Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Paris Komünü ve Kadın Komünarlar

Paris Komünü ve Kadın Komünarlar

1.Bölüm

petroleuse_1871.jpg

İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimi olarak 72 gün boyunca ayakta kalan Paris Komünü, aynı zamanda proletaryanın hem iç hem de dış düşmana karşı verdiği destansı bir direnişin de adıdır. İşçi sınıfının kadınları proletaryanın mücadele sahnesine çıktığı günden bu yana gerçekleşen tüm devrimlerde ve devrimci hareketlerde, ön saflardaki rolleriyle sınıf kardeşlerine cesaret ve güven aşılarken, düşmanlarına da korku salmışlardır. Emekçi kadınların mücadele tarihinin en parlak sayfalarından birini de Paris Komünü oluşturmaktadır. Gerek Komünün gerekse onun içinde kadınların büyük bir rol oynamalarının nesnel zeminini, tarihteki devrimlerin pek çoğunda görüldüğü gibi, bir savaş süreci döşemiştir. Bu süreci kısaca hatırlayalım ve ardından kadın emekçilerin kahramanca mücadelelerine dönelim.

Komüne giden yol

Ekonomik ve politik olarak içinde bulunduğu zorlu durumu, egemenlerin pek çok kez yaptıkları gibi savaşla aşmayı amaçlayan Louis Bonaparte 15 Temmuz 1870’te Prusya’ya meydan okumuş, ne var ki bu meydan okuma bir buçuk ay sonra Fransa’nın yenilgisiyle neticelenmişti. Bu yenilgiyi fazlasıyla “onur kırıcı” hale getirense, Bonaparte’ın Prusya ordusuna esir düşmesiydi. Bu haber Paris’e ulaştığında Paris halkı sokaklara döküldü ve ertesi gün, yani 4 Eylülde, eski yasama meclisi üyelerinin toplantısını bastı. Bunun sonucu cumhuriyetin yeniden ilan edilmesi oldu. Ama Prusya orduları kapıdaydı ve imparatorluk ordusu dağılıp esir düşmüş durumdaydı. Bu arada eski yasama meclisinin Paris milletvekillerinden oluşan bir “ulusal savunma hükümeti” kurulmuş, düşmana karşı savunmayı örgütlemek için de eli silah tutan bütün Parisli erkekler, devletin bir milis gücü olarak oluşturduğu Ulusal Muhafız Birliğine yazılmışlardı. Böylece Ulusal Muhafız Birliğinin çoğunluğunu silahlı işçiler teşkil eder hale gelmişti. 18 Eylülde Paris kuşatması başladı ve Ulusal Muhafız kenti savunmak için seferber oldu. Aylar sürecek zorlu bir direniş başlamıştı. Bu süreçte işçilerin ağırlıkta olduğu Ulusal Muhafız ile burjuva hükümet arasındaki çelişkiler de alabildiğine güçlenecekti. Kuşatma altındaki Paris, beş ay boyunca şiddetli soğuk, açlık, hastalık ve bombardımana maruz kalırken, burjuva hükümet 28 Ocakta Prusya ile ateşkes anlaşması imzaladı. Ardından da yeni bir Ulusal Meclis oluşturmak için seçime gidildi. Fakat seçimler öncesinde demokratik güçlere tam bir gözaltı ve tutuklama terörü uygulandı. Tehdit ve baskı eşliğindeki bu seçimin demokrasiyle en ufak bir ilgisi yoktu. İşçilerin çoğu bu koşullarda yapılan seçimlere katılmadı. Nihayetinde seçimlerden monarşist sağ ezici bir zaferle çıktı ve yeni hükümetin başına yaşlı bir monarşist olan Adolphe Thiers getirildi. 