmalara karşı Marx ve Engels daha Komünist Manifesto’da gereken yanıtı vermişlerdir.
“Demek ki, ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.”[61]
Marx’ın köle emeğiyle ücretli emeği karşılaştırarak dikkat çektiği çok önemli bir gerçeklik var. Şöyle ki; aslında kapitalist ücret biçimi büyük bir yanılsama yaratır. İşçinin aldığı ücret, sanki çalışma saatlerinin toplamı için yapılan bir ödeme gibi algılanır. Böylelikle, bir işgününün gerekli-emek ve artı-emek olarak, yani karşılığı ödenmiş emek ve karşılığı ödenmemiş-emek olarak bölünmüş olması gizlenir. Halbuki, köle emeğinde tersi bir durum söz konusuydu. Köle emeğine bir ücret ödenmediğinden, işgününün, kölenin yaşaması için gerekli tüketim maddelerini yerine koyduğu kısmı, yani aslında kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi için harcadığı emek sanılır. “Kölenin bütün emeği, karşılığı ödenmemiş emek olarak görünür. Ücretli-emekte ise, tersine, artı-emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emeği, mülkiyet ilişkisi gözlerden saklar, diğerinde, ücretli işçinin karşılığı ödenmeyen emeğini, para ilişkisi gözlerden gizler.”[62]
Marx ve Engels’in kapitalizmin genel işleyiş yasalarına yönelik çözümlemeleri, yaşadıkları döneme ait gözlem raporları değildir. Zaten öyle olsaydı, Marksizm olarak adlandırılan bir işçi sınıfı biliminden ve bilimsel komünizmden söz etmek mümkün olmazdı. Aslında burjuva ideologlarının da hinoğluhin gibi bildikleri, fakat ideolojik savaş kuralları gereğince tersini savundukları üzere, Marksizm yalnızca doğduğu yüzyılın ya da onu takip eden yüzyılın değil, tüm bir proleter devrimler çağının bilimidir. Ve tüm bu zamanlar boyunca kapitalist gelişmenin yapısal eğilimine, genel hatlarıyla nasıl bir seyir izleyeceğine ve bu gelişmeler karşısında alınacak siyasi tutuma dair bilimsel ipuçlarını sunmuş bulunmaktadır.
Örneğin, toplam işgücü içinde üretken emeğin gerileyen yüzdesini işçi sınıfının yok olduğu, Marksizmin öldüğü yolunda bir kanıt olarak kullanmak isteyenlerle alay edercesine Marx, gelişmenin bu yönde olacağını yıllar öncesinden çözümlüyordu. “Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir.”[63] Fakat dikkat edilmesi gerekir ki, burada sözü edilen azalma mutlak değil, göreli bir azalmadır.
Geleneksel ya da yeni, hangi biçimde olursa olsun, üretken emek alanı olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu sistem başkalarının mümkün olan en çok miktardaki emeğini sahiplenme ve kâra dönüştürme eğilimini içinde taşır. Bu nedenle, kapitalizm bir yandan belirli bir ürün miktarı için gerekli üretken emek miktarını indirirken, diğer yandan toplam üretimin artışıyla birlikte, olabilecek en çok sayıdaki üretken emeği çalıştırmaya gayret etmektedir. Yani, birim başına daha az üretken emekle giderek büyüyen bir üretim söz konusudur. Bu da emekçi nüfusun toplam nüfusa oranla sürekli büyümesi demektir. Eskinin üretken sınıflarının giderek proletaryanın saflarına katılması demektir.
Marksizmin Gorz gibiler tarafından karikatürize edilerek eleştiri konusu yapılmasına çarpıcı bir örnek, nitelikli işgücünün gelişme seyrinden verilebilir. Gorz, Marx’ın eserlerini anlamak için değil de gülünç savlarla suçlamak amacıyla ele aldığından, kendi iddialarını Marx’ın öngörüleriymiş gibi sunmaktadır. Örneğin, sanki Marx böyle bir saptama yapmış gibi, bay Gorz, nitelikli işçinin niteliksiz işçiyi sahneden kovacağını söyleyen Marx’ın yanıldığını buyurmaktadır. Ve bu sayın bay sanki bir keşif yapıyormuşçasına, aslında kapitalist gelişme seyrinin emeği vasıfsızlaştırdığını belirtmektedir.[64] Gorz, Marksizmi çürütme adına, aslında Marksizmin çözümlediği bir eğilimi vurgulamış olmaktadır. Çünkü Marx’ın daha 1848’de yaptığı değerlendirme şöyledir: “Üretken sermayenin büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir işbölümü ve daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır.”[65]
Marksizmin günümüzde de pırıltısından hiçbir şey yitirmemiş bulunan çözümlemeleri ortadayken, burjuva sosyologların, iktisatçıların ve sözde Marksistlerin, Marksizme yönelik saldırılarında cesaret aldıkları temel faktör ne olabilir? Bu sorunun yanıtı aslında oldukça kolaydır. Onlar, Marksizmi bir nebze olsun öğrenme zahmetine katlanmaksızın, Marksizm konusunda kulaktan dolma, sade suya tirit düşünce kırıntılarıyla yetinmeye eğilimli “okumuş” insan sayısının yüksek oluşundan cesaret alıyorlar.
