Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Kolonyalizmden Emperyalizme

Kolonyalizmden Emperyalizme

Ağustos 2002
  • English

ke_0.png

Kolonyalizmden Emperyalizme adlı bu çalışmasında Elif Çağlı, yıllarca Marksizmin tahrif edilmesine ve dolayısıyla proleter devrim mücadelesinin sekteye uğratılmasına yol açan yanlış emperyalizm kavrayışlarını ve bunların doğurduğu sonuçları irdeliyor. Emperyalizmin sömürgecilikle özdeşleştirilmesiyle başlayan bu çarpıtmanın, anti-emperyalist mücadeleyi nasıl kapitalist sisteme karşı proleter devrim mücadelesinden kopardığı ve salt bir "ulusal bağımsızlık" sorununa indirgediğini, "yeni sömürgecilik" türünden son derece yanlış teoriler doğurduğunu ve bunların ne tür sonuçlara yol açtığını gösteriyor.
Kitabı basılı veya e-kitap olarak edinmek için Bize Yazın bağlantısı aracılığıyla bizimle iletişime geçebilirsiniz

Ulusal Sorun
Kapitalizm-Emperyalizm
Küreselleşme ve AB sorunu
Share

ÖNSÖZ

ke_0.png

Anti-emperyalist mücadelenin Marksist içeriği ve ulusal bağımsızlık mücadelesi ile aynı şey olmadığı gerçeği, geçmiş dönemlerde olduğu kadar günümüzde de en çok çarpıtılan konuların başında geliyor. Bu tartışmalı konular bizi kaçınılmazlıkla, emperyalizmin doğru bir biçimde kavranılması ve onun kolon­ya­lizmden farkının ortaya konması noktasına götürmektedir. 20. yüzyılın başlarında Marksistler arasında emperyalizm sorunu çevresinde dönen tartışmaların üzerinden uzun yıllar geçti. Fakat bu tartışmalar içinde ortaya çıkan farklı eğilimlerin ve yanlış görüşlerin izleri günümüze dek uzanıyor. Üstelik, o günden bugüne dünyada nice olaylar ve değişimler yaşandı. Örneğin, kolon­yalizm ve ulusal bağımsızlık sorunuyla ilgili tartışmalara temel oluşturan sömürge ülkelerin büyük bir çoğunluğu ulusal bağımsızlıklarını kazandılar ve kendi ulus-devletlerini kurdular. Ne var ki, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bu gelişmelere ilişkin olarak da Marksist saflarda ideolojik ve politik bir netlik sağlanamadı. Emperyalist sistemin eşitsiz ilişkilerinden kaynaklanan “bağımlılık” olgusu, sömürge ülkelerin sömürgeci ülkeye bağımlılığı ile neredeyse bir tutularak konu çarpıtıldı. Bunun doğal uzantısı ise, işçi sınıfının emperyalist sisteme karşı yürütmesi gereken mücadelenin, yani anti-emperyalizmin, proleter devrim mücadelesinin bizzat kendisi olarak ele alınmamasıydı. Anti-emperyalist mücadelenin Marksist içeriğini tamamen boşaltanlar, onu bir çeşit “ulusal bağımsızlık” mücadelesi anlayışına indirgediler. Böylece, aslında sömürge statüsünden kurtulup, kendi ulus-devletini kurarak kapitalizm temelinde yol alan ülkelerde de işçi sınıfının önüne bir “ulusal bağımsızlık” aşaması dikiliverdi! Emperyalist-kapitalizm, farklı derecelerde gelişmiş kapitalist ülkelerden teşekkül eden bir dünya sistemiyken, sanki bu gerçeği gölgelemek istercesine bir Üçüncü Dünya icat edildi. Hadi diyelim ki, bu tanımlama az gelişmiş kapitalist ülkeleri adlandırmakta (hatta bu niteleme orta gelişmiş kapitalist ülkeler için bile kullanıldı!) kestirme bir yol olacağı düşüncesiyle itibar buldu. Fakat sorun bununla bitmiyordu ya da öyle göründüğü kadar masum değildi. Çünkü, “Üçüncü Dünyacılık” denen bir siyasal akım da vardı ve bu akım sosyalizm mücadelesini bir çeşit “bağımsız ulusal kalkınma” stratejisine indirgemekteydi. Stalinizmin versiyonlarından biri olan bu siyasal eğilimi benimseyen  çevreler, üçüncü dünya diye niteledikleri ülkelerde burjuvazinin bir bölümünü de anti-emperyalistliğe terfi ettiriyor ve bu temelde ulusal cepheler “inşa” ediyorlardı. Ve onlara göre işte bu anti-emperyalizmdi! Böylece, az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerin, emperyalistler sofrasındaki kıyasıya rekabet mücadelesinde kendilerine bir yer açmak üzere şu ya da bu emperyalist güce kafa tutmalarının altında bile “anti-emperyalizm” aranır oldu. Öte yandan, ezilen ulus burjuvazisinin siyasal bağımsızlığını kazanmak arzusuyla sömürgeci devlete tutum alışı ve salt bu kapsamdaki bir mücadele de, anti-kolonyalizm düzeyinden anti-emperyalizm düzeyine yükseltildi. İleri sürülen yanlış görüşlerden bir başkası ise şöyleydi; “20. yüzyılın başında emperyalizm aslında sömürge tekeline dayanıyordu, şimdi bu realite değiştiğine göre artık yeni bir emperyalizm dönemine girmiş bulunuyoruz”! Oysa 20. yüzyıl kapitalizminin yayılmacılığı, zaten eski döneme oranla yeni bir yayılmacılık demekti. Kapitalizmin en yüksek aşaması anlamında kullanılan emperyalizm kavramı, sömürgecilik dönemini değil, mali sermayenin inanılmaz akışkanlığına ve iktisaden boyun eğdirici gücüne dayanan yeni bir dönemi anlatmaktaydı. Çarpıtmalar bu kadarla da kalmıyordu. Kapitalist gelişme yolunda önemli mesafeler kaydetmiş bağımsız ulus-devletler, büyük emperyalist ülkelere bağımlı oldukları gerekçesiyle “yarı-sömürge” ilân edildiler. Ya da, eski sömürgecilik dönemi kapanmış olsa bile, az gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalizme tam bağımlı olduklarına göre birer “yeni sömürge” idiler. Zaten emperyalizm “yeni-sömürgecilik” değil miydi?! Sömürgecilik dönemi geçmişte kalmış olmasına rağmen bu kavramdan vazgeçmeye bir türlü yanaşmayan çevrelerin derdi ne olabilir? Neden kapitalizmin emperyalist aşaması, artık bizzat kendi temelleri üzerinde onca yol aldıktan sonra dahi, hâlâ geçmiş dönemi çağrıştıran kavramlar eşliğinde açıklanıyor? Stalinizm cephesinden bakıldığında bu soruların yanıtlarını bulmak zor değil. Stalinist tahrifat okulu, zaten proletaryanın iktidar hedefinin önüne dikilecek türlü çeşitli aşamalar icat etmekle ün kazanmış bulunuyor. Fakat işin asıl can sıkıcı tarafı, Stalinizmin karşısına doğru görüşlerle dikileceği varsayılan Troçkizm cephesinde de bu gibi tartışmalı konularda gönül ferahlatıcı bir duruşun olmamasıdır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeci imparatorlukların çöktüğü bir dünyada, çağdaş kapitalizmin özelliklerini yeniden ele almaya çalışan Ernest Mandel ve benzeri kimi Troçkistlerin yaptıkları “katkılar”, sorunları netleştirmeye hizmet etmedi. Tam tersine, pek çok noktada Lenin’in çözümlemelerinden bile geriye düşülerek, emperyalizm çağında işçi sınıfının temel siyasal hedeflerinin nasıl biçimleneceği konusunda bulanıklık yaratıldı. Üçüncü Dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerdeki küçük-burjuva milliyetçiliğine adapte olundu ve bu akımların başını çektiği ulusal kurtuluş mücadeleleri tıpkı Stalinistlerin yaptığı gibi anti-emperyalist mücadele olarak takdim edildi. Hatta bir kısmı proleter devrimlerin gerçekleşmesi kapsamında sunuldu. İşte, emperyalizm sorunu etrafında yaratılmış olan başlıca çarpıtmaları ve yanlış görüşleri özet olarak bu şekilde sıralamak ve hatırlatmak mümkündür. Ancak geçmiş dönemler mazi olsa da bu sorunlar hâlâ önümüzde duruyor. Proletaryanın devrim mücadelesini güçlendirmenin yolu, dün olduğu gibi bugün de, her önemli sorunda doğru bir Marksist tutum almaktan, bu temelde netleşmekten geçiyor. Yukarda değindiğimiz türden kavram kargaşalarına, yanlış anlayışlara karşı yürütülecek teorik mücadelede Lenin’in Emperyalizm çözümlemesi bizce temel bir kalkış noktası oluşturmaktadır. Ne var ki, söz konusu hususlarda çarpıtmalar yaratanların ya da hatalı görüşler ileri sürenlerin çoğunluğu da kendilerini Lenin’e dayandırdıklarını iddia ediyorlar. O halde Lenin’in çözümlemelerinden ne anladığımızı açıkça ortaya koymalıyız. Kapitalizmin emperyalist aşamasının tam olarak ne ifade ettiğini ele alırken, kuşkusuz kendimizi salt geçmiş dönemin olgularıyla da sınırlandıramayız. Unutmayalım ki, 20. yüzyılın başlarında emperyalizm tartışmalarını yürüten Marksistler, önlerinde uzanan yeni bir çağın henüz yeterince olgunlaşmamış eğilimlerini kestirebilmek göreviyle yüz yüzeydiler. Kolonyalizm onlar için yeni bir olgu değildi. Çünkü daha kapitalizmin merkantilist döneminde, ticari sermaye zenginlik elde etmek uğruna, dünyanın henüz ele geçmemiş ve ucuz hammadde cenneti bakir topraklarına göz dikmişti. Dünya ticareti bakımından güçlü ve önde giden devletler, sömürgeci fetih savaşlarıyla buraları metropol ülkenin eyaletleri ilân ederek, siyasal bağımsızlıktan tamamen yoksun bir konumla kendilerine bağlamaktaydılar. Öte yandan, emperyalizm kavramı da Batı dillerinde 20. yüzyıl başlarında beliriveriyor değildi. Bu kavramın kökü, genel bir yayılmacılık, bir dünya imparatorluğu kurma eğiliminin karşılığı olarak çok eskilere, Roma İmparatorluğu’na dek uzatılabilirdi. Fakat 20. yüzyılın başlarında Marksistlerin zihnini meşgul eden ve onları kimi çözümleme çabalarına, tartışmalara sürüklemiş bulunan emperyalizm sorunu, yeni gelişmelerle ilişkili olarak gündeme giriyordu. Bu nedenle, emperyalizm sözcüğünün çağrıştırdığı eski anlamı (imparatorluk kurma eğilimi) ile, yeni anlamı (mali sermaye imparatorluğu kurma eğilimi) arasındaki ayrım netleştirilmeliydi. Ne var ki yüzyılın başında emperyalizm, gerçek yaşamda henüz önceki dönemlerden uzanan kimi somut olgularla iç içe geçmiş bir biçimde yol almaktaydı. 1900’lü yılların başlangıcında, dünyada, özellikle 1870’ler sonrasında yükselen sömürge fetihlerinin sonucu olan geniş sömürge imparatorlukları göze çarpıyordu. Fakat öte yandan, tekelci banka sermayesi ile tekelci sanayi sermayesinin bileşiminden oluşan mali sermaye güçleniyor ve bu temelde yeni bir egemenlik ve yayılmacılık tarzı doğuyordu. O yılların gerçekliği buydu. O dönemin Marksistlerinin içinde yaşadıkları somut koşullardan hareket etmemeleri, gerçek yaşamda varolan bu iç içe geçmişliği çözümlemelerine yansıtmamaları düşünülemezdi. Lenin’in 20. yüzyıl dünyasının kavranabilmesine yönelik devrimci Marksist tezleri, henüz geçmiş dönemin izlerini taşıyan yeni bir tarihsel dönemin karmaşık sorunlarıyla boğuştu. Onun Emperyalizm çözümlemesi, asıl olarak kapitalizmin yükseldiği yeni aşamanın kavranabilmesine yönelik olsa da, bazı vurgulamaları ve formülasyonlarında sömürgecilik olgusuyla emperyalizm olgusu sanki iç içe geçti. Belki de kimilerine bugün hatalı ya da bulanık gibi görünecek olan bu iç içe geçmişlik, Lenin’in yaklaşımındaki temel bir yanılgıdan değil, bizzat o günün dünyasının somut koşullarından kaynaklanmaktaydı. Patlak veren emperyalist dünya savaşı ortamında, siyasal bağımsızlığını kazanmamış sömürge ya da bu bağımsızlığını yitirmekte olan yarı-sömürge ülkelerin yer aldığı ve sömürgeci tarzda yayılmacılık eğiliminin hâlâ varlığını sürdürdüğü bir dünyada, Lenin’in bu sorunlara yaklaşımı doğruydu. Yıllar ilerledikçe, büyük kapitalist devletlerin yeni sömürgeler elde etmek ya da varolan sömürgeleri yeniden paylaşmak üzere yürüttükleri savaşlar, asıl olarak yeni nüfuz alanları yaratmak ve bunları yeniden paylaşmak için çıkartılan emperyalist savaşlara dönüşmüştür. Kapitalizmin emperyalizm aşamasının bizzat kendi özellikleri temelinde olgunlaşması, emperyalist yayılmacılığın özünün sömürge tekeline değil, daha zayıf kapitalist ülkeler ve bölgeler üzerinde hegemonya tesisine dayandığını gözler önüne sermiştir. Yine somut gerçeklere dayanarak vurgulamamız gerekir ki, sömürgecilik döneminin uzantısı olarak ortaya çıkan ve siyasal bağımsızlığına, yani kendi ulus-devletine sahip olmayan ezilen ulusların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşları da asıl olarak geçmiş dönemin kapatılmasına ilişkin bir hesaplaşmadır. Nitekim, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında pek çok sömürge ülkenin siyasal bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, emperyalizm çağında kurtuluş kavramının artık ulusal bağımsızlık sorunu çerçevesine sıkıştırılamayacağı çok daha açık hale gelmiştir. Yanlış anlaşılmasın, günümüzde sayıları azalmış olsa da henüz siyasal bağımsızlığını kazanmamış ezilen ulusların ve sömürgelerin ulusal kurtuluş mücadeleleri tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi haklılıklarını korumaktadırlar. Ancak bugünün dünyasında “ulusal sorun” artık doğrudan kapitalizmin emperyalist aşamasının özellikleri temelinde biçimlenmektedir. Güçlü emperyalist ülkelerin çeşitli uluslar üzerinde uyguladığı baskılar, bağımsız devletlerde silah zoruyla gerçekleştirilen siyasal iktidar değişiklikleri, bölgesel emperyalist savaşlarda farklı ulusların birbirine düşürülmesi, ulusal çelişkilerin emperyalist güçler tarafından keskinleştirilmesi çağımızın yakıcı gerçekleridir. Dolayısıyla, kapitalizmin emperyalist aşamasında ulusal sorunun artık ortadan kalktığı, aşıldığı söylenemez. Ama unutmayalım ki, asıl tartıştığımız konu, kendi ulus-devletinden yoksun ezilen ulusların dünden bugüne uzanan ulusal bağımsızlık sorunudur; bu temelde gelişen ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Eğer genel olarak ulusal eşitsizliklerden, baskılardan, haksızlıklardan, çatışmalardan söz ediyorsak, ulusal sorunun bu kapsamıyla ancak ve ancak kapitalist sistemin yıkılmasıyla yok edilebileceğini en baştan belirtelim. Emperyalizm döneminde büyük kapitalist güçlerin daha güçsüz ulusları dize getirebilmesi için, onları sömürgeleştirmeleri, siyasal bağımsızlıklarından, kendi ulus-devletlerinden yoksun bırakmaları gerekmiyor. Emperyalist sömürü ve hegemonya mekanizması, siyasal bağımsızlığını kazanmış, kendi devletini kurmuş ulusların varoluşuyla çok da güzel uyuşuyor. Bu gerçekliğin kavranması için, 20. yüzyılın ikinci yarısında ve son dönemlerinde cereyan eden olaylara kısaca göz atmak yeterlidir. Örneğin, eski sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlığın kazanılması, emperyalist sömürü mekanizmasını hiç de sekteye uğratmamıştır. Keza emperyalist çıkarlar uğruna çıkartılan bölgesel savaşlarda ulusal ayrılıklar körüklenmiş, daha önce tek bir ulus-devlet çatısı altında yaşayan uluslar birbirlerine düşürülmüş, fakat sonuçta yeni sömürgeler değil, çeşitli emperyalist devletlerin nüfuz alanına giren yeni ulus-devletler biçimlendirilmiştir. Emperyalizm çağını tüm bu somut gelişmeler temelinde kavrama çabası, bu doğru çaba bizleri, Lenin’in asıl olarak kapitalizmin emperyalist aşamasının ana eğilimlerini sergilemeye çalıştığı satırlar üzerinde odaklaşmaya götürür. Bu yolu tuttuğumuzda temel vargılarımız şunlar olmaktadır: 1) Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan bir dünya sistemidir. 2) Emperyalizm bir yeni-sömürgecilik sistemi olmayıp, uluslararası mali sermayenin nüfuz alanlarını yeniden ve yeniden paylaşmasına dayanan bir yayılmacılık tarzıdır. İşte bu gibi temel noktalardan bakıldığında görülecektir ki, Lenin’in daha 20. yüzyılın başlarında emperyalizmin özüne dair değerlendirmeleri, artık 21. yüzyılı yaşamakta olan bizleri hâlâ aydınlatmaya devam ediyor. Geçmişten uzanan kimi gerçekliklerin arasından geleceğe dair ana gelişme eğilimlerini kavrayıp çözümleyebilmek, ancak Marx, Engels, Lenin, Troçki gibi devrimci Marksist önderlerin harcı bir işti. Ne var ki, onların ışık tuttuğu noktadan geriye düşmeme becerisini göstermek ve bu konuda kararlı ve ısrarcı bir tutum takınmak da bizlerin görevidir. Unutmayalım ki, emperyalizm çağının ve bu çağda işçi sınıfının devrimci hedeflerinin kavranması niyetiyle yola çıkıp da, yarı yolda pusulayı şaşırıp yolculuğunu sıradan bir üçüncü dünyacı ya da ulusal kurtuluş savaşı sempatizanı olarak bitirenlerin sayısı hiç de az değil. Günümüzde ulusal bağımsızlık, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, savaşlar ve hepsinden önemlisi de anti-emperya­lizm gibi hususlarda Marksist tutum alabilmek için, emperyalizm konusunu doğru biçimde kavramak gerekiyor. Lenin dönemi Komintern kongrelerinde ele alınan ulusal sorun ve sömürgeler sorunundaki açılımların irdelenebilmesi bakımından da bunun elzem olduğuna inanıyorum. O nedenle önce kolonya­lizmden emperyalizme ilerleyen süreçte ortaya çıkan değişim ve emperyalist sistemin temel özellikleri üzerinde duracağım. Daha sonra ise yukarda sıralanan hususlara değineceğim.

Ağustos 2002
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Kolonyalizmden Emperyalizme /1

1.Bölüm

ke_0.png

Sömürgeci Yayılmacılık ve Değişim

Sömürge sözcüğü, Avrupa dillerindeki karşılığıyla koloni, metropol ülkeye bağlamak üzere bir başka memlekette yerleşilen yer demektir. Kolonyalizm ise, yeni topraklar ele geçirme, sömürgeci yayılmacılık anlamına gelir. Kapitalizm altında sömürgecilik, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla uzanan ticari kapitalizm (merkantilizm) döneminde, özellikle coğrafi keşiflerde ve denizaşırı toprakların fethinde somutlandı. Bu yayılmacılık, sömürgeleştirilen ülkenin zengin hammadde kaynaklarına el konması, metropol ülkenin fazla nüfusunun bu yeni topraklara yerleştirilmesi üzerinde yükseldi. Özellikle geniş bir sömürge imparatorluğuna dayanan İngiltere, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde de (18. yüzyılın ikinci yarısı ve 19. yüzyıl) bu avantajı sayesinde güçlü bir sermaye birikimi sağladı. Sanayi üretiminde atılım yaptı ve dünya ticaretinde üstünlüğü uzun süre elinde tuttu. Tüm bu süre boyunca karşısında rakip görmeyen İngiliz kapitalizmi, dünya pazarındaki konumuna güveniyor ve uluslararası ekonomik ilişkileri, artık sanayi yatırımlarının ağır basacağı yeni temellerde geliştirmeye hazırlanıyordu. Bu nedenle o dönemlerin önde gelen bazı İngiliz devlet adamları, yeni sömürgeler elde etmek uğruna ek masraflar yapılmasını gereksiz bir harcama olarak değerlendirmeye başlamışlardı. Nitekim Lenin’in de belirttiği gibi, Disraeli daha 1852’lerde, “sömürgeler boynumuza asılmış değirmen taşlarıdır” demişti. Fakat İngiltere 19. yüzyılın son çeyreğinde bu üstün konumunu yitirmeye başladı. Çünkü, İngiltere örneğini izleyen diğer Avrupa ülkeleri de (özellikle Almanya ve Fransa) kendi koruyucu gümrük duvarlarını çekerek geliştiler ve İngiltere’yle rekabet etmeye giriştiler. Ne var ki, geniş sömürge imparatorluğunun İngiliz kapitalizmine sağladığı avantaj, bu rekabet mücadelesinde diğer Avrupa ülkeleri için büyük bir dezavantaj oluşturmaktaydı. Aralarındaki kapitalist yarışta mesafeyi kapatma amacıyla diğer ülkeler de depara kalkınca, 19. yüzyılın son çeyreğinde dünya yeni sömürge fetihlerine sahne oldu. Değişen koşullar, değişen politikalar anlamına gelir. Yeni sömürgeler elde etmek uğruna kapitalist ülkeler arasındaki rekabet mücadelesi kızıştıkça, İngiliz devlet adamlarının bu koşullara denk düşecek farklı strateji arayışları da belirginleşecekti. Bir zamanlar kendilerini dünyanın tek ve mutlak egemeni olarak son derece rahat hissettikleri o eski ruh hallerinden uzaklaştılar. Sömürgeciliğin faziletleri üzerine yeniden nutuklar atmaya başladılar. Bu bağlamda en iyi bilinen örneklerden biri olan Cecil Rhodes’in 1895 tarihindeki sözleri dikkat çekicidir: Birleşik Krallığın 40 milyon nüfusunu kanlı bir iç savaştan kurtarmak için, bizler, sömürge politikacıları, fazla nüfusu yerleştirebileceğimiz, fabrikalarımızın ve madenlerimizin ürünleri için yeni pazarlar kazanabileceğimiz yeni topraklar elde etmek zorundayız. Her zaman söylerim, İmparatorluk bir mide sorunudur. İç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.[1] Görüldüğü gibi, sömürgeci rekabet yükseldiğinde uyanık İngiliz devlet adamları, “fazla nüfusu yerleştirmek”, “fabrikalar ve madenlerin ürünleri için yeni pazarlar kazanabilmek” amacıyla “yeni topraklar elde etmek” arzusunu dile getirmekteydiler. Her ne kadar Rhodes, “iç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız” diyorsa da bunu Birleşik Krallığın eski tarz imparatorluğunu genişletmek anlamında kullanıyordu. Bu istem, o eski bildik kolonyalizmin ifadesinden başka bir şey değildi. Böylece, aslında kapitalist gelişme yeni ihtiyaçları, örneğin sermaye ihracını, sömürgelerde yatırım yapıp pazarı genişletmeyi vb. dayatırken, güçlenen kapitalist ülkeler hummalı bir şekilde yeni sömürgeler elde ederek dünya topraklarını paylaştılar. Nitekim, Lenin’in Emperyalizm kitabında, 19. yüzyılın son çeyreğinde tırmanan sömürge fetihleriyle ilgili olarak verdiği tablolar [2], kolonyalizm temelinde dünya topraklarının paylaşımının tamamlanmasını sergileyen somut göstergelerdi. Şöyle diyordu Lenin: İlk kez olarak, dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, topraklar ilerde ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir “efendi”nin sahip olması yerine, toprak bir “sahip”ten diğerine geçebilir.[3] Sömürgeci yayılmacılık, ulusal sınırların ötesinde yeni topraklara el koymayı, oraları sömürgeleştirmeyi gerektiriyordu. Sömürgeleştirme, açık siyasal ilhaka, yani boyun eğdirilen ülkenin bağımsız siyasal ve hukuksal varoluş hakkının ortadan kaldırılmasına dayanıyordu. Böylece sömürgeci ülke, sömürge durumuna düşürülen ülke üzerinde ekonomik, siyasal, hukuksal, askeri her türlü tasarruf hakkını kendi eline geçirmiş oluyordu. Ve bu, egemen ülkenin egemenlik altına alınan ülke üzerinde kurduğu mutlak tekel hakkı demekti. Sömürge ülke efendi değiştirmediği sürece, bir başka ülkenin o toprak parçası üzerinde benzer bir hak iddiasında bulunması ya da benzeri ekonomik avantajları elde etmesi mümkün değildi. Başka bir ülkenin ekonomisi ya da siyaseti üzerinde hak sahibi olabilmenin yolu, siyasal ilhaktan, sömürgeleştirmekten geçiyordu. Ancak kapitalizmin yayılmacılığı hep bu minvalde devam etmeyecek, kapitalizm geliştikçe eşyanın doğası gereği egemenlik ilişkileri de değişime uğrayacaktı. Kapitalizmin tekelleşme doğrultusunda yol alması, yalnızca belirli bölgeler arasındaki ticari ilişkilerin ağır bastığı ve coğrafi alan olarak daha küçük bir “dünya”dan, daha üst düzeyde yeni bir boyuta sıçranmasını sağlamıştır. Kapitalizmin emperyalizm aşaması, sanayileşmenin devasa boyutlara yükseldiği ve kapitalizmin kelimenin gerçek anlamında bir dünya sistemine dönüştüğü yeni bir dönemi başlatıyordu. Daha önceki dönemlerin görece tek boyutlu ticari ilişkilerinin yerini, sermaye birikiminde muazzam atılımlar yapan tekelci güçlerin girift ilişkileri alıyordu. Değişik ülkelere ait mali sermaye grupları, yeni ekonomik ilişkiler kurmak üzere bağımsız ulus-devletlerin sınırlarını olduğu kadar, artık şu ya da bu egemen ülkeye ait sömürgelerin sınırlarını da aşıp geçmek, yeni pazarlara sızmak ihtiyacı içindeydiler. Mali sermaye, önündeki engelleri aşarak kârlı gördüğü her alana, her bölgeye, her ülkeye akmaya başladı. Artık, zayıf bir ülkede yalnızca tek bir egemen devletin borusunun öttüğü günler geride kalıyor ve böylece kolonyalizm dönemine özgü mutlak tekel durumu sarsılıyor ve giderek çözülüyordu. Emperyalizm döneminde, herhangi bir bölge ya da ülkede neredeyse tüm yatırım alanlarında tek bir kapitalist ülkenin mutlak tekelini kurması, bir yandan büyük tekeller arasındaki muazzam rekabet, öte yandan mali sermaye grupları arasındaki karmaşık ilişkiler nedeniyle mümkün olmayacaktı. Emperyalist ilişkiler temelinde güçlenmeye başlayan kapitalist ülkeler, kendi aralarındaki rekabet mücadelelerinde üste çıkmak için, rakip ülkenin sömürgeci avantajlarını zayıflatmaya, yok etmeye yönelik kurnazlıklarda ustalaşacaklardı. Örneğin her biri kendi sömürgesi üzerinde eskisi gibi hak iddia etmeyi sürdürürken, rakip ülkenin sömürgesinde ulusal bağımsızlık mücadelesinin destekçisi olmayı bile göze alacaklardı. Aslında kapitalist sistem açısından tehlike oluşturmadığı sürece –yani sömürge ülkelerde patlak veren ulusal mücadeleler bir işçi ayaklanmasına doğru ilerlemediği sürece–, bu tutumlarında şaşılacak bir yan yoktu. Çünkü sömürge statüsünden kurtularak kendi ulus-devletini kuran bir ülkenin, sıra ekonominin inşasına geldiğinde nasıl olsa kendi kapılarını çalacağına güveniyorlardı. Elbette ki, her gelişim sürecinin diyalektiğinde olduğu gibi bu tür değişimler akşamdan sabaha gerçekleşmez. Sömürgecilik döneminin avantajları üzerine basarak şimdi de emperyalist yayılmacılık temelinde güçlü bir konum elde etmek isteyenler, o eski avantajlı konumlarından gönül rızasıyla vazgeçmezler. Ne var ki, kimse uzun vadede gelişmenin ana doğrultusuna karşı koyamaz. İşte kolonyalizmden emperyalizme geçiş sürecinde de, sömürge ülkelerde yaşanan nice yapısal altüstlükler, ulusal başkaldırılar sonucunda diyalektiğin yasaları hükmünü icra etti.

Tekellerin Oluşumu ve Emperyalizme Geçiş Süreci

Kapitalist yayılmacılık eğiliminin kolonyalizmden emperyalizme dönüşümü belirli bir tarihsel kesiti kapsar. Bu sürecin son dönemlerinde, yukarda değindiğimiz nedenlerle kapitalist sömürgecilikte muazzam bir nicel genişleme görülür. Böylece, aslında alttan alta emperyalist yayılmacılığın koşullarının oluştuğu yıllar, görünürde sömürgeci yayılmacılığın doruğu gibidir. Bu bir geçiş dönemidir. Şimdi kısaca bu döneme değinelim. Serbest rekabetçi kapitalizm olarak adlandırılan dönemin sonlarında, rekabetin tekelleşmeyi ortaya çıkardığı ve böylece kapitalizmin emperyalizm aşamasına ilerlediği bir geçiş evresi (1870-1900) yaşandı. Sanayileşmede başı çeken ve birbirleriyle rekabet eden kapitalist ülkelerin ucuz hammadde kaynaklarına duydukları ihtiyaç, bu değişim dönemi boyunca inanılmaz ölçüde artmaktaydı. Bu nedenle kolonyalizmden emperyalizme geçiş sürecine, bu kapitalist ülkelerin sömürge alanlarını genişlettikleri ve bu temelde dünya topraklarını paylaştıkları bir sömürgecilik atılımı eşlik etti. Diğer yandan aynı dönem boyunca, gelişmiş kapitalist ülkelerden sömürgelere ve yarı-sömürgelere yapılan sermaye ihracı da ön plana çıkmaya başlamıştı. Kapitalist gelişmede önde giden ülkeler, kendilerine ait mamul mal ihracatının ve diğerlerinden hammadde ithalatının ulaşım maliyetini ucuzlatmak ve dünya ticaretini alabildiğine geliştirmek amacıyla sömürgelerde gerekli altyapıyı (demiryolları ağı gibi) oluşturmaya giriştiler. Bu yıllar, dünyaya artık mali sermaye egemenliğinin damgasını basacağı emperyalizm aşamasının henüz kendisi değil, fakat onun mayalanma ve hazırlanma dönemiydi. Nitekim, kapitalizmin emperyalist evresinin başlangıcı olarak 1870’leri gösteren değerlendirmeleri doğru bulmayan Lenin şöyle diyordu: “Avrupa için, yeni kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu.”[4] Gelişmiş kapitalist ülkelerin sömürgelerini genişlettikleri 1870-1900 yılları arasında, tekelci birlikler, kartel tipi oluşumlar önemli bir gelişme kaydetmekle birlikte henüz fazlaca yaygınlaşmış değildi. Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesini, bu değişimin başlıca dönemeç noktaları itibarıyla sergilemeye çalıştı Lenin: Böylece tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları. Tekeller, ancak fark edilir embriyonlar halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900-1903 bunalımı; bu dönemde, karteller, baştanbaşa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür.[5] Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekelleşmesi ve iç içe geçmesi, kaynaşması yoluyla mali sermayenin oluştuğu süreci inceleyen Lenin’in vardığı sonuç ise şuydu: “Böylece 20. yüzyıl, eski kapitalizmin, genel olarak sermaye egemenliğinden mali-sermaye egemenliğine geçilen yeni bir kapitalizme yerini bıraktığı bir dönüm noktasıdır.”[6] Fakat 20. yüzyılın ilk dönemi, artık tüm bu yüzyıl boyunca yükselişe geçecek olan bu yeni kapitalizmin ekonomik çözümlemesi üzerinde yeterince yoğunlaşmaya fırsat vermeyecek fırtınalara gebeydi. Örneğin, o yıllarda patlak veren Birinci Dünya Savaşı karşısında komünistlerin alması gereken tutuma dair tartışmalar kaçınılmaz olarak ön plana çıktı. Devrimci Marksistlerin tartışmalarında, dünyanın yeniden paylaşılması temelinde yürüyen savaşın gündeme getirdiği sömürgeler sorunu ağırlık kazandı. Yine o dönemin somut koşulları nedeniyle, bu savaşın sonucuna ilişkin öngörüler arasında, sömürgelerin el değiştirmesi ve yarı-sömürge ülkelerin tamamen sömürgeleştirilmesi gibi hususlar da önemli bir yer tuttu. Çünkü 1876-1900 yılları arasında, sömürgeci İngiliz imparatorluğuna karşı aynı kulvarda rekabet mücadelesini sürdüren Almanya, İtalya ve Fransa yeni sömürgeler elde ederlerken, dünya da toprak bakımından paylaşılmıştı. Rekabetin salt bu temelde devam etmesinin sonucu, zaten paylaşılmış olan toprakları yeniden paylaşmak, yani birbirlerinin sömürgelerine göz dikmek ve yarı-sömürge konumuna düşmüş ülkeleri sömürgeleştirmek olabilirdi. Bu, o dönemin gerçekliğinin bir yönünü, fakat çarpıcı bir yönünü oluşturuyordu. Bu gibi sorunlar o dönem için gerçekten yakıcı sorunlardı ve II. Enternasyonal’de ortaya çıkan sosyal-şovenizm eğilimine karşı Lenin’in yürüttüğü teorik mücadelenin de konusuydu. Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” çözümlemesi de, kapitalizmin girdiği yeni aşamanın savaşlara bir son verebileceği ve bir “barışçı kapitalizm” çağını açabileceği yalanını içermekteydi. Üstelik bu düşünceler, tam da Birinci Dünya Savaşının patladığı konjonktürde, sömürgeleri yeniden paylaşmak uğruna yürütülen amansız savaşların ortasında, bir zamanlar Marksizmin papası kabul edilen Kautsky tarafından dile getirilmekteydi. Kızgın savaşların ortasında “barışçı kapitalizm” düşleri yayan Kautsky gibi tehlikeli döneklere karşı ideolojik savaşımın önemi büyüktür. Dolayısıyla, o dönem bir realite olan “sömürge fetihleri” sorununa Lenin’in çubuğu fazlaca bükmüş olmasında anlaşılmayacak bir yan yoktur. İşte bu gibi nedenlerle, Lenin’in Emperyalizm kitabında o günün yakıcı siyasal sorunlarına getirilen yanıtlarla, emperyalizm çağına damgasını basacak ana ekonomik eğilimlerin çözümlemesi iç içe geçmiştir. Fakat 20. yüzyılın başlangıcıyla birlikte kapitalizmin yükseldiği emperyalist aşamanın temel özelliklerini sıralarken, yine de en önemli hususlara dikkat çekmiştir Lenin. Bunları şu şekilde vurgulayabiliriz; 1) kapitalist tekelci birlikler, 2) banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması, 3) yabancı ülkelere sermaye ihracı, 4) dünyanın toprak bakımından paylaşımının çoktan tamamlanmış olması, 5) dünyadaki nüfuz alanlarının uluslararası ekonomik tröstler arasında paylaşılmaya başlanması.