26 Şubatta Thiers, Prusyalıların barış koşullarını kabul ederek Alsace’ın büyük bir bölümünü, Lorraine’in üçte birini ve Metz kentini teslim etmeyi, tazminat olarak 5 milyon frank ödemeyi ve Prusya birliklerinin Paris’te bir zafer geçidi yapmalarını onayladı.[1] Parisli emekçiler bu anlaşmayı öğrendiklerinde dehşete düşmüşlerdi. Buna izin vermeye hiç niyeti olmayan emekçiler, oluşturdukları silahlı gruplarla gece gündüz dolaşıp kenti koruma altına almaya giriştiler. Montmartre, Belleville ve La Chapelle gibi işçi mahallelerinde barikatlar kuruldu. Kentin topları, Prusyalılara kaptırılmamak ve kenti savunmak için Montmartre tepesine taşındı. Burjuvazi Prusya işgali esnasında canını kurtarmak için düşmanla işbirliğine giderken ve ülkeyi düşmana teslim ederken, silahlarını hem Prusya hem de Fransız burjuvazisine doğrultarak savaşanlar Parisli işçiler, emekçilerdi. Prusya birlikleri 1 Martta Paris’e girdiler ama yaptıkları zafer yürüyüşünün ardından dar bir bölgeye çekilip burada da ancak üç gün kalabildiler. Bu arada Parisli emekçiler ciddi bir açlık ve işsizlik sorunu çekiyorlardı. Şubat ayında ekmek isyanları yaşanmıştı. Erkeklerin çoğu Ulusal Muhafız bünyesine alınmıştı ve Ulusal Muhafızların sayısı 300 bine çıkmıştı. Dolayısıyla nüfusun büyük bir kesiminin tek gelir kaynağı, Ulusal Muhafızlara ödenen günlük 1,5 franklık ücretti. İşte tam da böylesi zorlu günlerde, işbirlikçi hükümet emekçilere yönelik peşpeşe saldırı yasaları çıkarmaya başladı. Ulusal Muhafızın sayısının azaltılması kararı alınıp, ancak çok ihtiyacı olduğunu kanıtlayanlara ücret verilmeye devam edileceği açıklandı. Belediyeye ait rehinci dükkânlarındaki malların satılacağı duyuruldu. Bu karar, Paris kuşatma altındayken ellerindeki eşyaların büyük bir kısmı haczedilen yoksul emekçiler için büyük bir yıkım anlamına geliyordu. Versailles (Versay) hükümeti radikal gazeteleri kapatıp, Auguste Blanqui ve Gustave Flourens gibi işçi sınıfı önderleri hakkında idam kararı da aldı. Ayrıca Paris kuşatması başladığından beri Bordeaux’da toplanmakta olan Ulusal Meclisin Paris’in on beş kilometre uzaklıktaki Versailles’e taşınmasına, böylelikle Paris’in başkentlikten düşürülmesine karar verildi. Tüm bunlar emekçilerin öfkesini arttırırken, Thiers’in Ulusal Muhafızın elindeki ağır silahları ve topları toplatma kararı alıp 18 Martta askeri birlikleri Paris’e göndermesi her şeyin üstüne tüy dikmiş oldu. Burjuvazi silahlı işçileri büyük bir tehdit kaynağı olarak görüyor ve derhal silahsızlandırmak istiyordu. Ülke işgal altında olsa da mülk sahiplerinin derdi bir an önce “huzurlu”, “sakin” günlere dönüp para kazanmaya devam etmekti. İşçilerse ne silahlarından ne de Paris’ten vazgeçme niyetindeydiler. Thiers’in bu kararını bir savaş ilanı olarak görmüş ve “davet”e icabet etmişlerdi!