İşte, kapitalist gelişmeye bağlı olarak, aslında işçi sınıfının değil de bir orta sınıfın büyümekte olduğu iddiası da, bilimsel ciddiyetten tamamen uzak ve palavradan argümanlar üzerine oturtulmuş bir ideolojik icattır. Bu tür icatlarda bir hayli önde koşan İngiliz “düşünürleri”, örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de kol işçilerinin reel gelirlerinde önemli yükselişler görüldüğü gerekçesiyle sınıf tanımını tüketim ölçüsüne göre yapma “uyanıklığını” göstermişlerdi. “Eskiye göre daha çok tüketiyorlar, o halde işçi olamazlar” bahanesiyle kol işçileri dahil işçi sınıfının büyük bölümünü kendi devşirmeleri olan bir “orta sınıf” tanımının içine tıkıştırıverdiler. Böylece, işçi sınıfının çok daha düşük ücret düzeyiyle yaşamını sürdüren kesimlerine oranla, görece daha fazla ücret elde eden ve daha çok tüketen kesimleri, “orta sınıf” diye bir kategoriye terfi ettiriliverdi. Burjuva “âlimleri”, bilimsel kanıt olarak yaldızladıkları bol rakamlı tüketim istatistikleriyle, işçi sınıfını ayırt etmeyi sağlayan nesnel ölçütleri geçersiz ilân ettiler.
Burjuva ideolojisinin egemenliği ölçüsünde toplumda kabul gören bu türden düşünceler bir yandan muazzam proleterleşme gerçeğini gözlerden gizlemeye hizmet ederken, diğer yandan bu türden palavralara kanan bir kısım işçilerin kendilerini “orta sınıf”tan hissetmeleri sonucunu da doğurdu. Böylece, beyaz yakalı işçilerin (örneğin mühendisler, öğretmenler, hemşireler, memur statüsünde çalıştırılan kamu emekçileri, büro elemanları vb.) bir kısmı, kendilerini aslında ait oldukları işçi sınıfının genel mücadelesinden soyutladılar. Bilinci çarpılmış bu tür işçiler, işçi sendikalarında örgütlenmekten uzak durmayı, toplumsal yaşamda daha yüksek bir statü sahibi olmanın bir göstergesi olarak benimseyebildiler.
Kapitalist düzen içinde kendi konumları hakkında yanılan ve yaşam tarzı itibarıyla gözü biraz yükseklerde olan işçileri küçük-burjuva olarak nitelemek siyasal açıdan bir şey ifade etse de, böyle bir niteleme onların sosyal ve sınıfsal açıdan işçi sınıfının parçası oldukları gerçeğini değiştirmez. Bir de unutulmamalı ki, gerçekler acımasızdır. Kapitalizmin gerçek yüzü krizlerle, işçilerin düşen yaşam standartlarıyla ve kaybolan sosyal haklarla vb. kendini açığa vurdukça, acı ilacı yutan daha pek çok işçinin aklı başına gelecektir. Bu yüzden, asıl üzerinde durulması gereken nokta, çarpılmış bilinçleri düzeltmek ve işçi sınıfının tüm kesimlerini kapitalizme karşı ortak kitlesel mücadeleye seferber edebilmektir.
Her şeyi yerli yerine oturtmak koşuluyla, modern kapitalist toplumlarda “orta sınıf” (ya da “ara sınıf”, “orta tabakalar” vb.) kavramı bir gerçekliğe denk düşmektedir. Soruna bu açıdan yaklaştığımızda, bunun, Marksizmin çözümlediği küçük-burjuvaziden başkası olmadığını görürüz. Tarihin daha eski dönemlerinde, örneğin toplumsal kesimlerin ayırt edilmesinde burjuvalar için kullanılan “orta kesim” benzeri bir kavramı, modern kapitalist toplumlarda ne burjuvazinin orta büyüklükte olanları için kullanmanın bir mantığı vardır, ne de işçi sınıfının daha yüksek gelir düzeyine sahip bazı kesimleri için. Fakat kapitalist toplumda iki temel sınıf arasına sıkışıp kalmış unsurlar, burjuvaziyle proletarya arasında yer alan bir “orta sınıf” gerçekten vardır.
Geleneksel biçimiyle küçük-burjuvazi, bir yandan mülk sahibi olması nedeniyle kapitaliste, ama öte yandan, esas olarak kendi işgücünü sarfederek varlığını sürdürmesi nedeniyle de işçiye benzer. Marx’ın geleneksel küçük-burjuvaziye dair değerlendirmesi, kapitalist toplumda bir ara sınıf özelliği taşıyan unsurların, işçiden farklı bir konumda olduklarını vurgulaması bakımından aydınlatıcıdır. Marx, kapitalistler gibi emekçi çalıştırmayan bağımsız zanaatçılar ve köylülerle ilgili olarak şöyle der:
“Kendi üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, yalnızca kendi emek güçlerini yeniden-üretmekle kalmayıp bir artı-değer yaratıyor olmaları olasıdır; konumları, onların kendi artı-değerlerini ya da (bir bölümü, vergi vb. ile onlardan alındığı için) artı-değerlerinin bir bölümünü kendilerinin sahiplenmelerine olanak verir. ... Bağımsız köylü ve zanaatçı iki kişiye bölünmüştür. Üretim araçlarının sahibi olarak kapitalisttir; emekçi olarak ise kendisinin ücretli işçisidir. Bu nedenle, kapitalist olarak kendisine ücret öder ve sermayesinden kâr elde eder; yani ücretli işçi olarak kendini sömürür ve artı-değeri, emekçinin sermayeye borçlu olduğu haracı, kendine öder.”[66]
Temel özellikleri itibarıyla bu ara sınıf aslında modern sanayinin ürünü olmayıp, tam tersine kapitalist topluma geçmişin mirasıdır. Bu nedenle de esas itibarıyla geleneksel küçük mülk sahibine (küçük toprak sahibi köylüyle, kendi tezgâhının ya da dükkânının mülkiyetine sahip esnaf ve zanaatkâra) denk düşer. Hatırlanacağı gibi, bu türden üreticiler ancak kendi hesabına meta üretebilir ve satabilir. Dolayısıyla, ne bunların durumu sermaye-ücretli emek ilişkisi kapsamındadır, ne de bu kişilerin üretimi modern kapitalist üretim çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu nedenle bu türden üreticilerin harcadığı emeğin, kapitalizm çerçevesindeki üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımıyla da bir ilgisi yoktur.