Emperyalizm ve Sermaye İhracının Önemi

Kapitalizmin emperyalist evresini serbest rekabetçi dönemden ayırt edebilmek amacıyla, Lenin, giderek büyük bir önem kazanan sermaye ihracı olgusuna dikkat çekmekteydi: “Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.”[7] Gerçekten de Lenin’in döneminde gelişmiş kapitalist ülkelerden az gelişmiş bölgelere, sömürgelere yapılan ihracatın niteliğindeki bu değişim çok çarpıcıdır. Sermaye ihracının önemiyle belirginleşecek bu yeni kapitalist aşamanın, eski dönemin sömürgeci ilişkilerini değişikliğe uğratması da kaçınılmazdır. Sermayenin geri kalmış ülkelerde, gelişmiş kapitalist ülkelere oranla daha yüksek bir kâr elde etmesi mümkündür. Geri kalmış ülkelerde ücretler, hammadde, toprak fiyatı daha düşüktür. Fakat bu ülkelere sermaye akışının gerçekleşebilmesi için, sömürge ve yarı-sömürgelerde sanayi yatırımlarını mümkün kılacak bir alt yapının da var edilmesi gerekir. Çünkü sermaye ihraç edenlerin amacı, salt “sermaye fazlası”nı ellerinden çıkartmak değil, en yüksek kârı elde edecek bir yatırım alanı bulmaktır. Bu yüksek kârı, potansiyel bir beklenti olmaktan çıkarıp realize edebilmektir. Özellikle Asya’nın sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri açısından böyle bir ön hazırlık dönemi 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşanmaya başlandı. Öncelikle sömürge ve yarı-sömürgeleri dünya pazarına bağlayan ulaşım ağı yaratıldı. Gelişmiş kapitalist ülkelerden ithal edilen sermaye sayesinde bu ülkeler demiryolları ile donatıldı. Değişim elbette ki bu kadarla kalmadı. Sömürgeci ülkelerin, sömürgelerine sanayi ürünlerini ihraç etmeleri ve karşılığında kendileri için gerekli ucuz hammaddeleri ithal etmeleri temelinde yürüyen ekonomik ilişkiler de zamanla değişti ve derinleşti. Zira kapitalizmin emperyalizm aşamasında, gelişmiş sanayi ülkelerinin kolonyalizm dönemine özgü tek yönlü ilişkilerle yetinebilmeleri mümkün değildir. 20. yüzyılla birlikte, ihraç edilen sermaye gittiği geri ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi hızlandırırken, eski sömürge ülkeler kapitalist pazara entegrasyon açısından giderek daha elverişli hale gelmeye başladılar. Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sürecinin geçmiş dönemlere oranla ulaşmakta olduğu devasa boyutlar düşünüldüğünde, emperyalist güçlerin modern kapitalist üretim alanını büyütmeye nasıl yakıcı bir ihtiyaç duyduklarını anlamak zor değildir. Yıllar önce, Britanya İmparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Hindistan örneği nedeniyle Marx’ın da belirttiği gibi, zamanla sömürgelerde kapitalist bir gelişmenin yaşanması kaçınılmazdı. Kolonyalizm döneminde bu ülkelerde eski ataerkil imalat sanayiini paramparça eden ve onları yalnızca kendi mamul mallarına bağımlı kılan büyük kapitalist ülkeler, emperyalizm çağında sömürge ülkelere artık belli ölçülerde “sanayileşme” ihraç etmek zorundaydılar. Yeni alanların kapitalist dünya pazarına eklemlenebilmesi için, artık eski dönemin basit ticari ilişkileri asla yeterli olamazdı. Emperyalizm dönemi, eşitsiz çıkarlar temelinde ve öncelikle büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçları doğrultusunda yol alan bir kapitalist gelişmeyi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde de gündeme getirmiştir. Geçmiş dönemin sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri gelişmiş kapitalist ülkelerle arayı kapatamasalar da, sömürgecilik dönemindeki ekonomik gelişme düzeylerine kıyasla bir hayli yol aldılar. Sermaye ihracının yoğun olduğu bölgeler ve ülkeler, bu nedenle ekonomik açıdan eski dönemlerine oranla daha geri gitmediler. Tam tersine, aslında mali sermaye gruplarının yeterince kârlı bir yatırım alanı olarak görmedikleri ve sermaye ihraç etmedikleri eski sömürge ülkelerin birçoğu diğerlerine kıyasla daha geri durumda kaldılar. Açıktır ki bu değerlendirmeler, emperyalizmi, gelişmiş ülkelerin az gelişmişleri “geri bıraktırıcı” sinsi politikaları olarak ele alan “ulusal kapitalizm(!)” taraftarı sözde anti-emperyalistlerin hiç de işine gelmez. Fakat gerçek budur. Eşitsiz ve bileşik gelişme! Böylece, kapitalist ilişkilerin giderek hızlanan gelişim temposu içinde, özellikle Hindistan gibi önemli zenginlik kaynaklarına sahip olanları başta gelmek üzere, eski sömürge ülkeler de zamanla kapitalist sisteme entegre olmaya başladılar. Bu süreç Afrika’nın pek çok sömürge ülkesinde çok daha gecikmeli olarak yaşandı; özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirgin hale geldi. Aslında Marx’ın Kapital çözümlemelerinde tüm ipuçları verilen ve daha sonraki dönemlerde Lenin gibi devrimci Marksistlerin incelemelerine konu olan emperyalizm, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendini tam manasıyla ortaya koymuştur. 20. yüzyılın başlangıcında olduğu gibi bugün de, ama kuşkusuz ki çok daha muazzam bir düzeyde olmak üzere, sermaye ihracı emperyalizmin ayrılmaz parçasıdır. Çünkü, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğiliminin sonucu olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde dev ölçülere ulaşan sermaye birikimi, kendini el yakan “sermaye fazlası”nda açığa vurur. Bu “sermaye fazlası”, kendisi için kârlı bir yatırım alanı bulabilme iştahıyla, ulusal sınırları aşmak ve ihraç edilmek zorundadır. Onun oluşumundaki ana etken, ulusal ölçekte yatırım olanaklarının tükenmiş olması ya da iç pazarın her türden ürüne doymuş olması değildir. Kapitalistlerin amacının, kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak olmadığını biliyoruz. Sermayeyi güdüleyen yegâne faktör, daha yüksek bir kâr oranı elde edebilme arzusudur. Bu temelde sermaye, daha kârlı gördüğü alanlara, ülkelere akış eğilimindedir. Bu nedenle de emperyalizm döneminin en belirgin özelliği, gerek gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki, gerekse gelişmişlerden orta ve azgelişmişlere –ya da bir ölçüde tersi– yönelen muazzam sermaye hareketidir.

Emperyalizm Mali Sermayenin Uluslararası Yayılmacılığıdır

Sömürgecilik, yeni topraklara el koyma, buraları siyasal ve hukuksal açıdan metropol ülkeye tamamen bağlamak üzere toprak ilhak etme eğilimiydi. Yani bu kavram siyasal hak gaspını, siyasal ilhakı, üzerinde egemenlik kurulan ülkenin siyasi bağımsızlığının yok edilmesini anlatıyordu. Oysa mali sermayenin dünya imparatorluğu, asıl olarak ekonomik ilhak, yani zayıf ülkelerin üzerinde hegemonya kurma ve bu temelde emperyalist güçlerin kontrol altına alacakları nüfuz alanlarının yaratılması anlamına gelir. Toprak ilhakları ve sömürgeci yayılmacılık, emperyalizm diye adlandırdığımız mali sermaye çağının başlangıcında varlığını sürdürmüştür. O dönemde patlak veren Birinci Dünya Savaşında, büyük kapitalist devletler yalnızca emperyalist tarzda nüfuz alanları yaratmak için değil, aynı zamanda rakiplerine ait sömürgeleri ele geçirmek ve yeni sömürgeler elde etmek uğruna emekçi kitleleri birbirine boğazlatmıştır. Lenin’in o döneme ait açıklamalarında gerçekliğin bu iki yönü de yer alır. Zayıf ülkeleri emperyalizme özgü yöntemlerle dize getirme eğiliminin yanı sıra sömürgeci ilhaklar da gerçekleşmiş ve büyük kapitalist güçlerin bu saldırganlığı 20. yüzyılın ilk dönemlerine damgasını vurmuştur. Ancak yılların ilerlemesiyle birlikte, bir yandan yükselen ulusal kurtuluş savaşlarının zorlaması, diğer yandan mali sermaye egemenliğinin şu ya da bu ülke üzerinde sömürge tekeli oluşturulmasını fersah fersah aşan niteliği gereğince, eski sömürgeler birer birer siyasal bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Böylece eskinin anlı şanlı, “üzerinde güneş batmayan” sömürge imparatorlukları ortadan kalkmış olsa da, emperyalizm ortadan kalkmamış ya da nitelik değiştirmemiştir. O halde, emperyalizmi sömürgeci yayılmacılıkla bir tutup, sömürge imparatorluklarının çöktüğü İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasını tanımlamak için yeni kavramlar ileri sürmek doğru değildir. Bazılarının “yeni-sömürgecilik” kavramıyla dile getirmek istedikleri gerçeklik, aslında “yeni” bir şey olmayıp, az ve orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkeleri mali açıdan kendine bağımlı kılmış emperyalist-kapitalist sistemin ta kendisidir. Lenin, Ekim 1917’de yeni parti programının hazırlık tartışmaları sırasında, öncelikle ele alınması ve değerlendirilmesi gereken sorunun emperyalizm sorunu olduğunu belirtir. Kendi program taslağında da önemli noktalara dikkat çeker. Emperyalizmi, dünyanın toprak bakımından paylaşılması olarak ifade eden Sokolnikov’un taslağını eleştirir. “Sömürgeler (yeni topraklar) için verilen mücadele ve «zayıf ülkelerin topraklarına sahip olma» mücadelesi, hepsi emperyalizmden önce gerçekleşti” der Lenin ve devam eder: Emperyalizmin ayırdedici özelliği tamamıyla farklı bir şeydir, yirminci yüzyıldan önce varolmayan bir şey; uluslararası tröstler arasında dünyanın ekonomik olarak paylaşılması, ülkelerin pazar alanları olarak anlaşmalarla paylaşılması. Bu özel nokta Yoldaş Sokolnikov’un taslağında belirtilmemiş, böylece de emperyalizm, gerçekte olduğundan çok daha zayıf gösterilmiştir.[8] Emperyalizm döneminde aslolan, büyük emperyalist ülkelerin siyasal bağımsızlığa sahip ülkelere bile boyun eğdirebilen ekonomik gücüdür. Bu dönemin alâmet-i farikası olan dev tekeller ve mali sermaye grupları, şu ya da bu ülke pazarına nüfuz edebilmek için birbirleriyle yarışır, pastayı güçleri oranında paylaşırlar. Kapitalist sömürgecilik döneminden farklı olarak, emperyalist rekabet dünyanın toprak alanı bakımından paylaşımı için değil, asıl olarak mali sermayenin rahatça at oynatabileceği nüfuz alanlarının paylaşımı için yürür. Emperyalist tahakkümün işleyişinde borç mekanizması çok önemli bir yer tutar. Nitekim, “sömürgeci İngiliz emperyalizminden farklı olarak, Fransız emperyalizmini tefeci olarak adlandırabiliriz”[9] diyordu Lenin. Çünkü, Fransa’nın dış sermaye yatırımlarının büyük bölümünü Avrupa ülkelerine ve özellikle Rusya’ya verilen devlet borçları oluşturuyordu. Bu durum küçük bir ayrıntı değil, tam tersine emperyalizm dönemini niteleyen belirgin bir özelliktir. Ve böyle olduğu içindir ki, Lenin Fransa örneğinden söz ederken, gelişme çizgisinde ilk çıkışını küçük tefecilikle yapan kapitalizmin, bu çizgiyi büyük tefecilikle sona erdirdiğini belirtmekteydi. Sömürgeci İngiltere’ye oranla Almanya’nın durumu ise, emperyalizm döneminin asli özelliğini çok daha belirgin biçimde gözler önüne seriyordu: “Almanya’nın İngiliz sömürgeleriyle ticareti bizzat İngiltere’nin bu sömürgelerle olan ticaretinden daha hızlı gelişiyorsa bu, yalnızca Alman emperyalizminin İngiliz emperyalizmine göre daha genç, daha güçlü, daha iyi örgütlenmiş olduğunu, ondan üstün olduğunu kanıtlar”.[10] Almanya’nın sömürgelerinin az olduğuna ve yabancı ülkelere akan sermayesinin de Avrupa ile Amerika arasında eşit ölçülerde dağıldığına dikkat çekmekteydi Lenin. Emperyalizm döneminde güçlülük ölçütü artık sömürge fethinde değil, mali sermayenin başka bölgelere nüfuz etme gücünde aranmalıydı. Bu gerçek, yeni döneme damgasını basmaya başlayan ve Birinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte iyice açığa çıkan bir olgudur. Kapitalizmin inanılmaz bir hızla geliştiği genç bir ülke olan ABD, asıl olarak sömürgeci rekabet temelinde değil, doğrudan yeni bir temelde, yani mali sermayenin dünya ölçeğinde yayılması temelinde yükselen ekonomik bir güç odağı olmuştur. Avrupa ülkeleri kendi aralarında sömürgeler için rekabete tutuşmuşken, ABD bu Avrupa ülkelerini mali sermayenin gücüyle kucaklayarak aradan sıyrılıp sivrilmeye başlamış ve böylece emperyalist dünyanın hegemonik gücü olarak öne çıkmıştır. Bu gelişim 20. yüzyılın başında henüz çok belirgin olmasa da, Lenin’in çağımıza damgasını vuracak bu türden olgulara işaret ettiğini görebiliyoruz. Dünyadaki nüfuz alanlarının emperyalist ülkeler tarafından bölüşümünde belirleyici etken son tahlilde sermayenin gücüdür. Bu gerçeği, Amerikan multi-milyonerlerinin önde gelen bir gazetesinden aktararak belirtmekteydi Lenin: “Avrupa’da savaş, dünya egemenliği için verilmektedir. Dünyaya egemen olmak için iki şey gereklidir: dolar ve banka. Bizde dolar çok; banka da kuracağız ve dünyaya egemen olacağız.”[11] Emperyalizm aşamasına yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi mali sermayenin yayılmacılığı sayesinde aşmaya çalışır. Buharin’in deyimiyle, “mali sermaye her boşluğu doldurma ihtiyacı duyan, en girgin sermaye biçimidir”. Emperyalist-kapitalist sistem yıkılmadıkça, mali sermaye dünyayı giderek daha da yaygın ve yoğun bir biçimde sömürmeyi sürdürür. Böylece bir yandan dünyanın en ücra köşeleri bile emperyalist-kapitalist sistemin işleyişi içine çekilirken, diğer yandan bizzat emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik ilişkiler derinleşir.

Emperyalizm Döneminde “Bağımlılık” Sorunu

Sömürge ülke kavramı, siyasal bağımsızlıktan yoksun olan ve siyasal-hukuksal statü bakımından doğrudan metropol ülkeye bağlı ülkeleri anlatır. Metropol ülkenin sömürge üzerinde tam bir egemenlik hakkı, sömürge ülkenin de mutlak bir ekonomik, siyasal, diplomatik, askeri vb. bağımlılığı söz konusudur. Yarı-sömürge ülke kavramı ise, ancak sömürge statüsü ile ilişkili olarak bir anlam ifade eder. Sömürgeleştirilme açısından yarı yolda olan, siyasal bağımsızlığını neredeyse yitirme durumuyla yüz yüze bulunan ülkeleri (örneğin 20. yüzyılın başlarında Türkiye, İran, Çin vb.) kapsar. Oysa emperyalizm çağında, mali sermayenin ekonomik açıdan siyasal bağımsızlığa sahip bulunan ülkelere bile boyun eğdirmeyi başardığını biliyoruz. Fakat Lenin’in çözümlemelerine konu olan dönemde mali sermayeye hâlâ en büyük “rahatlığı”, bu ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını yitirmesi sağlayabiliyordu. O nedenle, Birinci Dünya Savaşının devam etmekte olduğu süreçte Lenin’in bu hususa dikkat çekmesinin gerçek bir temeli vardı: Yarı-sömürge ülkeler, bu yönden, “yarı-yolda” olan tipik örneklerdir. Dünyanın geri kalan kısmının tümüyle paylaşılmış bulunduğu bir çağda, özellikle mali-sermaye çağında, bu yarı-bağımlı ülkeleri ele geçirmek için yapılan savaşımın sertleşeceği anlaşılıyor.[12] Birinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde, gerçekten de Lenin’in belirttiği gibi, bu yarı-bağımlı ülkeleri ele geçirmek için yapılan savaşım sertleşti. Fakat aynı süreç, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişine ve Ekim proleter devriminin gerçekleşmesine de sahne oldu. Kısacası, olayların gelişimi yalnızca emperyalist ülkelerin rekabet mücadelesine ya da emperyalistlerin planlarına, arzularına bağlı kalmadı. Çarlık Rusya’sının yıkıldığı, bir işçi iktidarının kurulduğu ve bu iktidarın ezilen uluslara, ulusal kurtuluş mücadelelerine dostluk elini uzattığı koşullarda, emperyalistler planlarını yeniden gözden geçirmek zorunda kaldılar. Çünkü emperyalist güçler, ulusal kurtuluş mücadelesi olarak başlayan bir mücadelenin, muzaffer Sovyet proletaryasının cazibesi temelinde toplumsal kurtuluş mücadelesine yükselmesinden korkuya kapılmışlardı. Artık onlar için, sömürge ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sınırlı bir değişim ehven-i şer sayılabilecekti. Kaldı ki, emperyalist gelişmenin kendi doğasında da var olan dekolonizasyon eğilimi, ilerleyen yıllar içinde sömürge ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanıp mevcut ulus-devletler kervanına katılımını kışkırttı. Emperyalist odakların dünyanın çeşitli bölgelerinde kendi ekonomik, siyasi ve askeri çıkarları doğrultusunda at oynatabilmeleri için, daha zayıf durumda olan ülkeleri mutlaka sömürgeleştirmeleri gerekmiyor. Zaten Lenin de, tekellerin egemenliği altında ve kıyasıya bir rekabet mücadelesi temelinde dünyanın yeniden paylaşılması ihtiyacını yalnızca sömürgeleştirme kapsamında ele almamıştır. Lenin’in çözümlemesinde asıl önemli yön, mali sermayenin siyasal bağımsızlığa sahip ülkeleri bile içine alan ahtapot kollarına dikkat çekmiş olmasıdır: Kapitalizm, yoğunlaşmayı o derece geliştirmiştir ki, sanayiin bütün kolları, sendikalar, tröstler ve kapitalist milyonerlerin kurdukları birliklerce kıskıvrak bağlanmış ve hemen hemen bütün dünya “sermaye lordları” tarafından ya sömürgeler halinde, ya da sömürge olmayan öteki ülkeler, mali-sermayenin binlerce kollu ağı içine hapsolunarak paylaşılmıştır.[13] Birinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte, emperyalizm çağının ana eğilimi daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. Siyasal bağımsızlığa sahip, fakat mali-diplomatik açıdan emperyalist ülkelere bağımlı ülkelerin sayısı artmaktaydı. Emperyalizm döneminin bu eğilimine bizzat Lenin de dikkat çekmiştir. Örneğin çeşitli bağımlılık biçimlerinden söz ederken, sömürge ve yarı-sömürgelerin dışında bir de mali ve diplomatik açıdan bağımlı ülkeleri zikretmektedir: Bu çağın özellikleri, başlıca ülkelerin, yalnızca, sömürge sahipleri ve sömürge ülkeler olarak iki ana grup halinde toplanması değildir; görünüşte siyasal bağımsızlıklarına sahipmiş gibi olan, ama gerçekte, mali ve diplomatik bir bağımlılığın ağı içine düşmüş değişik bağımlı ülke biçimleri de vardır. Bu biçimlerden birine, yarı-sömürgelere, biraz önce değinmiştik. Bir başka biçimin örneğini, bize, örneğin, Arjantin sunmaktadır.[14] Lenin’in bu bağlamda üzerinde durduğu iki somut örnek Arjantin ve Portekiz’dir. Her iki ülke de siyasal bağımsızlığa sahip, ancak mali açıdan İngiltere’ye bağımlı ülkelerdir. Bu durumda artık bir sömürge statüsünden bahsetmenin maddi bir temeli yoktur. Yine de bir sömürge benzetmesi yapılıyorsa, bu sadece dayanaksız bir benzetmeden ibarettir. Zaten mali sermaye, siyasal bağımsızlığa sahip ülkelere bile boyun eğdiren, onların iç işlerine karışabilen, çeşitli diplomatik, askeri dayatmalarla kendi oligarşik çıkarlarını koruyan modern hükümdardır. Emperyalizm kitabında verdiği Portekiz örneği de, Lenin’in yalnızca sömürge tipi bağımlılık statüsü üzerinde durmadığının, daha da önemlisi, 20. yüzyıla damgasını basacak olan emperyalist tipte bağımlılık gerçeğini ele aldığının kanıtıdır: Bağımsız ve egemen bir devlettir Portekiz, ama aslında, iki yüz yıldır ... İngiliz himayesi altındadır. İngiltere, hasımları olan Fransa ve İspanya’ya karşı savaşımında, kendi durumunu kuvvetlendirmek için Portekiz’i ve sahip olduğu sömürgeleri savunmuştur. Buna karşılık, ticari üstünlükler, Portekiz’e ve Portekiz sömürgelerine meta ve özellikle sermaye ihracı konusunda ayrıcalıklar, Portekiz limanlarından ve adalarından, telgraf şebekesinden yararlanma hakları vb. elde etmiştir. Böylesi ilişkilere büyük devletlerle küçük devletler arasında her zaman rastlanmıştır. Ama kapitalist emperyalizm döneminde bunların genel bir sistem haline geldiği, “dünyanın paylaşılmasını” örgütleyen ilişkiler bütününün tamamlayıcı bir parçası olduğu görülüyor. Dünya mali-sermaye işlemleri zincirinin halkalarını meydana getiriyor.[15] Sömürgeleştirme eğilimi emperyalizm çağında genel bir kural olamaz. Bazen küçük ulusların siyasal bağımsızlığını tanımak emperyalistler açısından daha kârlı olabilir. Nitekim Lenin de bu hususa dikkat çeker. Emperyalizmin zeki liderleri, küçük ulusları bağımlı kılmanın “daha güvenilir ve kârlı yolunun, politik olarak bağımsız devletler yaratmak olduğunu” düşünmektedirler. Ama aynı liderler kuşkusuz şu gerçeği de açıkça vurgulamaktadırlar: “‘Biz’, şüphesiz mali bağımlılıkları için gerekeni yapacağız!”[16] İlerleyen yıllarla birlikte aradaki ayrımın çok daha rahat kavranabilir hale gelmesi bir yana, daha o dönemde kolonyalizmle emperyalizm arasındaki farkı anlatmaya çalışmıştır Lenin. Şöyle der; “siyasal ilhaka başvurmaksızın ekonomik ilhak gerçekleştirilebilir ve bu yola geniş ölçüde başvurulmaktadır.” Buna temel oluşturan mekanizmayı ise şu sözlerle açıklar: Amerikan tröstleri, emperyalizm ya da tekelci kapitalizm ekonomisinin en üst ifadesidir. Bunlar, hasımları saf dışı bırakmak için yalnızca ekonomik araçlara başvurmakla yetinmezler, sürekli olarak siyasal, hatta suç sayılan yöntemlere başvururlar. Ne var ki, tröstlerin, salt ekonomik yöntemlerle kendi tekellerini kuramayacaklarına inanmak çok büyük bir hata olur. Gerçek, bunun “elde edilirliği”ni gösteren birçok kanıt sağlıyor: Tröstler, hasımlarının kredisini bankalar aracılığıyla baltalarlar (tröstlerin sahipleri, hisse senetlerini satın alarak, bankaların sahipleri haline gelirler); hammadde elde etmelerini baltalarlar (tröstlerin sahipleri, hisse senetlerini satın alarak demiryollarının sahipleri haline gelirler); belli bir süre için tröstler maliyetin altında satış yaparlar, bir rakibi yıkmak ve sonra onun işletmelerini, hammadde kaynaklarını (madenler, toprak, vb.) satın almak için milyonlar harcarlar.[17] Lenin takiben, “işte size tröstlerin gücünün ve genişlemesinin salt ekonomik bir tahlili” demektedir. Bu satırlar, emperyalizmi “yeni-sömürgecilik” gibi yanlış kavramlarla açıklamaya çalışanlara da önemli bir yanıt niteliğindedir. Emperyalist güçlerin ekonomik üstünlükleri sayesinde zayıf durumdaki ülkelere kendi siyasal koşullarını, askeri planlarını dikte ettirdikleri bir sistemi, “bu da sömürgeciliğin bir çeşididir” diye tanımlayanlar, –eğer kötü niyetli değillerse– en azından sorunu bulandırmaktadırlar. Çünkü sorunu “sömürgecilik” temelinde ele almak, emperyalizm aşamasında zayıf ulus-devletlerin güçlülere bağımlılığını hâlâ bir “ulusal bağımsızlık” sorunu olarak ortaya koymak demektir. Oysa emperyalist kapitalist sistem altında, bazı istisnalar dışında genelde eski sömürge ülkelerin çoğu siyasal bağımsızlığını kazanmış ve böylece asıl bağımlılığın ekonomik bağımlılık olduğu gerçeği olanca çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. Fakat dünya kapitalist sistemi işte budur; ekonomik açıdan sisteme bağlı olmaksızın, tek başına yalıtılmış biçimde yaşayan bir kapitalist ülke olamaz. Dolayısıyla, emperyalizm döneminin bu ekonomik bağımlılığını, sömürgecilik döneminin siyasal bağımlılığı ile bir tutmanın hiç ama hiçbir bilimsel temeli yoktur. Zira, siyasal bağımsızlığın kazanılması kapitalist sistemin işleyişi ile çelişmemektedir. Tam tersine, emperyalist kapitalizm altında güçlü kapitalist ülkeler, bu bağımsızlığa sahip tüm ülkeleri de bin bir türlü ekonomik mekanizmayla kendilerine bağımlı kılmaktadırlar. Ama bu, artık sistemin bir bütün olarak işleyişine içsel olan eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılık olgusudur. Kapitalizm altında bu bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir. Ve daha da önemlisi, ekonomik bağımlılığı gerekçe göstererek, az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin bir zamanların sömürge ya da yarı sömürge ülkelerinde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermeleri gerektiğini ileri sürmek hiç doğru değildir.

Emperyalizm Tekelci Rekabet Üzerinde Yükselir

Hilferding mali sermayeyi, “sanayi sermayesi haline dönüşen banka sermayesi” olarak tanımlıyordu. Bu tanımı bir yönüyle eksik bulan Lenin, dikkati asıl olarak tekellere ve tekellerin oluşumuna çekmekteydi: Bu tanım, eksiktir; çünkü çok önemli bir olguyu; üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yol açtığı ve hâlâ açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir. ... Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayiin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi –işte mali-sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın özü.[18] Emperyalist aşamaya ilerleyen kapitalizmin en belirgin özelliklerinden biri, sanayi sermayesinin daha büyük işletmeler içinde hızlı bir tempoyla yoğunlaşmasıydı. Aynı şekilde, banka sermayesi de daha az sayıda ve çok daha büyük kurumlarda toplanmaktaydı. Böylece bankalar, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarını ve üretim araçlarının büyük bir bölümünü, bunun yanı sıra kapitalistlerin, küçük patronların para-sermayelerini kendi kontrolleri altına alan dev tekeller haline geldiler. Bu gelişme süreci içinde, giderek daha büyük bir kaynaşma temelinde banka sermayeleri ile sanayi sermayeleri iç içe geçti. Bankalar, mali sermayeyi yöneten uluslararası nitelikte kurumlar haline dönüştüler. Kapitalizmin emperyalist aşamasının temel özelliği olarak, tekeller belirleyici önem kazandılar. Çok daha önceden Marx’ın da işaret ettiği üzere, tekellerin sanayi ve bankacılık sektörlerinde nicelikçe gelişiminin yoğunlaşması bir nitelik dönüşümüne yol açarak yeni bir sermaye bileşimini, mali sermayeyi doğurmuştur. Kapitalizmin merkantilist ve serbest rekabetçi dönemlerinde sırasıyla ticaret ve sanayi sermayesi biçiminde belirginleşen sermaye, rekabetin sonucunda tekelci mali sermayeyi yaratmıştır. Tekelleri doğuran bizzat serbest rekabetin kendisidir. Ancak tekellerin varlığı kapitalist rekabeti ortadan kaldırmaz. Yani, tekel ve rekabet olgularının skolastik bir mantıkla birbirini dışlar tarzda ele alınması yanlıştır. Kapitalist gelişimin diyalektiği içinde, tekel ve rekabet birbiriyle çelişen fakat birlikte var olan bir bütünsellik oluşturur. Rekabet tekeli doğurur; ama rekabetin tekelleşme yoluyla aşılmaya çalışılması onu ortadan kaldırmaz. Tersine tekelin oluşumu, bu kez bir üst düzeyde rekabeti, yani tekeller arasındaki rekabeti yaratır. Bir an için düşünecek olursak, böyle bir hareketin kendi diyalektiği içinde varabileceği nihai sonuç, rekabeti tamamen dışlayacak olan bir “tam tekel” durumu olabilirdi. Ama bu, özel mülkiyete dayanan kapitalist üretim ilişkilerinin reddi demektir. Zaten emperyalist dönemin Marksist analizi, kapitalizmin en yüksek aşamasının gittiği bu yönü gösterir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, yani tekelleşmenin niceliksel gelişimi giderek niteliksel bir dönüşümü zorlamaktadır. Başlangıçta kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyeti temelinde örgütlenen kapitalist üretim süreci, hisse senetli anonim şirketlerin gelişmesi ve tekelleşmesi sonucunda, üretim sürecinin dünya ölçeğinde dev ölçekli sermaye grupları tarafından organize edildiği bir sürece dönüşmüştür. Emperyalizm dönemi ilerledikçe tekelleşmenin ulaştığı boyutlar, üretimin alabildiğine toplumsallaşması, kapitalizmin neredeyse kendi özünü inkâr ettiği bir noktaya doğru hızla ilerlemesi anlamına gelir. Kuşkusuz ki bu Marksist analiz, kapitalizmin tekelci gelişiminin içerdiği ana eğilime, onun gidişatına, onun yerini komünizmin alması gerektiğine işaret ediyor. Ancak kapitalizm kendiliğinden, doğal bir evrimin sonucunda yerini komünizme bırakmayacaktır. Bu niteliksel dönüşümün olabilmesi için proleter devrimlerle dünya kapitalist sisteminin yıkılması zorunludur. Kapitalizmin tekelci gelişimi, aynı zamanda, üretimin örgütlenmesinin artık ulusal sınırlar içine hapsedilemeyecek denli dünyasal bir karakter kazanmasına yol açar. Lenin bu hususa işaret eder: “Emperyalizm, gelişen kapitalizmin, ancak 20. yüzyılda ulaşılan en yüksek aşamasıdır. Kapitalizm, onlar kurulmadan feodalizmi yıkmasına olanak bulunmayan ulusal devletleri, şimdi kendisi için cendere gibi görüyor.”[19] Ama burada önemli bir hususu vurgulamamız gerekiyor. Kapitalist üretim tarzının eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğini daha baştan içinde taşıdığına; sermayenin yoğunlaşmasının ve belli ellerde merkezileşmesinin kaçınılmaz olarak tekelciliği doğurduğuna; kapitalizmin bu gidişatının ulus-devlet biçimlenmesinin dar sınırlarıyla bağdaşmayacağına; yıkılmadığı sürece kapitalizmin bu tür engelleri aşacak yollar arayıp bulacağına dikkat çeken bizzat Marx’tır. Ama bu emperyalizm değil mi? Bize göre elbette ki öyle. Ne var ki, Marx’ın kapitalist üretim tarzına ilişkin devasa çözümlemelerini, bir çırpıda “serbest rekabetçi kapitalizm dönemi teorisi”ne indirgeyiveren Stalinist tahrifat okuluna göre Marx’ın kapitalizmin bu gidişatından haberi yoktur! Bu gerçekleri çözümleyen, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasını keşfeden ve dolayısıyla emperyalizm teorisini kuran Lenin olmuştur! Stalinizmin bu boş iddiaları, uzun yıllar boyunca sözde bir Marksizm adına nice insanın bilincini bulandırıp gerçekleri kararttı. Oysa, yalnızca Marx’ın iyi bir öğrencisi olmak için çabalamayı erdem olarak kabul eden Lenin, Emperyalizm kitabında bakın şöyle diyordu: Yarım yüzyıl önce, Marx’ın, Kapital’i yazdığı sırada, serbest rekabet, iktisatçıların büyük çoğunluğunca, bir “doğa yasası” gibi görülüyordu. Kapitalizmin teorik ve tarihsel bir tahlilini yaparak, serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasına yol açtığını, bunun ise, belirli bir gelişme aşamasında tekelciliğe götürdüğünü tanıtlayan Marx’ın yapıtını, resmi bilim, sessizlik fesadıyla öldürmeyi denedi. Bugün ise, tekel, bir gerçek olarak ortadadır. İktisatçılar, tekellerin farklı belirtilerini göstermek için dağ gibi kitap yığıyorlar, hep bir ağızdan “marksizmin çürütüldüğünü” ileri sürmekte devam ediyorlar. Ne var ki, İngiliz atasözünde de denildiği gibi, gerçekler inatçı şeylerdir ve hoşumuza gitsin gitmesin, hesaba katılmaları gerekir.[20] Marksizmin kurucularının Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto gibi erken fakat temel eserlerinden itibaren, tüm çözümlemelerinde dünya ekonomisi kavramı çok önemli bir yer tutar. Dünya ekonomisi, kapitalizmin emperyalizm aşamasında giderek çok daha belirginleşen bir biçimde ete-kemiğe bürünür. Bu nedenle, emperyalizm çağında kapitalist üretim tarzının tüm unsurlarını (üretici güçler, üretim ilişkileri, işbölümü, artı-değerin üretilmesi ve bölüşülmesi, pazarlar, fiyatların oluşumu vb.) artık ulusal değil, uluslararası ölçekte kavramak gerçek bir zorunluluk haline gelmiştir. Günümüzde moda olan globalleşme (küreselleşme) gibi tüm tanımlamalar, aslında kapitalizmin 20. yüzyılda ulaştığı ve halen de içinde yaşamakta olduğumuz son evresini, yani mali sermayenin egemenlik çağını, kısaca emperyalizm olarak adlandırdığımız bu çağı anlatmaktadır. Örneğin, tekelci gelişmenin giderek daha üst düzeyde rekabeti kızıştırmasının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan tekelci birleşmeler, yalnızca ulusal sınırlar içinde gerçekleşmez. Sermayenin uluslararası yapılanması, çeşitli krizlere gebe olan çok çelişkili bir süreçtir. Bir yandan sermaye, gerek yapılanmasının tarihsel kökleri ve gerekse de icabında sığınacak güvenilir bir liman arayışı nedeniyle, sırtını bir ulus-devlete yaslama güdüsünden kendisini büsbütün kurtaramaz. Ama öte yandan, devasa yatırımlara ortaklaşa giren farklı ülke sermaye gruplarının varlığı da çok somut bir gerçekliktir. Ayrıca, büyük kriz dönemlerinde zor duruma düşen sermaye gruplarının, sermayenin vatanı yoktur prensibinden hareketle kendilerine daha güçlü “yabancı” ortaklar aramaları kapitalist işleyişin dayattığı bir zorunluluktur. Tekelci kapitalizm, tekelci evlilikler demektir. Ve bu türden evliliklerde de “gelin” ya da “damat”ın ulusdaş olması değil, ekonomik çıkarlar önemlidir. Örneğin, enerji alanında ekonomik bakımdan çok daha güçlü durumda bulunan bir Amerikan tekelinin, görece zayıflayan bir İngiliz tekeliyle yaptığı evlilik sonucunda (bu evlilikte bir eşitsizlik olsa dahi!) daha üst düzeyde bir çokuluslu tekelin doğumuna imza atılır. Orijinleri itibarıyla bir ulus-devlete dayanan her bir sermaye grubu, rekabet mücadelesinde başı sıkıştığında kendi ulus-devletini imdada çağırsa da, emperyalizm aşamasına yükselmiş kapitalizm işte böyle çelişik bir karaktere sahiptir. Hem birleşme, hem kapışma! Hem gerektiğinde ulus-devletin kanatları altına sığınma ihtiyacı, hem de ulus-devletin dar sınırlarını aşma çabası içinde milliyetine bakmaksızın gerçekleştirilen dünyasal evlilikler! Yani, sermayenin bütünleşme eğilimine rağmen, ulusal bölünmüşlükten azade, adeta dünya devletlerinden kopup bulutlar üzerinde gezinen soyut bir uluslararası sermaye yoktur. Fakat, belirttiğimiz çelişkili işleyiş içinde ve çok yönlü ekonomik ilişkilerin sonucunda, büyük mali sermaye grupları yine de ayaklarını tek bir ulus-devlet zeminine basmaktan ziyade giderek uluslararası bir karakter kazanırlar.