Devrim başlıyor, iktidar alınıyor

18 Martta Thiers ve hükümeti Paris’ten Versailles’a çekilirken, Montmartre tepesindeki topları taşımak için atlar gönderdi. Ancak beklemediği bir direnişle karşılaştı. Harekete ilk geçenler kadınlardı. Kadınlar mitralyözlerin çevresini sarıp askerleri sıkıştırdılar. Onlara “bu yaptığınız korkunç bir şey”, “burada işiniz yok” diye bağırıyorlardı. Ateş emri verilen askerlere, “Bize mi ateş edeceksiniz? Bize, kardeşlerinize? Siz, kocalarımız, çocuklarımız?” diye sesleniyorlardı. Bu konuşmalar emekçi sınıflardan gelen askerler üzerinde öyle büyük bir etki yarattı ki, silah bırakıp halkla kucaklaştılar ve daha da ileri gidip generallerini tutukladılar. Daha sonra bir general, “kadınların askerlere yaklaşmasına izin vererek büyük bir hata yaptık” diyecekti. Başka bir bölgede, kadınların tehdit dolu bağırışlarından korkan süvariler atlarını geri sürmüşlerdi. Kadınlar sadece konuşmakla yetinmiyor, atların koşumlarını keserek, topların taşınmasını imkânsız hale getiriyorlardı. Devrim başlamıştı. Burjuva devlet Paris’i terk etmiş ve kent emekçilerin elinde kalmıştı. 22 Martta Paris’in özerkliği ilan edildi ve 26 Martta bu özerk kenti idare edecek yeni belediye meclisinin, yani Komünün seçimleri yapıldı. 28 Martta ise Paris Komünü ilan edildi. Halk tüm sokakları, balkonları kızıl bayraklarla donatarak, bizzat kendilerinin seçtiği bu yeni yönetimi marşlarla, şarkılarla kutluyordu. “Komüne bağlılık yemini etmiş ulusal muhafız taburları, düzenli ordunun askerleri, topçuları ve deniz piyadeleri başı sonu belli olmayan iki yüz bin kişilik bir kitle, ucuna Frigya başlıkları geçirilmiş bayraklarıyla meydandan geçerek sokaklarda ilerlerken, Seine Nehri boyunca top bataryaları, top atışları ile selam duruyorlardı.”[2] Komün, ilerleyen günlerde peş peşe aldığı kararlarla, işçi sınıfının iktidarı kendi eline aldığında neler yapabileceğini canlı bir şekilde kanıtlayarak işçilerin kendilerini bile şaşırtacaktı. Öncelikle, Komüne seçilmiş tüm yabancıların görevleri “Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır” denerek onaylandı. Düzenli ordunun kaldırılıp tüm sağlam yurttaşların katılacağı Ulusal Muhafız tek silahlı güç olarak ilan edildi. Belediyenin rehin sandığındaki tüm hacizli eşyaların satışı durduruldu. Komün üyelerinin ücretleri ortalama işçi ücretlerini geçemeyecek şekilde ayarlandı. Kilise ile devletin ayrılması, din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı. Eğitim, okullardan tüm dini simge, dua vb. kaldırılarak sekülerleştirildi. Napoleon’un 1809 savaşından sonra düşmandan alınmış toplarla döktürdüğü Vendome sütunu, şovenizm ve halkları birbirine karşı kışkırtma simgesi olduğu gerekçesiyle yıkıldı. Komün, işliklerin yönetiminin oralarda çalışan işçilere verilmesi başta olmak üzere çalışma hayatına dair de pek çok karar aldı. Fırıncıların gece çalışması onların isteği üzerine kaldırıldı. O dönemde son derece yaygın olan işçi simsarlığı büroları kaldırılıp, bunlar belediyelere bağlı iş bulma büroları haline getirildi. Kadınların iş ve ücret koşullarının araştırılması, eğitim durumlarının iyileştirilmesi için çalışmalar yapıldı. Paris’i savunurken ölen erkeklerin eşlerinin ve çocuklarının bakımı kent tarafından üstlenildi. Engels’in dediği gibi, “Böylece Paris hareketinin önce yabancı istilacılara karşı savaş sırasında geri plana itilen sınıfsal niteliği 18 Marttan itibaren keskin ve açık bir şekilde belirmiş oluyordu. Komünde yalnız işçiler veya işçilerin kabul edilmiş temsilcileri bulunduğundan Komünün kararları proleter bir nitelik taşıyordu. … Buna rağmen, kuşatma altındaki bir şehirde bütün bu şeylerin gerçekleştirilmesine ancak bir başlangıç yapılabilirdi.”[3] Nitekim 3 Nisandan itibaren Versailles birlikleriyle savaş başlamış ve Komünün en önemli uğraşı, kenti savunmak haline dönüşmüştü.

Kadınlar Versailles’a karşı en önde!