Aslında geleneksel küçük-burjuvazi kapitalist gelişme karşısında genelde yok olmaya mahkûmdur. Onun çok küçük bir kesimi burjuvazi katına yükselme fırsatını yakalarken, çoğunluğu proletaryanın saflarına katılır. Marx, emeğin giderek artan üretkenliği ve sermayenin yoğunlaşması temelinde nüfusun proleterleşmesinden söz ederken, “üretken sınıfları oluşturanların eski parçaları giderek proletaryanın saflarına katılır. Küçük bir kısmı da orta sınıfa yükselir” demektedir.[67] Marx’ın döneminde “burjuvalaşma” anlamına gelen bu “orta sınıfa katılma” tespiti, günümüzde yine çalışanların küçük bir kısmını oluşturmak kaydıyla, kapitalizmin yeni biçimleriyle bir ara sınıf konumunu üretmeyi sürdürmesi biçiminde yorumlanabilir.
Kapitalist gelişme geçmişte büyük ayrıcalıklara sahip serbest meslekleri (doktor, avukat, muhasebeci, mühendis gibi) sıradanlaştırıp, bu mesleklere mensup olanların önemli bir bölümünü proletaryanın saflarına iter. Bu nedenle de meslek ayrımı açısından ele alındığında, yanıltıcı biçimde serbest meslek sahibi kategorisinde görünseler bile, gerçekte işgüçlerini çeşitli şirketlere, işletmelere satarak yaşamlarını işgücü geliriyle sürdüren doktor, mühendis, avukat, vb. gibi kişiler işçi sınıfının içindedirler. Bu serbest meslek sahiplerinin küçük bir bölümü, kendilerine sermaye birikimi fırsatı sağlayan büyük çaplı büro ve benzeri organizasyonların mülkiyetine sahip olup, yanlarında çok sayıda işçi çalıştırdıklarından ve artı-değer sömürüsüne katıldıklarından burjuvadırlar. Öte yandan, bu türden meslek gruplarına mensup olup, kendi bürosunun sahibi bulunanların bir kısmı ise, kapitalistler gibi artı-değer sömürüsüne katılacak çapta sermayeye sahip olmadıklarından, esas olarak kendi emekleriyle varlıklarını sürdürürler. Bu durumdaki kişi, şu ya da bu şekilde hizmet veren kendi emeğinin ve bu emeğinin nesnel koşullarının (büro, çeşitli araç gereçler, vb.) sahibidir. Dolayısıyla, bu konumda olanlar geleneksel küçük-burjuvazi tanımının pek de dışına taşmazlar.
Ayrıca, kapitalist gelişmenin çeşitlendirip yaygınlaştırdığı profesyonel meslekler kapsamında, bağımsız sözleşmeler temelinde çeşitli sermaye kuruluşlarında ve şirketlerde çalışan, genellikle yönetici konumunda bulunan ve işgücünün maliyetinin üzerinde gelir elde eden sözde ücretlileri de işçi sınıfının kapsamı dışında tutmak gerekir. Karar mekanizmasında belirli yetkilerle donatılmış bu yönetici ve teknokratlar, kapitalist işletmelerde sıradan gözetim ve denetim işleriyle görevlendirilmiş mühendis ve küçük şeflerle karıştırılmamalıdır.
Ustabaşı, postabaşı vb. sıfatıyla işçilerin başına getirilen küçük rütbeli yöneticiler genelde işçi sınıfının içindedir. Marx’ın dediği gibi, “Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) ihtiyaç gösterir, ve bunlar, işin yapılması sırasında, kapitalist adına bu orduya komuta ederler. Denetim ve gözetim işi, bunların yerleşmiş ve özel görevleri olur.”[68] Vasıflı emek için ödenen yönetim ve denetim giderleri genelde üretken emeğin ücreti kapsamındadır. Bu durum, kapitalizmin ilerleyişi içinde bir yandan zorunlu hale gelen ve diğer yandan sıradanlaşıp yaygınlaşan yönetim ve denetim emeğinin varlığından kaynaklanır. Bu konuya Marx dikkat çekmektedir:
“Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasındaki zıtlıktan, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinden doğduğuna, ve bu nedenle, kapitalist üretim tarzı gibi, sınıf çelişkilerine dayanan bütün üretim tarzlarında ortak olduğuna göre, kapitalist düzen altında da, bütün bileşik toplumsal emeğin bireylere kendi özel görevleri olarak verdiği üretken işlevler ile doğrudan doğruya ve ayrılmaz bir biçimde bağlı bulunur. Feodal Fransa’daki adıyla bir epitropos (Eski Yunan’da: «sürveyan») ya da regisseur’ün (yönetmen yardımcısı) ücreti, yapılan iş, böyle bir yöneticiye bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kârdan tamamen ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer.”[69]
Proletaryanın büyümesinden korkuya kapılmak gibi bir derdi olmayanlar için, ücretliler başlığı altındaki devasa işçi sınıfı kitlesini ayırt ettikten sonra, ücretli gibi görünüp de gerçekte hiç de işçi sınıfının kapsamına girmeyecek olan istisnaları ayıklamak zor bir iş değildir. Bizzat işçi sınıfının içinde yer alan vasıflı emek için ödenen gözetim ve denetim giderlerini işçi ücretleri bağlamında bir kenara bırakmak koşuluyla, ücretli gibi görünen üst ve orta düzey menajerlerin, teknokratların farklı konumu göz ardı edilmemelidir. Düzenli ve dolgun bir ücret gelirinin dışında, kârdan hisse, primler vb. gibi çeşitli yan ödemelerle beslenen üst düzey yöneticilerin işçi sınıfının içinde yeri yoktur. Anonim şirket olgusunun ortaya çıkışıyla birlikte, Marx henüz başlangıcında olan bir gelişmenin gideceği yönü göstermiş ve sermaye sahipliğiyle yöneticiliğin nasıl birbirinden ayrıldığına işaret etmiştir.