Emperyalizm Mali Sermayenin Egemenliğidir

Emperyalizm kitabına 1920 yılında yazdığı bir önsözde, Lenin, kapitalizmin bir avuç “ileri ülke”nin dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu, baskı altına aldığı bir dünya sistemine dönüşmüş olduğunu söylüyordu. Gerçekten de emperyalizm, güçlü kapitalist ülkelerin zayıf ülkelere çeşitli ekonomik koşulları dayattığı, onları türlü açılardan baskı altına aldığı bir sistemdir. Kapitalizmin bir dünya ekonomisine büyüme eğilimi, asıl olarak, artık uluslararası bir nitelik kazanan mali sermayenin egemenliği çağında somutlanmıştır. Emperyalizm mali sermayenin imparatorluğudur. Mali sermaye diğer sermaye biçimlerinden üstündür ve bu nedenle de mali sermaye yönünden güçlü birkaç büyük kapitalist devlet, diğer bütün kapitalist ülkeler karşısında üstün durumdadır. Emperyalizm döneminde üstünlük, güçlü mali sermaye gruplarının pazarlar üzerindeki egemen ve tekelci pozisyonunda kendini açığa vurur. Nitekim, Buharin’in l915 tarihli Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm adlı çalışmasına yazdığı önsözde, Lenin, 20. yüzyılın yeni hükümdarını şöyle tanımlar: Artık zamanın “hükümdarı” son derece oynak ve esnek bir yapıya sahip olan, ipleri birbirine dolaşırcasına, her ülkede ve uluslararası düzeyde “isimsiz” olarak iş gören, üretimle doğrudan ilişkisi olmaksızın müthiş bir kolaylıkla yoğunlaşan ve daha şimdiden adamakıllı yoğunlaşmış bulunan mali-sermayedir.[21] Bu son derece oynak ve esnek yapıya sahip olan çağdaş hükümdar, bir zamanlar elinin altında tuttuğu sömürge ve yarı-sömürge statüsündeki ülkeler siyasal bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da, ipleri birbirine dolaşırcasına, her ülkede ve uluslararası düzeyde iş görmeye ve egemenliğini sürdürmeye devam etti. Giderek muazzam ölçeklere varan mali sermaye tutarlarını kontrolleri altında tutan büyük banka-sanayi tekelleri, bir zamanların mütevazı sanayi kapitalistlerinden farklı olarak, ilgilerini üretim sürecinde tek tek fabrikalar ya da işletmeler üzerinde odaklaştırmak zorunda değillerdi. Son tahlilde elbette ki, mali sermaye ancak üretim sürecine yatırım yaparak, bu süreçte artı-değer elde ederek kendisini genişletebilir. Ama mali sermaye fonlarını kontrolleri altında tutan finans-kapitalistler, artık üretim sürecinde bizzat denetleyici olarak yer almaya bile gerek kalmaksızın, devasa kârları kendi kasalarına akıtmanın yollarını döşediler. Mali sermaye hükümdarları, organizasyon ve denetim işlerini dolgun gelirli profesyonel yöneticilere devredip, Lenin’in deyişiyle “üretimle doğrudan ilişkisi olmaksızın” dünyasal egemenliklerini geliştirmenin yolları, yöntemleri üzerinde yoğunlaştılar. Toparlayarak vurgulayacak olursak, emperyalizm, mali sermaye egemenliğiyle taçlanan ve esas olarak mali sermayenin uluslararası yayılmacılığında somutlanan kapitalist sömürü sistemidir. Kapitalizmin emperyalist aşamasının ilerleyişi içinde, sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş mücadeleleriyle siyasal bağımsızlığın kazanılması bu emperyalist aşamanın özelliğini değişime uğratmamıştır. Tersine, emperyalizm çağında asıl olanın ekonomik hegemonya eğilimi olduğunu tüm çarpıcılığıyla ortaya koymuştur. Günümüzde kapitalizm, tek bir dünya pazarında somutlanan ve irili ufaklı tüm kapitalist ülkeleri –bu arada Stalinist bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte kapitalistleşme yolunu tutan ülkeleri de– kucaklayan, uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten bir dünya sistemidir.

Emperyalist Çağın Ayrılmaz Parçası: Hegemonya Savaşları

Emperyalizm çağında sermayenin ulusal sınırları aşma gereksinimi nedeniyle, tekelci rekabet uluslararası boyuta sahiptir. Büyük kapitalist devletler, sürüm pazarları, hammadde pazarları ve sermaye yatırım alanları üzerinde egemenlik kurabilmek amacıyla birbirleriyle yarışırlar. Kapitalist üretimin yükseliş dönemlerinde bu yarış görece barışçıl koşullarda sürdürülebilir olsa da, büyük ve derin kriz dönemlerinde rekabet mücadelesini eski yöntemlerle sürdürmek olanaksız hale gelir. Böylesi dönemlerde emperyalist devletlerin nüfuz alanları üzerindeki hegemonya mücadelesi, açık paylaşım savaşlarına dönüşebilir. Emperyalist savaşlar, emperyalistler arası kapışma politikasının askeri yöntemlerle sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Bu nedenle, kapitalist gruplar arasındaki çekişmelerin içeriğini çözümlemeye çalışmak yerine, bunların bugün için barışçı yarınsa barışçı olmayacak biçimlerine takılıp kalmak yanlıştır. Emperyalist ülkeler ve farklı sermaye grupları uluslararası alanda girift ilişkiler içinde olsalar da, bu rekabet içindeki bir birlikteliktir. Dolayısıyla bazı dönemlerde rekabetin alabildiğine kızışması, emperyalist ülkelerde daha çok silahlanma ve savaş yönünde bir eğilim doğurur. Kapitalist sistemin verili ekonomik güç dengesinde önemli değişimler yaşandığında ve hegemonya krizi derinleştiğinde, emperyalist güçler kozlarını yeniden paylaşmak üzere dünya siyasetini silahların eşliğinde yürütmek zorunda kalabilirler. Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut “sermayeleri”, “güçleri” oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz.[22] Lenin, emperyalizm çağını karakterize eden bu gibi eğilimleri ortaya koyarken, kapitalizmin giderek “barışçı” bir işleyişe ulaşacağı iddialarına karşı da mücadeleyi sürdürmüştür. Örneğin, emperyalistlere akıl hocalığına soyunan dönek Kautsky (günümüz döneklerinin bu pîri), “sermayedeki yayılma dürtüsü emperyalizmin baskı ve şiddet yöntemleriyle değil, barışçı demokrasiyle en elverişli ölçülere ulaşabilir” der.[23] Oysaki, emperyalist savaşlar, militarizm, dünyadaki nüfuz alanlarının yeniden paylaşılmasına eşlik eden şiddet politikası, tüm bunlar emperyalist çağın ayrılmaz parçalarıdır. Bu nedenle, emperyalizmi mali sermayenin politikalarından biri, bir baskı ve şiddet politikası olarak ele alan ve böyle bir politikanın zorunlu olmadığını göstermeye çalışan Kautsky gibilerin siyasal açıdan mahkûm edilmesi gerekir. Kautsky, mali sermaye klikleri arasındaki uluslararası giriftleşmenin artış eğiliminden, “barışçı kapitalizm”in olanaklı olduğu sonucunu çıkartıyordu. Bu düşüncesini, tekelci birliklerin giderek tek bir dünya tröstünü yaratacağı ve böylece rekabet ve bunalımları ortadan kaldıracağı yolundaki “ultra-emperyalizm” çözümlemesinden türetmekteydi. Oysa Lenin, tekelci kapitalist birliklerin oluşumuyla rekabetin ve bunalımların bir üst düzeyde yeniden üretildiğini gözler önüne sermeye çalıştı. Emperyalizmin bir “barışçı” yayılma dönemi olacağı düşüncesi gerçeklerle bağdaşmayan tehlikeli bir düştü. Lenin, emperyalizmi bir “politika” biçimi olarak değil, çağdaş kapitalizmin bizzat kendisi olarak tanımladı; baskı ve şiddetin emperyalist kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladı. Öte yandan Kautsky, emperyalizmi sanayileşmiş ülkelerin gittikçe daha geniş tarım bölgelerini ilhak etme eğilimi olarak ele alıyordu. Halbuki emperyalist savaşlar geri ülkelerde toprak ilhaklarına yol açsa da, emperyalizm bundan ibaret değildi. Ve Lenin tam da bu noktada çok önemli bir gerçekliğe dikkat çekti. Emperyalist ülkeler arasındaki rekabetin kızıştığı ve emperyalist bir savaşa dönüştüğü konjonktürde, bu ülkelerin rakiplerini zayıflatmak, hegemonyayı ele geçirmek amacıyla, bizzat sanayileşmiş kapitalist ülkelere de saldırabileceklerini hatırlattı. Almanya’nın, İngiltere’nin egemenliğini sarsmak amacıyla Belçika’ya saldırısı, bunun bir örneğini vermekteydi. Bu yolla Belçika, Almanya’nın sömürgesi olmuyor, fakat emperyalist savaşın alanı genişliyordu. Belçika burjuvazisi kendi ulus-devletini savunmak amacıyla, emperyalistler arasındaki bloklaşmada safını bu somut koşullara göre belirliyordu. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya kavgasını yansıtan çeşitli bölgesel savaşlarla kanıtlandığı üzere, günümüzde de “barışçı kapitalizm” tehlikeli bir düştür. Bu “düş”, Kautsky benzeri “modern” döneklerin, işçi sınıfının devrimci mücadelesini baltalamak amacıyla ileri sürdükleri bir safsatadır. Emperyalist çağa damgasını basan hegemon güç ABD örneği, mali sermayenin saldırgan yayılmacılığının açık göstergesidir. Amerikan emperyalizminin hegemonyası altında geçen yıllar, bu hegemonyanın sürdürülebilmesinin ve çeşitli bağımsız devletlere dayatılabilmesinin yolunu da çok açık biçimde gözler önüne sermiştir. Emperyalizm, çeşitli uluslar üzerinde baskı, onların içişlerine karışma, siyasal komplolar, siyasal gangsterlik ve en önemlisi de emperyalist savaşlar demektir. Ve emperyalizm tüm bu kahrolasıca işleyişini, söz konusu ülkeleri sömürgeleştirmeksizin de pekâlâ yürütebildiğini kanıtlamış bulunuyor. Elbette ki, emperyalist ülkeler işlerine geldiğinde ulusal ayrılıkları körüklemekte, farklı ulusları birbirine düşürerek yeni ulusal sorunlar yaratmaktadırlar. Ayrıca, emperyalist güçlerin çıkarttığı bölgesel savaşlarda, savaşa konu olan ülkelerin toprakları işgale uğrayabilir ve bu nedenle de ulusal sorun yeniden ve yeniden gündeme gelebilir. Fakat tüm bu örnekler dikkate alındığında dahi, sonuç sömürgecilik döneminden farklı olarak yeni sömürgelerin yaratılması değil, egemen gelen emperyalist devlet yanlısı yeni burjuva iktidarların ya da yeni ulus-devletlerin kurulması olmaktadır.

Anti-Emperyalist Mücadele Ulusal Kurtuluş Mücadelesine İndirgenemez

Emperyalizmi çağdaş kapitalizm olarak değil de, yalnızca onun politikalarından biri olarak kabul eden Kautsky gibiler, bir sistem olarak emperyalizme cephe almazlar. Örneğin Kautsky, bir bütün olarak emperyalist ekonomik işleyişe değil de yalnızca ilhak politikasına karşı çıkılmasını savunur. Bu tamamen reformist ve pasifist bir düşünce tarzıdır ve sahte bir “anti-emperyalizm” anlayışına temel oluşturur. Nitekim Lenin’in Kautsky’ye yönelttiği eleştiri, bu tür yaklaşımların ipliğini pazara çıkarmaktadır: Bu, ilk bakışta alkışlanacak bir yanıt gibi geliyor. Ama, aslında, emperyalizmle uzlaşmanın daha ince, daha iyi maskelenmiş (bu bakımdan da daha tehlikeli) bir propagandasını taşıyor; bankaların ve tröstlerin politikasına karşı yapılıp da bunların ekonomik temellerini kavramayan bir “savaşım”, reformizmden ve burjuva pasifizminden başka bir şey değildir, masum ve iyi niyetli isteklerden öteye gidemez.[24] Buradan hareketle, bazı önemli hususları vurgulayalım. Emperyalizme karşı savaşımı, ulusların kaderlerini tayin hakkının kabulü ile sınırlayan bir siyaset burjuva reformizminden öteye geçemez. Emperyalizme karşı mücadeleyi, yalnızca ilhaklara karşı çıkmaya indirgeyen ve böylece emperyalizmin ekonomik temellerine cephe almayan bir siyaset, anti-emperyalist değildir. Ne zaman ki ilhaklara ya da ulusal baskıya karşı başlayan bir mücadele, emperyalist sistemin ekonomik temellerine karşı da yönelir, işte ancak o zaman anti-emperyalist bir nitelik kazanmış olur. Fakat mücadelenin bu boyutlara yükseltilmesi ne burjuvazinin ne de küçük-burjuvazinin derdi değildir. Ulusal ezilmişliğe karşı ortaya çıkabilecek herhangi bir mücadelenin anti-emperyalist bir başkaldırıya dönüşebilmesi ancak ve ancak devrimci proletaryanın sorunudur. Belçika örneğinde olduğu gibi, topraklarının bir başka devlet tarafından ilhak edilmesine karşı çıkan ve ulusal egemenlik hakkını koruyan burjuvazi kendi sınıfsal çıkarlarını savunmaktadır. Ama bu anti-emperyalizm değildir. Yalnızca, saldırgan emperyalist devlete karşı kapitalizm temelinde bir tavır alıştır. Bu nedenle de, örneğin Alman emperyalizmine karşı çıkan Belçika burjuvazisi İngiliz emperyalizmiyle çıkar birliğini ve dostane ilişkilerini pekiştirmeye çalışır. Burjuvazinin sınıfsal çıkarları asla kapitalist sistemden kopmayı değil, onun içinde daha güçlülere karşı kendi egemenlik haklarının kabul ettirilmesini gerektirir. O halde, devrimci proletaryanın emperyalizm karşıtlığını şu ya da bu emperyalist devletin politikasına karşı çıkma ya da “kendi” burjuvazisinin egemenlik hakkını savunma düzeyine indirgemek düpedüz sınıf işbirlikçiliğidir. 20. yüzyıl içinde ulusal kurtuluş mücadelelerini başarıyla sonuçlandıran pek çok sömürge ülke, ulusal (siyasal) bağımsızlığını kazanarak, kendi ulus-devletini kurdu. Ancak zaman içinde görüldü ki, siyasal bağımsızlığını kazanmış ülkeler kapitalist sistemin içinde kalmaya ve onun bir bileşeni olmaya devam ettiklerinde, ekonomik açıdan kaçınılmazlıkla emperyalizme bağımlı kaldılar. Böylece emperyalizm, siyasal bağımsızlığını kazanmış ülkeler üzerinde de egemenliğini sürdürebilen bir sistem olduğunu kanıtladı. Dolayısıyla kapitalizmin emperyalist aşamasını sömürgecilik temelinde ele almanın, örneğin onu “yeni-sömürgecilik” vb. olarak nitelemenin Marksizm açısından doğru bir tarafı yoktu. Ne var ki, gerçek yaşamda güncel siyasetin akışı içinde kavramlar çarpılabiliyor, ya da daha doğrusu çarpıtılabiliyor. Örneğin, 1960’larda sömürge ülkelerde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri sürecinde, emperyalist sistemi “yeni-sömürgecilik” diye nitelemek yaygın bir eğilimdi. Hatta bu niteleme, siyasal bağımsızlık için savaşan güçlerin dilinde kendileri için önemli bir anlam da ifade ediyordu. Bunun anlaşılabilir bir tarafı da vardı; zira bu ulusal kurtuluşçular, emperyalizm çağının içinde henüz geçmiş dönemin sömürgeciliğine karşı mücadele yürütmekteydiler. Ancak, bu anakronizm nedeniyle onlar “yeni-sömürgecilik” dediklerinde bile aslında hedef tahtasına yeni dönemin gerçekliğini, yani emperyalizmi yerleştirmiş oluyorlardı. Örneğin, Gana’nın ulusal kurtuluşçu lideri Nkrumah’a göre yeni-sömürgecilik, “Afrika’ya bir elle bağımsızlığını verip öteki elle geri alma metodudur. ... yeni-sömürgeci devletin eski sömürgesine, onu bir müşteri-devlet haline getirip politika dışı yollarla kontrol altına alabilmek için bir çeşit egemenlik tanıdığı yalancı bir bağımsızlıktır”.[25] Nkrumah, “yeni-sömürgecik” diye bir şeyi tanımlamak isterken tam da emperyalizm çağının temel özelliğini anlatmış oluyordu. O, bu sözleriyle, siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı mücadelelerin, yani emperyalist işleyişi değiştiremeyen, emperyalizme gerçek bir darbe indiremeyen ulusal kurtuluş mücadelelerinin salt anti-sömürgeci karakterini de gözler önüne sermekteydi. Doğrudur, bir dünya sistemi olan emperyalist sistemden kesin bir kopuş olmadıkça, yalnızca siyasal bağımsızlığın kazanılmasıyla emperyalizmden bağımsız olunamayacağı gerçeği çeşitli örneklerle kanıtlanmıştır. O halde, emperyalizmden bağımsızlık sorunu ulusal bağımsızlık sorununa indirgenemez; anti-emperyalizm toplumsal kurtuluş sorunudur. Emperyalist ülkelerin, görece daha zayıf durumda bulunan kapitalist ülkelere dayatmaları elbette ki yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmıyor. Ancak bu durum, kapitalist düzenin genel bir yasasıdır. Kapitalizmde parayı veren düdüğü çalar! Büyük emperyalist devletlerden muazzam miktarlarda borçlanan kapitalist devletlerin burjuvazisi, eşitsiz ilişkiler ya da “iç işlerine” karışılması nedeniyle ne kadar sızlansa da, bu bir bütün olarak onların kapitalist düzenidir. Bu tür sızlanmalardan işçi sınıfına ne? Daha güçsüz burjuvazinin derdini dert edinmek, ya da işçi sınıfına kapitalizm temelinde “tam bağımsız ve ulusal bir düzen” propagandası yapmak ancak küçük-burjuvazinin şanına yakışabilir. Oysa, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde proletaryanın yakıcı sorunu, “kendi” burjuvazisinin “ekonomik bağımsızlığı(!)” değil, kapitalist sömürü düzeninden kurtuluştur. Kısacası, emperyalizm karşısında işçi sınıfının mücadele hedefi burjuva düzene son vermektir, yani siyasal iktidarın fethidir, proleter devrimdir. Anti-emperyalizm tartışmaları açısından çok büyük önem taşıyan hususlar, Lenin’in Emperyalizm kitabında dile getirilmiştir. Burjuvazinin hiçbir kesiminden anti-emperyalizm beklenemez! Bu saptamanın altında yatan ekonomik gerçekliği gözler önüne serer Lenin: Bir yandan, birkaç elde yoğunlaşmış, ve yalnızca küçük ve orta kapitalisti değil, çok küçük kapitalist ve çok ufak patronları da kendine bağlayan yaygın ve sıkı bir ilişki ağı kurmuş olan mali-sermaye, öte yandan, dünyayı paylaşma ve başka ülkelere egemen olma yolunda başka ulusal mali gruplara karşı girişilen gitgide yoğunlaşan savaşım, bütün mülk sahibi sınıfların tamamıyla emperyalizm safına geçmesine neden olmaktadır.[26] Aslında, küçük-burjuvaziden de tutarlı bir anti-emperyalizm beklenemez! Küçük-burjuva demokratların anti-emperyalist mücadele anlayışları yarım yamalaktır; çünkü bunlar, emperyalist politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki çözülmez bağları görmezden gelirler. Emperyalizmin karşısına “ulusal kapitalizm”i çıkartarak, emperyalizmden bağımsız bir kapitalizmin de pekâlâ mümkün olabileceği hayalini yayarlar. Emperyalizmi, tüm kapitalist ülkeleri kaçınılmazlıkla içine alan dünya kapitalist sistemi olarak kavramaktan acizdirler ya da böyle kavramak işlerine gelmez. Nüansları bir yana bırakacak olursak, tüm küçük-burjuva sol akımlara egemen olan “anti-emperyalizm” anlayışının özü şudur; ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş olan sözde bir emperyalizm karşıtlığı! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı “politikalara karşı” tutum almaktan ibarettir. Ne var ki, bütün bu tutarsızlıklarına rağmen küçük-burjuva muhalif akımlar dünyada oldukça geniş bir yer tutar ve bu olgu kapitalizmin bir gerçekliğidir. Mali-oligarşi her alanda gericilik ve artan bir ulusal baskı yarattığından, bu durum genelde, zayıf ya da güçlü çeşitli kapitalist ülkelerde, küçük-burjuva demokratların muhalefetini ortaya çıkarır. Vaktiyle Lenin bu konuda somut bir örnek de vermiştir. 1898’de ABD’nin İspanya’ya karşı yürüttüğü yayılmacı savaşta, Birleşik Devletler’deki küçük-burjuva demokratların siyasal tutumuna değinir. Savaşın ekonomik özüne karşı çıkmak yerine yalnızca toprak ilhakını anayasaya aykırı bularak, bunu canice bir savaş olarak nitelemekle yetinmektedir küçük-burjuva reformistleri. Dün olduğu gibi bugün de, sözde anti-emperyalist tutumun üzerine cafcaflı bir radikalizm cilası atmak –canice gibi sıfatlarla– tam da küçük-burjuvazinin meşrebine uygundur ve alayı haketmektedir. Zaten Lenin de öyle yapmıştır; “İspanya’ya karşı açılan emperyalist savaş, «anti-emperyalistler»in, burjuva demokrasisinin son mohikanlarının muhalefetini uyarmış oldu” der.[27] Lenin, Emperyalizm kitabına 1920 Temmuzunda yazdığı Önsöz’ü ise şu sözlerle bitirmektedir: “Emperyalizm, proletaryanın toplumsal devriminin önbelirtisidir. Bu 1917’den beri dünya ölçüsünde doğrulanmıştır.” Onun da üzerine basa basa açıkladığı gibi, emperyalizm çağı proleter devrimler çağıdır. Çünkü, kapitalizmin bu en yüksek aşaması, dünya ölçeğinde proleter devrimin koşullarının olgunlaşmasından, sosyalizmin maddi temellerinin döşenmesinden başka bir anlama gelmez. Bir dünya sistemi düzeyine yükselen kapitalizm, aslında kendi sonuna doğru ilerlemektedir: Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir.[28] Çağımızda kapitalist sömürü düzeni emperyalist sistemde somutlandığına göre, tüm kapitalist ülkelerde proletaryanın devrimi anti-emperyalist bir devrim olacaktır. Bunun başarılabilmesi için değişik ülkelerde nasıl bir yol izlenmesi gerektiği, proleter devrimin genel karakterine oranla ikincil bir sorundur. Zaten Stalinizmin doğmalaştırdığı aşamalı devrim anlayışı karşısında, devrimci Marksizmin bayrağını yükselten Troçki’nin savunduğu sürekli devrim anlayışının özü de budur. Orta ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerde proleter devrim, gelişmiş kapitalist ülkelere oranla henüz çözümlenmemiş bazı ek sorunların da üstesinden gelmek zorundadır. İşçi sınıfının devrim programı, bu devrimin geçerken çözeceği demokratik kapsamlı görevleri de içerecektir. Ve son olarak da şu önemli hususu belirtelim: Günümüz dünyasında, irili ufaklı tüm kapitalist ülkelerde proleter devrimi kendi içeriğiyle değil de, örneğin “sömürge devrimi”, “ulusal kurtuluş devrimi”, “demokratik devrim” vb. şeklinde tanımlamak, işçi sınıfının devrim hedefini bulandırmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmeyecektir.

[1]   akt: Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., Haziran 1979, s.96 [2]   Lenin, age, s.93, 94 ve 97 [3]   Lenin, age, s.93 [4]   Lenin, age, s.27 [5]   Lenin, age, s.28 [6]   Lenin, age, s.56 [7]   Lenin, age, s.74 [8]   Lenin, “Revision of the Party Programme”, Collected Works, Vol. 26, s.167 [9]   Lenin, Emperyalizm, s.77 [10] Lenin, age, s.138 [11] akt: Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., Aralık 1975, s.138-139 [12] Lenin, Emperyalizm, s.99 [13] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, , s.14 [14] Lenin, Emperyalizm, s.103 [15] Lenin, age, s.104 [16] Lenin, “A Turn in World Politics”, Collected Works, Vol. 23, s.267 [17] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., Eylül 1991, s.40-41 [18] Lenin, Emperyalizm, s.58 [19] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s.14 [20] Lenin, Emperyalizm, s.26 [21] Buharin, Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, Özgün Yay., Temmuz 1975, s.17 [22] Lenin, Emperyalizm, s.90 [23] akt: Lenin, age, s.136 [24] Lenin, age, s.112-113 [25] akt: Basil Davidson, Afrika’da Milli Kurtuluş ve Sosyalizm Hareketleri, Sosyal Yay., 1965, s.124 [26] Lenin, age, s.132 [27] Lenin, age, s.134 [28] Lenin, age, s.32

Ağustos 2002
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Kolonyalizmden Emperyalizme /2

2.Bölüm

ke_0.png

Emperyalizm ve Sömürge Ülkelerdeki Değişim

“Mali sermaye tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor.”[29] İşte 20. yüzyılın en kısa özeti. Emperyalizm çağında, farklı gelişme düzeyindeki ülkeler arasında işleyen eşitsiz fakat karşılıklı ilişkiler hesaba katılmadan, ne doğru bir emperyalizm çözümlemesi yapılabilir ne de doğru bir anti-emperyalizm anlayışı geliştirilebilir. Oysa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle 1960’larda üçüncü dünyacılık eğilimine kapılan Marksistler, emperyalist sistemin iç işleyiş yasaları konusunda zihinleri bulandırdılar. Üçüncü dünyacılığa sunulan sempati ve destek nedeniyle, “ulusal” (!) ekonomiyi savunma kılığına bürünen burjuvaca edalar, nazlar bile anti-emperyalizm adına alkışlandı. 1960’lar dünyasının az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeleri, bu kez “yeni-sömürge”, “yarı-sömürge” ülkeler olarak nitelenip, ezilen uluslar kategorisinin içine sokuşturuldu. Böylece bu tür ülkelerde sanki hâlâ bir ulusal kurtuluş sorunu olduğu yanılgısı yaratılarak, proletaryanın kapitalist düzene karşı mücadele hedefi (yani gerçek anti-emperyalizm) unutturuldu. Emperyalizmin, her kapitalist ülkenin iç işleyişinde de somutlanan bir ekonomik sistem olduğu gerçeği gölgelendi. Bu sistemin dışına çıkılmadan bile, ekonomik açıdan “ulusal bağımsızlıkçı” bir işleyişin olabileceği yolundaki kof propagandalarla sahte bir anti-emperyalizm yaratıldı. Bu tür siyasal akımların bilinçli yaratıcıları Stalininistler olsa bile, ne yazık ki kendilerini Troçkist olarak adlandıran bazı çevreler de bu bulanıklığın sürüp gitmesine az hizmet etmediler. Örneğin Mandel ve çevresinin günümüz dünyasına taşıdıkları “sömürge” nitelemesi bu tutumun tipik bir örneğini oluşturur. Sömürgelerin çöktüğü bir dünyada, eski sömürge ülkelerin emperyalist sisteme bağımlılığını hâlâ “sömürge” kavramları eşliğinde açıklamayı sürdürmek hiç doğru değildir. Böyle bir tutum aslında Troçki’nin çözümlemelerine de pek kulak asmamak anlamına gelir. Tıpkı Lenin gibi Troçki de, emperyalizm döneminin sömürgecilik döneminden farklı bir nitelik taşıdığını açıklamıştır. Nitekim Troçki, 1914 tarihli Savaş ve Enternasyonal başlıklı yazısında, emperyalizmin ve emperyalist savaşın dekolonizasyona yol açan genel eğilimine değiniyordu: Bununla birlikte kapitalist ülkeler arasında kolonilerin yeniden bölüşümü kapitalist gelişimin temelini büyütmez, fakat sadece değiştirir. ... Buna belirleyici önemde diğer bir faktör eklenmelidir: Bu da kolonilerin bu savaştan kazanmış oldukları kendi kapitalist uyanışlarını sağlayan itici güçtür. Dünya ekonomisinin karışıklığı koloni ekonomisinin kökten değişimini gösterir ve bu, onların koloni karakterlerini kaybetmeye başladıklarının belirtisidir.[30] Mandel ve benzeri düşüncede olanlar, Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına dair önemli değerlendirmelerinin sanki yalnızca eşitsizlik yönünü kabul edip, bileşik yönünü unutturmak istediler. Bu yolu tutanlar, eski sömürge ülkelerde kapitalist gelişmeyi “engelleyen” (!), “geri bıraktıran” (!) bir emperyalist çağ tanımı geliştirdiler. Mandel’den aktaracağımız satırlar, yaşanan gerçeklerle bağdaşmayan içi boş genellemelere örnek oluşturuyor: Oysa emperyalist çağın ... başlamasıyla birlikte, kapitalist dünya pazarının işleyişi, az-gelişmiş ülkelerin “normal” kapitalist gelişimini ve özellikle derinlemesine bir sanayileşmeyi kolaylaştırmak şöyle dursun, tersine bu gelişimi engelleyen bir etken oluşturdu. Marx’ın, her gelişmiş ülke daha az gelişmiş bulunan bir ülkeye geleceğinin resmini gösterir, şeklindeki, bütün serbest rekabetçi kapitalizm çağı boyunca anlamını korumuş olan formülü artık geçerliliğini yitirmiş oldu.[31] Sanki emperyalizm döneminde ulusal bağımsızlığını kazanan eski sömürge ülkeler, gelişmiş kapitalist ülkelerle ekonomik ilişki içine girmeyip yalnız başlarına kalsaydılar, daha çok gelişecekler ve sanayileşeceklerdi! Marx, “her gelişmiş ülke daha az gelişmiş bulunan ülkeye geleceğinin resmini gösterir” derken, kapitalist üretim tarzının temel bir özelliğine işaret ediyordu. Kapitalizm, farklı tarihsel geçmişlere, farklı gelişme düzeylerine sahip her ülkeyi ve bölgeyi önüne katıp bir dünya sistemine doğru ilerleyecekti. Nitekim emperyalizm çağı, kapitalizmin gidişatına ilişkin Marx’ın çözümlemelerini doğruladı. Bu gerçekleri görmezden gelerek, Marx’ın önemli tespitlerini, “serbest rekabetçi kapitalizm boyunca anlamını korumuş formül”ler olarak nitelemenin, “eşitsiz ve bileşik gelişme yasasını Lenin keşfetti” demekten ne farkı var? Boş sözler karşısında lâfı uzatmamanın en iyi yolu, bu türden iddialara verilmiş önemli bir yanıtı hatırlamak olacak: İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece, sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına olduğunu unutmamalı.[32] Lenin’in belirttiği gibi, sömürge ülkelere yapılan sermaye ihracının doğurduğu sonuç, oralarda da kapitalist gelişmenin hızlanmasıydı. Peki hızlandı da ne oldu? Bu ülkeler yaşanmakta olan kapitalist gelişme nedeniyle sarsıcı bir değişim geçirirlerken, sömürge statüleri sürgit devam edemezdi. Onlar da eninde sonunda, emperyalist sistemin güçlüleri karşısında eşitsiz birer unsur olarak modern ulus-devletler sülâlesine katılacaklardı. Bu durum, emperyalist ülkelerin sömürge ülkelere siyasal bağımsızlıklarını kolayca lutfetmelerinin bir sonucu muydu? Yoksa mali sermaye çağındaki yayılmacılığın içsel özellikleri nedeniyle, emperyalist ülkeler isteseler de istemeseler de, bu sonucu yaratan maddi zemini bir yerde kendi elleriyle mi döşemiş olmaktaydılar? Sorduğumuz bu soruların yanıtı, 20. yüzyılın ilerleyen yıllarında yaşanan olaylar ve ulusal kurtuluş mücadeleleri tarafından verilmiş bulunmaktadır. Ne var ki Lenin daha l916’larda, sömürge ülkelerin geleceğinin maddi temelini döşeyen gelişme eğilimine dikkatleri çekmişti: “Emperyalizmin başlıca özelliklerinden biri, en geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırması ve ulusların ezilmelerine karşı verilen mücadeleyi yaygın hale getirmesi ve şiddetlendirmesidir.”[33] Böylece, kapitalizmin sömürgeci yayılmacılık döneminde yaratılan fakat çözümlenemeyen ulusal bağımsızlık sorunu, emperyalizm döneminde yakıcı biçimde gündeme gelerek çözülüyordu.