Versailles üzerine yürüyecek Komün taburları inşa edilirken, kadınlar onların önünde saf tutmak için gönüllü olarak ileri atılıyorlardı. Her ne kadar Komünün Merkez Komitesinde ve Konseyinde, oy hakları tanınmadığı için tek bir kadın bile olamadıysa da, kadınlar 72 gün boyunca devam edecek zorlu mücadelede pek çok alanda görev alırken, aynı zamanda, erkeklerin onları sürekli olarak dışladıkları siyaset alanına da pratikte el attılar. Akşamları gerçekleştirdikleri toplantılarda her konuda tartışmalar yürüttüler, eğitimlere katıldılar, Komün gazeteleri çıkardılar. Elbette tüm bunları erkek egemen anlayışa karşı büyük bir mücadele vererek gerçekleştirebildiler. Zira bu anlayışa göre, siyaset dünyası erkek dünyasıydı ve kadınların bu dünyada yeri yoktu. Onlara kadın işi olarak görülen işleri vermek ve tersi durumları yadırgamak Komünün erkekleri arasında da yaygın olan bir eğilimdi. Hatta bu durum, onların siyasi liderliğine soyunanların önemli bir bölümü için de geçerliydi ne yazık ki. Engels’in “küçük köylülük ve zanaatçının sosyalisti” dediği Proudhon (1809-1875) ise bu erkek egemen zihniyeti en gerici formda teorize edenlerden biriydi ve Fransa’da fazlasıyla etkin bir isimdi. Küçük-burjuva tutarsızlıklar temelinde sözde sosyalist görüşler ileri sürerken anarşizmin teorisini yaptığı iddiasında olan Proudhon’a göre kadınlar zayıf bir doğaya sahiptiler. Erkekler fiziksel olarak da zekâ olarak da daha üstündüler; bu yüzden kadın sanatta da, felsefede de, ahlâken de erkekten daha düşük mertebedeydi! Proudhon, kadının evinde oturması, çocuklarını iyi yetiştirmesi, erkeğe itaat etmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Ona göre, kadının erkeğe bağımlılığı, ortadan kaldırılması olanaksız olan bir zorunluluktu! Bu gerici düşünceler, Marx ve Engels’in kadın sorununa yaklaşımlarıyla taban tabana zıttı. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliğinin (Birinci Enternasyonal) Marx yönetimindeki Genel Konseyi kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onaylamıştı. Ancak Fransız delegasyonu karşı oy kullanmıştı. Bu anlaşmazlık, her seksiyonun kendi üyelik koşullarını belirlemesinin kabulüyle sona erdirilmişti.[4] Enternasyonal’in Fransız delegeleri “kadının yeri evidir” düşüncesindeydiler ve aileyi kadınlar için bir sığınak olarak değerlendiriyorlardı. Kadının başka bir toplumsal işlevi olmamalıydı. Bir işçinin karısı parlamenter olursa işçinin çorbasını kim pişirecekti? Sanayi işçiliği onun “doğal düzene” itaat etmesine engel olurdu ve bu kabul edilemezdi, “ne bugünkü toplumda ne de, özellikle, yeni kurulacak sosyalist toplumda”.[5] Enternasyonal üyesi de olan Komün üyelerinin çoğu ne yazık ki Proudhon taraftarıydı ve kadınlar için bu durum büyük bir dezavantaj oluşturuyordu. Fakat kadın Komünarlar yılmadılar ve Versailles ordularına karşı kahramanca savaşırken, bu zihniyete karşı da mücadele ettiler. Binyılların egemen anlayışının bir çırpıda değişmesi doğal olarak beklenemezdi. Ama buna rağmen binlerce kadın bunu kırmak için engellerin üstüne gitmekten kaçmadı ve mücadele içinde erkek egemen kalıpları bir bir yıktı. Pek çok erkek savaşmaktan kaçarken, önlerinde dili sivri, eli sopalı kadınları buldu. Nisan ayının başlarına dek, sayıları iki bin kişiye kadar çıkan kalabalık kadın grupları Concorde Meydanında kızıl bayraklarla gösteriler düzenliyorlardı. Bazıları silah taşıyor, savaşmak istemeyen erkekleri “silahları biz sizden daha iyi koruruz” diyerek aşağılıyorlardı. Versailles’a yürüme çağrılarında bulunan kadınlar, bedenlerini erkeklere siper edeceklerini haykırıyorlardı. Günler ilerledikçe bu gösteriler yerini çok daha somut işlere bıraktı. Kadınlar, kadınlara özgü görülen yiyecek dağıtımı (kantinciler) ve hemşirelik (ambulansçılar) işlerini cephedeki savaşçılarla yan yana yapıyor, yani bizzat ateş hattında bulunuyorlardı. Çocuklarını bırakıp Komün savaşçılarının yanına koşanların sayısı hiç de az değildi. Pek çoğu bu sırada yaşamını yitirdi, yaralandı, kocalarının, kardeşlerinin yaralanmasına, ölümüne tanıklık etti. Ancak bu büyük acıların hiçbiri onları yaptıkları onurlu işi yerine getirmekten vazgeçiremedi. Kadın emekçiler Komünün savunusunda bizzat savaşçı olarak da yer aldılar. Bir Ulusal Muhafız, Thiers’in gönderdiği askeri birliklere şu sözlerle silah bıraktırmıştı: “İnanın bana, tutunamazsınız; sizin kadınlarınız gözyaşları içinde, ama bizimkiler ağlamıyorlar.”