“Hisse senetli şirketlerde –bunlar, kredi sistemi ile gelişmişlerdir– genellikle bu yönetim işini, ister kendilerine ait olsun, ister borç alınsın, sermaye sahipliğinden bir işlev olarak ayırma konusunda gitgide artan bir eğilim vardır. ... Ne var ki, bir yandan, ... para-kapitalist, işlev yapan kapitalistin karşısına çıkmak zorunda olduğu halde, para-sermayenin kendisi, kredi sisteminin gelişmesiyle toplumsal bir niteliğe bürünür, bankalarda toplanarak, ilk sahipleri yerine artık buralardan borç verilir, öte yandan da, ister borç alınmış olsun ister olmasın, sermaye üzerinde herhangi bir hakkı bulunmayan bir yönetici, işlev yapan kapitaliste ... ait bulunan bütün gerçek işlevleri yerine getirir, ve böylece, yalnızca görev yapan yönetici kalarak, kapitalist, bir fazlalık gibi üretim sürecinde ortadan kalkar.”[70]
Sermaye sahipliğiyle profesyonel yöneticiliğin birbirinden ayrılmasının bir sonucu olarak, bir zamanlar üretim sürecinde sanayi kapitalistinin yaptığı işlevleri yerine getiren üst düzey yöneticilerin, konumları itibarıyla, orta düzeydeki yöneticilerden farklı olacağı açıktır. Kendilerine ait bazı işlevleri orta düzey yöneticilere devreden üst düzey menajerler, daha çok malî kaynakların temini ve dağılımı konusunda stratejik kararların alınması ve denetlenmesiyle ilgilenirler. Bunlar, (özel ya da kamu) şirket bütçelerinden aylık ücret alıyor gibi görünseler de, asıl olarak kârdan aldıkları pay ve sahip oldukları hisse senedi ve benzeri değerli kâğıtlarla birlikte halisinden burjuvadırlar. Gerçek nitelikleri Marx’ın satırlarında dile gelmektedir: “Kapitalist üretim temeli üzerinde, hisse senetli girişimlerde, yönetim ücretleri ile ilgili yeni bir üçkâğıtçılık yöntemi gelişti ve fiilî yöneticinin üzerinde bir yığın yönetim ve denetim kurulları peydahlandı; bunlar için denetim ve yönetim yalnızca ortakları soymanın ve keselerini doldurmanın bir bahanesi oldu.”[71]
Orta düzey menajerler, karar mekanizmasının işleyişinde ve parasal kaynakların dağılımında üst düzey menajerler kadar büyük yetkilere ve avantajlara sahip değildirler. Fakat işgücünün yeniden üretilmesi maliyetini bir hayli aşan dolgun ücretleri, ek primleri vb. ile vasıflı işçi durumundaki gözetim ve denetim işçilerinden de farklı bir konumda bulunmaktadırlar. Üst düzey yöneticilerin onayladığı stratejik planlar temelinde, uygulama alanına ilişkin kararların alınmasında söz sahibidirler. Taşıdıkları özellikler itibarıyla ne burjuvaziye ne de proletaryaya dahil edemeyeceğimiz ve başlı başına da bir sınıf oluşturmayan, tıpkı geleneksel küçük-burjuvazide olduğu gibi ara konumda bulunan böyle bir tabakayı, olsa olsa “orta sınıf” kapsamında değerlendirebiliriz.
Ancak, geleneksel küçük-burjuvaziye kendi küçük toprağına ya da tezgâhına, bürosuna vb. sahip oluşu damgasını basarken, bu ele aldığımız tabakanın durumu biraz farklıdır. Yine de, salt işgücünün yeniden üretilmesini sağlayan bir gelir düzeyini aşan kazançları nedeniyle, tıpkı küçük-burjuva kategorisinde olduğu gibi sanki kendi emeğinin karşılığını alıyor diyebileceğimiz bir durum söz konusudur. Marx’ın, kapitalizmin ilk dönemlerinde henüz genel ücretli emek kapsamında yer almayan ve işçilere oranla ayrıcalıklı bir gelir elde edebilen bazı ev hizmetçileri için, “Gerçekte, hiçbir sınıf küçük-burjuvaziye onlardan daha değersiz bir devşirmeler kesimi sağlayamaz”[72] dediği gibi, günümüzde de çeşitli şirket ve holdinglerde, finans kuruluşlarında görev yapan ve işçilere göre kimi ayrıcalıklara sahip olan orta düzey teknokrat, yönetici vb. gibiler için, hiç kimse günümüzün orta sınıf gerçeğine bunlardan daha fazla denk düşemez diyebiliriz.