Emperyalizm Dönemi ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi

Daha 1905 yılından itibaren Rus devriminin yarattığı etkinin, İran, Türkiye, Çin gibi ülkelerde burjuva demokratik hareketleri ve ulusal uyanışı hızlandırması Lenin’in dikkatini bu gelişmeye çekmiştir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal uyanış, dünya devrimi açısından patlayıcı maddelerle yüklüydü. Bu dönem içinde yazdığı makalelerde[34], Asya’daki uyanışı ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişini değerlendirdi Lenin. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal uyanışta, sömürgecilik sistemine darbe indirecek potansiyeli gördü. Ve daha da önemlisi, Asya’daki uyanış ile Batı’daki proleter devrim arasındaki bağlantıyı kurmaya çalıştı: Toplumsal devrim, ancak, ileri ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı iç savaşıyla, gelişmemiş, geri ve ezilen uluslarda, ulusal kurtuluş hareketi dahil, bir dizi demokratik ve devrimci hareketi içinde birleştiren bir çağ biçiminde sökün edebilir.[35] Görüldüğü gibi, Lenin, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerini, dünya genelinde proletaryanın devrimci mücadelesinden kopuk, ondan etkilenmeyen ya da onun üzerinde etki yaratmayan bir olgu olarak ele almıyordu. Tersine, toplumsal devrimlerin, dünya genelinde çeşitli düzeylerde yürüyen devrimci mücadelelerin karşılıklı etkileşimi içinde yol alabileceği görüşünü savunmaktaydı. O günün dünyasının koşulları da hesaba katıldığında, saf toplumsal devrimlerin gerçekleşebileceği beklentisinin önemli bir yanılgı olacağına işaret etmekteydi: Toplumsal devrimin, sömürgelerde ve Avrupa’da ayaklanmalar olmadan, bütün önyargılarıyla küçük burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlaması olmadan, siyasal bakımdan bilinçsiz olan proleter ve yarı-proleter yığınların, toprak beyliği, kilise, krallık boyunduruğuna karşı, ulusal vb. boyunduruğa karşı hareketi olmadan düşünülebileceğini sanmak, toplumsal devrimi reddetmektir. Bu bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziye girerek “biz sosyalizmden yanayız” ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak “biz emperyalizmden yanayız” diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur![36] Tarihsel sürecin eşitsiz gelişimi gerçeğinden hareket eden Lenin, ulusal sorunu ele alırken, farklı tarih basamaklarında bulunan ülkeleri ayırt etmekte ve başlıca üç grupta toplamaktaydı.[37] Dünyanın bugünkü somut koşullarında, bu tür ayrımların genelde artık geride kaldığını biliyoruz. Ancak yine de tartıştığımız konuda dünden bugüne uzanan devrimci çizgiyi kavrayabilmek için, Lenin’in soruna yaklaşımını irdelemek önemlidir. Ulusal sorunun artık geçmişe mal olduğu kapitalist ülkelerle ilgili olarak şöyle diyordu Lenin: Batı ülkelerinde ulusal hareket, uzak geçmişe ait bir şeydir. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, vb. “ata toprakları” ölü bir sözdür; tarihsel rolünü tamamlamıştır, yani ulusal hareket buralarda ilerici herhangi bir şey ortaya çıkaramaz, yani yığınları yeni bir iktisadi ve siyasal yaşama yüceltecek herhangi bir şey ortaya koyamaz. Buralarda tarihin bundan sonraki adımı, feodalizmden ya da ataerkil zulümden ulusal ilerlemeye, olgun, siyasal yönden özgür bir ata toprağına dönüşüm değil, ama ömrünü doldurmuş olan “ata toprağı” olma durumundan, fazla olgunlaşmış kapitalizmden, sosyalizme dönüşümdür.[38] Gelişmemiş ülkelerde ise durum farklıydı: Doğu Avrupa’nın tümü, bütün sömürgeler ve yarı-sömürgeler bu gruba girer. ... Bu bölgelerde, kural olarak, hâlâ ezilen ve kapitalist açıdan gelişmemiş uluslar vardır. Nesnel olarak, bu ulusların önünde henüz başarmaları gereken genel ulusal amaçlar, özellikle demokratik amaçlar, yabancı baskısının ortadan kaldırılması amaçları vardır.[39] Marx’ın 1848 devrim deneyiminden çıkardığı derslerin de gösterdiği gibi; Avrupa burjuvazisi, artık işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmış olmasından dolayı korkuya kapılmıştı ve burjuva demokratik dönüşümlere devrimci tarzda önderlik edemezdi. Bundan böyle bu görevi de, devrimin sürekliliği kapsamında proletarya üstlenecekti. Fakat Lenin’e göre, Asya henüz Avrupa’nın katetmiş olduğu yoldan geçmemişti ve Asya’nın çeşitli ülkelerinde tarihsel gerçeklik daha farklıydı: İleri Avrupa, geri her şeyi destekleyen bir burjuvazinin buyurganlığı altındadır. ... Asya’nın her yerinde güçlü bir demokratik hareket büyüyor, yayılıyor, kuvvet kazanıyor. Oradaki burjuvazi, şimdilik gericiliğe karşı halkın yanında yer alıyor.[40] Kapitalizmin ve dolayısıyla işçi sınıfının gelişme düzeyi bakımından, çeşitli Asya ülkelerinin Rusya’nın bile bir hayli gerisinde olduğunu düşünüyordu Lenin. Dolayısıyla bu tür ülkelerde, 18. yüzyıl Avrupa’sındaki ilerici burjuvazinin rolünü bir ölçüde oynayabilecek bir burjuvazinin var olduğu söylenebilirdi. Ulusal sorunda tarihsel farklılıkları hesaba katan Lenin, sömürgelerdeki ulusal uyanışı burjuva demokratik nitelikte ileri bir adım olarak değerlendirip destekledi. Lenin’e egemen olan bu düşünce, Komintern’in İkinci Kongresinde ele alınan ulusal sorun ve sömürgeler sorununda da ön plana çıkacak ve günümüze uzanan tartışmalara kaynak oluşturacaktı. Aslında kimi iddiaların aksine, Lenin’in ulusal sorundaki bu yaklaşımı genel hatlarıyla doğrudur ve proleter devrimin sürekliliği fikriyle çelişmez. Ve bu nedenle, onun bu konudaki çözümlemelerini belli bir tarihten itibaren değiştirdiği yolundaki değerlendirmeler de biraz zorlama yorumlardır. Çünkü Lenin, işçi sınıfının hegemonyasında ilerlemesi gereken devrim sürecini farklı iktidar aşamalarına bölmemekte, geri ülkelerde işçi sınıfının yolunu açacak zorunlu bir tarihsel gelişime dikkat çekmekteydi. Tarihsel açıdan gecikmiş sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, burjuvazi ulusal bağımsızlığın kazanılması çerçevesinde hâlâ ilerici bir rol oynayabilirdi; ama emperyalizm döneminde bu rol acaba ne derece kapsamlı ya da istikrarlı olabilirdi? Göz ardı edilmemesi gereken nokta şudur ki, Lenin, bu tür ülkeler burjuvazisine mutlak anlamda ya da kararlı nitelikte bir ilerici misyon atfetmemiş, tersine onun ne denli kaypak olabileceğine dikkat çekmiş, bu konuda komünistleri uyarmıştır: Ezilen ulus burjuvazisinin ... bir yanda pratikte, kendi halkından gizli olarak ve ona karşı, ezen ulusun burjuvazisi ile gerici anlaşmalara girerken, bir yandan da ulusal ayaklanmadan sözetmesi hiç de seyrek görülen bir şey değildir.[41] Emperyalizm döneminde kendi ulus-devletlerini kurmak için mücadele yürüten sömürge ve yarı-sömürge ülkeler burjuvazisinin, ikili, kaypak tutumunu, çeşitli Asya ve Afrika ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri gerçekten de yeterince gözler önüne sermiştir. Fakat unutmamalıyız ki, bir ulusal kurtuluş savaşı tarihsel ve siyasal kapsamı bakımından neyse odur, daha fazlası değil. Böyle bir mücadele pekâlâ burjuvazinin önderliğinde de yürüyebilir; dolayısıyla emperyalistlerle çeşitli uzlaşmaları da içerebilir. Böyledir diye, yığınların katıldığı haklı bir ulusal ayaklanma, haksız bir mücadele düzeyine indirgenmiş olmaz. Lenin’in bu konuda yaptığı uyarı önemlidir: ...bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka “büyük” devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz.[42] Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerle ilgili olarak bir de şu önemli değerlendirmeyi yapmaktadır Lenin: ...Çin, İran ve Türkiye gibi yarı-sömürge ülkeler ve tüm sömürgeler, ki bunlar bir milyarlık bir nüfusu barındırmaktadır. Bu ülkelerde, burjuva demokratik hareketler ya henüz başlamıştır, ya da bu hareketlerin aşacakları daha uzun bir yol vardır. Sosyalistler, yalnızca sömürgelerin ödünsüz olarak derhal ve kayıtsız şartsız kurtuluşunu istemekle kalmamalıdırlar (ki böyle bir istem, siyasal ifadesinde, ulusların kaderlerini tayin hakkını tanımaktan başka bir anlam taşımaz), onlar bu ülkelerdeki ulusal kurtuluşu amaçlayan burjuva demokratik hareketlerdeki daha devrimci olan öğeleri en kararlı bir biçimde desteklemeli, bu öğelerin kendilerini ezen emperyalist devletlere karşı ayaklanışına (eğer böyle bir şey varsa, devrimci savaşına) yardımcı olmalıdırlar.[43] Lenin’in derdi, ulusal kurtuluş hareketlerinin burjuva demokratik karakterine dikkat çekmekle yetinmek değildir. Asıl olarak, “burjuva demokratik hareket” içindeki farklı kesimlerin ayırt edilmesi gereği üzerinde durur. Ona göre, daha devrimci öğelerin (yani küçük-burjuva radikalleri ve köylü kitleleri) kendilerini ezen emperyalist devletlere karşı ayaklanışlarına yardımcı olunmalıdır. Fakat bu ne anlama gelir? Komünistler demokratik istemleri proleter devrim hedefinden kopartmaksızın ele almalı ve mücadeleyi bu anlayışla yürütmelidirler. Komünistlerin, ezilen ulusların haklı mücadelesi temelinde ulusal kurtuluş hareketlerine sunacakları destek, proletaryanın devrimci mücadelesi açısından ikincil bir sorundur. Çünkü ulusların kaderini tayin hakkının savunulması da dahil, tüm diğer demokratik istemlerde proletaryanın birincil sorunu, bunların doğrudan doğruya iktidar mücadelesinin bir parçası kılınmasıdır. Zaten Lenin de, ulusların kaderini tayin hakkının kabulü bağlamında bu önemli hususa değinmektedir. Vurguyu, “...söz konusu olan istemin ve siyasal demokrasinin tüm temel istemlerinin, burjuva hükümetleri devirmek ve sosyalizmi gerçekleştirmek uğruna devrimci yığın savaşına doğrudan doğruya bağlı kılınması gereği”ne yapmaktadır.[44] Önemli hususlardan biri de, ulusal kurtuluş mücadelelerinin desteklenmesinden ne anlaşılması gerektiğidir. Bir kere, her destek ancak içinde bulunulan somut koşullarda bir anlam ifade eder; dolayısıyla kimin, nasıl destekleneceği konusu ilkesel bir sorun olmayıp koşullu taktik bir sorundur. İkincisi, devrimci proletarya desteğini asıl olarak ezilen ulusun haklı mücadelesine sunar ve bu desteğin somutlanması da proletaryanın devrimci örgütlülük düzeyine bağlıdır. Örneğin, işçi hareketinin uykuda olduğu ya da işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün çeşitli nedenlerle alabildiğine gerilediği koşullarda da haklı bir ulusal mücadele pekâlâ öne atılabilir. Ama böyle bir durumda devrimci proletaryanın sunabileceği destek, anlaşılacağı gibi biraz ilkesel düzeyde kalır. Fakat proletaryanın devrimci mücadelesinin yükselişe geçtiği koşullarda görev, ezilen ulusun kaderini tayin hakkını bizzat savunmak ve ulusal kurtuluş istemiyle ayağa kalkan emekçi yığınlar içinde işçi sınıfının hegemonyasını tesis etmeye çalışmaktır. Kısaca tekrarlayacak olursak, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bir ulusun kaderini tayin hakkının savunulması, bu demokratik istemin proletaryanın iktidar mücadelesine doğrudan bağlı olarak dile getirilmesi demektir. İşte, herhangi bir ülkede ulusal kurtuluş istemiyle yükselen emekçi kitle hareketi, ancak bu temelde ve ancak proletaryanın hegemonyası altında gerçekten anti-emperyalist bir yönelime girebilir. Eğer bu koşullar gerçekleşmemişse, bir ulusal kurtuluş mücadelesi kendi sınırlarından öteye geçemez. Ve bu sınırlar içinde onun emperyalist-kapitalist sistemden değil, sömürge statüsünden kurtuluşu esas aldığı asla unutulmamalıdır. Bu nedenle, ulusal kurtuluş mücadelelerini özü itibarıyla anti-sömürgeci mücadeleler olarak değerlendiriyoruz. Böyle bir mücadelenin, 20. yüzyılda artık emperyalist bir devlete karşı yürütülmesi durumunda da bu gerçek değişmez. Lenin’in ulusal kurtuluş mücadelelerinin önemine ilişkin değerlendirmeleri, 1917 Ekim Devriminin zaferi ve ardından da Sovyet cumhuriyetlerinin kuruluşu sürecinde yeni bir boyut kazandı. Proletaryanın dünyanın bir parçasında iktidarı fethettiği bu yeni tarihsel koşullarda, ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki emekçi kitlelerin muzaffer proletaryanın yanına çekilmesi hedefi doğruydu. Böylece proletaryanın önderliği altında emperyalist sisteme karşı dünya ölçeğinde geniş bir mücadele bloku oluşturulabilirdi. Üstelik Sovyet proletaryasının emperyalist güçlerin saldırısıyla yüz yüze bulunduğu bir durumda bu daha da önemliydi. Asya’nın ve genelde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin emekçi kitlelerinin Ekim Devrimi saflarına kazanılmak istenmesi, ulusal düzeyde savunulan işçi-köylü bağlaşıklığının dünya ölçeğindeki bir yansımasıydı. Lenin’in ulusal kurtuluş mücadelelerine verdiği önem de, işte bu çerçevede yorumlanmalıydı. Oysa bazı tarih araştırmacıları, Asya ülkelerindeki devrimci gelişmelerle yakından ilgilenmesine bakarak, Lenin’in giderek “Avrupa-merkezci” devrim anlayışından uzaklaştığını iddia ettiler. Onlara göre, Lenin, köylü uluslardan hareketle Doğu’dan esecek bir fırtınanın kapitalizmi yıkacağı düşüncesine doğru yol almıştı. Evet, “Marksizm” adına böyle yorumlar yapılmıştır, yapılagelmektedir; ama bunların Lenin’le bir ilgisi yoktur. Lenin’i üçüncü dünyacı görüşlerin yanında göstermek isteyenler zorlama yorumlarda bulunuyorlar. Asya’daki uyanışa dikkat çeken Lenin’in, gerek Ekim Devrimi öncesinde gerek sonrasında ve gerekse Komintern’in ilk kongreleri döneminde dünya devrimi hakkındaki kavrayışı çok nettir. O hep, dünya proleter devriminin ancak ileri Avrupa ülkeleri proletaryasının devrimci atılımı temelinde zafere yürüyebileceğine inanmıştır. Konuya ilişkin çarpıtmalar bağlamında değinmek istediğimiz son bir nokta da şudur: Lenin’in ulusal kurtuluş hareketlerini, emperyalist-kapitalist sistemi yıkmayı hedefleyen dünya proleter devriminin bir müttefiki olarak değerlendirdiği doğrudur. Fakat Lenin, ikisinin özdeşleştirilmesine ya da birincinin ikincisinin yerine ikame edilmesine yönelik anti-Marksist yorumlara açık kapı bırakmamıştır. O, Ekim Devriminin zaferiyle birlikte dünyada yeni bir siyasal güç odağının doğduğu koşullarda, ezilen ulusların ve sömürge ülkelerin emekçi kitlelerini Sovyet proletaryasının politik öncülüğünde bir savaş cephesinde toparlama perspektifini savunmuştur. Lenin’in yaklaşımıyla, daha sonra Stalinizmin egemenliği altında biçimlendirilen sulandırılmış bir “anti-emperyalist mücadele” anlayışının hiçbir benzerliği yoktur. Çünkü bu ikincisi, ulusal kurtuluş mücadelelerini proleter devrim yerine ikame eden, proletaryanın politik hegemonyasını fiilen engellemeye çalışan bir siyasal eğilimdir. Stalinizm, sözümona anti-emperyalist cephe birliği adına, aslında devrimci proletaryayı ulusal burjuvazinin hegemonyasına boyun eğmeye zorlamıştır. “Aslolan Sovyet devletinin çıkarlarıdır” gerekçesiyle bir işçi iktidarının kurulmasına doğru gelişme potansiyeli taşıyan devrimleri boğmuştur.

Emperyalizm ve Siyasal Bağımsızlık Sorunu

Emperyalizmi “bir dış siyaset sistemi” olarak ele alan Buharin ve Pyatakov gibi Marksistler, bu yanlış yaklaşımlarının sonucunda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusunda da yanlış siyasal tutumlar takındılar. Gerçi, 20. yüzyılın mali sermaye çağı olduğu konusunda Lenin’le aynı düşünceyi paylaşıyorlardı. Fakat Buharin ve Pyatakov’a göre, emperyalizm kavramı mali sermayenin uyguladığı “politikayı” anlatmaktaydı. İşte Lenin’den ayrıldıkları nokta burasıydı. Ancak onların değerlendirmesi, emperyalizm çağında barışçı bir politikanın da pekâlâ mümkün ve tercih edilebilir olabileceği vaazını veren Kautsky gibi döneklerin tarzından tamamen farklıydı. Buharin ve Pyatakov, emperyalizmi mali sermayenin baskı ve zorbalığa dayanan zorunlu politikası olarak görmekteydiler. Buharin, “bu politika şiddet yöntemlerini içerir, çünkü ulusal toprağın genişletilmesi savaş anlamına gelir” demekteydi. [45] Aslında Buharin’i, emperyalizmi böyle bir içerikle ele almaya iten temel neden, onun dünya ekonomisi çözümlemesinin “ulusal kapitalist tröst” fikrine dayanmasıydı. Ona göre, mali sermaye çağında uluslararası arenada boğaz boğaza bir rekabet sürse de, ulusal sınırlar içindeki rekabet tekelleşme sonucunda ortadan kalkmaktaydı. Ve devletin ekonomiye aktif katılımıyla, ulusal ölçekte tek bir birleşmiş tröst oluşmaktaydı. Bunun sonucu ise, kapitalist ülkelerin ulusal sınırlarını genişletmek amacıyla uluslararası arenada kıran kırana bir savaşa tutuşmalarıydı. Mali sermaye sömürgeler olmaksızın yapamazdı. Oysa Lenin, emperyalizmi mali sermayenin bir “politikası” değil, onun egemenliğinin ta kendisi olan bir uluslararası ekonomik sistem olarak tanımladı ve çözümledi. Bunun sonucunda Lenin, sömürge statüsünü mali sermaye için olmazsa olmaz bir koşul olarak görmedi. Lenin haklıydı. Sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleriyle, siyasal bağımsızlığın sistem çerçevesinde kazanılabilmesi pekâlâ olanaklıdır. Evet, emperyalizm dönemi genelde bir siyasal gericilik dönemidir. Fakat bu gerçek, emperyalist ülkelerin egemenliklerini ancak başka ülkeleri sömürgeleştirerek sürdürebilecekleri anlamına gelmez. Ayrıca tartışılan temel sorun, sömürge ülkelere siyasal bağımsızlığın emperyalist ülkeler tarafından bahşedilip edilmeyeceği değildir. Emperyalist sistemden kopmaksızın, onun işleyiş yasaları içinde siyasal bağımsızlığın kazanılmasının olanaklı olup olmadığıdır. İşte bunu olanaklı gören Lenin, bunun yolunun da ulusal mücadeleden geçtiğini belirtmekteydi: Ulusal savaşım, ulusal başkaldırı, ulusal ayrılma da tam olarak “gerçekleştirilebilir” ve pratikte emperyalizm altında bununla karşılaşılmaktadır. Kaldı ki emperyalizm, kapitalizmin gelişmesini ve halk yığınları arasında demokratik eğilimlerin büyümesini durdurmadığı için, [ulusal hareketler –ç.n.] daha da kuvvetle ortaya konmaktadır. [46] Lenin ayrıca, emperyalist ekonomizm eğilimine savruldukları için Rosa Luxemburg, Pyatakov ve Buharin’i eleştirdi. Bu Marksistler, ulusların kaderini tayin hakkının kabulünün kapitalizm altında olanaksız, sosyalizm altındaysa ulusal sorun zaten çözümleneceği için gereksiz olduğu şeklinde özetlenebilecek bir görüşü savunmaktaydılar. Onların yanılgısının temelinde, ekonomik kurtuluş olgusuyla siyasal kurtuluşu karıştırmaları yatıyordu. Yani Rosa ve onun gibi düşünenler, kapitalizm altında siyasal bağımsızlığın kazanılıp kazanılamayacağı sorununun yerine, iktisadi bağımlılık gerçeğini geçirmekteydiler. Lenin onlara, mali sermayenin zaten bağımsız bir ülkede bile egemen olabileceğini ve olduğunu hatırlatmaktaydı. Siyasal bağımsızlığın mali sermayenin egemenliği altında “elde edilemez” bir şey olduğuna ilişkin bütün savlar ise, bu hususun yeterince kavranmamasından kaynaklanıyordu. Şu önemli tespiti yapıyordu Lenin: Bu durumda küçük ulusların herbirine diledikleri kadar demokratik özgürlük vermek, siyasal bağımsızlığa izin vermek, böylece “kendi” askeri girişimlerini zarar görme tehlikesine atmamak, mali sermaye açısından yalnızca “gerçekleştirilebilir” bir şey olmakla kalmaz, ama bazen tröstler için, onların emperyalist siyaseti için, onların emperyalist savaşı için daha kârlıdır.[47] Gerçekten de, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının emperyalist sistemin işleyişi içinde gerçekleşemeyeceğini iddia etmek doğru değildir. Fakat yalnızca siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı bir tayin hakkı, kapitalist sistemin, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin canını yakan ekonomik gerçeklerini de değiştirmeyecektir. Bu boyuttan bakıldığında, emperyalist güçler karşısında zayıf ulusların ezilen ve sömürülen kesimlerinin kaderini belirleyecek olan, kapitalizmden kurtulup kurtulmamaktır. İşte ancak bu noktada, “tayin hakkı”nın kapitalizm altında olanaksız, sosyalizm altında ise –sorun zaten çözümleneceği için– gereksiz olduğu söylenebilir. Fakat bunu demekle, sömürge ülkelerde gündeme gelmiş pratik bir sorun olan siyasal bağımsızlık hakkı konusunda somut bir tutum takınmış olmayız. İşte, Lenin’in Rosa’ya yönelttiği eleştiri bu noktadan hareket etmektedir. Lenin haklı olarak, Rosa’nın iki farklı boyutu birbirine karıştırdığını belirtmektedir. Diğer yandan, emperyalist sistemden kopmaksızın ulusların ekonomik açıdan da bağımsız olabileceklerini iddia etmekse, saçma ve gerici bir küçük-burjuva ütopyasıdır. Dolayısıyla, Lenin’in Rosa ile anlaşmazlığa düştüğü nokta yalnızca “siyasal bağımsızlık” sorunudur. İkinci hususta, yani iktisadi düzeyde ulusal bağımsızlığın olanaksızlığı konusunda hemfikirdiler. Rosa Luxemburg, ulusal kurtuluş mücadelesinin geleceğe oranla –yani proleter devrime oranla– sınırlı yönünü doğru kavradı ve küçük-burjuva milliyetçi eğilimlerin yaratabileceği problemlere dikkat çekti. Küçük-burjuva sol akımların, proletaryanın devrimci çizgisini bulandırdıkları bir dünyada, ulusların kaderini tayin hakkını savunmanın ya da toprak ilhaklarına karşı çıkmanın, milliyetçilik ve sosyal-şovenizm tehlikesini gölgelemesine karşı gerçekten de uyanık olmak gerekir. Ulusal sorunun çözülmüş olduğu ve proleter devrimlerin gündemde bulunduğu kapitalist ülkelerde, yerli burjuvazinin kendi çıkarcı maceralarını ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bahanesiyle yutturmaya çalışması gerçek bir tehlikedir. Lenin’in emperyalist ekonomizm yanılgısına düştükleri için eleştirdiği Marksistler, ulusal kurtuluş sorununun artık gündemde olmadığı ülkelerle, tarihin basamaklarını büyük bir gecikmeyle çıkmakta olan ülkelerin koşulları arasındaki farkı hesaba katmadılar. Sömürge ülkelerde –henüz kapitalizme ilerlemekte olan geri ülkelerde– siyasal bağımsızlığın kazanılmasının ve bunların da modern ulus devletler kervanına katılımının tarihsel açıdan –geçmişe oranla– taşıdığı ilerici yön üzerinde yeterince durmadılar. Örneğin Buharin, RKP(B)’nin Sekizinci Kongresine (1919) sunulan parti programında, ulusların kaderini tayin hakkı ilkesinin yer almasına karşı çıktı. Buharin’in karşı çıkış gerekçesi şuydu: “Bir ulus demek, burjuvazi ve proletarya birarada demektir. Öyleyse biz proleterciler, nefret ettiğimiz burjuvazinin kendi kaderini tayin hakkını mı tanıyacağız?”[48] Oysa Lenin’e göre, Buharin’i rahatsız eden tutarsızlık, yaşamda zaten varolan bir olguydu. Buharin, ulusların içinde kapitalist gelişme sürecine bağlı olarak oluşagelen bir ayrışma sürecinden, proletaryanın burjuvaziden ayrılmasından söz ediyordu. Tarih basamaklarında eşitsiz konumda bulunan uluslarda bu ayrışma henüz yaşanıp bitmiş olan bir gerçeklik değildi. Bu nedenle Lenin, ulusların kaderlerini tayin hakkının nasıl kullanılacağı konusunda da, çeşitli ulusların tarihsel koşulları arasındaki farklılıkları dikkate alıyordu. Örneğin, RKP(B)’nin Sekizinci Kongresine sunduğu program taslağında, bu soruna ilişkin olarak şu satırlar yer almaktaydı: Bir ulusun ayrılması konusunda, o ulusun arzusunu kimin dile getireceği sorununda, RKP tarihsel sınıf görüşünü üstün tutar ve ilgili ulusun, ortaçağdan burjuva demokrasisine, ya da burjuva demokrasisinden sovyet veya proletarya demokrasisine, vb. tarihsel gelişmesinin vardığı düzeyi dikkate alır.[49] Kısacası, somutta tam doğru tutum takınabilmek için, burjuvazi ile proletarya arasındaki ayrışmanın henüz yeterince olgunlaşmadığı bir tarih basamağını yaşayan uluslar da hesaba katılmalıydı. Lenin, önemli bir gerçeklikten söz ediyordu: “Biz bir ulusun ortaçağdan burjuva demokrasisine, burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine yürüyüşünde eriştiği aşama hesaba katılmalıdır, diyoruz.” Ve şöyle devam ediyordu: “Her ulus, kendi kaderini tayin hakkını elde etmelidir, bu, emekçi halkın kendi kaderini tayin etmesini kolaylaştıracaktır.” “Komünizm zor yoluyla kabul ettirilemez.”[50]