[6] Bu kadınlar kocalarını alıkoymayıp, tersine çarpışmaya ittiler, siperlere taşıdılar, onlara çalışırken yaptıkları gibi çorba götürdüler. Komün tarihçisi Lissagaray, birçok kadının evine geri dönmek istemediğini, eline silah aldığını anlatmaktadır. Sıradan kadın işçilerdi bunlar. Bu kadınlar 4 Nisanda silahlı çatışmaya girmişler, geri döndüklerinde bir komite oluşturup, kadınları savaşmaya çağıran bildiriler yayınlamışlardı: “Ya kazanmak ya da ölmek zorundayız! «Sevdiğimi kaybedecek olduktan sonra davam kazanmış neye yarar?» diyenler, şunu iyi biliniz ki sevgililerinizi kurtarmanızın tek bir yolu vardır: onlarla birlikte mücadeleye katılmak.” Bu kadınlar Komünden silah talep ettiler ve çarpışmalarda görev almak istediklerini söylediler. Bu taleplerinin dikkate alınmaması karşısında ise çileden çıktılar. Bir kadın, Komün merkezine şöyle yazıyordu: “Benim, ortada yalnızca savaşmak isteyen ve savaşan kadınları gören yaralı bir yüreğim var. Size bir delege olarak söylediklerimi ihbar anlamında değerlendirmeyiniz. Bunu yapmak aklımdan bile geçmez. Ama yurttaş olarak, Komün üyelerindeki zaafların gelecekteki tasarılarımızı başarısızlığa uğratmasından korkuyorum.”[7] 11 Nisanda, Komünün gazetesinde yayınlanan bir bildiride ise kadınlar bu kez çok daha keskin bir dille hemcinslerini silahlanmaya çağırıyorlardı. Her ne kadar imzasız idiyse de, bu bildiri birkaç gün sonra Kadınlar Birliğinin kurulduğunu duyuracak olan sosyalist kadın işçilere aitti aslında. “Paris’in Kadın Yurttaşlarına Çağrı” başlığıyla yayınlanan bu bildiri kadınlara şöyle sesleniyordu: “Kadın yurttaşlar, çocuklarımız, erkek kardeşlerimiz, kocalarımız nerede? Gürleyen topları ve kutsal çağrıyı çalan tehlike çanlarını duyuyor musunuz? Haydi silahlara! … Savaşı nihayete erdirme zamanı gelmiştir.” “Eğer tutukluları vuran ve önderlerimizi öldüren alçaklar tüfeklerini silahsız kadınlara doğrultursa daha bile iyi! Dehşet ve öfke çığlığı Fransa’dan atılacak ve tüm dünya, istediğimize ulaşmamıza yardım edecek!” “Tüfeklerin ve süngülerin tümü erkek kardeşlerimizce kullanılıyor olsa bile, hainleri ezecek kaldırım taşları yine de vardır.”[8] Bu çağrıda, Versailles hükümeti yalnızca suçlu değil, Paris halkının düşmanı olarak nitelendiriliyordu. Halkı sömüren, ezen bu hükümet, kardeş katili bir iç savaş başlatmış ve savaş tutsaklarını idam etmişti. Versailles hükümeti ve yandaşları “halkın katilleri, zalimler, Paris’i yok etmek isteyenler”di! Komünse özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin savunucusuydu! “Halkın halk tarafından yönetimi”ni, sömürenlerin ve efendilerin sonunu ve “herkes için iş ve esenlik” istiyordu.[9] Devrimin zaferi için ölmeye hazır olduklarını söyleyen kadınlar, her bölgede savunma komiteleri kurmak üzere bir araya gelmişlerdi. Kısa adı Union des Femmes (Kadınlar Birliği) olan örgüt de böylece doğmuştu. Enternasyonal üyesi sekiz kadın işçiden oluşan bir merkez komitesi önderliğinde ve bizzat Marx’ın görevlendirdiği Elizaveta Dmitriyeva başkanlığındaki bu örgüt, “Paris’in Savunulması ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği” adını taşıyordu ve kararlılığını, “ortak haklarımızı savunma uğruna ya kazanana dek savaşmak ya da ölmek” diyerek duyuruyordu. Eş ve anne sıfatıyla bir grup kadın, kardeşlerin birbirini tanıyıp barışçıl bir çözüme varacakları düşüncesiyle ateşkes dilediğinde, Union des Femmes, “utanç verici” olarak nitelendirdiği bu bildiriye şöyle yanıt verdi: “Paris’in kadın işçilerinin istediği barış değil, topyekûn savaştır! Bugün uzlaşmak ihanet anlamına gelir! … Paris teslim olmayacak. Paris’in kadınları Fransa’ya ve dünyaya … halk uğruna, Komün uğruna erkek kardeşleri gibi canlarını verebileceklerini kanıtlayacaktır!”[10] Bu çağrıları ve bildirileri, ilk olarak Prusya kuşatması sırasında kurulan kadın “teyakkuz komiteleri”nin etkinleştirilmeleri takip etti. Kadınlar sokaklarda üniformalı ve silahlı olarak dolaşıyordu. Gizlenerek ya da kenti terk ederek savaştan kaçmaya çalışan erkekleri kıyasıya eleştiriyor, “Versailles katilleri”ne karşı savaşmayı reddeden bu “korkaklar ve uyuşukları” “ciğerlerini sökmek”le tehdit ediyorlardı. Bir kadın, kadın Komünarlara, kocaları savaşmayı reddederse onları vurmayı öğütlüyordu. Kadınlar, erkekler olmasa bile kendilerinin savaşmaya hazır olduklarını duyuruyorlardı.[11] Kadınlar, Komünü savunmak için gerekli silahların üretiminde de görev aldılar. Yaklaşık 3000 kadın fişek yapımıyla uğraşıyor, 1500’e yakını barikatlar için kum torbası hazırlıyordu.