Bu açıklamalardan sonra bir noktanın altını önemle çizmek istiyoruz. Bizce asıl sorun, en incesinden hesaplamalar da yapsak, sonuç olarak beyaz yakalılar arasında düşük oranda bir yer tuttuğunu bildiğimiz burjuva idarecilerin, ya da küçük-burjuva konumdaki menajerlerin gerçek yüzdesini bulmaya çalışmak değil. Ağaçlara bakmaktan ormanı fark edemeyen kişinin durumuna düşmemek için, malûm burjuva ve küçük-burjuva idarecileri bir yana bırakalım. Ve, kimilerinin beyaz yakalılar diyerek dışladıkları, kimilerinin “orta sınıf” diye yutturmaya çalıştığı asıl büyük gerçekliği, örneğin hizmet sektörü büyüdükçe kapsamı genişleyen proletaryayı, sayıları durmadan artan işçileri görelim. Kaldı ki, hizmet sektörünün büyümesi yalnızca kafa işçilerinin sayısındaki artışa değil, bu sektörde çalışan kol işçilerinin sayısının da arttığına işaret ediyor.
Marx’ın deyişiyle ifade edecek olursak: “Demek oluyor ki, kapitalist üretim, birbirine bağlı sürekli bir süreç, yani bir yeniden-üretim süreci olması nedeniyle, sadece meta ve artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist, öte yanda ücretli işçi olmak üzere, kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor.”[73] Kısacası, sermaye ve ücretli-emek karşılıklı çelişkileri içinde diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi, aynı zamanda ücretli-emeğin üretimi demektir.
Daha önce değindiğimiz üzere, sınıfsal çözümleme yaparken, geçersiz ve keyfî birtakım ölçütlere aldanmayıp, Marksizmin bizlere sunduğu nesnel ölçütlerden hareket etmiş bulunuyoruz. Farklı sınıfların birbirinden ayırt edilmesinde bu nesnel ölçütlere başvurulduğunda, sorun çok büyük ölçüde netleştirilmiş olsa da, sosyal kategoriler iki kere iki dört eder misali katı bir çerçeveye sahip değildirler. Aralarındaki kimi hareket noktalarında birbirlerine yaklaşabilmektedirler.
Marx, Kapital’in üçüncü cildinde yarım kalan Sınıflar başlıklı bölümde, sınıf ayrımlarının bulanıklaştığı sınır çizgilerine değinmektedir. “İngiltere’de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ve en klâsik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, … orta ve ara tabakalar, … her yerde sınır çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür.”[74] Bu nedenle incelenen sorun bazı ayrıntısal tartışmalarda bulanıklaşmaya ve dolayısıyla istismara açık hale gelse de, önemli olan istisnaî durumlar üzerinde kılı kırk yarmak değil, genel kuralları netleştirebilmek, genel eğilimleri görebilmek, genel ayrımları yapabilmektir. Oysa burjuva ideologları, sosyologları ve bunların izinden gidenler, dikkatleri asıl olana değil, istismara açık noktaları yakalayıp meseleyi bulanıklaştıracak gereksiz ayrıntılara çekiyorlar.
İşçi hareketinin gerilediği ve Marksizmin gözden düşürülmek istendiği dönemlerde, kapitalist düzenin Marksist tahlilinin sonuçlarına ve proletaryanın gün geçtikçe önem kazanan rolüne yönelik çeşitli iddiaların ortalığı kapladığını biliyoruz. Bu tür iddiaların dikkat çeken birkaç versiyonuna daha değineceğiz.
İşçi sınıfının devrimci gücünün üretim sürecinden kaynaklanmadığı, büyük ölçekli fabrikalar ve işletmelerde bir araya gelen proletaryanın artık öneminin kalmadığı, ya da sendikalı işçilerin hepten aristokrat kesildiği ve onlardan devrimci militanlık beklenemeyeceği vb. yolundaki iddialar, devrimci bir lâfazanlıkla süslense bile, aslında akademik Marksizmin estirdiği rüzgârlara yelken açmak anlamına geliyor.
Evet, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sendikaların her açıdan bir gerileme içinde olduğu doğrudur. Ancak tarihe şöyle bir göz atacak olursak, işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlülükten yoksun kaldığı, ekonomik örgütlülüğüne Marksist temellerde bir devrimci siyasal parti örgütlenmesinin yol göstermediği koşullarda, sınıfın ekonomik mücadelesinin de bir gerileme içine girdiği ya da daha geri düzeyde kaldığı görülecektir. Tarihsel süreçten çıkartılabilecek bu türden dersleri unutup ya da unutturmak isteyip, yalnızca konjonktürel olgulardan hareketle genellemelere gidenler, o dönem için doğruları yakalıyorlarmış gibi görünseler de, bu türden siyasi perspektifler son derece sınırlı bir geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Ve zamanla değişen koşulların böylesi çevreleri sağa ya da sola savuracağını da unutmamak gerekir.