Emperyalizm Dönemi ve Haklı-Haksız Savaşlar Ayrımı

Ulusal sorun tartışmaları kapsamında, Lenin, haklı ve haksız savaşlar ayrımına da geniş bir yer vermiştir. O dönemin savaş ortamı nedeniyle bu ayrımın yapılması gerçekten de çok önemliydi ve komünistlerin savaşlar karşısında doğru bir siyasal tutum alabilmeleri bakımından zorunluydu. II. Enternasyonal’in 1912 yılında Basle özel kongresinde oybirliğiyle kabul ettiği bildiri bu açıdan özel bir önem taşır. Bildiride, emperyalistlerin yağmacı bir savaşa hazırlandıkları açıklanıyordu; işçiler savaş tehlikesiyle mücadele etmeye çağrılıyorlardı. Bu savaş ortamının, aynı zamanda bir devrim durumuna işaret etmekte olduğu görüşü benimseniyordu. Savaşın patlak vermesi halinde, II. Enternasyonal’e dahil partilerin, sosyalistlerin görevinin, sosyalist devrimi gerçekleştirmek üzere ekonomik ve politik bunalımdan yararlanmak olduğu belirtiliyordu. Fakat 1914’te emperyalist savaş patlak verdiğinde, Basle bildirisine imza atan sosyalistlerin çoğu, verdikleri sözleri çiğneyerek parlamentolarda savaş bütçeleri lehinde oy kullandılar ve kendi burjuva hükümetlerinin yanında yer aldılar. Bu tutumlarına siyasal gerekçeler icat etmeye çalışan II. Enternasyonal dönekleri, aslında bizzat emperyalist paylaşım savaşını çıkartan saldırgan Avrupa ülkelerinin bile “anayurt savunması” yapmaya hakları olduğu yalanına sarıldılar. Politik literatüre sosyal-şovenizm olarak geçen bu siyasal eğilimle mücadele yakıcı bir önem kazanmıştı. Dolayısıyla, haklı ve haksız savaşlar ayrımının, artık kapitalizmin emperyalist aşaması koşullarında yeniden netleştirilmesi zorunluydu. Bir savaşın niteliğini belirleyebilmek için, bir kere her şeyden önce o savaşa yol açan politikanın karakterinin açıkça ortaya konması gerekir. Çünkü genelde her savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu nedenle de, yürüyen bir savaşın nasıl değerlendirileceği, haklı mı haksız mı bulunacağı konusunda soyut bir ölçüt olamaz. Fakat örneğin, “yurtseverlik”in sosyalizm adına göklere çıkarılması konusunda sicilleri bir hayli lekeli olan Fransız sosyalistleri (meşhur Jauréscilik), bu “ün”lerini emperyalist paylaşım savaşı ortamında da sürdürdüler. Onlar, rekabet ve nüfuz alanlarının paylaşımı nedeniyle emperyalist ülkeler arasında patlak veren savaşta, “saldırıya uğrayan ülkenin savunma hakkı vardır” ölçütüne göre hareket edebiliyorlardı. Lenin bu türden şoven yaklaşımları eleştirirken tam da sorunun özüne işaret ediyor ve şöyle diyordu: “Sanki soru: Savaşın nedenleri nedir? Savaşın amaçları nedir? Savaşı hangi sınıf veriyor? değilmiş de, ilk saldıracak olan kimdir? sorusuymuş gibi.”[51] Ancak belirli tarihsel şartlarda haklı ve ilerici nitelik taşıyan “anayurt savunusu”nun emperyalistler arası bir savaşa uygulanması, düpedüz işçileri aldatmak ve gerici burjuvazinin yanında yer almak demektir. Sosyal-şovenlerin hilekârlığını sergileyebilmek için, her şeyden önce Marx ve Engels’in 1789-1871 arasındaki ulusal kurtuluş savaşlarını neden ilerici, haklı ve desteklenebilir savaşlar olarak değerlendirdiklerini hatırlamak gerekir: Böyle bir dönemin savaşları ile ilgili olarak “savunma” savaşının meşruluğu üzerine söz ederken sosyalistler, daima, sonu ortaçağ kurumlarına ve köleliğe karşı devrime çıkacak olan bu amaçları gözönünde bulundurmuşlardır. “Savunma” savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda “haklı” bir savaşı kastetmişlerdir. … Sadece bu anlamda sosyalistler, “anayurdun savunulması için” verilen savaşlara ya da “savunma” savaşlarına, meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözü ile bakmışlar ve bakmaktadırlar.[52] Oysa 1914’te patlak veren savaş, emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla başlattıkları haksız bir savaştı. Böyle bir savaşta emperyalist ülkeler proletaryasına “yurt savunması” fikrinin empoze edilmeye çalışılması, doğrudan doğruya emperyalist güçlerin değirmenine su taşımak anlamına geliyordu. Lenin’in sözleriyle, “... bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.”[53] Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Çünkü, aslında “saldıran” da “saldırıya uğrayan” da emperyalist bir çıkar çatışmasının taraflarıdır ve dolayısıyla bu savaşta proletaryanın “anayurdun savunulması” gibi bir sorunu olamaz. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler. Bu siyasetin yerine “anayurt savunması” siyasetinin geçirilmesi, proleter devrim amacına açıkça ihanet etmek demektir. Çünkü, emperyalist niyetlerle savaşa tutuşan ülkelerde, proletaryanın “anayurt savunması” yanılgısına kapılarak bu savaştan yana çıkması, “kendi” burjuvazisinin zaferi uğruna diğer ülkeler proleterleriyle boğazlaşması anlamına gelir. Bu tutum, “bütün ülkelerin işçileri birleşin” parolasında ifadesini bulan proletarya enternasyonalizmi hedefinin açıkça ayaklar altında çiğnenmesidir. Tıpkı Lenin’in belirttiği gibi: Her kim ki, Marx’ın, gerici ve mutlakıyetçi burjuvazi ve sosyalist devrim dönemine tamı tamına uygulanması gereken “işçilerin anayurtları yoktur” sözünü unutarak burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marx’ın tutumuna atıfta bulunursa, Marx’ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş açısı yerine burjuva görüş açısını koymuş olur.[54] Ne var ki “anayurt savunması” siyasetine karşı olmak, her türlü ulusal savaşı reddetmeyi ya da olanaksız görmeyi, bu kez de böyle bir uç noktaya savrulmayı haklı kılmıyor. Emperyalist bir savaş içinde paylaşıma konu olan sömürgeler ve ezilen uluslar açısından durum farklıdır. Çünkü bu ülkelerde “anayurt savunması”, gecikmiş bir tarihsel sorunun, yani ulusal bağımsızlık sorununun çözümünü içerir. Ve bu temelde gelişen ulusal kurtuluş savaşlarını, komünistler haklı ve ilerici savaşlar olarak değerlendirmeyi sürdürürler. “Ata toprakları ve ulus”un tarihsel kategoriler olduğunu belirten Lenin; “Ben, demokrasiyi savunmak ya da ulusal baskıya karşı durmak amacıyla verilen savaşlara hiçbir biçimde karşı değilim; bu savaşlar ya da başkaldırılar söz konusu olduğu zaman da «ata topraklarının savunulması» sözünden korkmam” der.[55] Gerçekten de, sosyalistler her zaman zulüm görenin yanında yer alırlar ve kapitalist baskılara karşı yürütülen demokratik ya da sosyalist içerikli savaşlara karşı çıkmazlar. Emperyalizm döneminde bir ulusal savaşın haklı kabul edilebilmesi için herşeyden önce, yürüyen savaşın özü ortaya konulmalıdır. Peki, bir savaşın “özü”nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır.[56] Sömürge ülkelerde ezilen ulusların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşlarının haklı savaşlar olduğu hususu yeterince açıktır. Asıl tartışılması gereken sorun, siyasal bağımsızlığa sahip ve zaten burjuvazinin egemen olduğu bir kapitalist ülkenin emperyalist paylaşım savaşına konu olması, topraklarının işgal edilmesi durumudur. Böyle bir durumda da, yine haklı bir ulusal savaştan söz edebilir miyiz? Komünistler, sosyal-şovenizme bulaşmama gerekçesiyle, böylesi koşullarda “yurt savunması” için ayağa kalkan emekçi kitlelere ve onların mücadelesine kayıtsız mı kalmalıdırlar? Bir kere her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, egemen olan bir ulus-devletin topraklarının işgale uğraması ya da ilhak edilmesi durumunda komünist yaklaşım açısından temel sorun, üzerinde yaşanan toprakların savunulup savunulmayacağı sorunu değildir. Sorun, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin, yaşadıkları topraklara yönelik bir saldırı ve ilhak karşısında neyi, nasıl, kime karşı, hangi temelde vb. savunacakları sorularının yanıtındadır. Lenin’in tutumunda örneklendiği gibi, komünistlerin karşı çıktığı “anayurt savunusu”, proletaryanın savaş bahanesiyle kendi ülkesindeki burjuva iktidarını savunur ve destekler bir duruma düşürülmesidir. Peki doğru tutum ne olmalıdır? Dünya işçi sınıfının devrimci mücadele tarihine “iktidarın fethi” kapsamında bir ön deneyim olarak geçen Paris Komünü, bu konuda da bir ön örnek oluşturmaktadır. Marx’ın deyimiyle “göğü fethe çıkan komünarlar”, Paris’i Prusya ordusunun işgaline karşı savunurlarken, burjuva Versailles hükümetinin hizmetine koşmadılar. Tersine, onlar silah elde işgali püskürtürlerken, bizzat kendi iktidarlarını da yaratmış oldular. Paris proletaryası siyasal deneyim açısından henüz çok gençti. Emekçi kitlelerin desteğini henüz kazanmamıştı, yalnızdı. Ne yapması gerektiği konusunda bilgisizdi, çeşitli yanılgıları oldu ve sonunda yenildi. Fakat her şeye rağmen, yine de işgalci bir ordunun saldırısı karşısında silahlanmış proletaryanın, dış istilâcıların üzerine yürürken pekâlâ içteki sınıf düşmanının da egemenliğine son verebileceğinin bir örneğini gösterdi. Siyasal deneyim açısından çocukluk dönemini yaşayan Paris proletaryası, daha sonraları işçi sınıfının bilincini aşamalara bölüp duran kartlaşmış Stalinist “önder”lerin stratejileriyle (önce burjuvaziyle birlikte dış düşmana karşı mücadele, sonra içte burjuvaziyle hesaplaşmaya sıranın gelmesi; yani gelmemesi!) kirlenmemişti. Fakat yine de bu örnek yalnızca bir ön deneyimdi; eksikleri, hataları görmezden gelinemezdi. Bu nedenle Lenin, Paris Komününün hatalarından alınması gereken derslere dikkat çekti. Paris işçilerinin bir bölümünün “ulusal ideolojiye” saplanıp kalmalarının, bu tür küçük-burjuva zayıflıkların affedilmez yanılgılara örnek oluşturduğunu belirtti. Bir başka örnek olarak, Birinci Dünya Savaşı içinde Almanya tarafından işgal edilen Belçika’da ortaya çıkan “ulusal sorun”un sömürge ülkelerden farklılığı hatırlanabilir. Lenin, eğer Almanya Belçika topraklarını ilhak ederse böyle bir kapitalist ülkede de bir ulusal savaşın gündeme gelip gelmeyeceğini ve şayet gündeme gelirse komünistler tarafından haklı bulunup bulunmayacağını tartışıyordu. O, böylesi durumlarda da toprak ilhaklarına karşı çıkılması ve ulusların kaderini tayin hakkının kabul edilmesinden yanaydı. Çünkü Lenin, zorla gerçekleşen toprak ilhaklarını bir “oldu-bitti” olarak kabul eden ve bu tür sınır değişikliklerini sosyalizmi hazırlayan bir siyasal-iktisadi merkezileşme adına kayıtsızlıkla karşılayan mantaliteye karşıydı. Bu nedenle, “Avrupa’da yeni sınır taşlarının dikilmesine, emperyalizmin yıktıklarının yeniden konmasına kesin olarak karşıyız” diyen Polonyalı Marksistleri eleştirdi. İlhakların bu temelde haklı gösterilmesini Marksizmin yozlaştırılması olarak değerlendirdi. Ulusların kaynaşmasının ancak gönüllülük temelinde gerçekleşebileceğini savunan Lenin, bir halkın arzusu dışında zorla gerçekleştirilen toprak ilhaklarına karşı çıkılması gerektiği fikrinden ödün vermedi. Ulusal bağımsızlık sorununun çok önceden çözülmüş olduğu bir kapitalist Avrupa ülkesinde bile –Belçika örneğinde olduğu gibi–, ulusların kaderini tayin hakkını savunmanın yeniden gündeme gelebileceğini hatırlattı. Konuyu netleştirmek için birkaç önemli noktayı vurgulayalım. Belçika’daki bir “ulusal savaş”ın, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarıyla özdeşleştirilebilecek bir tarihsel boyutu yoktu. Belçika, sömürge ülkelerdeki gecikmeli tarihsel koşulların tamamen uzağındaydı. Bir işgal ya da toprak ilhakı gerçekleşti diye, Belçika gibi bir ülkede, onca yıldır proletaryanın düşmanı olan burjuvazi gerici bir sınıf olmaktan çıkıp görece “ilerici” bir konum kazanacak değildi. Bu nedenle, kapitalist ülkelerde ortaya çıkabilecek bu türden “ulusal sorun”lar karşısında komünistlerin görevi, ulusların kaderini tayin hakkını tıpkı Paris Komünü örneğinde olduğu gibi savunmak, yani bu tür sorunların çözümünü doğrudan proleter devrime bağlamaktır. Dolayısıyla, kapitalist bir ülkenin işgale uğraması veya bir toprak ilhakının gerçekleşmesi, proletaryanın önüne devrimci hegemonyasını savaş koşullarında kurabilmesi görevini çıkartır. Yani proletarya, emekçi kitleleri ulusal bir başkaldırıya iten böyle bir ortamdan yararlanabilmeli, “yurt savunması” diyerek ayağa kalkan kitlelerin önderliğini ele geçirebilmeli ve böylece onları toplumsal devrime yöneltmelidir. Bugünün dünyasında, büyük kapitalist ülkelerle küçükler arasında da çeşitli çekişmeler, çıkar çatışmaları yaşanıyor ve burada sorun ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele kapsamında değildir. Yanlış anlaşılmasın; emperyalist ülkelerin daha küçük ve güçsüz kapitalist ülkelere yönelik çeşitli müdahaleleri ve dayatmaları nedeniyle, bu ülkelerdeki emekçi kitleler katmerli biçimde ezilmektedirler. Ancak, burjuvazinin kapitalizm öncesi ilkel ve gerici yapılanmaya karşı ulusun önünde ilerici bir tarihsel rol oynayabildiği sömürge ülkelerdeki koşullardan tamamen farklı olarak, artık karşımızda derinleşmiş sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir ulus vardır. Şimdi karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne çıkan “ezen ve ezilen ulus” sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında “ezen ve ezilen sınıf” sorunu almıştır. Fakat yine de, çeşitli emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabet ve hegemonya mücadelesinde, herhangi bir nüfuz alanını yeniden paylaşmak amacıyla çıkarttıkları ve çıkartacakları savaşlar karşısında doğru bir tutum alma gereği devam ediyor. Örneğin, bugün iyice saldırganlaşan ABD’nin bütün dünyanın gözü önünde açıkça hücuma hazırlandığı Irak sorununda tarafsız kalmak mümkün müdür? Irak’ta Saddam rejiminin desteklenebilecek hiçbir yönü olmasa da, dünya ölçeğinde proletaryanın emperyalist savaş karşıtı bir mücadeleyi yürütmesi gerekiyor. Amerikan emperyalizminin artık haksızlığı ayan beyan ortada olan zalim savaş hazırlığına açıkça karşı çıkmaksızın, işçi sınıfının ne Irak’ta ne de bir başka ülkede emekçi kitleleri kendi devrim hedefine kazanması mümkün değildir. Emperyalist savaş tehditlerine ve emperyalist savaşlara karşı tutum almamak büyük bir suç olur. Olası bir savaş ve ABD’nin Irak topraklarını işgali durumunda ise, Irak halkının Amerikan emperyalizmine karşı yürüteceği savaş elbette ki haklı bir ulusal kurtuluş savaşı olacaktır. Ya da yine Ortadoğu’da Filistin halkına kan kusturan İsrail’in yürüttüğü haksız savaş karşısında Filistin halkının ulusal kurtuluş mücadelesinin haklılığını tartışmaya gerek bile yoktur. Evet, komünistler ulusların kaderini tayin hakkını savunurlar, emperyalist ülkelerin askeri müdahalelerine ve toprak ilhaklarına karşı çıkarlar. Ezilen ulusların siyasal bağımsızlık mücadelelerini haklı bulur ve desteklerler. Fakat tüm kapitalist ülkelerde, komünistler, savaşın yarattığı devrimci durumdan proleter devrimin gerçekleşmesi için yararlanmayı başa alırlar. Emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine karşı mücadele, burjuvaziyle “ulusal birlik”i (!) savunmak ya da burjuva iktidarların varlığını güçlendirmek için değil, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi uğruna yürütülmelidir. Bu nedenle komünistler, burjuvazinin iktidarda olduğu tüm ülkelerde savaş durumlarında alabildiğine uyanık olmalı ve işçi sınıfını burjuva “ulusal ideoloji”nin esaretinden kurtarmayı temel görevleri bilmelidirler. Irak örneğinin açıkça sergilediği gibi, emperyalist güçlerin haksız ve zalim askeri müdahalelerinden kurtuluşun yolu; “mazlum” rolünü oynayan gaddar burjuva iktidarların desteklenmesinden ve neticede bu iktidarların sürekli kılınmasından geçmiyor. Haksız bir emperyalist saldırı karşısında, saldırıya uğrayan ülkenin kendi kaderini tayin hakkı doğuyorsa da, devrimci proletaryanın görevi asla bu hakkın kabulü noktasında bitmemektedir. Tam tersine, asıl görev tam da bu noktada başlamaktadır. Çünkü, ulusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçi kitlelerin, elde silah cephelerde ölümlere koşup ülkeyi işgalden kurtarmaya çalıştığı haklı savunma savaşlarında bile, burjuvazinin tek bir amacı vardır. Yalnız ve yalnızca kendi burjuva düzeninin korunması ve güçlendirilmesi! Egemen burjuvazinin, ulusun kaderini tayin hakkından anladığı budur, asla daha ötesi değil! O halde böylesi koşullarda mücadele yürüten devrimci proletaryanın görevi, ulusun öncüsü olabilmek ve emekçi kitlelerin gerçekten de kendi kaderlerini tayin edebilmelerinin yolunu açmaktır. Sıcak savaş ortamlarında, tüm kapitalist ülkelerde işçiler, kendi ülkelerindeki burjuva iktidarlarına son vermek, emperyalist savaşları iç savaşa çevirmek üzere ileriye atılmalıdırlar. Tam da bu noktada bir tartışma hususunu daha öne çıkarmamız gerekiyor; o da şudur: Büyük bir emperyalist devletin, görece zayıf, küçük bir kapitalist devlete saldırması durumunda (örneğin ABD’nin Irak’a saldırdığı Körfez Savaşında), küçük kapitalist devletin savaşı kazanmasının (Saddam’ın kazanması diye de okuyabilirsiniz!) emperyalizme indirilmiş bir darbe olacağı söylenir. Bu yaklaşıma göre, büyük kapitalist devletin aldığı yenilgi nedeniyle durumu sarsılacak ve bu da proletaryanın mücadelesi açısından önemli olanaklar yaratacaktır. Bu doğrultudaki değerlendirmeler, emperyalist güçlerin manevra olanaklarını hafife alan ve proletaryanın enternasyonal örgütlülüğünün ve mücadelesinin zorunluluğunu atlayan spekülatif tutumlardır. Aslında bu gibi tutumlar da çarpıtılmış bir anti-emperyalizm anlayışının uzantılarıdır. Şu ya da bu emperyalist ülkenin küçük bir ülkede giriştiği maceranın yenilgiyle sonuçlanması, dünya genelinde işçi ve emekçi kitlelerin moralini yükseltse de, muhakeme tek boyutlu yürütülmemeli ya da böyle bir olasılık asla abartılmamalıdır. Enternasyonal düzeyde devrimci öncü ve örgütlülük olmaksızın, söz konusu durumların işçi sınıfının mücadelesinde kendiliğinden büyük fırsatlar yaratacağını ummak büyük bir hata olur. Aslında, büyük-küçük devlet muhasebesinde atlanan önemli bir nokta var. Büyük emperyalist güçler, kışkırttıkları bölgesel savaşlarda ya da nüfuz alanlarına yönelik askeri operasyonlarda, kendi çıkarlarına ters düşecek durumların içinden sıyrılabilmek, yenilgili bir durumu bir “zafer” olarak sunabilmek bakımından gerçekten de büyük bir manevra gücüne sahipler. Oysaki, aslında askeri bir müdahaleye konu olan küçük kapitalist ülkenin burjuva iktidarı aldığı bir yenilgi karşısında gerçekten de sarsıntı geçirebilmektedir. Kısacası, günümüz dünyasında emperyalistlerin kışkırttığı bölgesel savaşlarda “burjuvazinin küçüğünü büyüğüne karşı destekleyeyim” diyerek sözde bir anti-emperyalizme savrulanlar, saldırıya uğrayan ülkelerde ortaya çıkan devrimci durumları da görmezden gelmektedirler. Ve zaten tüm emperyalist devletlerin esas korkusu da, küçük bir kapitalist devletin büyüğüne kafa tutması değil; küçük büyük herhangi bir kapitalist ülkede proleter devrimin patlak vermesidir. Konuyu biraz da değişik bir açıdan ele alarak tartışmayı sonuçlandıralım. Lenin dönemindeki sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ezici çoğunluğu siyasal bağımsızlıklarını kazandılar, kendi ulus-devletlerini kurarak kapitalist devletler kervanına katıldılar. Hatta Türkiye, Hindistan vb. örneklerde olduğu gibi, bu ülkelerin bir kısmı diğerlerine oranla ekonomik açıdan bir hayli mesafe katettiler. Bunlar emperyalist hiyerarşide alt basamaklarda yer alıyor olsalar da, palazlandıkları ölçüde bölgesel bir güç olmaya soyunmakta ve kendi çıkarları doğrultusunda sağa-sola sataşmaktadırlar. Bu nedenle günümüzde savaşlar karşısında doğru bir tutum takınabilmek için, içinde yaşadığımız dünyanın somut koşullarından hareket etmek, düne oranla değişen yönleri hesaba katmak zorunludur. Unutmamalıyız ki, yayılmacı maceralara yalnızca büyük emperyalist ülkeler başvurmuyor. Bugün, kendi bölgelerinde emperyalistleşmeye, bir alt emperyalist güç olmaya çabalayan kapitalist ülkelerin (örneğin Türkiye, İran, Hindistan gibi) durumu çarpıcıdır. Bu ülkelerin, kendilerine nüfuz alanı yaratabilmek amacıyla kendi bölgelerinde kışkırttıkları çatışmalar, giriştikleri gerici maceralar ve çıkarttıkları haksız savaşlar var. Bu tür savaşlar karşısında da devrimci proletaryanın tutumu, bir başka ülkenin burjuvazisine karşı “kendi” burjuvazisiyle aynı cephede bir “ulusal” savaşın, bir “anayurt” savaşının sürdürülmesi olamaz. Günümüzün somut koşulları nedeniyle, bir zamanlar Lenin’in emperyalist ülkelerin sosyal-şovenlerini mahkûm etmek için dile getirdiği uyarılar, bugün tüm kapitalist ülkelerdeki komünistlerin kulağına küpe olmalıdır. Yayılmacı maceralarla kendi uluslarını haksız savaşların içine sürükleyen burjuva iktidarların hegemonyası altında, onların ordularını güçlendirmek üzere savaşa katılmayı, “yurt savunması” bahanesine sığınarak haklı göstermek düpedüz milliyetçiliktir, sosyal-şovenizmdir.

[29] Lenin, Emperyalizm, s.78
[30] Troçki, Sürekli Devrim Çağı, Habora Yay., 1971, s.65
[31] E. Mandel, Marksizme Giriş, Yazın Yay., 1. baskı, s.62
[32] Lenin, age, s.78
[33] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s.59
[34] “Dünya Siyasetinde Alev Alabilecek Maddeler” (1908); “Balkanlardaki ve İran’daki Olaylar” (1908); “Yeniden Doğan Çin” (1912); “Balkan Savaşı ve Burjuva Şovenizmi” (1913); “Asya’nın Uyanışı” (1913); “Geri Avrupa, İleri Asya” (1913); Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşlarıadlı derlemenin içinde, Sol Yay.
[35] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.58
[36] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., Kasım 1992, s.173
[37] bkz. Lenin, age, s.130-132
[38] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.35-36
[39] Lenin, age, s.57
[40] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., Ağustos 1979, s.87
[41] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.59
[42] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.128-129
[43] Lenin, age, s.131-132
[44] Lenin, age, s.136
[45] Buharin, Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, s.112
[46] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.48
[47] Lenin, age, s.48-49
[48] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.348
[49] Lenin, age, s.347
[50] Lenin, age, s.352, 353 ve 354
[51] Lenin, age, s.294
[52] Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s.13
[53] Lenin, age, s.13-14
[54] Lenin, age, s.22
[55] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.290
[56] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s.29

Ağustos 2002
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Kolonyalizmden Emperyalizme /3

3.Bölüm

ke_0.png

Komintern’in İlk Dört Kongresi Döneminde Ulusal Sorun

Lenin dönemindeki Komintern kongrelerinde ve tartışmalarında, ezilen ulusların ve sömürgelerin kurtuluşuna ilişkin genel bir yaklaşım ortaya konuldu. Fakat sömürge olmaktan çıkmış, ulus-devletini kurmuş, siyasal bağımsızlığa sahip, ancak mali bakımdan emperyalizme bağımlı az ya da orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki proleter mücadelelerin izleyeceği yol ve yöntemlere ilişkin yeterli bir açıklık getirilemedi. Ezilen ulus denildiğinde kastedilenin ne olduğu, bağımlı ülke kavramının birincisinden farklılığı ve benzeri çeşitli sorunlar, yeterince çözümleyici açılımlar getirilemeden öylece kaldı. Bu tür eksiklikler ve ilerleyen yıllarda Stalinizmin teoride yaptığı tahrifat, söz konusu sorunlarda doğru tutum alınmasını zorlaştıran önemli boşlukların doğmasına neden oldu. Komintern’in başlangıç dönemi, pek çok güçlüğün ve devasa sorunların üst üste yığıldığı yılları kapsar. III. Enternasyonal’in kuruluşu, Ekim Devrimi sonrasında Bolşeviklerin iç savaşla boğuştuğu, Avrupa’da devrimin başarıya ulaşmadığı, kuruluş öncesinde yeterli bir ön hazırlığın olmadığı, dünya devriminin ilerleyişine ilişkin bir programın henüz tasarlanmadığı, Avrupa’daki merkezci siyasal görüşlerin Komintern partilerine sızdığı ve Asyalı küçük-burjuva milliyetçiliğinin kendini emekçi kitlelere “komünist” olarak sunduğu koşullarda gerçekleşmiştir. Böylesine bir sorunlar yumağına, Lenin’in hastalığı, Rosa Luxemburg gibi devrimci Marksistlerin kaybı, Troçki’nin Kızıl Ordu’nun başında iç savaşın sorunlarıyla boğuşuyor olması ve Bolşevik Partisi içinde ipleri eline geçiren Stalin’in manevralarının başlaması gibi etkileyici faktörleri de ekleyebiliriz. Dolayısıyla, taşıdığı büyük öneme karşın, Komintern’in ilk dört kongre dönemindeki çözümlemelerin neden bugün üzerinde düşünülmesi gereken eksiklikler, boşluklar içerdiğini anlamak zor değildir. Bu gerçek, önümüze, o döneme ilişkin belgelerin, kararların bile çok dikkatli ve ihtiyatlı bir şekilde yorumlanması görevini koyuyor. Bunlar her konuda tamamlanmış, netleşmiş kararlar biçiminde ele alınırsa, o dönemin eksikliklerine teslim olmaktan öte bir sonuç elde edilemez. Fakat genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Komintern’in Lenin ve Troçki dönemindeki kongre kararlarının devrimci Marksist bir öz taşıdığını açıkça belirtmeliyiz. Bu tarihsel mirasa elbette sahip çıkmalıyız, ama onun Marksist özünü kavrayarak ve eleştirilip geliştirilmesi gereken yönleri de olduğunu bilerek! Bizce doğru ve yararlı olan yaklaşım, ilk dört kongrenin çözümlemelerinde yer alan ve tarihin sınavından geçmiş, tutarlılığı kanıtlanmış sağlam düşünce halkalarını bulup birbirine ekleyerek düşünce zincirini tamamlamaya çalışmaktır.

Komintern Birinci Kongresi (Mart 1919)

Komintern’in Birinci Kongresinde kabul edilen Komünist Enternasyonal Manifestosu bugün de tarihi bir önem taşıyor. Bu manifestoyu kabul eden dünya devrimci proletaryasının temsilcileri, kendilerini Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto’nun izleyicileri ve uygulayıcıları olarak gördüklerini belirtiyorlardı. Komintern manifestosuna egemen olan anlayış, bütün ülkelerin işçilerinin birliğini gerçekleştirmek ve proletarya diktatörlüğü için mücadeleyi yükseltmekti. Bu belgede, ezilen ulusların ve sömürgelerin kurtuluşu da, proleter devrimin Avrupa’da ilerleyişi ekseninde ele alındı. Birinci Kongre, Asya’daki ulusal kurtuluş mücadeleleri ve sömürgeler sorununu başlı başına bir gündem maddesi yapmadı. Manifestoda bu sorunlara değinildi ve belgenin tarihsel niteliğiyle de uyumlu olarak nihai çözümlere vurgu yapıldı. Dünya devriminin Avrupa’daki ilerleyişinden umutlu olunduğu böyle bir dönemde, Asya ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri ya da özel olarak sömürgeler sorunu, proleter devrimin geçerken çözeceği sorunlar kapsamında ele alındı. Ulusların kaderini tayin hakkının en kapsamlı biçimiyle, ancak ve ancak devrimci proletaryanın iktidar mücadelesi eşliğinde elde edilebileceğinin belirtilmesi, bu konudaki burjuvaca çarpıtmalara karşı da önemli bir yanıttı. Müttefik emperyalist devletlerin, bir yandan ezilen uluslara yönelik saldırganlıklarını sürdürürken, diğer yandan “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nı dillerinden düşürmemelerindeki büyük sahtekârlık da sergileniyordu. Komintern, ezilen ulusların emekçi kitlelerine, siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı bir ulusal kurtuluş hedefini değil, gerçek kurtuluşun yani toplumsal kurtuluşun yolunu göstermekteydi: Küçük halklara özgür varoluş imkanını sadece proletarya devrimi sağlayabilir. Proletarya devrimi, bütün ülkelerin üretici güçlerini ulusal devletlerin dar sınırlarından kurtaracak, ulusları genel bir ekonomik plan temelinde ekonomide en sıkı ortak çalışmanın içine sokacak ve en küçük ve en zayıf uluslara bile, kendi kültürel ögelerini özgür ve bağımsız bir biçimde geliştirmek imkânını –Avrupa’nın ve bütün dünyanın birleşik, merkezi ekonomisine zarar vermeden– sağlayacaktır.[57] Emperyalist savaş sömürge ülkelerdeki uyanışı hızlandırmıştı ve artık sömürgelerde açık ayaklanmalar ve devrimci mayalanmalar görülüyordu. Böylece sömürgeler sorunu, yalnızca Paris’teki diplomatik kongrelerin masalarında değil, bizzat sömürgelerde de gündeme gelmiş bulunuyordu. Üstelik, proletaryanın esamesinin henüz pek okunmadığı çok geri sömürgeler bir yana bırakılacak olursa, gelişmiş sömürgelerde mücadele yalnızca ulusal kurtuluş bayrağı altında yürümüyor, giderek toplumsal bir nitelik kazanıyordu. Toplumsal kurtuluş bağlamında sömürge halklarının kurtuluşunun, ancak metropollerin işçi sınıfının kurtuluşu ile birlikte mümkün olduğu hususu çok açıktı. Komintern Birinci Kongresi, sömürge ülkelerdeki emekçi kitlelere şu tarihi sözlerle seslenmekteydi: Nasıl kapitalist Avrupa, dünyanın geri-kalmış bölgelerini kapitalizmin girdabı içine çekmişse, sosyalist Avrupa da, –planlı örgütlü sosyalist ekonomiye geçişlerini kolaylaştırmak için– tekniğiyle, örgütlenmesiyle, manevi etkisiyle kurtarılmış sömürgelerin yardımına gelecektir. Afrika ve Asya’nın sömürge köleleri! Proletarya diktatörlüğünün Avrupa’daki zafer saati, sizin de kurtuluş anınız olacaktır.[58]

Doğu Halkları Komünist Örgütlerinin İkinci Tüm Rusya Kongresi (Kasım 1919)

Büyük Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarı çok ciddi tehditlerle karşı karşıya gelmişti. Sovyet Cumhuriyeti’ni yıkmak amacıyla güçlerini seferber eden emperyalist hükümetlere ve Kolçak, Yudeniç, Denikin gibi iç düşmanlara karşı savaşan Sovyet proletaryasının, ittifaklarını dünya ölçeğinde genişletmesi şarttı. Avrupa devriminin henüz imdada yetişmediği koşullarda, Doğu’nun emekçi kitlelerinin desteğini kazanma gereği yakıcılaştı. Öte yandan, emperyalist-kapitalist sisteme karşı Doğu halklarının devrimci hareketi de, ancak Sovyet Cumhuriyeti’nin devrimci mücadelesiyle birleştiği takdirde gelişebilir ve başarı elde edebilirdi. Bu nedenle Lenin, emperyalist sisteme karşı dünya ölçeğinde devrimci bir blokun oluşturulması bağlamında, muzaffer Sovyet proletaryası ile Doğu halklarının devrimci hareketi arasında kurulacak ittifaka özel bir önem verdi. Fakat nasıl ki ulusal sınırlar içinde işçi-köylü bağlaşıklığı, ancak proletarya hegemonyası altında kapitalist düzene öldürücü bir yumruk indirebilirse, dünya ölçeğinde kurulacak ittifaklarda da aynı koşul geçerlidir. Nitekim, Asya’nın sömürge ve yarı-sömürge ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadelelerine önemli vurgular yapan Lenin, bu sorunu proleter devrimin dünya ölçeğindeki atılımından ya da görevlerinden kopuk bir biçimde ele almadı. 22 Kasım 1919 tarihli söylevinde, Doğu halklarının komünistlerine şu sözlerle sesleniyordu: ... sosyalist devrim, yalnızca ya da esas olarak, her bir ülkede devrimci proletaryanın kendi burjuvazisine karşı savaşımı şeklinde olmayacaktır; hayır sosyalist devrim, emperyalistlerin ezdiği tüm sömürgeler ve ülkelerin, bütün bağımlı ülkelerin, enternasyonal emperyalizme karşı savaşımı olacaktır. Geçen Mart ayında kabul ettiğimiz parti programında, dünya toplumsal devriminin yakına gelişini tanımlarken, emekçi halkın bütün ileri ülkelerde emperyalistlere ve sömürgenlere karşı iç savaşının, enternasyonal emperyalizme karşı ulusal savaşlarla bir araya gelmeye başladığını belirttik. Devrimin tuttuğu yol bunu doğruladı, zaman geçtikçe daha da doğrulanacak. Doğuda da aynı şey olacak.[59] Doğu halklarının çoğunluğunun Orta Çağ zulmünün mağdurları olan emekçi ve sömürülen köylü yığınlarından oluştuğunu belirten Lenin, onlara Rus Devriminin yolunu örnek almalarını öğütlüyordu. Doğu’nun uyanan halklarının enternasyonal emperyalizme karşı yürütecekleri mücadeleyi, yani anti-emperyalizmi proletaryanın önderliği temeline oturtuyordu Lenin: Proleterlerin kapitalizmi yenilgiye uğrattıktan ve emekçi geniş köylü yığınlarıyla birleştikten sonra, ortaçağ zulmüne karşı nasıl zafer kazandıklarını, Rus devrimi göstermiştir. Bizim Sovyet Cumhuriyetimiz şimdi, Doğunun uyanan bütün halklarını bir araya toplamalı ve onlarla birlikte enternasyonal emperyalizme karşı bir savaş vermelidir.[60] Konuşmasında, kesin zaferin ancak dünyanın tüm ileri ülkelerindeki proletaryanın mücadelesi temelinde kazanılabileceğini vurgulayan Lenin, öte yandan yalnızca öncünün çabasıyla hedefe ulaşılamayacağını da belirtiyordu. Bu çerçevede, Doğu uluslarının emekçi halklarının yardımı gerekliydi. Doğu halklarının içinde bulundukları koşullar henüz çoğunlukla Orta Çağ koşulları idi. Bu nedenle de Lenin, Doğu halklarının komünistlerinin önünde duran görevleri bu somut koşullar çerçevesinde ele almaktaydı: Doğu halkları arasında uyanan, uyanması gereken ve tarihsel yönden haklı olan burjuva ulusalcılığı temeline dayanmanız gerekecek. Ama aynı zamanda, her ülkenin sömürülen emekçi yığınlarına ulaşmalı ve onlara, anladıkları dilde, tek kurtuluş umutlarının, enternasyonal devrimin zaferine bağlı olduğunu, Doğunun sömürülen yüz milyonlarca halkının tek dostunun enternasyonal proletarya olduğunu söylemelisiniz.[61]

Komintern İkinci Kongresi (Temmuz 1920)