Burjuvazinin tepkisi

Egemen sınıfın erkek ve kadınları, yoksul mahallelerin emekçi kadınlarının cesaretleri ve erkek egemen anlayışa meydan okuma cüreti göstermeleri karşısında resmen şoke olup çılgına dönmüşlerdi. Bu yüzdendir ki, burjuva gazetelerde Komün tehdidi çoğunlukla kadın kılığında sunuldu; hem Komün esnasında, hem de sonrasında! Kadınların mücadelecilikleri ve cesaretleri sınıf kardeşlerinin saygısını kazanırken, sınıf düşmanlarını irkiltip öfkelendiriyordu. Kadınların toplumsal düzene karşı erkek Komünarlardan daha büyük tehdit oluşturduklarını düşünüyordu burjuvazi! Burjuva yazarlar, çizerler, politikacılar, Komünar kadın imgesini sıkça Fransız Devrimindeki “örgücü” kadınlarla özdeşleştiriyorlardı; giyotinde kesilen kafaları örgü örerek izleyen “vahşi, insanlıktan çıkmış” kadınlar! Onlara göre Komünar kadınlar, “ölüm için uluyan, haykıran, ölüm gerçekleşince ahlâksızca dans eden ve ölenlerin naaşlarına saygısızlık eden sarhoş fahişeler”, “kanın tadını almış aç sırtlanlar”dı! Bu tür benzetmelerin erkekler için değil kadınlar için yapılması dikkat çekiciydi. Erkekler “zenginleri istemiyoruz” diyen “aşağılık budalalardı, kadınlarsa çok tehlikeli yaratıklardı! Gerici bir yazar şöyle diyordu: “Zayıf cins bu acınası günlerde utanç verici biçimde davrandı. Komün’e katılanlar –ki böyleleri çoktu– tek bir amaca sahipti: erkeklerin kusurlarını abartarak kendilerini onlardan üstün göstermek... Her yerdeydiler; cıyak cıyak sesleriyle bağırdılar, çağırdılar, kışkırttılar... centilmenin terzisi, centilmenin gömlekçisi, çocuklarının öğretmeni... her türden hizmetçiler. Bu kadınların, bu yoksullarevi kaçkınlarının Jan Dark’a öykünmeleri ve kendilerini onunla kıyaslamaları son derece komikti... Komün’ün son günlerinde bu şirret cadalozlar barikatlarda erkeklerden daha uzun süre direndiler.” Bir başka burjuva yazarsa, “barikatlardaki cesaretleri, savaştaki acımasızlıkları, duvara dayanmış ölüm mangasının karşısındaki soğukkanlılıkları” ile dikkatleri üzerinde toplayan kadın Komünarlardan şöyle söz ediyordu: “Kadınlar erkekler gibiydiler; ateşli, öfkeli, acımasız. Ölüme meydan okudular ve tehlikelerden yılmadılar; hiçbir zaman bu kadar çok kadın sokağa dökülmemişti. Şarapnellerin, saçmaların ve mermilerin açtığı korkunç yaraları sardılar, görülmemiş işkencelerden sonra acı ve öfke içinde inleyen, hıçkıran ve bağıran insanların yardımına koştular; sonunda gözleri kana alıştı, kulakları paramparça olmuş bedenlerden kopan yürek parçalayıcı çığlıklarla doldu, kararlı bir tavırla tüfekleri kaptılar, aynı yaralara ve aynı ıstıraplara doğru atıldılar.”[12] Versailles yandaşları ve bunların besleme gazetecileri, Paris’i “Avrupa’nın tüm alçaklarının” toplandığı bir cehennem olarak betimliyor, namuslu kadınların artık sokağa çıkmaya cesaret edemediğini yazıyordu. Oysa işçiler, emekçiler, hayatlarında ilk kez, eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin lafta değil fiiliyatta hayata geçtiği mucizevi günler yaşıyorlardı o Paris’te. Özellikle de kadınlar. Egemenlere karşı öfkeyle dolan yüz binlerce yürek, sevinçte de, tasada da bir atıyordu. Lissagaray’ın ifade ettiği gibi, bu bir inanç ateşiydi, bir özveri, bir umut ateşiydi! Şöyle diyordu Lissagaray: “48 Haziranında olduğu gibi, barikatların arkasına gizlenip kaldırım taşlarından oluşan silahlarla karşı koymaya çalışan umutsuzlar söz konusu değildi şimdi. 