Böylesi yanlış eğilimler, işçi sınıfının yapısının değiştiği, artık Marksizmin tanımladığı bir işçi sınıfının yok olmaya yüz tuttuğu benzeri savlarla, sınıfın devrimci misyonu fikrini hafızalardan silmek isteyen ideolojik saldırıyı güçlendirmektedir. İşçi sendikalarının içinde bulunduğu durumu sabit bir veri kabul ederek, sendikaların geri dönüşsüz biçimde burjuva düzenle tamamen bütünleştiğini, işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin aracı olma vasfını yitirdiğini ve dolayısıyla artık mevcut sendikalarda çalışmanın bir anlamının kalmadığını söyleyen siyasal tutum, aslında sınıftan kaçış eğilimidir. Daha eski dönemlerde bir “sol” eğilim olarak belirginleşen bu yaklaşım, günümüzde, işçi sınıfı içinde çalışmaya sırtını dönen çeşitli sağ ve sol eğilimler tarafından benimsenmektedir.
Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma vasfını yitirdiğini söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin artık hiçbir devrimci potansiyel ve dönüşüm olanağının kalmadığını iddia etmek anlamına gelir. Eğer bu iddialar doğru olsaydı, o takdirde sendikalar yerine başında parlak devrimci sıfatların yer aldığı birtakım birliklerin kurulması halinde de durum değişmezdi. Temel sorun, işçi sendikalarını sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan kurumlarmış gibi ele alma eğiliminde yatıyor. Oysaki, sendikaların içinde bulunulan konjonktürün özelliklerine göre değişiklikler arzetmesi yeni bir olgu değildir. Kapitalizmin tarihi, mücadelenin geri çekildiği bir dönem boyunca düzenle bütünleşen sendikal hareketin, mücadelenin tekrar yükselişe geçtiği yeni bir dönemde savaşkan bir nitelik kazandığının örnekleriyle doludur.
Bugünün gerçekliklerini geçmişle kıyasladığımızda, şimdi sendikal mücadelede pek çok tıkanıklık noktası bulunmakla birlikte, sorunun özü bir anlamda değişmemiştir. Eğer işçi sınıfı, şu ya da bu nedenle henüz kendi örgütlerine sahip çıkamıyor, bu örgütleri burjuva düzenle işbirliği içinde tutan ve felçleştiren sendika bürokrasisine karşı anlamlı bir mücadele yürütmekte yetersiz kalıyorsa, kendi gücüne güvenini çok yaygın ve derin bir biçimde yitirmiş demektir. Bu durumun, bu güvensiz ruh halinin değişikliğe uğratılması için çaba sarfetmeden, mevcut sendikalara alternatif yeni sendikaların ya da “derneklerin” kurulması çağrısı da havada kalır.
Çok açıktır ki, mevcut koşulların ve ruh halinin değiştiğini gösteren türden bir olgunluk düzeyi gökten zembille hazırlop inmez. Sınıfın halihazırdaki kitle örgütlerini görmezden gelerek ve bu örgütlerin içinde toplanan kitleyi kendi kaderiyle başbaşa bırakarak, “kirlenmemiş” küçük dünyalara kapanmakla, işçi sınıfı daha ileri bir noktaya çekilemez. Günümüzde sendikaların içinde bulunduğu gerçekliği sergilemek bakımından hiç de haksız olmayan, fakat mevcut durumu değişikliğe uğratmak üzere uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmayı göze alamayan küçük-burjuva solculuğu, zor ve başarılması gereken görevlerin yerine devrimci bir lâfazanlığı ikame etmektedir. Oysaki, söz konusu gerçeklik karşısında temel görev, işçi sendikalarının içine düşürüldüğü durumdan yılgınlığa kapılmaksızın ve doğru bir kitle çalışmasının öncüleri olarak sendikalar içinde çalışma yürütmektir.
Uzun yıllar boyunca yaşanmış olan olumsuz örneklerden hareketle, akıllarına yalnızca sendika bürokrasisi ile yapılan uzlaşmaları getirerek sendikalarda çalışma gereğine karşı çıkanların, sendika bürokrasisine karşı yürütülecek mücadeleye bir yararı dokunmayacaktır. İşçileri ilgilendiren çok önemli sorunlara, sıradan bir tepkisellik ve cahilâne bir dar görüşlülükle yaklaşanların, sendikal alanda doğru tarzda çalışmanın ne anlama geldiğini ve nasıl yürütülmesi gerektiğini bilmedikleri de çok açıktır. Geçmiş deneyimlerden ders çıkartırken, söz konusu olayların içinde yer aldığı somut koşulların hatırlanması, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ışık tutan önemli uyarı, öneri ve kararların nasıl bir ortamda alındığının, hangi yanlış eğilimlere karşı çıktığının, hangi doğrulara işaret ettiğinin bilinmesi elzemdir. Aksi halde, çok ama çok önemli ipuçlarını sunan tarihsel deneyimin ögeleri, bilinçsiz ve özensiz yaklaşımlarla ağızlarda çiğnene çiğnene çürütülen sakıza dönüştürülür. Örneğin ekonomizm eleştirisi doğru kavranıldığında ve yerli yerinde kullanıldığında mücadelede çok önemli bir silâh olabilir. Ama bu eleştirinin özü kavranılmaz, işçi sınıfının burjuva düzene karşı mücadelesinin gerektirdiği görevlerin sorumluluğu hesaba katılmaz ve siyasal çevrelerin rekabetine eşlik eden bir lâkırdı “silâhı” düzeyine düşürülürse, kayba uğrayacak olan işçi sınıfı olacaktır.