Ekim Devriminin zaferi dünya proletaryası üzerinde çok olumlu bir etki yaratmıştı. Bunun uzantısı olarak, Komünist Enternasyonal de giderek politik bir cazibe merkezi haline gelmekteydi. Daha önce II. Enternasyonal içinde yer alan merkezci akımlaryada küçük-burjuva sosyalizminin biraz komünizm sosuna batırılmasıyla oluşan yeni partiler Komintern’e katılmaya yönelmekteydiler. Proletaryanın enternasyonal örgütünün devrimci merkezi birliğini sağlamak ve sağlamlaştırmak amacıyla, kongre, Komintern’e katılma koşullarını düzenledi. Bu kapsamda yirmi bir koşul kabul edilmiştir. Bu koşullar, proletaryanın devrimci örgütlenmesinde ilkesel bir çerçeve sunması bakımından günümüzde de büyük bir önem taşımaktadır. Örneğin sekizinci koşul, II. Enternasyonal’in çöküşüyle Avrupa ülkelerinde açığa çıkan şovenizm tehlikesine karşı komünistlerin tutumunu belirlemektedir: Burjuvazisi sömürge sahibi olan ve başka ulusları ezen ülkelerde, partilerin sömürgeler ve ezilen uluslar sorununda özellikle belirgin ve açık bir tavır almaları zorunludur. Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, “kendi” emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil eylemlerle de desteklemek, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını teşvik etmek, ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların çalışan nüfuslarına karşı gerçekten kardeşçe duygular yaratmaya yönelik bir eğitim çabası sürdürmek ve ülkesinin askeri birlikleri içinde sömürge halkları üzerindeki her türlü baskıya karşı sistemli bir ajitasyon yürütmek yükümlülüklerini taşır.[62] Avrupa devriminden yavaş yavaş umutların kesilmekte olduğu bir dönemeç noktasında toplanan İkinci Kongre tartışmaları içinde, ulusal sorun ve sömürgeler sorunu oldukça önemli bir yer tutmuştur. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bir kere, sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş hareketleri fiilen yükseliş arz etmekteydi. İkincisi, Çarlık Rusya’sından devralınan ve ezilen ulusların yaşadığı geniş bir coğrafya nedeniyle, Sovyet Cumhuriyeti ulusal sorun konusunda çözümleyici açılımlar getirmekle yükümlüydü. Üçüncü olarak da, Doğu ülkelerinde oluşturulan komünist örgütlenmelerden kongreye katılan delegeler, kendi ülkelerinin sorunlarını kaçınılmazlıkla Komintern gündemine taşımaktaydılar. Tüm bu nedenlerle, İkinci Kongre hem genel olarak ulusal kurtuluş hareketleriyle dünya devrimi arasındaki bağın nasıl kurulacağını ve hem de özel olarak ezilen ulusların bağımsızlık mücadelelerine nasıl yaklaşılacağını gündemine aldı. İkinci Kongredeki tartışmalar içinde önemli açılımlar getirildiyse de, bu sorunların proletaryanın devrimci mücadelesi temelinde nasıl çözümlenebileceğine ilişkin perspektifler yeterince netleştirilemedi. Fakat tartışmalar içinde ortaya çıkan farklı yaklaşımlar, takip eden yıllar boyunca yaşanan deneyimlerin değerlendirilmesi bakımından aydınlatıcı ipuçları verdi. İkinci Kongrede geçen tartışmaları ana hatlarıyla değerlendirebilmek üzere, Lenin’in kongre için hazırladığı ön taslağı ele alalım. Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin Ön Taslağı’nda Lenin, görüşlerini on iki tez halinde delegelerin incelemesine sunmuştur. Tartışılan sorunun en önemli yönlerini içeren bu tezler, burjuva demokrasisinin sahte ve ikiyüzlü niteliğini sergilemekte, onun soyut ve biçimsel “ulusal eşitlik” anlayışını eleştirmektedir. Lenin’in tezleri, gerçek ulusal eşitliğe giden yolun proletarya iktidarından geçtiğini, sömürge ve ezilen ulus emekçilerinin gerçek kurtuluşunun da buna bağlı olduğunu gözler önüne sermektedir. Lenin’in ön taslağında dikkat çeken önemli bazı hususları sıralayabiliriz. Sömürgelerin ve ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin başarısı için, Sovyet iktidarıyla sıkı bir işbirliği siyaseti izlenmesi önerilmiştir. Bütün proleterlerin ve çalışanlar yığınının, burjuvaziye karşı mücadele birliğini ancak sovyet düzeninin sağlayabileceği vurgulanmıştır. Komünist partilerin, ezilen ulusların ve sömürgelerin devrimci hareketlerine doğrudan yardım etmeleri görevine değinilmiştir. Bu konuda doğabilecek olan yanılsamalara karşı Lenin uyarısını yapmış, küçük-burjuva milliyetçi önyargılara karşı proletaryanın enternasyonalist bakış açısını savunmanın komünistlerin temel görevi olduğunu hatırlatmıştır. Bu kötülüğe karşı, en derin kökler salmış küçük-burjuva milliyetçi önyargılara karşı savaşım, proleter iktidarının ulusal olmaktan çıkarılıp (yani bir dünya politikası saptama yeteneği olmayan tek bir ülkedeki iktidar olmaktan çıkıp) uluslararası nitelik kazanma yolunda (yani bütün dünya politikası üzerinde belirleyici etkisi olabilen hiç değilse birkaç ilerlemiş ülkedeki proleter iktidarı durumuna gelmesi yolunda) her gün gelişme kaydettiği ölçüde, daha önemli bir sorun haline gelmektedir.[63] Ulusal bencilliğe karşı tutum almayan küçük-burjuva milliyetçiliğini teşhir eden Lenin, proleter enternasyonalizminin iki temel unsurunu da ortaya koyar: ... proleter enternasyonalizmi, (1) bir ülkedeki proleter savaşımın çıkarlarının, dünya ölçüsündeki savaşımın çıkarlarına bağımlı kılınmasını; (2) burjuvaziyi yenmekte olan ulusların, uluslararası sermayenin devrilmesi için ulusal planda en büyük fedâkarlılara katlanmaya hazır olmalarını gerektirir.[64] Lenin’in tezlerinde ele aldığı ve İkinci Kongrede asıl tartışmalara neden olan konu ise, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde “burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi” açılımıdır. Bu tezi tarihsel çerçevesinden kopartarak değerlendirmek son derece yanlış bir tutum olur. Konuya ilişkin kimi önemli hususları, örneğin Lenin ile Roy arasındaki görüş ayrılıklarının anlamını irdeleyebilmek için, bunların hangi tarihsel çerçevede, hangi somut koşullar temelinde savunulduğunu net bir biçimde kavramak gerekir. Lenin’in dillendirdiği “burjuva demokratik hareketlerin desteklenmesi” açılımının, özgül tarihsel koşullarla sınırlı olduğunu, bunun ötesinde asla genelleştirilmemesi gerektiğini en baştan belirtelim. Zaten, Lenin’in bu sorunu ele aldığı tezin giriş satırları, söz konusu özgül tarihsel çerçeveyi açıkça ortaya koymaktadır: Feodal, ataerkil ya da ataerkil-köylü nitelikteki ilişkilerin egemen bulunduğu daha geri devletlerde ve uluslarda, şunlar özellikle göz önünde tutulmalıdır: Bütün komünist partileri için bu ülkelerin burjuva demokratik kurtuluş hareketini destekleme gereği; bu kurtuluş hareketini, en etkin biçimde destekleme zorunluluğu, her şeyden önce geri kalmış ulusun sömürgeci ve mali bakımdan bağımlı bulunduğu ülkenin işçilerinin görevidir.[65] İkinci olarak, bir başka önemli hususa da açıklık getirilmelidir. Acaba Lenin, “burjuva demokratik kurtuluş hareketinin desteklenmesi”nden söz ederken, sorunu asıl olarak, söz konusu ülkelerde burjuvazinin desteklenmesi çerçevesine mi oturtmak istemiştir? Kuşkusuz ki hayır! Lenin’in “burjuva demokratik” kavramıyla, burjuvaziden ziyade geniş köylü kitlelerini kastetmiş olduğu, Rus devrim süreci içinde yürümüş olan tartışmalardan da bilinir. Nitekim Lenin, ulusal kurtuluş hareketleri kapsamında destekten söz ederken de, asıl olarak geri kalmış ülkelerin köylü hareketine devrimci bir nitelik kazandırılması gereğini öne çıkartmaktadır: Geri kalmış ülkelerin köylü hareketlerini, eşrafa karşı, büyük toprak mülkiyetine karşı, feodalizmin bütün belirtilerine ya da kalıntılarına karşı özellikle desteklemek ve Batı Avrupa devrimci proletaryası ile Doğu ülkelerinin, sömürgelerin ve genel olarak geri kalmış ülkelerin devrimci köylü hareketi arasında mümkün olduğu kadar sıkı bağlar kurarak, köylü hareketine en devrimci karakterin kazandırılması yolunda çaba gösterilmesi; kapitalist-öncesi ilişkilerin egemen bulunduğu ülkelerde “emekçi sovyetleri”ni vb. kurarak, sovyetler rejiminin temel ilkelerini bu ülkelere uygulamak için çabaları esirgememek özellikle önemlidir.[66] Geri kalmış ülkelerde “burjuva demokratik hareketlerin desteklenmesi”yle, esas olarak devrimci köylü hareketlerinin kastedilmiş olduğunu belirtmekle de iş bitmez. Bir de, küçük-burjuva devrimci hareketlerle proleter devrimci hareket arasındaki ayrımın silikleştirilmesine karşı alabildiğine uyanık olunmalıdır. Küçük-burjuva devrimciliğinden boyundan büyük işler beklenmesi, proletaryanın mücadelesi açısından son derece olumsuz sonuçlar doğurur. Bu nedenle de en radikal küçük-burjuva devrimci hareketler bile, ancak onların komünist olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, proletaryanın müttefiki olarak hayırlı bir işlev görebilirler. Lenin tezlerinde, geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik kurtuluş akımlarını komünist olarak nitelendirme yolundaki eğilime karşı kararlı bir mücadelenin zorunlu olduğunu belirtir. Daha da önemlisi, burjuva demokratik kurtuluş akımlarına verilecek desteği, komünistlerin proleter mücadelenin asli görevlerini asla ikinci plana itmemeleri koşuluyla birlikte ele alır. Bu koşulun gereğini yerine getirmemek, salt “destekçi” bir konumla yetinmek, burjuva ya da küçük-burjuva önderliklerin kuyruğuna takılmaktan başka bir siyasal sonuç doğuramaz. Buradan hareketle, Lenin tezlerinde, burjuva demokratik kurtuluş akımlarının desteklenmesi hususunu III. Enternasyonal partilerinin uyması gereken bir koşula bağlamıştır: III. Enternasyonal, sömürgelerdeki ve geri kalmış ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal hareketleri, ancak geleceğin proleter partilerinin öğelerini, bütün geri kalmış ülkelerde gruplar oluşturmaları zihniyetiyle ve kendi özel görevleri, kendi uluslarının burjuva demokratik hareketlerine karşı savaşım görevleri zihniyetiyle eğitebilmeleri koşuluna bağlı olarak desteklemelidir.[67] Lenin’in üzerinde titizlikle durduğu bu yaklaşım, günümüzde de ulusal kurtuluş mücadeleleri kapsamındaki destek tartışmalarında mutlaka esas alınmalıdır. Ve belirtmeliyiz ki, işçi sınıfının devrimci hareketinin gerilediği koşullarda, bu gibi temel prensipler kolaylıkla unutulabilmekte, komünistler arasında bile kuyrukçu eğilimler gelişebilmektedir. Şunu asla unutmamalıyız: Komünistler kendi asli görevlerini yerine getirmeksizin, yani kendi bağımsız örgütlenmelerini güçlendirmeyi başa almaksızın şu ya da bu hareketin desteklenmesi görevini öne çıkardıklarında, komünist bir mücadeleye değil, herhangi bir başka mücadeleye bağlılıklarını kanıtlamış olurlar. Böyle bir siyasal tutum, daha en baştan başka siyasal akımlara teslim olmak ve proletaryanın devrimci mücadelesinin en temel gereksinimi olan, devrimci örgütün yaratılması görevinden uzaklaşmak anlamına gelir. Kendi siyasal bağımsızlığını korumayı başa almaksızın, çeşitli ittifaklar sayesinde güçlenebileceğini düşleyen örgütlerin akıbeti bilinir. Evet bu yolla da bir “dava”ya hizmet edilebilir; bu yolla da bir şeylere “güç” katılabilir. Ama çok açıktır ki, böyle bir yolla ne proletaryanın devrimci davasına hizmet edilmiş olacaktır; ne de komünist örgütlenme güçlendirilebilecektir. Bu türden bir tehlike olasılığı nedeniyle, Lenin’in “destek” ya da “ittifak” gibi kavramları gündeme getirdiğinde vurguyu nereye yaptığı asla unutulmamalıdır: III. Enternasyonal, sömürgelerin ve geri kalmış ülkelerin burjuva demokratlarıyla geçici bir ittifak kurmalıdır, ama onlarla kaynaşmamalı, ve en ilkel biçimde olsa da, proleter hareketin bağımsızlığını bağnazlıkla korumalıdır.[68] Ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında doğru bir tutum takınabilmek için, bu mücadeleleri farklı yönlerde etkileyen sınıfsal dinamiklerin netleştirilmesi de önem taşır. Örneğin sömürgeci egemenlik, sömürge ülkelerde iktisadi güçlerin özgürce gelişmesini köstekler. Bu nedenle bu egemenliğin yıkılmasını yalnızca ezilen ulusun emekçi unsurları değil burjuvazisi de genelde arzular. İşte bu gerçeklik karşısında Lenin, sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadeleye verilecek desteğin mahiyetini daha da netleştirme ihtiyacını hisseder. Komünistlerin muradı, yerli burjuvazinin milliyetçi hareketine destek sunmak değildir. Tersine, ulusal kurtuluş hareketlerine sunulacak desteğin tek bir amacı olabilir; sömürge ülkelerdeki devrimin yerli burjuvazinin istemlerinin çok ötesine ilerletilebilmesi, proletaryanın ve ezilen kitlelerin yolunun açılması. Diğer yandan, ulusal sorunun sınırlı ve burjuvaca çözümü anlamına gelen siyasal bağımsızlık kazanımı ise, asıl kurtuluşun toplumsal devrime bağlı olduğu gerçeğini emekçi kitleler nezdinde çok daha açık hale getirecektir. Burjuvazinin öncülüğünde yürüyen tüm ulusal mücadelelerin gösterdiği gibi, emperyal ülkelerle çelişkilerine rağmen, sömürge burjuvazisi kitlelerin mücadelesini ulus-devletin kurulması noktasında durdurmak için elinden geleni yapar. Ezilen ulusun burjuvazisi bile olsa, onun nefesi, burjuva demokratik içerikli toplumsal dönüşümleri –örneğin tarım devrimini– gerçekleştirmeye yetmez. Nitekim Lenin, ezilen uluslarda gittikçe birbirinden uzaklaşan iki farklı nitelikteki harekete dikkat çekmiştir. Bunlardan birincisi, yalnızca siyasal bağımsızlığın kazanılması ve takiben burjuva düzenin kurulması amacına sahip olan milliyetçi burjuva demokratik harekettir. İkincisi ise, ezilen ulusun işçi ve yoksul köylü kitlelerinin, her türlü sömürüden kurtulmayı amaçlayan toplumsal kurtuluş hareketidir. Kongre sırasında pek çok tartışma yürümüş olsa da, Lenin’in kongre delegelerinin incelemesine sunduğu tezler taslağı kongre kararlarının genel yönelimini belirledi. 19 Temmuz oturumunda kongreye okuduğu Uluslararası Durum ve Komünist Enternasyonal’in Temel Görevleri başlıklı raporunda, Lenin, ekonomik açıdan geri durumda bulunan ülkelerde (ki bunların çoğunluğu sömürge ülkelerdi), emperyalizmin tahakkümünden kurtuluşun, ancak sovyet hareketinin örgütlenmesi sayesinde mümkün olabileceğini belirtiyordu. Sömürge ülkelerde emekçi kitlelerin kurtuluşunu, salt siyasal bağımsızlık kapsamında değil (çünkü bu, burjuva ya da küçük-burjuva milliyetçilerin, ulus-devletin kurulmasıyla sınırlı dar bakış açısıydı), tam kurtuluş, yani toplumsal devrim sorunu olarak ele almaktaydı. İkinci Kongrenin ulusal sorunla ilgili raporunu hazırlayacak komisyonun içinde beliren farklı eğilimlerin kavranması da önem taşır. Bu eğilimleri başlıca üç grupta toplayabiliriz. Birincisi, İtalyan Serrati’nin tutumunda simgelenen ve kongrenin aşırı derecede Avrupa’ya dönük bularak reddettiği eğilimdir. İkinci eğilim Hintli Roy tarafından dile getirilmiştir ve Hindistan benzeri ülkelerin gerçekliği temelinde çok önemli siyasal yaklaşımlar içerir. Üçüncü eğilim ise, Lenin’in savunduğu ve kongrece kabul edilen görüşlerde ifadesini bulan yaklaşımdır. İtalyan delege Serrati, dünya devriminin ilerleyişinin Doğu’daki ulusal kurtuluş mücadelelerine bağlanmasına karşı görüşler ileri sürdü. Dünya devriminin ilerleyişi açısından, asıl olarak Avrupa ülkelerindeki proleter mücadelenin öneminin vurgulanması isteği yanlış değildi. Ayrıca, Doğu’daki ulusal kurtuluş mücadelelerinin Avrupa’daki proleter mücadelenin yerine ikame edilemeyeceği de doğruydu. Ama tartışılan sorun bunun da ötesine uzanan karmaşık yönler içermekteydi. Örneğin Serrati, Doğu’ya ilişkin tartışmayı önemsiz bulduğu noktada haklı değildi. Çünkü Asya ülkelerindeki devrimci uyanış bir gerçeklikti ve üzerinde durulması gerekliydi. Ayrıca Serrati ve İran delegesi Sultanzade, burjuvazinin katıldığı ulusal kurtuluş hareketlerinin devrimci hareketler olmadığı görüşünü savunuyorlardı. Onlara göre, sömürge ülkelerde başını ulusal burjuvazinin çektiği ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemek, proletaryanın sınıf bilincini bulandırırdı. Bu yaklaşım, bir sömürge ülkedeki somut durumu dikkate almadığı ve tarihsel koşullardan bağımsız bir genelleme yaptığı için yanlıştı. Oysa ulusal kurtuluş hareketlerinin, burjuvazinin öncülüğünde bile olsa yine de geçmişe oranla devrimci bir hareket niteliği taşıyıp taşımayacağı sorusu, ancak somut tarihsel koşullara bakarak yanıtlanabilir. Örneğin Lenin döneminde, geri sömürge ülkelerde, proletaryanın henüz bağımsız bir siyasal rol oynayamadığı koşullarda, ulusal kurtuluş mücadelesinin başını kaçınılmaz olarak burjuva ya da küçük-burjuva unsurlar çekmekteydi. Bu gibi durumlarda ne o ulusal kurtuluş mücadelesi haklı olmaktan çıkar, ne de burjuvazinin önderliğine hapsolan bir mücadele kendi boyunu aşan bir devrimci niteliğe yükselir. Neyse odur ve işte Lenin’in anlatmak istediği de, böylesi somut koşullar altında bir ulusal kurtuluş mücadelesinin hangi temelde haklı olduğunu açıklığa kavuşturabilmektir. Lenin’in yaklaşımı doğrudur ve somut siyasal taktiklerin belirlenmesine yöneliktir. Evet, proletaryanın stratejisi devrimin sürekliliği temelinde çizilmelidir ve ulusal sorun dahil tüm demokratik sorunların gerçek ve tam kapsamlı çözümü ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleşecek toplumsal devrimle mümkündür. Fakat proletaryanın bu tarihsel misyonunu henüz fiilen üstlenmediği durumlarda da ulusal kurtuluş savaşları patlak verebilir ve komünistler bu tür gerçeklikler karşısında doğru taktikleri saptayabilmelidirler. Bu nedenle, ulusal kurtuluş mücadelelerinin yaşandığı tüm ülkelere yönelik tek tip bir tutum geliştirmek yanlış bir yaklaşımdır. Örneğin Hindistan gibi, kapitalizmin hızla geliştiği büyük bir sömürge ülke ile Asya ya da Afrika’nın henüz feodalizmden kapitalizme yol almaya çabalayan son derece geri bir sömürge ülkesine, bunların aralarında varolan farklılıklar temelinde yaklaşmak gerekir. Birincisinde ulusal sorunun doğrudan proletaryanın siyasal görevleri temelinde ele alınması gerekirken, ikincisinde tam da Lenin’in belirttiği gibi, o ülkenin henüz Orta Çağ karanlığından kurtulmanın sancılarını çekiyor oluşu dikkate alınmalıdır. İkinci Kongre tartışmalarına dönelim. Ulusal kurtuluş mücadelesinin sınırlı karakteri konusunda İtalyan delege Serrati’den pek de farklı düşünmeyen Roy, Asya’nın önemi konusunda ise, o ve benzeri düşüncede olanlardan ayrılmaktaydı. Roy, diğer sömürge ülkelere oranla gelişmiş olan Hindistan örneğinden hareket ediyordu. Yerli burjuvazinin ulusal bağımsızlık hareketi ile, işçi sınıfının ve köylülüğün sömürüye karşı hareketi arasında esastan bir ayrılık olduğunu ve bu ikisinin birlikte aynı doğrultuda gelişemeyecekleri görüşünü savunuyordu. Roy, sömürgelerden sağlanan gelirler sayesinde Avrupa proletaryasının susturulması olgusunu esas almakta ve bu kaynak kurutulmadıkça Avrupa işçi sınıfının kapitalizmi yıkmayı başaramayacağı görüşünü savunmaktaydı. Bu nedenle de Avrupa’daki devrimci hareketin kaderini bütünüyle Doğu’daki devrimin gelişimine bağlamaktaydı. Lenin, Doğu’daki devrimci uyanışa gereken önemi vermekle birlikte, Roy’un bu açılımını onaylamadı ve bu noktada Avrupalı delegelerle birleşerek Roy’u eleştirdi: Yoldaş Roy Batı’nın kaderi, sadece, devrimci hareketin Doğu ülkelerinde gelişme ve güçlenme derecesine bağlıdır derken, fazla ileri gidiyor. Hindistan’da proletaryanın beş milyon olmasına ve 37 milyon topraksız köylü bulunmasına rağmen, Hintli komünistler ülkelerinde bir komünist partisi kurmayı henüz başaramadılar. Tek başına bu gerçek Yoldaş Roy’un görüşlerinin büyük ölçüde temelsiz olduğunu gösterir.[69] Lenin, Serrati ve Avrupalı delegelerin itirazlarına rağmen, Roy’un tezinde biraz değişiklik yaparak şu formülasyonu kabul ettirdi: Sömürgelerden sağlanan fazla kâr modern kapitalizmin başlıca dayanağıdır ve kapitalizm, bu fazla kâr kaynağından yoksun bırakılmadıkça Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkması kolay olmayacaktır.[70] Kongre, 26 Temmuz tarihli oturumunda, Ulusal ve Sömürgesel Sorunlar Komisyonunun raporunu ele aldı. Bu sorunun raportörü olan Lenin, toplantıyı açış konuşmasında, komisyon çalışmaları sırasında tartışmalara neden olan konuya, burjuva demokratik kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi konusuna değindi. Roy, “burjuva demokratik hareket” kavramına itiraz ediyor ve kendi tezlerinde “devrimci ulusal hareket” kavramını kullanıyordu. Ulusal hareketlerin tarihsel karakteri itibarıyla “burjuva demokratik” nitelik taşıdığını tekrar vurgulayan Lenin, kullanılan kavramda değişikliğe gidilmesi önerisini bir başka nedenle kabul etti. Neden şuydu: Emperyalist burjuvazinin sömürge ülkelerin yerli burjuvazisiyle birlikte, devrimci kabarışın önünü kesecek reformcu hareketler örgütlemeye girişmesi karşısında “reformcu” ve “devrimci” hareketler arasında ayrım yapılması zorunlu hale gelmişti. İşte, bu gibi hususların komisyonda ele alındığını belirten Lenin, “burjuva demokratik hareket” yerine “devrimci ulusal hareket” nitelemesini oybirliğiyle kabul ettiklerini açıkladı. Böylece, sömürge ülkelerdeki kurtuluş hareketlerinin hangi koşullarla destekleneceği hususu da açıklığa kavuşturulmak isteniyordu: … biz, sömürge ülkelerin burjuva kurtuluş hareketlerini, ancak bu hareketler gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu hareketlerin temsilcilerinin o ülkelerdeki köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri, devrimci bir ruhla örgütlendirmemize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz. Eğer bu koşullar yerine getirilmezse, bu ülkelerde reformcu burjuvaziye karşı (ki bunlara II. Enternasyonal kahramanları da dahildir) savaşım veririz.[71] Komisyon tartışmaları sonucunda mutabık kalınan bazı değişikliklerden sonra kongre, Lenin’in taslağında yer alan on iki tezi kabul etti.[72] Ulusal hareketlerin nitelenmesi kuşkusuz ki basit bir kavram sorunu değildi ve Lenin “burjuva demokratik hareket” kavramını kullanırken işin özünde yanılmamıştı. Çünkü bu gibi konularda asıl tehlikeli tutum, başını ister reformcu burjuva, isterse devrimci küçük-burjuva önderlikler çekmiş olsun, ulusal kurtuluş mücadelesinin özündeki sınırlılığı vurgulamamak, onu neredeyse toplumsal devrimle özdeşleştirmektir. Nitekim, Stalinist gelenek bu konuda büyük bir teorik bulanıklık yaratmış, sömürge ülkelerdeki proleter devrim stratejini ulusal kurtuluş mücadelesi düzeyine indirgemiştir. Dünya proletaryasına yol gösteren Marksist sürekli devrim anlayışı, Stalinist sahtekârlık okulu tarafından yaratılan bir “Troçkizm” umacısı sayesinde çöpe atılmış ve yerine egemen bürokrasinin çıkarlarını başa alan bir aşamalı devrim karikatürü geçirilmiştir. Stalinizm, Lenin’in ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında proleter devrimin çıkarlarını başa alan ihtiyatlı değerlendirmelerini ve koşullu destek yaklaşımını sinsice tahrif etmiştir. Böylece, sömürge ya da bağımlı kapitalist ülkelerde, ulusal burjuvaziyle cephe birliklerinin inşasına dayanan bir “Leninizm” yaratılmıştır. Bu konuda sıralanabilecek o kadar çok örnek var ki; fakat biz asıl konumuza dönelim. Aslında, Lenin ve Roy arasında geçen tartışmaların temelinde, farklı gelişmişlik düzeyinde yaşayan sömürge ülkeler gerçeği yatmaktaydı. Geri ülkeleri, yani proletaryanın henüz bağımsız siyasal rol oynayamadığı ülkeleri dikkate alan Lenin, buralarda Orta Çağ karanlığından modern çağa geçişin ve burjuvazi önderliğinde bir ulus-devletin kuruluşunun ilerletici rolünü hesaba katmakta haklıydı. Roy ise, böyle bir açılımı Hindistan gibi bir sömürge ülke temelinde yeterli bulmazken yanılmış olmuyordu. Dolayısıyla, İkinci Kongre tartışmalarında daha net sonuçlara varabilmek için, farklı somut koşulları yansıtan farklı yaklaşımların uzlaştırılması değil, tam tersine, nesnel temeldeki ayrılıkların esas alınması gerekirdi. Roy, Hindistan ve benzeri ülkelerdeki kapitalist gelişme düzeyi ve proletaryanın varlığı dikkate alındığında, sömürge devrimi sürecinde önderliğin daha baştan proletaryanın elinde olması gerektiğini savunuyordu. Roy, bu gibi ülkelerde kendini ulusal bağımsızlık hedefiyle sınırlayan yerli burjuvazinin hareketiyle, işçi sınıfı ve köylülüğün kapitalist sömürü sistemine karşı mücadelesinin birbirinden çok farklı kapsamda olduklarını belirtiyordu. Bu nedenle bunların birlikte gelişemeyeceklerini, aralarında nesnel bir çelişki olduğunu düşünüyordu: Bağımlı ülkelerde gün geçtikçe birbirinden ayrılan iki ayrı hareket bulunmaktadır. Biri, burjuva düzeni altında bir politik bağımsızlık programına sahip burjuva demokratik milliyetçi hareket, diğeri, cahil ve yoksul köylülerin ve işçilerin her türlü sömürü biçiminden kurtulmak için gerçekleştirdikleri kitle eylemidir. Birincisi ikincisini kontrol etmeye çalışıyor ve bunda, belirli bir ölçüde başarılı oluyor, fakat Komünist Enternasyonal ve ona bağlı partiler bu kontrole karşı mücadele etmeli ve sömürgelerdeki çalışan kitlelerde sınıf bilincinin gelişmesine yardımcı olmalıdırlar.[73] Roy’un bu yaklaşımı genelde doğruydu ve Hindistan gibi bir ülkede burjuva demokratik ulusal hareket konusundaki uyarısı yerindeydi. Lenin ve Roy’un tezleri arasında belirttiğimiz noktalarda bazı farklılıklar olsa da, onlar Asya ülkelerinde doğabilecek sovyetlerin niteliği konusunda benzer bir bakış açısını paylaştılar. Asya ülkelerinin somut koşulları nedeniyle, buralarda devrimci ayaklanmaların yaratacağı organlar, işçi ve yoksul köylü sovyetleri olabilirdi. Kongrede, bu tür sorunlar bağlamında bir başka önemli husus üzerinde de duruldu. Asya’nın geri ülkelerinin ancak bir koşulla, ileri ülkeler proletaryasının yardımı koşuluyla kapitalist gelişme aşamasını yaşamaları bir zorunluluk değildi. Lenin’in yaklaşımı şuydu: Eğer utkun devrimci proletarya, bu halklar arasında sistemli bir propaganda yürütürse, eğer sovyet hükümetleri, ellerindeki bütün olanaklarla bu halklara yardımda bulunurlarsa, kapitalist gelişme aşamasının geri kalmış halklar için kaçınılmaz olduğuna inanmak yanılgı olur.[74] Gerçekten de proleter devrimin uluslararası ölçekte ilerleyişi, eğer geri ve sömürge ülkelerdeki emekçi kitleleri de kucaklar ve ileri ülkelerde zafer kazanmış proletarya onların yardımına koşarsa, bu ülkelerdeki devrimin kaderi değişebilir. Böylece Lenin, ezilen halkların sorunlarına yaklaşırken, işin içine ileri ülkeler proletaryasının ve zafer kazanmış sovyet hükümetlerinin yardımını katmış, çözüm konusunda bütünsel bir bakış açısı getirmiştir. Fakat burada önemli bir hususa dikkat çekmeliyiz. Geri ve sömürge ülkelerdeki devrim konusunda çizilen bu perspektifle, daha sonra Stalinizmin eseri olan “kapitalist olmayan yol” tezleri arasında bir benzerlik kurmaya çalışmak çok talihsiz bir uğraş olur. Çünkü Lenin, geri kalmış ülkelerin toplumsal kurtuluşuna giden kapitalist olmayan yoldan söz ederken, iktidarı fetheden ileri proletaryanın döşeyeceği bir yoldan söz ediyordu. Stalinist “kapitalist olmayan yol” anlayışı ise, bu ülkelerin ulusal burjuvalarına, devlet kapitalizmi sayesinde kapitalist gelişmeyi hızlandıracakları “ulusal kalkınmacı” bir yol döşemiştir.

Birinci Doğu Halkları Kurultayı (Bakû- Eylül 1920)

Asya’daki uyanışa önem veren, Doğu halklarını emperyalist kampın hegemonyasından kopartıp Sovyet Cumhuriyeti’nin yanına çekmeyi amaçlayan Komintern, Asya’daki komünist ve ulusal kurtuluş örgütlerini kucaklayan ayrı toplantılar da düzenlemiştir. İkinci Kongrenin aldığı karar gereğince, 1920’de Bakû’da toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı bunlardan biridir. Kurultayda Doğu ülkelerinden gelen delegelerin yaptığı konuşmalar, küçük-burjuva milliyetçiliğiyle Sovyetler’in desteğine duyulan sempatiyi, komünist fikirlerden etkilenimle ulusalcılığı, kısacası olgunlaşmamış ve bulanık bir düşünsel atmosferi yansıtmaktadır. Bakû Kurultayı tartışmaları, esas olarak, eski Çarlık Rusya’sının sömürgeleri olan Müslüman ulusların sorunlarını kapsamaktaydı. Ekim Devrimi döneminde Bolşevikler, ulusların kaderini tayin hakkı konusundaki ilkesel tutumlarıyla, ezilen ulusların siyasal temsilcilerini olumlu yönde etkileyebilmişlerdi. Örneğin, Orta Asya Müslüman milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden Sultan Galiyev, 1917 Kasımında Bolşeviklere katılmış ve ayrıca Müslüman Komünist Partisini örgütlemişti. Ayrı bir Müslüman devletinin kurulmasını hedefleyen Sultan Galiyev gibi Müslüman “komünist”ler, aslında ezilen ulus milliyetçiliğini temsil ediyorlardı. Madalyonun diğer yüzünde ise, ezen ulus milliyetçiliğinin temsilcisi Stalin gibi “komünist”ler yer almaktaydı. Doğu halklarının siyasal önderleri arasında, Bolşeviklerin ulusal sorundaki tutumlarını eski sömürgeci devletin uygulamalarına benzeten önemli bir hoşnutsuzluk gelişmekteydi. Lenin’in de giderek derin bir rahatsızlık duymaya başlayacağı büyük Rus şovenizminin uzantısı olan uygulamalar, Müslüman ulusların küçük-burjuva sosyalistlerini (Sultan Galiyev gibiler), ezilen ulusların devrimciliğini büsbütün abartma noktasına itti.[75] Doğu’nun ezilen uluslarının kurtuluş mücadelesine, dünya proleter devriminin bir müttefiki olarak önem verdi Lenin. Oysa Doğu halklarının küçük-burjuva sosyalistleri, giderek dünya proletaryasına duydukları güvensizliği sergilemeye başladılar. Örneğin Sultan Galiyev, gelişmiş ülkelerin proletaryasının yardımı düşüncesini, “sömürge bölgelerine kurtarıcı rolünde gelmek” şeklinde yorumluyor ve bu yaklaşıma karşı çıkıyordu. Bu Müslüman milliyetçi, yalnızca İngiltere ve Fransa gibi geleneksel emperyalist güçlerin değil, fakat Sovyetler’in sanayi proletaryasının da, halkların kurtuluşu değil sömürülmesi peşinde olduğunu söylemekteydi. Ona göre iktidarın proletaryanın eline geçmesi, sömürge halkları için yalnızca efendilerin değişmesi anlamına geliyordu. Sultan Galiyev’in düşünceleri, günümüzde de aşina olduğumuz Müslüman milliyetçiliği temelindeki sahte sosyalist ya da anti-emperyalist söylemin eski fakat çarpıcı bir örneğini oluşturuyor. Kaldı ki, Bakû Kurultayına “komünist” giysilerle katılan pek çok Doğulu milliyetçinin içyüzünü sergilemesi bakımından da onun düşünceleri tipik bir örnektir. Bu tür düşünceler, içinde bulunulan koşullar gereği kendini “komünist” renklere boyayan küçük-burjuva milliyetçiliğinin, gerçekte proletaryaya ve onun devrimine duyduğu sınıfsal tepkiyi dile getirmektedir. Ezilen ulus milliyetçiliğini “sosyalizm” diye satmaya çalışan Galiyev şöyle demektedir: Müslüman halklar proleter milletlerdir. İngiliz ve Fransız proleterleri ile Fas ve Afganistan proleterleri arasındaki fark çok büyüktür. Müslüman ülkelerde milliyetçi hareketlerin sosyalist bir devrim karakterinde olduğu ileri sürülebilir.[76] Sultan Galiyev, dünya üzerindeki esas çelişkinin sanayi metropolleri ile sömürgeler arasında olduğunu savundu. Doğu milletleri için tek çıkar yolun, “Doğu’nun proleter milletlerinin birleşerek Batı üzerinde bir diktatörlük kurmaları” olduğunu söyledi. Bu görüşlerinin uzantısı olarak, “geri kalmış proleter milletlerin, gelişmiş ülkelere karşı çıkarlarını savunan” ve III. Enternasyonal’e bağlı olmayan ayrı bir enternasyonalin kurulması gerektiğini iddia etti. Bakû Kurultayına katılan Müslüman temsilciler, Sovyet devletine güvensizlikle onun desteğine duydukları gereksinim arasında bocalayan karmaşık duygular ve esas olarak da küçük-burjuva milliyetçiliğine dayanan sözde komünizm sempatizanlığı sergilediler. Bakû Kurultayında, ulusal ve sömürgeler sorununun Komintern raportörü olan Pavloviç, konuşmasında, İkinci Kongre tezlerinde yer alan doğrultuyu yineledi: III. Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde yapılan tartışmalarda biz Doğu’nun geri kalmış halklarının ileri bir proletaryaya sahip ülkelerin yardımıyla Sovyet tipi düzene kavuşabilecekleri ve bir ara devresinden sonra kapitalist aşamadan geçmeden komünist aşamaya ulaşabilecekleri sonucuna vardık.[77] Macaristan Sovyetler Cumhuriyeti başkanı Bela-Kun ise, Komintern Başkanlık Kurulu adına tezleri kurultay delegelerine sundu. Tezlerin altıncı maddesinde şöyle denmekteydi: Batı’da Komünist Partinin zaferi Doğu Halklarının sömürülmesine son verecektir. Doğu’yu emperyalist sömürüden tümüyle kurtarmak, toprakları çalışanlara vermek ve sömürücüleri iktidardan uzaklaştırmak için ... yabancı sömürgecileri iktidardan kesinlikle uzaklaştırmak ve yoksul sınıfların iktidarını Sovyetçi temeller üzerine kurmak gerekir. Doğu’nun çalışan yığınlarının çıkarı, ülkelerinde Sovyetçi düzenlerin kurulması gereğinin anlaşılmasındadır.[78] Kurultay delegelerine sunulan tezler oybirliğiyle onaylandı. Bakû Kurultayının yayınladığı Doğu’nun Halklarına başlıklı bildiri şu sözlerle sona eriyordu: Dünyanın ileri ve geri, bağımlı ve bağımsız, metropol ve sömürge ülkeler diye bölünmesini ortadan kaldırmak için sizi bir Kutsal Savaş’a çağırıyoruz. Doğu halkları! Bu Kutsal Savaşta Batı’nın bütün devrimci işçileri ve ezilen köylüleri sizinle birlikte olacaklar. Size yardım edecek, sizinle birlikte dövüşecek ve canlarını verecekler.[79] Görüldüğü gibi, Komintern yetkilileri Kurultay tartışmaları sırasında ileri sürülen ve Doğu’yu merkez kabul eden açılımlara katılmamışlardı. Bu doğru bir tutumdu. Ne var ki, Avrupa’daki devrimci dalganın geri çekilişinin yarattığı moral bozukluğunu hafifletme çabası içinde, Doğu’daki devrimci potansiyel yine de bir hayli abartılı biçimde öne çıkarılacaktı. Kurultay tarafından kabul edilen kararlar arasında Türkiye’deki ulusal mücadeleyi ilgilendiren önemli bir madde de yer alıyordu. Bu maddede, Türkiye’deki ulusal devrimci hareketin yalnızca yabancı sömürücülere yönelik olduğu belirtilmekteydi. Bu hareketin işçi ve köylülerin ezilmekten ve sömürülmekten kurtulmaları anlamına gelmeyeceği gerçeği vurgulanıyor ve başarılı olsa bile, “Türk çalışan yığınları için en önemli sorunların çözümünü getirmeyecektir” deniliyordu. Nitekim, genelde eski Osmanlı paşalarının öncülüğüne hapsolan Türkiye milli mücadelesinin sonucu bu satırları fazlasıyla doğruladı.