1793’ten çok farklı bir biçimde silahlanmış olan 71 Komünü, altmış binden fazla savaşçıya, yüz binlerce tüfeğe, bin iki yüz topa, beş tabyaya, Montmartre, Belleville ve le Pantheon’un kapladığı geniş bir bölgeye, yıllarca yetecek kadar araç gerece sahipti ve eğer isteseydi milyarlara da sahip olabilirdi. Kazanmak için geriye ne kalıyordu? Biraz devrimci içgüdü. Belediye Sarayında buna sahip olduğu için övünmeyen hiç kimse yoktu.”[13] Burjuvazinin kendini işçi sınıfının tehdidi altında hissettiğinde yüzyıllardır başvurduğu “kullanışlı yalanlar” Paris Komünü sırasında da propagandanın baş unsurlarıydı. Bu değişmezlerden biri olan “dış mihraklar” savının pratikteki ifadesi o dönemde, “Avrupa’nın ayaktakımı Paris’te toplanmış” ya da Uluslararası İşçi Birliği kastedilerek “isyan emri Londra’daki Uluslararası Birlikten geldi” propagandasıydı. Burjuvazi Komünarları tembeller, ayyaşlar, hırsızlar, yağmacılar, fahişeler olarak yansıtıyordu. Kiliselerin yağmalandığı, rahibelere cinsel saldırılarda bulunulduğu yönündeki haberler de en çok işlenen yalanlardan biriydi. Doğrusu insan bunlara baktığında o günden bugüne dünya burjuvazisinin yalanda pek de yaratıcılık kaydetmediğini düşünüyor! Halkın “hassasiyetlerini” kaşıyarak onu karşı-devrimci temelde galeyana getirmeyi amaçlayan aynı bayağı, aynı pespaye yalanlar! Bu yalan söylenti silsilesinin en çok öne çıkanlarından biri de “petrolcü kadınlar” efsanesiydi. Versailles birlikleri Paris’e girip Komünü ezmeye başladıklarında, öfkeli Komünar kadınların gazyağı dolu şişeleri yakıp binaları ateşe verdikleri söylentisi kaplamıştı ortalığı. Buna benzer birkaç örnek genelleştirilerek Paris’in tamamının bu şekilde ateşe verildiği iddia ediliyordu burjuva gazetelerde. Egemenler her zamanki gibi yalanda ısrarcıydılar ve ellerinde hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen yüzlerce kadını bu iddialarla suçlayıp katlettiler. Lissagaray, kötü giyinmiş ya da bir süt güğümü, bir kova, boş bir şişe taşıyan her kadının “petrolcü” olarak damgalandığını, giysilerinin parçalandığını ve en yakın duvarın dibine götürülüp öldürüldüğünü yazmaktadır. Paris Komünü, kadın sorununu erkek egemenliğe karşı tüm kadınların “kızkardeşlik” ekseninde bir araya gelerek mücadele verecekleri bir sorun olarak gören feminizmin pespaye görüşlerini de pratikte yerle bir etmiştir. Burjuva kadınların savaş, Prusya işgali ve Komün karşısında takındıkları tutumla işçi sınıfının kadınlarının tutumunun en ufak bir ortak noktası yoktu. Aksine bu kadınlar arasında uzlaşmaz keskinlikte bir sınıf düşmanlığı söz konusuydu. İşçi sınıfının kadınları, en az burjuva erkeklerden nefret ettikleri kadar burjuva kadınlardan da nefret ediyorlardı. Burjuva kadınlarsa, Komün yenildikten sonra kadın Komünarların gözlerini oymaktan zevk alacak denli büyük bir nefret duyuyorlardı bu “kızkardeş”lerine! (devam edecek)