Aslında, işçi sınıfının doğru temellerde örgütlenmesi görevinden kaçış, yani işçi sınıfının öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya getirecek ana halkayı yakalamaktan kaçış, genellikle sınıfın sendikal mücadelesine önderlik etmekten kaçış biçiminde somutlanıyor. Bu türden bir kaçış eğilimi içinde olanlar, hep ekonomizm eleştirisinin ardına sığınıyorlar. Oysa sendikal bürokrasi, sendikalara gereken ilgi gösterildiğinde değil, tam tersine gösterilmediğinde güçlenir ve tamamen başıboş kalan sendikalar elbette ki düzenin kurumlarına dönüşür. Sendikaları bu durumdan kurtarmak yerine, onları toptan küçümsemek ve göz ardı etmek, burjuvazinin işçi sınıfını atomize etme planlarına bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olmak demektir.
Kendi zihinlerinde ya da sektleri içinde gerçek yaşamın yasalarını göz ardı ederek, keyfî salınımlarla bir uçtan diğer uca koşuşturanlar bir mücadele yürüttüklerini varsaysalar da, sınıf mücadelesinin kişilerin keyfine bağlı olmayan yasaları hükmünü icra etmeyi sürdürecektir. Marx’ın dediği gibi, “Eğer işçi sınıfı, sermaye ile olan günlük çatışmasında gerileyecek olsaydı, daha büyük çapta şu ya da bu harekete girişme olanağından kendi kendini yoksun bırakmış olurdu elbette.”[96]
Fakat, bu günlük ekonomik savaşımın abartılması, yani diğer uca savrulunması durumunda doğacak tehlike de asla küçümsenemez. İşçilerin ekonomik mücadelesi, sermaye egemenliğinin işçi ücretlerini aşağı çekme yönündeki işleyiş yasasına karşı koymaktan ibarettir. Böylece işçiler bir dönemde ücretlerinde meydana gelen düşmeyi, başka bir dönemde telâfi etmek için mücadele etmek zorundadırlar. Evet zorundadırlar; çünkü işçi, kapitalistin iradesini, diktasını, değişmez bir iktisat yasası olarak kabul ettiği takdirde, kölenin sahip olduğu güvenceye bile sahip olmaksızın onun bütün sefaletini paylaşacaktır.
Marx, sendikaları bekleyen bir tehlikeye işaret etmiş ve ücretli kölelik sisteminin kaldırılması için savaşacak yerde, yalnızca kapitalist düzenin yarattığı sonuçlara karşı kısmi ve geçici iyileştirmeler mücadelesiyle yetindikleri anda hedeflerini büsbütün yitireceklerini belirtmişti. Bugün sendikaların içine düştükleri durum bu uyarının sınırlarını aşacak ölçüde vahim olsa da, sendika dediğimizde kuşkusuz durağan kurumları ya da baş belâsı sendikal bürokrasiyi değil, düzene karşı mücadeleye atılması gereken işçi kitlelerinin ekonomik örgütlülüğünü kastediyoruz. Bu gerçeğin üzerinde durmak, işçilerin dikkatini sorunun bu yönüne çekmek, işçiler arasında bu doğrultuda bir bilinç sıçramasının yaşanması için çalışmak vb. elbette ki mevcut sendika yönetimlerinden beklenemez. Tüm bunlar işçi sınıfının gerçek öncülerinin görevidir.
Kapitalist gelişmenin günümüzde işçi sınıfının önüne çıkardığı yeni sorunları çözümlemeye ve sınıfın sendikal mücadelesini güçlendirmeye ihtiyaç var. Örneğin, kapitalistlerin günümüzde bazı işletmelerde sürekli işçi istihdam etmek yerine, geçici ve part-time işçi çalıştırmayı tercih etmeye başlamaları, üzerinde durulması gereken bir husustur. Sermayenin işçi sınıfına dayattığı bu yeni tür çalışma koşulları, hazırlıksız olunduğunda var olan sendikal örgütlülüğü derinden yaralayan bir gelişmedir. Bu tür gelişmeler, somutta bir sendikasızlaştırma operasyonu olarak görünse de, temelde kapitalist sistemin ekonomik gereklerinin bir ürünü ve sonucudur.
Bir kere, kapitalist gelişmenin daha kısa çalışma saatleri içinde, daha düşük ücretlerle sendikasız ve güvencesiz biçimde çok sayıda işçi çalıştırarak daha yoğun emek-gücü sömürüsünü gerçekleştirme eğilimi işlemektedir. Ayrıca da, ekonomik gerileme ve canlanma periyotlarına bağlı olarak, sermayenin ihtiyaç duyduğu aktif sanayi ordusu daralmakta ve genişlemektedir. Gerileme dönemlerinde, sermayenin çalışmakta olan işçilerin kendisine fazla gelen kısmından ve genel olarak işçi sınıfının ücret pazarlığı yükünden kurtulmaya yönelik, “esnek çalışma” yöntemlerini geçerli kılmaya uğraştığı bir gerçektir. Stokların biriktiği, piyasanın durgunlaştığı kriz dönemlerinde sermaye, sendikalı ve sürekli işçilerin bindirdiği ücret basıncını hafifletebilmek için çeşitli yöntemleri denemektedir. Örneğin, part-time ve geçici işçi çalıştırmanın yanı sıra, üretim maliyetlerini düşürebilmek amacıyla işleri bölerek bir kısmını taşeronlara devretmeyi, ya da küçük işletmelere dağıttığı fason üretim siparişlerini arttırmayı vb. gündeme getirmektedir.