Üçüncü Kongre Öncesindeki Ortam ve Türkiye Sorunu

Sovyet devletinin içine girdiği olumsuz koşullar bakımından 1921 yılı bir dönüm noktasıdır. Avrupa’da devrim umudunun solmakta olduğu iyice açığa çıkmıştır. Sovyet devletinin yalıtılmışlığına son vereceği düşünülen Alman devrimi yenilgiye uğramış, Alman Komünist Partisinin Mart ayaklanması karşı-devrimci güçler tarafından bastırılmıştır. Yalnızlaşan Sovyet devleti, tek başına burjuva devletlerle yan yana yaşamak gibi bir sorunla yüz yüze gelmiştir. Avrupa devriminin imdada yetişmeyeceğinin belli olmasıyla birlikte, yalıtılmış Sovyet devletinin yaşatılması için burjuva devletlerle “barışçı” ilişkiler kurulması politikası gündeme gelmiştir. 1921 yılının Mart ayında, Sovyet devletinin içine düştüğü yalnızlığın sonucu olan uygulamalar birbirini izler. Sovyet hükümeti, ekonomik yıkım ve açlık tehlikesinin önüne geçebilmek amacıyla 16 Mart tarihinde İngiltere ile bir ticaret anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma gereğince Sovyet hükümeti, Asya’da İngiltere’nin egemen olduğu ülkelerde politik faaliyette bulunmamayı taahhüt etmektedir. Ardından 18 Martta Polonya ile barış anlaşması imzalanır. Bu arada Sovyet hükümetinin İngiltere ile yaptığı anlaşmanın yarattığı durum değişikliği somut yaşama yansır. Bir tarafta İngilizler M. Kemal ile anlaşma yolunu döşerlerken, diğer tarafta Sovyetler de Kemalist Türkiye ile bir “dostluk” anlaşması imzalamaktadır. Böylece, daha önce Komintern kongrelerinde alınmış ilkesel kararlarla pratikte değişen siyasal dengelerin arasındaki gerilim, Türkiye’de M. Kemal’in öncülüğünde yürümekte olan “milli mücadele”ye yaklaşımda da açıkça hissedilecektir. Milli mücadelenin burjuva önderi M. Kemal, başlangıçta güçsüz ve destekten yoksun olduğu koşullarda, kendini Sovyet hükümetine neredeyse “komünist” gösterecek atraksiyonlar yürütmüştür. Örneğin, 29 Kasım 1920’de Moskova’ya gönderdiği telgrafta, burjuva iktidarına son vermek için Asya ve Afrikalı halklar ile Batı proletaryasının işbirliğinden söz etmektedir. Ne var ki, koşullar Sovyetler’in aleyhine değişikliğe uğradığında, M. Kemal, Türkiye coğrafyasının Sovyet devleti açısından taşıdığı stratejik öneme ziyadesiyle güvenecektir. Bu sayede Sovyet yardımını nasılsa garantide hissedecek ve Sovyetler Birliği faktörünü, artık yalnızca kendini emperyalistlere kabul ettirmek için bir koz olarak kullanacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak isteyen emperyalist devletlere karşı, kendine hiç değilse Anadolu’da bir yer ayırmak ve kendi ulus-devletini kurmak isteyen Türkiye burjuvazisi, Anadolu topraklarındaki ulusal mücadelenin kendi kontrolü dışına çıkmaması için her yola başvurmuştur. 1921 Ocak ayında Türkiye Komünist Partisinin kurucusu Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, milli mücadelenin burjuva önderliğinin emriyle düzenlenen bir suikast sonucunda Karadeniz’de boğularak öldürülürler. Bu katliamın ardından, Çerkez Ethem önderliğindeki köylü mücadelesi (Yeşil Ordu hareketi) bastırılır. Bu gelişmelere rağmen, Sovyet hükümeti M. Kemal ile ilişkilerini bozmaz; hatta duyulan bir rahatsızlık bile dile getirilmez. Sovyet hükümeti büyük ekonomik ve askeri zorluklarla boğuşurken, Mart 1921’de imzalanan dostluk ve yardım anlaşması gereğince, M. Kemal’e on milyon altın ruble ve önemli miktarda silah gönderir. Sovyetler’in burnunun dibinde, Anadolu’da, Ekim devriminden etkilenen gerçek bir anti-emperyalist halk hareketinin gelişmesi, hem Türk burjuvazisinin hem de Batılı emperyalist devletlerin korkulu rüyasıydı. Bir yanda, kendi burjuva düzenini kurarak Batılılaşmaya, kapitalistleşmeye can atan Türk burjuvazisi; öte yanda, Sovyet devriminin Anadolu’ya yayılmasından ürken emperyalistler. Bu güçler gerçekte bir çıkar birliği içindeydiler. Bu durum, hem M. Kemal’in emperyalist devletlere ne ölçüde kafa tutabileceğinin belirlenmesinde, hem de emperyalist hükümetlerin akıllarını başlarına devşirip Kemal gibi burjuva önderlere uzlaşma eli uzatmalarında temel bir etken oldu. Sovyet hükümetinin, “Sovyet devletinin korunması” amacıyla Türkiye burjuvazisine verdiği ödün de bu süreçte önemli bir faktör oluşturdu. Bu durum Türkiye komünist hareketini daha baştan çok güçsüz bir konuma itti. Kurucu liderlerinin burjuvazi tarafından katledilmesi ve ardından gelen sistematik baskılar, Türkiye’de komünist hareketin yolunu kesti ve Kemalist burjuva önderlik bu sayede emekçi kitleler üzerinde rahatlıkla hegemonyasını kurabildi. Ve böylece, ulusal kurtuluş mücadelesini burjuva sınırlar içine hapsetmeyi, onu salt ulusal bağımsızlığın kazanılması ve modern burjuva ulus-devletin kurulması noktasında durdurabilmeyi başardı. Kısacası, Türkiye’de “ulusal kurtuluş mücadelesi”, bir işçi-köylü ayaklanmasına dönüşemeden, burjuva önderliğin hegemonyası altında ve bizzat bu önderliğin adlandırdığı üzere “milli mücadele” sınırları içinde kaldı. Türkiye burjuvazisinin, bu mücadeleyi kendi resmi tarihine, “ezilen uluslara örnek oluşturan anlı-şanlı bir anti-emperyalist mücadele” olarak yazması kendi bileceği bir işti. Ama ne yazık ki, başlangıçta bir ölçüde Komintern’in zaafları ve takiben asıl olarak Stalinist yozlaşmanın etkisiyle, Türkiye’de uzun yıllar boyunca komünistler de aynı telden çaldılar. Hatırlarsak, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş mücadelesi içinde burjuva demokratlarla geçici işbirliği yapılabileceğine değinen İkinci Kongre kararları, buna ilişkin koşulları da belirlemişti. Komünistler her şeyin başında, proleter mücadelenin çıkarlarını başa almak ve taktikleri ona göre belirlemekle yükümlüydüler. Adına ister ittifak, ister işbirliği densin, “geçici” sıfatı, çerçevesi çizilmiş somut bir sorun temelinde bir eylem birliğini anlatır. Kuşkusuz, bu tür işbirliklerinde komünistlerin temel prensibi, “ayrı yürü, birlikte vur; bayraklar karışmasın” sözlerinde özlü biçimde ifadesini bulur. Yani temel ölçüt, her ne adına olursa olsun bağımsız siyasal örgütlenmeden ödün vermemek olmalıydı. Bu nedenle, uyanıklığı elden bırakmamak ve örgütlenmeye zarar veren koşullarda, buna zarar verenlerle işbirliğine girmemek komünistler açısından zorunlu bir koşuldu. Evet, ilkelere bağlılık iddiasıyla somut koşulları hesaba katmayıp kaskatı kesilmek siyasal mücadelede doğru bir tutum değildir. Fakat “somut koşulların gereğini yerine getirme” adına ilkelerin çiğnenmesini hoş görmek ise, zamanla daha büyük hatalara, sapmalara temel oluşturur. Daha büyük bir savaşı kazanabilmek için küçük bir muharebeyi kaybetmekte bir sakınca yoktur; ya da savaşı kaybetmemek amacıyla bazen kötü bir barış yapmak zorunda kalınabilir. Sovyet hükümetinin 1918’de Almanlarla imzaladığı Brest-Litovsk barış antlaşması örneğinde olduğu gibi. Böyle bir durumda kural, olumsuz bir kararı bir olumluluk örneği olarak sunmamak, zorunlulukları ve terslikleri olanca açıklığıyla ortaya koyabilmektir. Pratikteki her siyasal tutumun örnek bir tutum olmayabileceğini, tersine bazen karşılaşılan güçlüklerin komünist önderleri hiç de hoş olmayan kararlar almakla yüz yüze getirebileceğini açıkça bilmek de yaşananlardan ders çıkarmanın bir unsurudur. Brest-Litovsk barış anlaşması, kötü fakat nesnel koşulların dayattığı bir kararın çarpıtılmadan ilân edilmesi bakımından anlaşılabilir bir örnekti. Ne var ki, Türkiye sorununun Komintern’de açıkça tartışma konusu yapılmayıp, bir oldu-bitti gibi üstünün örtülmesinin haklı çıkartılabilecek bir yanı yoktu. Bu hatalı tutum nedeniyle, Türkiye’deki milli mücadelenin ve M. Kemal önderliğinin niteliği konusunda pek çok yanılsama doğdu; istismara açık boşluklar yaratıldı. Bu durum, daha sonra Stalinizmin egemenliği altında Türkiye komünist hareketine empoze edilecek sınıf uzlaşmacı çizginin de sorgulanmadan kabul edilmesine zemin oluşturacaktı. Bu ortamda Stalinizm, mevcut zaafları fırsat bilecek ve böylece Türkiye komünist hareketine uzun yıllar boyunca, Kemalizm kuyrukçuluğu, ezen ulus milliyetçiliği, “kendi” burjuvazisiyle sarmaş dolaş bir garip “cephe” ya da “anti-emperyalizm” anlayışı egemen olacaktı. Geçmiş dönemlerden dersler çıkartabilmek için, Sovyet hükümetinin Türkiye’deki burjuva önderliğe sunduğu desteğin doğru olup olmadığının sorgulanması bugün dahi anlamlıdır. Kuşkusuz ki, devrimci bir mücadele, devrimcileri nice hoşa gitmeyen fedakârlıkları yapmak zorunluluğuyla yüz yüze getirebilir. “Parça-bütün” ilişkisi bağlamında “bütün”ün çıkarlarının korunmasının başa alınması gerekebilir. Ne var ki, örneğimiz temelinde tarihten doğru bir ders alabilmek için, “bütün”ün dünya devriminin çıkarları olduğunu asla göz ardı etmemeliyiz. Proletaryanın devrimci mücadelesinin başarısı, devrimlerin tek tek işçi devletleri sınırları içine hapsedilmesine değil, tam tersine devrimin dünya ölçeğinde sürekliliğine bağlıdır. Fakat bu ilke de eğer salt bir söz kalıbına dönüştürülmek istenmiyorsa, kuşkusuz ki, içinde bulunulan somut koşulların o an neyi olanaklı ya da olanaksız kıldığını doğru hesap etmek gerekir. Örneğin Ekim Devriminin kazanımlarının henüz gerçeklik olduğu bir durumda, yeniden güç toplayıp dünya devriminin yeni bir saldırısını başlatmaya hazırlanmak için, bu mevziin korunmak istenmesi devrimci bir tutumdur. Bu hususun yanlış anlaşılmaması bakımından, Lenin döneminde doğru temelden hareket eden koruma kaygısıyla, Stalin döneminin “koruma” içgüdüsü arasındaki bağdaşmaz karşıtlığı hatırlatalım. Stalin dönemindeki temel sorun, artık egemen bürokrasinin devletine dönüşmüş bulunan bir “Sovyetler Birliği”nin, dünya devriminin ilerleyişinin göz göre göre boğulması pahasına korunmak istenmesiydi. Bu zorunlu hatırlatmadan sonra yine Lenin dönemine ilişkin irdelememize dönecek olursak, sonucu şu şekilde toparlayabiliriz: Sovyet hükümetinin Türkiye sorunundaki tutumu, “parça-bütün” ilişkisi çerçevesinde kabul edilebilir bir temele oturtulabilse dahi, yine de iki nedenden ötürü izlenen yol doğru değildi. Birincisi, gerçeklerin açıkça dile getirilmeyişi; ikincisi ise, milli mücadelenin burjuva önderliğine birtakım ödünler verilirken, daha dünyaya gözlerini yeni açan bir komünist hareketin siyasal bağımsızlığının ve önderlerinin yaşamının korunması için gereken uyanıklığın gösterilmemiş oluşu.

Komintern Üçüncü Kongresi (Haziran-Temmuz 1921)

Bu kongre, Avrupa’da devrimci dalganın geri çekildiği, Ekim Devriminin yalıtıldığı, Sovyetler’in muazzam ekonomik güçlüklerle yüz yüze bulunduğu olumsuz bir dönemin başlangıcına denk düşmektedir. Komintern, artık dünya devriminin yeni bir ilerleyişini örgütlemekten ziyade, yeniden güç toplayabilmenin sorunlarıyla boğuşmaya başlamıştır. İşte bu koşullarda, ilerde çok önemli tartışmalara ve saflaşmalara yol açacak olan birleşik işçi cephesi gündeme getirilir. Amaç, işçi sınıfı hareketinin dünya ölçeğinde vahim bir gerileyiş içine girdiği koşullarda, sınıf hareketini güçlendirebilecek bir çıkış yolu bulabilmektir. Lenin döneminde onaylanan bu cephe anlayışı, işçi sınıfının çeşitli örgütleri arasında güç ve eylem birliğinin oluşturulmasını hedefleyen doğru bir siyasal taktiktir. Üçüncü Kongrede, sömürgeler sorunu üzerinde uzun boylu durulmamıştır. Troçki, 27 Haziran oturumunda Dünya Ekonomik Bunalımı ve Komünist Enternasyonal’in Yeni Görevleri başlıklı ana konuşmayı yapar. Konuşması, kapitalist dünya ekonomisinin kapsamlı bir analizini içermekte ve savaşın bitimini takip eden üç yıl içinde gerçekleşen ekonomik canlanmayı dikkate almaktadır. “Sermayenin hâlâ hemen hemen bütün dünyada tahtında oturduğunu” belirten Troçki, savaş sonrasında güç ilişkilerinin değiştiğine ve burjuvazinin kendini daha güçlü hissetmeye başladığına değinir. Mevcut durumu daha önceki dönemin koşullarıyla karşılaştıran Troçki, “şimdi, Komünist Enternasyonal’in III. Dünya Kongresi sırasında durum, I. ve II. Kongreler sırasındaki gibi değil” demektedir.[80] Keza Radek de, 30 Haziran oturumunda Enternasyonal’in taktiği üzerine yaptığı konuşmada, devrim dalgasındaki geri çekiliş koşullarına işaret eder: Kapitalist toplumun uzun bir rahat soluk alma döneminde, Komünist Enternasyonal’in, bizim genelde yükselen devrim çizgisi diye gördüğümüz duruma göre daha başka görevleri vardır. Böyle bir durumda onun görevi, proletaryayı doğrudan bütün iç savaş imkanlarına hazırlamak olmayabilir. O zaman onun görevi, örgütlenme, ajitasyon ve gelecek çarpışmalar için orduyu biçimlendirme olabilir.[81] Üçüncü Kongrede, o dönemde Asya ülkelerinde yaşanmakta olan önemli gelişmeler üzerinde de yeterince durulmamıştır. M. Kemal ile varılan anlaşmanın bir yansıması olarak Türkiye konusunda suskun kalınır ve Türkiye’de komünistlere yönelik baskılara hiç değinilmez. Evet, ne yazık ki kongre kararlarında, Türk komünistlerinin katledilmelerini protesto edecek tek bir söz bile edilmemiştir. Üçüncü Kongre, gerek genelde devrim dalgasındaki geri çekiliş ve gerekse özelde Sovyet hükümetinin İngiltere ile yaptığı anlaşmanın basıncıyla sömürgeler sorununa yer vermemiş, tartışmalar sırasında bu sorun bir iki cümle ile geçiştirilmek istenmiştir. Örneğin, sömürge ülkelerden gelen delegelerin konuşma süresi kongre başkanlığı tarafından beş dakikayla sınırlandırılır. Bu tutumu kınayan Roy, beş dakikalık konuşma süresini, protestosunu dile getirmeye ayırır: Raporumu sunmam için (Hindistan üzerine) bana beş dakika verildi. Bu konuya bir saat bile yeterli olamayacağı için, bu beş dakikayı enerjik bir protestoya ayırmak istiyorum. Bu kongrenin Doğu sorununu ele alış tarzı saf anlamda oportünisttir ve daha çok bir İkinci Enternasyonal Kongresi’ne yakışır. Doğulu delegelerin söylemelerine izin verilen birkaç cümleden herhangi bir pratik sonuç çıkarmak kesinlikle imkansızdır.[82] Kongre tartışmaları ve kararları bağlamında değinmemiz gereken önemli bir husus da, Lenin’in 5 Temmuzda kongre delegelerine sunduğu Rus Komünist Partisi’nin Taktikleri Üzerine Rapor’dur. Rapor bir bölümüyle ulusal kurtuluş mücadeleleri sorununu da içermektedir. Bu mücadelelerin, dünya devriminin ilerde yeni bir yükselişe geçtiği koşullarda anti-emperyalist bir mücadeleye dönüşebilme olanağına işaret etmektedir Lenin: Dünya devriminin kaçınılmaz olarak tayin edici savaşlarında, yeryüzünde yaşayanların çoğunluğunun öncelikle ulusal kurtuluş niteliğinde olan hareketinin kapitalizme ve emperyalizme karşı dönüşeceği ve belki de tahminlerimizden çok daha fazla devrimci bir rol oynayacağı açıktır. Enternasyonalimizde ilk defa bu mücadeleye hazırlanma sorununu ele almamız gerçeğini önemle belirtmek gerekir. Tabii ki bu konuda diğerlerine göre çok daha fazla güçlükler var fakat her şeye rağmen hareket ilerlemektedir. Ve ezilen kitleler –sömürge ülkelerdeki köylüler– hâlâ geri kalmış olmalarına rağmen, dünya devriminin gelecek dönemlerinde çok önemli devrimci rol oynayacaklardır.[83] Dünya devriminin geri çekildiği koşullarda, ulusal kurtuluş mücadelelerinin kendi başlarına emperyalist-kapitalist sisteme ağır darbeler indirebilmesi mümkün değildir. Zaten Lenin de, sömürge ülkelerdeki ezilen kitlelerin henüz bir ulusal kurtuluş savaşı niteliğindeki hareketinin, hangi koşullar altında gerçekten anti-emperyalist bir mücadeleye dönüşebileceğini sorgulamaktadır. O, bir yandan bu iki mücadele arasındaki kapsam farkını belirtmekte, diğer yandan böyle bir dönüşümü dünya devriminin yükselişi koşullarına bağlamaktadır.

Uzakdoğu Komünist ve Devrimci Örgütleri Birinci Kongresi (Ocak 1922)

Kongre, Asya’nın ezilen uluslarının bağrında gelişmekte olan mücadeleyi, proletaryanın ve ezilen halkların dünya ölçeğinde birliğinin sağlanması temelinde değerlendirir. Kongrenin Manifestosunda, Uzakdoğu emekçilerinin birliğinin Komünist Enternasyonal bayrağı altında oluşturulması perspektifi dile getirilir. Asya ülkelerindeki mücadele salt ulusal kurtuluş mücadelesi düzeyiyle sınırlı olarak değil, sermayeye ve emperyalizme karşı mücadele kapsamında ele alınır. Zorbaların devrilmesi ve emekçilerin adil düzeninin kurulması, asalakların kovulması, işçi ve köylülerin saflarından çıkacak olanların iktidarının kurulması hedefi ilân edilir. Manifesto, Asya ülkelerinin emekçi kitlelerine bir çağrıyla sona ermektedir: “Örgütlenin! Mücadele saflarımıza katılın! Sermayeye ve emperyalizme karşı mücadele için işçi ve köylü örgütleri kurun! Savaşa hazırlanın!”[84] Manifestoda yer alan en önemli açılım, dünya emperyalistlerine karşı dünya proletaryasının ve dünyanın ezilen halklarının birliği isteminin ilk kez açık bir savaş parolası biçiminde ifade edilmiş olmasıdır. Marx ve Engels’in ünlü çağrısı genişletilerek şu savaş sloganı yükseltilmiştir: “Komünist Enternasyonal büyük sloganı ortaya koydu: Bütün ülkelerin işçileri ve bütün dünyanın ezilen halkları, birleşin!”[85]Böylece, Komintern Üçüncü Kongresinde gündeme getirilen “birleşik işçi cephesi” taktiği genişletilmekte ve işçi sınıfının, emperyalist sisteme karşı mücadelede ezilen ulusların emekçi kitleleriyle birlikte oluşturacağı anti-emperyalist cephe anlayışına varılmaktadır. Birleşik mücadelenin çekirdeğini işçi sınıfı örgütlerinin oluşturması ve proletaryanın bağımsız örgütlenmesi ilkesine titizlikle riayet edilmesi koşuluyla bu tür taktiklerin uygulanması doğrudur. Fakat bu gibi konular aslında çok hassas konulardır ve tam bir netlik gerektirir. Örneğin, “bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganında ifadesini bulan tarihsel hedefin, “ezilen halklar”ın eklenmesiyle genişletilmesi, o günün koşullarında anlamlı bir çağrı olsa da, bu konuda hiçbir bulanıklık yaratılmamalıdır. Anti-emperyalist mücadelede aslolan, öncelikle işçi sınıfının birliğinin sağlanmasıdır. Ancak bu temele oturtulacak olan cephe taktikleri, proletaryanın ittifaklar siyasetine doğru biçimde can verebilir ve devrimci proletaryanın mücadelesini sağlıklı bir şekilde ilerletebilir. Ne yazık ki cephe sorunu Lenin dönemi Komintern toplantılarında uzun boylu tartışılamamış ve yeterli açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu konuda Lenin’in savunduğu çizgiyi daha sonra Troçki sürdürmeye çalışmış, ama Komintern’de ve Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin egemen oluşu nedeniyle, genelde dünya komünist hareketine tamamen yozlaştırılmış bir cephe anlayışı yerleştirilmiştir.

Komintern Dördüncü Kongresi (Kasım-Aralık l922)

Dördüncü Kongre Lenin’in katıldığı son Komintern kongresi olacaktı. Lenin hastalığı nedeniyle kongreye ancak tek bir rapor, Beş Yıllık Rus İhtilali ve Dünya İhtilalinin Perspektiflerini sunabilmişti. Bu arada, bir önceki kongrede sömürgeler sorununun ele alınmasını önleyen diplomatik ortam yeni gelişmelerin sonucunda değişikliğe uğramıştı. Örneğin, Türkiye sorununun ele alınacağı Lozan Konferansına Sovyet hükümetinin katılımına İngiltere karşı çıkmıştı. Böylece, Sovyet hükümetinin daha önceki dönemde İngiltere’yle varılan diplomatik anlaşmanın basıncına boyun eğmesi faktörü ortadan kalkmıştı. Dördüncü Kongre sömürgeler sorununa oldukça büyük bir yer ayırdı. Ulusal sorun ve sömürgeler sorununa ilişkin karar taslağı, Komintern yöneticilerinin yardımıyla Doğu ülkelerinden gelen delegasyonlarca hazırlandı. Kongre tartışmaları içinde gündeme getirilen milliyetçilik sorunu, tıpkı İkinci Kongrede olduğu gibi eğilim farklarının gözlemlenebilmesini sağlıyordu. Doğu delegeleri arasında Müslüman ülkelerden gelen ve Panislamizmi savunan milliyetçi delegelerin yanı sıra, Hindistan’dan gelen komünist Roy gibi, ulusal ve sömürgeler sorununu proletaryanın devrimci misyonu temelinde ele alan delegeler de vardı. Ve bu farklı görüşlerin birbiriyle bağdaşması olanaklı da değildi, doğru da değildi. Örneğin Müslüman milliyetçilerin temsilcilerinden biri olan Endonezya delegesi Tan Malaka, Panislamizmi, Doğu’nun Müslüman halklarının ilerici ve anti-emperyalist siyasal akımı olarak lanse etmeye çalışmakta ve savunmaktaydı. O, bu noktadan kalkarak tüm milli hareketlerin desteklenmesi gerektiği görüşünü ileri sürüyordu. Malaka, henüz dinin bile etkisinden kendini kurtaramamış ve ilkel bir milliyetçilik temelinde yapılanmış bazı Doğu delegelerinin tipik bir örneğiydi. Roy ise ulusal soruna, işçi sınıfının mücadelesinin ilerletilmesi bakımından yaklaşmaktaydı. Kongrenin tartışma gündemine oldukça önemli ve kapsamlı görüşler getirdi. Bu nedenle Roy’un tezleri, kısaca da olsa üzerinde durmayı gerektiriyor. Roy, Komintern’in İkinci Kongresinden sonra yaşanan deneylerin, ulusal ve sömürgeler sorununda çok daha kapsamlı ilkelerin saptanabilmesini mümkün kıldığına dikkat çekmekteydi. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki devrimci ulusal hareketleri değerlendiren İkinci Kongre, özellikle emperyalist ülkelerin komünist partilerine bu hareketleri destekleme görevini vermişti. Kongre delegelerine bu hususu hatırlatan Roy, önemli bir eksikliğe de işaret ediyordu: Ama biz o zamanlar II. Kongrenin bu kararını, bu talimatını nasıl hayata geçireceğimizi bilemiyorduk. Çünkü o günlerde, “sömürge ve yarı-sömürge” gibi kapsamlı bir deyimin, çok çeşitli bölge ve halkları içine aldığını bilenlerin sayısı pek azdı. Bu bölge ve halkların ise, toplumsal gelişme düzeyleri çok çeşitli, içinde bulundukları siyasi ve sınai gerilik birbirinden farklıydı. O zamanlar biz, bu ülkelerin hepsi siyasi, ekonomik ve toplumsal bakımdan geri olduklarına göre, topunu aynı sepete atabileceğimizi ve bu meseleyi de genel bir mesele olarak çözebileceğimizi sanıyorduk. Bu yanlış bir görüştü. [86] Kapitalizmin oldukça geliştiği Hindistan gibi bir sömürgede, ancak daha geri bir ülkenin koşullarında geçerli olabilecek bir siyasal çizgide hareket etmek doğru değildi. İkinci Kongre sonrasında yaşanan Türkiye, Çin, Hindistan deneyimleri, Doğu ülkelerine toptancı yaklaşımın yanlışlığını kanıtlamıştı. Bu nedenle Roy, bu ülkeleri başlıca üç gruba ayırıyordu: Doğu ülkelerini üçe ayırabiliriz. İlkin, kapitalizmin oldukça yüksek bir gelişme düzeyine ulaştığı ülkeleri görüyoruz. Bu ülkelerde sanayi, sadece büyük sermaye merkezlerinden ithal edilen sermayeler sayesinde gelişmiş değildir, bunun yanında yerli bir kapitalizm de yeşermiştir. Bu kapitalizm, sınıf bilinci gelişmiş bir burjuvaziyle, bunun karşıtı olan bir proletaryanın oluşmasına yol açmıştır. Aynı şekilde, bu proletarya da kendi sınıf bilincini geliştirmekte ve yavaş yavaş siyasi aşamaya yönelen ekonomik mücadeleler vermektedir. İkinci olarak, kapitalist gelişmenin başladığı, ama henüz geri bir düzeyde bulunduğu, toplumun belkemiğini ise hâlâ feodalizmin oluşturduğu ülkeleri sayabiliriz. Üçüncü olarak ise, ilkel ilişkilerin egemen olduğu, feodal ataerkil düzenin topluma damgasını vurduğu ülkeler vardır. ... bu ülkelerin her birinde devrimci bir hareketle karşı karşıyayız. Ne var ki, bu ülkelerin toplumsal yapısı farklılıklar gösterdiği için, devrimci hareketin doğası da farklıdır. Toplumsal nitelik farklı olduğu oranda hareketlerin programı da farklı olmalı, ona göre farklı taktikler uygulanmalıdır.[87] Birinci kategorideki Doğu ülkesi Hindistan örneğinde somutlanmaktaydı. Kapitalizmin daha gelişmiş olduğu böyle bir sömürge ülkede, yerli burjuvazinin emperyalizmin himayesi altında olmayı kendisi için daha yararlı göreceği açıktı. Bu nedenle Roy haklı olarak, bu tür ülkelerde ulusal kurtuluş mücadelesinin toplumsal devrime dönüşme olasılığının sadece emperyalistleri değil, yerli burjuvaziyi de daha baştan korkutup ona göre tutum belirlemeye yönelteceğini düşünmekteydi. Emperyalizm döneminin temel özelliğini doğru kavrayan Roy, tıpkı Lenin ya da Troçki’nin işaret ettiği gibi, emperyalizmin yeni bir sömürü yöntemi anlamına geldiğini de belirtmekteydi: “Bugün emperyalizm artık eski sömürü yöntemlerini terk etmeyi uygun görüyor, yerli burjuvaziye ya da yerli burjuvazinin belli bir kesimine çeşitli siyasal ve ekonomik ödünler veriyor.”[88] İkinci kategoriye giren Türkiye gibi ülkelerde ise, milli mücadelenin burjuvazinin gelişmesine paralel olarak derinleşmekte olduğunu söylüyordu Roy. Bu ülkelerde de burjuvazinin emperyalizmle uzlaşma tehlikesi vardı; ama burjuva milliyetçi hareketlerin nesnel olarak bir ölçüde ilerletici bir işlevinin olduğu da doğruydu. Aslında, burjuvazinin devrimci bir etken olup olamayacağını söyleyebilmek için, mutlaka özel tarihi nedenler dikkate alınmalıydı. Kısacası, somut durumun değerlendirilmesi şarttı ve Roy genelde doğru bir ölçüt getirmekteydi. “Burjuvazi, miadını doldurmuş geri toplum biçimlerine karşı ayaklandığı zaman, devrimci bir etken olur. Yani, mücadele özünde feodal düzene yöneliyor ve burjuvazi bu mücadelede halka önderlik ediyorsa, durum böyledir.”[89] Fakat emperyalizm döneminde burjuvazinin, geniş köylü kitlelerinin çıkarına olacak radikal değişimlerden duyduğu korku önemli bir gerçeklikti. O nedenle genelde sömürge ülkeler burjuvazisi, siyasal bağımsızlığı kazanmak ama toplumsal hareketliliğin daha ileri hedeflere ilerlemesinin de önüne geçebilmek amacıyla hareket etmekteydi. Bir başka deyişle, sömürge ülkelerin burjuvazisi sömürge statüsünden kurtulmak için mücadele yürütebilir, ama emekçi kitlelerin çıkarına olan tarım devrimi gibi konularda da rahatlıkla karşı-devrimci saflara geçebilirdi. Bu gerçeklerin farkında olan Roy, yerli burjuvazinin emperyalizmle her an uzlaşmaya açık olduğunu, bu burjuvaziden kapsamlı devrimcilik ya da anti-emperyalizm beklenemeyeceğini belirtiyordu. Böylece, Türkiye’deki milli mücadele konusundaki tereddütlerini de açıklamış oluyordu: “Buralarda söz konusu olan, zayıf, gelişmemiş ve ezilmiş bir burjuvazi ile güçlü ve gelişmiş bir burjuvazi arasındaki mücadeledir. Bu bir sınıf mücadelesi olmayıp bir tür rekabet mücadelesidir, dolayısıyla uzlaşmanın unsurlarını da içinde barındırmaktadır.”[90] Gerek Hindistan gerekse Türkiye örneğinde olsun, yerli egemen unsurların emperyalist kapitalizmle uzlaşma yolları aradığı ortaya çıkmıştı. O halde, bu tür ülkelerde emekçi kitlelerin ulusal kurtuluş mücadelesinin emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele düzeyine yükseltilebilmesi için, önderliğin proletarya tarafından ele geçirilmesi zorunlu bir koşuldu. Ve kapitalizmin bir ölçüde gelişmiş olduğu bütün ülkelerde bunun gerçekleştirilebilmesi mümkündü. Roy’un belirttiği gibi, sömürge ülkelerdeki hareket bu sayede devrimci bir nitelik kazandığında, bu durum yalnızca emperyalist sermayeyi tehdit etmekle kalmıyor, yerli egemen sınıflara da yöneliyordu: “Sömürge ülkelerde ikili bir mücadelenin sürdüğüne tanık oluyoruz. Bu mücadele, hem yabancı emperyalizme hem de yabancı emperyalizmi dolaylı ya da dolaysız güçlendiren ve destekleyen yerli üst sınıflara karşı sürdürülmektedir.”[91] Mısır ve Hindistan’da emperyalist İngiltere’ye karşı yürüyen mücadele, burjuvazinin korkaklığı ve yalpalayan tutumu nedeniyle duraklamıştı. “Oysa buralarda geniş köylü ve işçi kitlesini kucaklayan büyük bir devrimci hareket vardı. Bu hareket, emperyalizmi ciddi bir biçimde tehdit ettiği halde, emperyalizme ağır bir darbe indirememiştir. Bunun çok basit bir sebebi vardır: Hareketin önderliği burjuvazinin elindeydi!”[92] Türkiye’deki milli mücadelenin sınırlı içeriğini göz önünde bulunduran Roy, bu konuda da önemli bir değerlendirme yapmaktaydı: Türkiye halkının kazandığı önemli zaferin, bugün hareketin başında olan feodal askeri klik yüzünden, mantıksal sonuçlarına götürülemediğini hepiniz biliyorsunuz. Bu zümre, kendini bir grup emperyaliste satmayı çıkarlarına uygun gördü; bir emperyalist gruba karşı öteki ile birleşmeyi ise, çıkarlarına daha da uygun görmektedir. Bu tutumları belki gruplarının daha da genişlemesine ve Mustafa Kemal Paşa’nın Sultanın yerine tahta çıkmasına hizmet edebilir (Mustafa Kemal Paşa, esas olarak İngiliz emperyalizminin bir aletiydi) ama, Türkiye’nin milli meselesinin çözümüne kesinlikle hizmet etmez. Bundan daha iki-üç ay önce, dünyadaki tüm devrimci unsurlar Mustafa Kemal Paşa’nın zaferlerini coşkuyla selamlarken, bugün Kemal, işçilerle köylülerin gücü sayesinde kurtulmuş olan özgür Türkiye’de, bu işçilerle köylülerin iyiliği için çalışan herkesi zalimce kovuşturuyor.[93] Roy’un değerlendirmeleri, Stalin döneminde genel bir eğilim düzeyine yükseltilen tutumdan, burjuva milliyetçi önderliklere övgüler düzme tutumundan çok farklıdır. Yaşanan deneyimler, burjuvazinin siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı bir ulusal mücadelenin önderliğini pekâlâ üstlenebileceğini kanıtlamıştır. Ne var ki, gerçek bir anti-emperyalist mücadele söz konusu olduğunda durum tamamen değişir. Böylesi durumlarda burjuvaziden ilerici, devrimci misyonlar beklemek çok tehlikeli bir yanılsama olur. Nitekim Roy’un açıklamaya çalıştığı esas sorun da budur. Hatırlanacağı gibi, birleşik cephe konusunda devrimci Marksist tutum, Stalinizm döneminde yerleştirilen ve komünistleri burjuvazinin önderliğindeki “ulusal mücadele” cepheleri içinde eritmekle sonuçlanan “sınıf işbirliği” anlayışından tamamen farklıdır. Emperyalizme karşı birleşik cephe sorununda da Roy, doğru bir siyasal yaklaşım sergilemiştir: Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde emperyalizme karşı bir birleşik cepheyi, Batı ülkeleri işçilerinin birleşik cephesiyle omuz omuza örgütlemek zorundayız. ... Son iki yılın deneyinin de gösterdiği gibi, bu cephenin örgütlenmesi burjuva partilerinin önderliğinde gerçekleştirilemez. Dolayısıyla bu cephenin yönetimini ve örgütlenmesini kendi elimize alabilmek için bu ülkelerdeki partilerimizi geliştirmek zorundayız.[94] Roy sorunu esas olarak işçilerin savaş birliğinin sağlanması temelinde kavramaktaydı, ama kongre delegeleri arasında gelecek dönemin Stalinist çizgisini savunan anlayışlar da yok değildi. Örneğin Roy’un “devrimci ulusal hareketler burjuvazinin liderliği altında başarıya ulaşmayacaklardır” demiş olmasına karşın, Çin delegesi Lin Yen Chin, burjuvazi ile birlikte bir anti-emperyalist cephenin oluşturulması kararına vardıklarını açıklıyordu: Çin’de emperyalizmi defetmek için anti-emperyalist birleşik cephenin zorunlu olduğu varsayımı temelinde, partimiz, Kuomintang ulusal devrimci partisi ile bir ulusal cephe oluşturma kararını almıştır. Komünist Parti üyeleri bireyler olarak Kuomintang’a katıldılar ... Eğer bu partiye girmezsek, şüphesiz büyük ve yüce bir ideal olan ancak kitlelerin peşinden gitmediği bir komünizmi vazederek yalıtılmış kalacağız. ... Eğer Kuomintang’a girersek kitlelere, bizim de devrimci demokrasiden yana olduğumuzu, ancak kitlelerin günlük taleplerini göz ardı etmememize rağmen devrimci demokrasinin bizim için yalnızca bir araç olduğunu gösterebileceğiz. ... Kitleleri etrafımızda toplayabilir ve Kuomintang partisini bölebiliriz.[95] Komünistlerin kendi siyasal bağımsızlıklarını feda edip, “cephe birliği” adına, burjuvazinin hegemonyasındaki bir örgüte (Kuomintang’a) katılmalarının ne gibi sonuçlara yol açtığı, kimin kimi güçlendirdiği, kimin kimi böldüğü, takip eden yıllarda yaşanan Çin Devrimi içinde açıkça ortaya çıktı. Ancak bu gerçeklerin ortaya çıkması için, olumsuz bir deneyimin yaşanması da gerekmiyordu. Çin delegesinin dile getirdiği düşünceler, Komintern’in İkinci Kongresinde özellikle Lenin’in uyarıda bulunduğu hususlarla ve kongre tezlerinin genel çerçevesiyle uyuşmayan uzlaşmacı tutumlardı. Ne var ki Dördüncü Kongre, Çin komünistlerinin yaklaşımını açıkça eleştirmedi. Dördüncü Kongre tartışmaları içinde Roy’un gündeme getirmiş olduğu önemli değerlendirmeler, kongre tezlerine yansımıştır. Tezler, sömürgeler sorununda İkinci Kongre kararlarına oranla daha kapsamlı yaklaşımlar içermektedir. Hele ki, Üçüncü Kongrenin bu sorunu yeterince tartışmadığı hatırlanacak olursa, Dördüncü Kongrenin sömürgeler sorunundaki çözümlemelerinin önemi daha da artar. Kongre tezlerinin içeriği genelde doğru bir bakış açısını yansıtmakla birlikte, yine de bazı problemler vardır. Kongre karar metni, birbiriyle bağdaşmayan kimi düşüncelerin yan yana sıralanması şeklindeki bir eklektizmi sergilemektedir. Örneğin, kongre karar metninin giriş bölümünde bazı delegelerin görüşleri (Roy’unkiler de) kısaca aktarılırken, çok farklı değerlendirmeler herhangi bir yorum eklenmeksizin yan yana getirilmiştir. Kısacası, bazı eksiklikler ve tartışmaya açık noktalar olduğunu düşünsek de, Dördüncü Kongre tezleri ve kararları söz konusu sorunlarda önemli bir kalkış noktası oluşturmaktadır. Dördüncü Kongre tezlerinde ulusal bağımsızlık mücadelesine yaklaşım, genel hatlarıyla İkinci Kongre kararlarında yer aldığı gibidir: Tüm ulusal devrimci hareketler için geçerli olan temel görev, politik bağımsızlığı kazanmak ve ulusal birliği meydana getirmektir. Bu sorunun gerçek ve mantıksal olarak uygun olan çözümü, böyle bir ulusal hareketin ne dereceye kadar gerici feodal ögelerle ayrışabildiğine, geniş çalışan kitleleri kendi hedeflerine ne ölçüde kazanabildiğine ve bu kitlelerin toplumsal taleplerine kendi programında yer verip vermemesine bağlıdır.[96] Tezler, ulusal kurtuluş mücadelesinin anti-emperyalist bir mücadeleye ilerlemesi açısından, köylü kitlelerinin katılımını ve bu amaçla devrimci bir tarım programının gerekliliğini ortaya koymaktaydı. Burjuva milliyetçiler, mücadele hedeflerini salt siyasal bağımsızlığın kazanılması ve ulus-devletin kurulmasıyla sınırlamak isterken, komünistler mücadeleyi daha da ileriye götürmekle yükümlüydüler. Bu çerçevede, köylülüğün ağır bastığı sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde tarım devriminin önemi büyüktü. Yine kongre tezleri, İkinci Kongre kararlarında da dikkat çekildiği gibi, burjuva milliyetçilerin kendilerini “komünist” bir kılığa büründürmeleri ve böylece proleter birliklerini yolundan saptırmaları tehlikesine işaret etmekteydi: ... Sovyet Rusya’nın politik otoritesinin avantajını ele geçiren ve kendilerini işçilerin sınıf içgüdülerine uyarlayan burjuva milliyetçiliğinin temsilcileri, –kendileri bunun her zaman tam bilincinde olmasalar da– embriyon halindeki proleter birliklerini sınıf örgütlenmesinin doğrudan görevleri yolundan saptırmak amacıyla burjuva demokratik özlemlerini “sosyalist” veya “komünist” bir kılığa büründürdüler (örneğin, Türkiye’deki Yeşil Ordu Partisinin pan-Turanizmi komünist renklerle boyaması, Çin’deki Kuomintang’ın bazı liderlerinin “devlet sosyalizmi”ni vazetmesi gibi).[97] Geri ülkelerin kurtuluşunu, gelişmiş ülkelerin proletaryasıyla ittifak ve Sovyet sistemine geçiş temelinde ele alan tezlerde şöyle denmekteydi: Batı’nın proletaryasıyla kurulacak bir ittifak, Sovyet cumhuriyetlerinin uluslararası federasyonunun yolunu temizleyecektir. Geri ülkeler için Sovyet sistemi, ilkel varoluş koşullarından, dünya ekonomisi alanındaki üretim ve dağıtımın kapitalist yöntemiyle yer değiştirmeye yönelmiş gelişmiş komünist kültüre en sancısız geçiş biçimini sunmaktadır. Bu, Rusya imparatorluğunun bağımsızlığını kazanmış sömürgelerindeki Sovyet yapısının deneyimi tarafından kanıtlanmıştır.[98] Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde Komintern’in ikili bir görevinin olduğu belirtiliyordu. Birinci görev, bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarını temsil eden komünist partilerin çekirdeğini yaratmaktı. İkinci görev olarak da, emperyalizme karşı yöneltilmiş ulusal devrimci hareketi azami ölçüde desteklemek, bu hareketin öncüsü olmak ve ulusal hareket içinde sosyal hareketi vurgulamak, genişletmek gerekiyordu. Dördüncü Kongre yerinde bir değerlendirmeyle, sömürge ülkelerde devrimin ulus-devletin kuruluşuyla sınırlanamayacak toplumsal dönüşüm boyutunu ortaya koydu: Sömürge devriminin nesnel görevleri, bu devrimin nihai zaferi dünya emperyalizminin egemenliği ile uyuşamayacağından ötürü, burjuva demokrasisinin sınırlarını aşacaktır. Önceleri yerli burjuvazi ve entelijensiya sömürge devrimci hareketlerinin şampiyonlarıydılar. Ancak, proleter ve yarı-proleter köylü kitleleri mücadelenin içine sürüklendikçe, burjuva ve tarım burjuvazisinin ögeleri, halkın alt sınıflarının toplumsal çıkarları öne çıkmaya başladığı oranda harekete yüz çevirmeye başladılar. Sömürgelerin genç proletaryasının önünde uzun bir mücadele vardır. Bu mücadele, geniş çalışan kitleleri “tarih-öncesi” şartlarda tutarken endüstriyel ve kültürel gelişmenin tüm avantajlarını kendilerine saklamaya ve bunları tekelleştirmeye çabalayan kendi egemen sınıflarına ve emperyalist sömürüye karşı, tüm bir tarihsel dönemi kucaklayan bir mücadeledir.[99] Tezlerde, sömürge ülkelerdeki mücadeleye yanlış yaklaşımlar karşısında komünistler uyarılıyordu. İşçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunma adına, sömürgelerde emperyalist zorbalığa karşı verilen mücadeleye katılmamanın Doğu’daki proleter devrimi gözden düşürmekten başka bir işe yaramayacağı belirtiliyordu. Bu yerinde değerlendirme, ardından gelen daha da önemli uyarılarla bütünlenmekteydi: Eş derecede bir küstahlık da, “ulusal birlik” ya da burjuva demokratlarıyla “iç barış” adına, işçi sınıfının en acil ve günlük çıkarları için verilecek mücadeleden uzak durmaya çalışmaktır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki komünist işçi partilerinin ikili bir görevi vardır. Politik bağımsızlığın kazanılmasını hedefleyen bir burjuva demokratik devrimin görevlerinin mümkün olan en radikal çözümü için savaşmak; ve işçi ve köylü kitlelerinin kendi sınıf çıkarları için mücadeleye girmeleri amacıyla onları örgütlemek ve böyle yapmakla milliyetçi burjuva kamptaki tüm çelişkileri suiistimal etmek. Toplumsal talepleri öne çıkararak, burjuva-liberal taleplerin kendisine bir çıkış sunmadığı devrimci enerjiyi ortaya çıkaracaklar ve bunu daha da teşvik edeceklerdir.[100] Anti-emperyalist birleşik cephe oluşturmanın, proletaryanın bir başka sınıfın örgütüne ya da siyasi çizgisine katılımıyla hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine, devrimci Marksizm açısından cephe faaliyetinin özü, emekçi kitlelerin işçi sınıfının devrimci mücadele hattına kazanılmasıdır. Dördüncü Kongre tezlerinde bu konuyla ilgili olarak şu değerlendirme yapılmaktadır: Bu sloganın uygunluğu, tüm devrimci ögelerin seferberliğini talep eden, dünya emperyalizmi ile girişilen uzatmalı mücadelenin geleceğinden kaynaklanır. Bu seferberlik, yerli egemen sınıflar halk kitlelerinin ölümcül çıkarlarına karşı yönelmiş dış sermaye ile uzlaşmaya meylettiğinden daha da gereklidir. Ve tıpkı, Batı’da, birleşik proleter cephe sloganının, sosyal demokratların proletaryanın çıkarlarına ihanetinin teşhirine yardımcı olması ve halen de yardım etmesi gibi, anti-emperyalist birleşik cephe sloganı da çeşitli burjuva-milliyetçi grupların tereddütlerini teşhir etmeye yardım edecektir. Bu slogan aynı zamanda devrimci iradenin gelişimine ve işçi kitlelerinin sınıf bilincinin berraklaşmasına ön ayak olacak ve onları yalnızca emperyalizme karşı değil, aynı zamanda feodalizmin kalıntılarına karşı da savaşanların ön saflarına geçirecektir.[101] Açıktır ki, sömürge ülkelerde siyasal bağımsızlığın kazanılması ile mücadele sona ermemekte, tersine burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişki daha kolay kavranır hale gelmektedir. Bu gerçeği dikkate alan kongre tezleri, “Bağımsız Türkiye’de bile, işçi sınıfı birlik kurma özgürlüğünden yararlanamıyor ki bu, burjuva milliyetçilerinin proletarya karşısındaki tutumlarının bir göstergesidir” demektedir. Tezlerde, burjuva demokrasisi ile geçici anlaşmaların ancak ve ancak proletaryanın bağımsız siyasal örgütlenmesinden ödün verilmemesi koşuluyla yapılabileceği vurgulanmaktadır: Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki işçi hareketleri her şeyden önce bir bütün olarak kendisi için anti-emperyalist cephede bağımsız bir devrimci faktör konumunu kazanmalıdır. Burjuva demokrasisi ile geçici anlaşmalar, yalnızca, bu işçi hareketinin bağımsız bir politik faktör olarak önemi kavrandığında ve politik bağımsızlığı güvence altına alındığında izin verilebilir ve gerekli bir şey olabilir.[102] Kongre tezlerinde yer alan çok önemli hususlardan biri de, anti-emperyalist birleşik cephe mücadelesinin proleter Sovyet cumhuriyetleri ile sıkı bir ittifak talebi temelinde yürütülmesi gereğidir. Fakat bu da yetmez, mücadele platformu mutlaka işçi sınıfının diğer geçişsel taleplerini de içermelidir. Dördüncü Kongrenin, sömürgelere ilişkin olarak metropol ülkelerin komünistlerine verdiği görev de doğru bir tutumu yansıtır: Sömürgesi olan ülkelerin komünist partileri, sömürgelerdeki proleter ve devrimci hareketler için sistematik bir maddi ve manevi yardımı örgütleme görevini üzerlerine almalıdırlar. ... Sömürgelerdeki Avrupalı komünist işçiler, yerli proletaryayı örgütlemeye çaba göstermeli ve somut ekonomik taleplerle ... onların güvenini kazanmalıdırlar. Sömürgelerde ayrı Avrupalı komünist örgütlerin oluşumu (Mısır, Cezayir) sömürgeciliğin gizli bir biçimidir ve yalnızca emperyalist çıkarlara yardım eder. Komünist örgütlerin ulusal temelde oluşumu, proleter enternasyonalizminin ilkeleri ile bağdaşmaz.[103]

SONSÖZ

Böylece, Komintern’in ilk dört kongresi döneminde ulusal sorun, sömürgeler sorunu ve anti-emperyalist mücadele konularındaki belli başlı açılımları ve kararları ana hatlarıyla değerlendirmiş bulunuyoruz. Amacımız, Stalinizmin egemenliği altında uzun yıllar boyunca “Marksizm-Leninizm” adına yutturulan düşünce ve siyasal tutumlarla aramızdaki sınır çizgisini ortaya koyabilmekti. Problemli gördüğümüz birkaç husus bir yana bırakılacak olursa, Lenin dönemi Komintern belgelerinin, genelde enternasyonalist komünist bir yaklaşım sunduğu inancındayız. Bu nedenle de, bu döneme ilişkin kongre kararlarını, tartışılan sorunlarda nihai çözümler sunan tamamlanmış reçeteler olarak dogmalaştırmamak, onlarda varolan kimi eksik ve yanlış yönlerin üzerinden atlamamak koşuluyla önemli bir hareket noktası olarak kabul ediyoruz. Dördüncü Kongreyi izleyen yıllar içinde, Lenin’in ölümü ve Sovyetler Birliği’nde Stalinist bürokrasinin iktidarının kuruluşuyla birlikte Komintern’in çizgisi ve niteliği tamamen değişti. Stalin’in egemenliğindeki Komintern, Lenin döneminde belirlenen ilkelere uymak ne kelime, onları birer birer buharlaştırıp yok etme konusunda uzmanlaştı. Küçük-burjuva milliyetçi güçlerin kendilerini “komünist” renklere boyama girişimlerine bizzat yardımcı olundu. Komünist güçler, burjuvazinin hegemonyası altındaki ulusal cepheler içinde eritildi. Çin devrim sürecindeki Kuomintang deneyimi başlı başına çarpıcı bir örnektir. Tüm sorunlarda olduğu gibi anti-emperyalizm sorununda da Stalinizm, Marksizmden tamamen uzaklaşarak burjuva reformizmine açılan bir küçük-burjuva sosyalizmi anlayışını yerleştirdi. Kısacası Stalinist Komintern, Marksist enternasyonalizmden ve Komintern’in Lenin dönemi çizgisinden tam bir kopuştu. Bu kopuşun nasıl gerçekleştiğini ve Lenin dönemi Komintern çizgisinden nasıl adım adım uzaklaşıldığını sergilemeye girişmeyeceğiz. Troçki’nin bu konuda yürüttüğü mücadele ve Lenin sonrası Komintern çizgisini eleştirdiği tarihsel değerlendirmeler devasa bir başvuru kaynağı olarak önümüzde duruyor. Stalinist Komintern döneminde, dünya devriminin ilerletilmesi mücadelesi “sekter”, “maceracı”, “Troçkist” olarak damgalanıp mahkûm edilmişti. Sovyet egemen bürokrasisinin çıkarlarını yansıtan bir resmi komünizm yaratılmıştı. Ve bu “komünizm” devrimci Marksizme karşı yürüttüğü savaşı, gerçekte Ekim Devrimini tasfiye eden ama kendini onun mirasçısı gibi gösteren Stalinist Komintern’in resmi otoritesi sayesinde kazanmıştı. Bu nedenle, ne yazık ki uzun yıllar boyunca artık genelde devrimcilik de, reformizm de bu Stalinist siyasal çerçevenin içinde aranıp bulunacaktı! Bu çerçevede reformizm, burjuva parlamenter mücadeleyi başa alarak evrim yoluyla “sosyalizm”e geçmeyi tasarlayan bir siyasi eğilimse; devrimcilik de “ulusal sosyalizm”i esas alan bir küçük-burjuva radikalizminden öteye geçmeyecekti. Kendini “Marksist-Leninist” olarak sunan çeşitli Stalinist siyasetlerin ya da Stalinizmden bir kopuş olarak lanse edilen “Avrupa komünizmi”nin üzerlerini örten çeşitli renklerdeki boyaları kazıdığımızda karşımıza ortak bir öz çıkmaktaydı. Bu öz, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin yıkılması hedefinin yerine, ulusal sınırlar temelinde devletçiliğe dayanan bir sözde sosyalizm anlayışının geçirilmesiydi. Bu bağlamda, Avrupa ülkelerindeki resmi komünist partilerin “anti-tekel”, “ileri demokrasi” programlarıyla, emperyalizme bağımlı ülkeler olarak adlandırılan gruba giren ülkelerdeki “ulusal devrimci”, “ulusal demokratik” programların ortak yönü, proletarya hegemonyası ilkesinin açıkça çiğnenmesiydi. Bunların hepsi, burjuvazi içinden bulunup çıkartılan “dost” kesimlerle oluşturulan “cephe stratejileri”ydi. Lenin döneminde, proletaryanın yeniden güç toplamasını, savunma pozisyonundan saldırı pozisyonuna geçebilmesini amaçlayan cephe taktiği, Stalinist egemenlik altında tamamen iğdiş edilmişti. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ekim Devriminin yarattığı cazibe nedeniyle, emperyalist hükümetler ulusal kurtuluş mücadelelerinin toplumsal devrime dönüşmesi ihtimalini ciddi bir tehlike olarak gördüler. Sömürge ülkelerdeki mücadelenin daha ileri boyutlara ulaşmasını engellemek üzere, ulusların kaderlerini tayin hakkını kendilerince kabul ettiler.[104] Emperyalistler açısından, gerçek proleter devrimlerin önünü kesebilecek her yol, bir yerde katlanılabilir bir durum demekti. Despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmüş Sovyetler Birliği açısından ise, Stalin’in temellerini attığı büyük ulus şovenizmi Sovyet liderlerinin yürütecekleri dünya politikasının esas belirleyeni olacaktı. Çünkü bu büyük ulus-devletin çıkarlarının korunması ve kollanması, kendini dünya devriminin merkezi olarak sunmaya devam eden bürokratik diktatörlüğün hayat-memat sorunuydu. Resmi komünizm dünyası, “Sovyet devletinin çıkarlarının korunmasına hizmet etmek, dünya devrimine hizmet etmiş olmaktır” yalanı ekseninde döndü durdu. Dünya devrimindeki gerçek bir ilerleyiş, Stalinizmin yarattığı yalanlar dünyasının sonu olabilirdi. Bu nedenle, emperyalistlerle Stalinist egemenler arasında bir amaç birliği olmasa da, dünya devriminin ilerleyişinden duyulan korku temelinde yine de bir konsensüs oluşmuştu. İkinci Dünya Savaşı bu konsensüsün parçalanması gibi göründüyse de, savaş konjonktürü aslında emperyalist güçler arasındaki uzlaşmaları da parçalayan sıcak bir paylaşım dönemiydi. Emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki bu sıcak rekabet savaşı, onların, sahtece bile olsa kendini dünyaya sosyalist olarak lanse eden Sovyetler Birliği’nin defterini dürmelerine engel oldu. Dünya ölçeğindeki gelişmeler karşısında kendi ulus-devletinin varlığını ve çıkarlarını korumak amacıyla tutum alan Stalinist egemenlik, İkinci Dünya Savaşının emekçi kitlelere ölüm getiren yıllarını, kapitalist düzeni yıkacak devrimci bir başkaldırıya dönüştürmekten uzak durdu. Avrupa ülkelerindeki direniş hareketleri, burjuvaziyle ortak “anti-faşist” cephelerin içinde eritildi. İkinci Dünya Savaşının bitiminde, savaştan galip çıkmış bulunan Sovyetler Birliği’nin doğrudan müdahalesi sayesinde kurulan yeni “sosyalist” devletlerin de katılımıyla, dünya artık kapitalist ülkeler blokunun yanı sıra bir de “sosyalist blok”a kavuşmuştu. Artık iki bloklu bir dünya vardı ve emperyalist ülkeler arasındaki rekabet mücadeleleri de, bu iki blok arasında sürüp gidecek bir soğuk savaşın ardına gizlenmiş bulunuyordu. İşte bu dönem boyunca yürüyen ulusal kurtuluş mücadeleleri, genelde Sovyet blokunun yanında tutum alır göründüler ve bunu emperyalist güçlere karşı bir tehdit unsuru, bir koz olarak kullandılar. İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar içinde Yugoslavya, Arnavutluk, Çin devrimlerinden başlayıp, Küba, Vietnam örnekleriyle ilerleyen devrimlere de Sovyet bürokrasisinin yaklaşımı, hep Sovyet devletinin çıkarlarının korunması hesabınca belirlendi. Çeşitli ulusal kurtuluş mücadeleleri arasından özellikle bu devrimleri ayırıp belirtmenin bizce bir nedeni var. Çünkü ulusal kurtuluş mücadelesi süreci içinde hegemonyanın resmi Komünist Partiler tarafından ele geçirildiği bu örnekler[105], burjuvazinin önderliğinde sonuçlanan ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı bir boyut taşıyordu. Sovyet bürokrasisinin salt kendi arzusuna kalsaydı, belki bu deneyimler de emperyalist ülkelerle el altından yürütülen uzlaşmalar temelinde “ulusal kalkınmacı” burjuva iktidarların kurulmasıyla sonuçlanabileceklerdi. Ne var ki bu devrimler, böyle bir sonuca rıza göstermeyen fakat proletaryanın devrimci hegemonyasını da benimsemeyen sözde komünist önderliklerin hegemonyası altında ilerlediler. Bu önderlikler, Sovyet bürokrasisine şu ya da bu ölçüde kafa tutmuş olsalar da, kendilerini son tahlilde yine de Stalinist “ulusal kalkınmacı” bir sosyalizm anlayışı temelinde var ettiler. Sovyetler Birliği’ndeki egemen bürokrasinin gücüne imrendiler ve Stalinizmin egemenliği altında artık despotik-bürokratik bir diktatörlüğe dönüşmüş olan Sovyet devletini örnek aldılar. Ülkelerinde gelişen devrim sürecini kendi mezheplerine uygun bir yönelime sokabildiler ve bürokratik Sovyet devletinin benzeri olan kendi ulus-devletlerini kurdular. Kısacası, bu ülkelerdeki devrimler, diğer ulusal kurtuluş mücadelelerinden farklı olarak emperyalist sistemden kopuşu ve kapitalizmin dışına çıkmayı gerçekleştirmiş olsalar da, bu değişim asla Ekim Devriminin benzeri olmadı. Dünya devrimini amaçlayan gerçek komünist çizgiye karşı çıkan önderliklerin hegemonyası altında devrimin ilerleyişi durdurulmuş oldu. Buralarda devrim süreci, Ekim zirvesine ulaşamadan, yani proletaryayı hiç mi hiç iktidara getirmeden daha baştan Stalinist bürokratik rejimin kopyalarını doğurdu. Bu ülkelerdeki sosyo-ekonomik sistem, kuruluşundan başlayarak despotik-bürokratik rejim olarak yapılandı. Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, işçi devrimiyle kurulan gerçek bir işçi iktidarının daha sonra egemen olan bürokrasi eliyle tasfiyesine dayanan bir karşı-devrim süreci yaşanmadı buralarda. Bu ülkelerin kapitalist işleyişin dışına çıkabilmeleri, kuşkusuz ki Sovyetler Birliği’nin emperyalist sistem karşısında ayrı bir güç odağı olmasından kaynaklanıyordu. Sovyet devleti bürokratik bir diktatörlük idiyse de, onun da kendi varlığının idamesi için gücünü yaygınlaştırmaya, pekiştirmeye, emperyalist ülkelere kafa tutmaya ve olabildiğince çok sayıda devleti kendi yanına çekmeye ihtiyacı vardı. İşte, söz konusu ülkelerde bürokratik Sovyet rejimini örnek alan yeni ulus-devletlerin kuruluşu gündeme geldiğinde, bu devletleri Sovyet blokunun içine çekecek yardımları sunmak Sovyet bürokrasisi açısından bir zorunluluktu. Bu yardımların koşulu Sovyet egemen bürokrasisinin otoritesine boyun eğilmesiydi ve bu koşula uyulduğu sürece yardımlar sürdü, uyulmadığında ise kesildi. Özü itibarıyla Sovyetler Birliği’ndeki despotik-bürokratik rejimin benzerleri olan ulus-devletler açısından da yüce amaç, kendi ulus-devletlerinin çıkarlarını en iyi biçimde koruyacak yolları bulmak ve uygulamaya koymaktı. O nedenle, bu bürokratik diktatörlüklerin kendi aralarında da çıkar çatışmalarının olması kaçınılmazdı. Nitekim dünya, emperyalist blokla Sovyet bloku arasındaki çekişmelerin yanı sıra, kendilerini sosyalist olarak adlandıran ülkeler arasındaki çatışmalara ve hegemonya mücadelesine de tanık oldu. Sovyet-Çin rekabeti bu durumun en tipik örneğiydi. Sovyet blokunun güçlendirilmesi, dünya devriminin çıkarları açısından olumlu bir anlam içermiyordu fakat Sovyet egemen bürokrasisinin varlığının sürdürülmesi açısından her şey demekti. O nedenle, soğuk savaş yılları boyunca gelişen ulusal kurtuluş mücadelelerinin Sovyet blokunun yanına çekilmesi, Stalinist egemen bürokrasinin çıkarlarıyla çelişen bir hedef değildi. Ne var ki, ulusal kurtuluş istemiyle başlayan ayaklanmaların, siyasal bağımsızlığın kazanılması noktasında durmayıp proletarya hegemonyası altında toplumsal devrime ilerlemesi bürokratik diktatörlük açısından gerçek bir tehditti. Ve böylesi tehditlerin savuşturulması gerekliydi. Genelde burjuva ulus-devletlerin kuruluşuyla sonuçlanan ve dolayısıyla kapitalist sistemden kopmayan çeşitli ulusal kurtuluş mücadeleleri de yaşandı. Bir zamanlar kendilerini hangi şekilde adlandırmış olurlarsa olsunlar, Irak, Suriye, Libya, Mısır, Sudan, Cezayir vb. tüm bu örneklerde ortak yön, bu ülkelerdeki ulusal mücadelelerin siyasal bağımsızlığın kazanılmasıyla sınırlı kalan burjuva demokratik karakteriydi. Ulusal mücadelelerin başını çeken önderliklerin, o dönemin dünyasındaki denge koşulları nedeniyle kendilerini daha devrimci ya da sosyalizm yanlısı olarak göstermeleri nihai sonucu değiştirmiyordu. Bu ülkelerin çoğu burjuva iktidarlar altında ve devletin ekonomik yaşamda doğrudan rol üstlenmesiyle, yani devlet kapitalizmi sayesinde emperyalist sisteme entegrasyon yolunu tuttular. Fakat Sovyet bürokrasisi tarafından, “kapitalist olmayan yol”a girmiş, yani sosyalizme ilerleyen ülkeler olarak lanse edildiler. “Sosyalist blok” içinde yer almayan, ancak karşılıklı çıkarlar temelinde Sovyetler Birliği ile iyi geçinen ülkeler için de bir blok icat edildi ve bunlara “Bağlantısızlar Bloku” denildi. Böylece, Hindistan örneğinde olduğu gibi, burjuvazinin Sovyet bürokrasisinin desteğine yaslanıp, şu ya da bu emperyalist devlete kafa tutması da “anti-emperyalizm” mertebesine yükseltildi. Sovyetler Birliği’nin ve “sosyalist blok”un çöküşü ve soğuk savaş döneminin sona ermesiyle girdiğimiz yeni dönem içinde, artık bu çarpıtılmış “anti-emperyalizm” akımlarını doğrudan destekleyen bir “sosyalist” devlet yok. Fakat, bir ideolojinin yaslandığı maddi temel ortadan kalkmış olsa bile, o ideoloji daha uzun süre yaşamaya devam edebilir. Biliyoruz ki, kökleşmiş düşünceler direngendirler. Nitekim, ortodoks Stalinist ya da merkezci siyasal akımlar dünyanın çeşitli yerlerinde hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Ve artık yaşanmış onca deneyimden sonra çok açık ki, işçi sınıfı temeline oturtulmamış bir “anti-emperyalizm”in proletaryanın devrimci mücadelesine hiçbir yararı dokunmayacaktır. Bugün, bir yandan kapitalist sistemin içine düştüğü kriz nedeniyle emperyalist savaş borularının çalındığı, diğer yandan işçi hareketinin dünyanın çeşitli bölgelerinde yeniden sesini duyurmaya başladığı çok önemli bir tarihsel dönemeç noktasında bulunuyoruz. Eski dönemin yerleşik yanılgılarına karşı sistemli bir mücadele yürütmeksizin, yeni dönemin görevlerinin üstesinden gelmek mümkün değil. Yeni bir atılım gerek ve bunun için her bakımdan çok kararlı bir mücadele yürütülmeli. Yeni bir atılım anlamına gelecek bir örgütlenme, eski dönemin yerleşik fakat çarpık anlayışlarıyla açık ve kapsamlı bir hesaplaşma üzerine oturtulmayacaksa, bunca zahmete ne gerek var?

[57] III. Enternasyonal-Belgeler, Belge Yay., Ekim 1979, s.9-10 [58] age, s.11 [59] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.370-371 [60] Lenin, age, s.372 [61] Lenin, age, s.374 [62] III. Enternasyonal-Belgeler, s.31-32 [63] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.188 [64] Lenin, age, s.188 [65] Lenin, age, s.189 [66] Lenin, age, s.189 [67] Lenin, age, s.189 [68] Lenin, age, s.189-190 [69] aktaran: F. Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.1, Belge Yay., Nisan 1990, s.315 [70] age, s.315 [71] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.193 [72] bkz. III. Enternasyonal-Belgeler, s.43-49 [73] akt: F. Claudin, age, s.330 [74] Lenin, age, s.195 [75] Sultan Galiyev’in görüşlerinde ifadesini bulan proletarya karşısındaki küçük-burjuva hoşnutsuzluğu, uygulamadaki hatalardan da kendine haklılık payı çıkararak bir siyasal eğilim olarak belirginleşti. İlerleyen yıllar içinde, özelde Maoizmin ve genelde Üçüncü Dünyacı görüşlerin temelini oluşturacak bu siyasal eğilim, Doğu devriminin dünya devriminin temel taşı olduğu düşüncesini yansıtmaktaydı. Büyük Ekim Devrimiyle kurulan Sovyet devletinin içinde daha sonra ortaya çıkan bürokratik yozlaşma ve onun ulusal sorundaki yansıması olan ezen ulus şovenizmi, küçük-burjuva devrimciliğine boyundan büyük misyonlar atfedilmesine elverişli bir zemin yaratmış oluyordu. [76] aktaran: H. C. D’Encausse-S. R. Schram, Marksizm ve Milliyetçilik, Yol Yay., Ekim 1976, s.59 [77] Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Koral Yay., Şubat 1975, s.157-158 [78] age, s.200-201 [79] age, s.275-276 [80] III. Enternasyonal-Belgeler, s.56 [81] age, s.57 [82] akt: F. Claudin, age, s.316 [83] Lenin, III. Enternasyonal Konuşmaları, Pencere Yay., Kasım 1989, s.128 [84] III. Enternasyonal-Belgeler, s.64 [85] age, s.62 [86] Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı, Kaynak Yay., Ekim 1985, s.127-128 [87] age, s.128-129 [88] age, s.130 [89] age, s.132 [90] age, s.132 [91] age, s.133 [92] age, s.134 [93] age, s.134-135 [94] age, s.139 [95] “The Theses On the Eastern Question Adopted by the Fourth Comintern Congress (November 1922)”, The Communist International (1919-1943) Documents, s.383 [96] age, s.385 [97] age, s.387 [98] age, s.388 [99] age, s.388-389 [100] age, s.389 [101] age, s.390 [102] age, s.390 [103] age, s.392-393 [104] ABD’nin 28. başkanı olan Thomas Wilson, 8 Ocak 1918’de kongreye sunduğu ve ardından Paris Barış Konferansında Milletler Cemiyetinin kuruluş kararıyla birlikte Avrupalı hükümetlere kabul ettirdiği ünlü On Dört Maddesinde “Amerikan usulü barış”ın temellerini attı. Söz konusu maddeler arasında yer alan dış politika ilkesi, güçsüz ülkelere maddi baskı uygulamayı reddetme ve küçük halkların haklarına ve çıkarlarına saygı gösterme esaslarına dayandırılıyordu. [105] Küba’da mücadele, önce küçük-burjuva önderliğin (Castro önderliğindeki gerilla hareketi) hegemonyası altında gelişmiş fakat bu önderlik iktidara geldikten sonra ABD ile ipleri koparmış ve SSCB ile yakınlaşmıştır. Böylece Küba devriminin önderliği de resmi Komünist Partilerin kervanına katılmıştır.

30 Aralık 2006
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/505?page=1&qt-diger_makaleler=1