Diğer yandan, kapitalist kriz mekanizmasının sonucu olarak böylesi dönemlerde sermayenin tekelleşmesi yoğunlaşmakta, büyük sermaye evlilikleriyle birlikte büyük iflâslar gündeme gelmektedir. Bu da işçi tensikatı ve işsizliğin büyümesi anlamına gelir. İşçi sınıfının işli ve işsiz kesimlerinin mücadele birliğinin sağlanamadığı koşullarda, bu türden gelişmeler, yedek sanayi ordusunun aktif sanayi ordusu açısından önemli bir tehdit oluşturmasına yol açar. Çünkü işten çıkartmaların yoğunlaştığı, ücretlerin gerilediği dönemlerde çok daha düşük ücretlerle patronların dayattığı koşullarda çalışmaya hazır nice işçi bulunur. Böylece kapitalistler, “esnek çalışma” benzeri uygulamaları işçilerin kazanılmış haklarını tırpanlayan bir biçimde dayatabilmektedirler.
Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı her bir sorun karşısında, burjuvazi kendi kârlılık hesabıyla yeni yeni uygulamaları gündeme getirirken, işçi sınıfına ve onun örgütlü güçlerine de karşı-saldırıyı örgütleme görevi düşüyor. Günümüzde çokça tartışılan sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesi temelinde part-time ve geçici işçi statüsünde çalıştırılma tehdidine, işçilerin kendi bütünsel sınıf çıkarları doğrultusunda bir karşı taleple cevap verilebilmeli. Örneğin, ücretler düşürülmeden ve çalıştırılan herkesin yararlanacağı sosyal, sendikal haklar, iş güvencesi temelinde, mevcut çalışma saatlerinin çok daha fazla sayıda işçi arasında bölüştürülmesi gibi.
İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir. Ayrıca, sermayenin uluslararasılaştığı, dünya ölçeğinde büyük bir akışkanlık kazandığı günümüz koşullarında, bütün dünyada işçi sınıfının kaderi daha önceki dönemlerdekinden çok daha fazlasıyla bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle, yalnızca siyasal mücadele cephesinde değil, sendikal mücadele cephesinde de gerek karşılaşılan sorunlar gerekse çözüm yolları, eskiye oranla misliyle enternasyonalist bir nitelik kazanmış bulunuyor.
* * *
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sözde sosyalist rejimlerin birbiri ardı sıra çöküşünü tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya burjuvazisi, bir dönem boyunca attığı sahte zafer naralarıyla ortalığı inletti. Komünizmin artık korkulmaması gereken bir ölüden başka bir şey olmadığını iddia ederek, Marksizmden öcünü almaya koyuldu. Burjuvazinin bu ideolojik kampanyasında resmî ya da fahrî görev üstlenmiş tüm “aydınlar”ın ve de döneklerin, fırsat bu fırsattır hesabıyla Marksizmi, işçi sınıfı gerçeğini ve onun tarihsel rolünü dünya sahnesinden silme çabaları, genel olarak işçi hareketinde büyük bir gerilemenin ve kaosun yaşanmasına neden oldu.
Bugün yaşamlarını işçi sınıfının birer unsuru olarak sürdüren milyonlarca insan, kapitalist sistemin tehlike çanlarını çalmaya henüz başlamış değiller. Ama, sözde sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte artık tek başına kalan kapitalizmin pisliklerinin olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor oluşu, burjuvazinin “ileri görüşlü” ideologlarını daha şimdiden rahatsız etmeye başlamıştır bile.
O nedenle, dünya burjuvazisinin “Marksizm öldü” nağmeleriyle çalıp oynadığı “cicim ayları”nın artık gerilerde kalmaya başladığını söyleyebiliriz. Bugünlerde sermaye çevreleri, kendi canlarını yakan başka sorunlarla, (hani o öldüğünü söyledikleri Marksizmin çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne serdiği ekonomik krizler, yeniden paylaşım savaşları gibi sorunlarla!) haşır neşir olmaktalar. Bu arada, dünya borsalarını sarsan ve Asya’nın “kaplanlar”ı hapşırdığında, Wall Street’in “aslanlar”ının kara griplere yakalandığı, Rusya’nın ayyaş şefleriyle ABD’nin çapkın başkanlarının kafa kafaya verip dertlerine çare aradığı bir dünyada, ekonomik krizle derinden sarsılan o “olmayan” işçi sınıfı da çeşitli ülkelerde patlak veren grevlerle, direnişlerle, işyeri işgalleriyle yeniden “Ben buradayım!” demektedir.
Öte yandan, yine tarihin bir cilvesi mi desek, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu” diyerek gönül eğlendiren burjuva yazarlar, şimdi kapitalist sistemi tehdit edecek birtakım tehlikelerin sinyallerini vermekle iştigal etmekteler. Belki de iklimlerin değiştiğine ilişkin haberlerin yoğunlaştığı dünyamızda, siyasal iklim değişikliklerini önceden kestirebilme hünerine sahip bazı Batı Marksistlerinin sözlerine kulak vermenin zamanıdır. “Marksizm öldü” çığlıklarının pek revaçta olduğu bir dönemde rotasını o yana doğru çevirmiş bulunan Eric Hobsbawm, daha sonra Komünist Manifesto’nun 150. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu şaşırtıcı başyapıtın 21. yüzyılın arifesinde hâlâ dünyaya söyleyecek çok şeyi var.”[97]
Hobsbawm’ın bu sözlerine yürekten katılıyoruz; evet, yalnızca Avrupa için değil, tüm dünya için Komünist Manifesto’nun o ünlü sözlerinin gerçekleşeceği günler de gelecektir. Şimdilik şu kadarını belirtmekle yetinelim: “Dünyada bir heyulâ dolaşıyor: Proletarya!” O var oldukça burjuvazinin korkusu da varlığını sürdürecek.