[1]   Gay L. Gullickson, Komünün Asi Kadınları, Yordam Yay., 1.bsk, s.35-36
[2]   Gay L. Gullickson, s.39
[3]   Engels, Fransa’da İç Savaş içinde “Engels’in Önsözü”, Yazın Yay., 1. bsk, s.48-49
[4]   Tony Cliff, Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi, Ataol Yay., 1. bsk., s.42
[5]   Tony Cliff, s.43
[6]   Prosper Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, NotaBene Yay., c.1, s.227-28
[7]   Prosper Olivier Lissagaray, c.1, s.228
[8]   Gay L. Gullickson, s.144, 145
[9]   Gay L. Gullickson, s.175
[10] Gay L. Gullickson, s.145
[11] Gay L. Gullickson, s.159
[12] Tony Cliff, s.43-44
[13] Prosper Olivier Lissagaray, c.1, s.206

Devrimler Tarihi
Kadın Sorunu
Bellek
Paris Komünü: Unutturulamayan Destan!
Paris Komünü: Unutturulamayan Destan!
Share

Paris Komünü ve Kadın Komünarlar /2

2.Bölüm

petroleuse_1871.jpg

Kadınlar toplantılarda, derneklerde, barikatlarda

Savaş, yıkım ve ardından Thiers hükümetinin saldırısına tepki olarak yükselip Paris Komünüyle sonuçlanan devrim dalgası, emekçileri hızlı bir politikleşme sürecine itmişti. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla işçiler, emekçiler, daha ziyade toplantı mekânlarına dönüştürdükleri kiliselerde geceleri bir araya gelerek çeşitli konular üzerinde tartışıyor, düşüncelerini dile getiriyorlardı. Bu toplantılara kadınların katılımı en az erkekler kadar, bazı durumlardaysa onlardan daha fazlaydı. Buralardan çeşitli kulüpler, dernekler de doğmuştu. Bunlar arasında kadın dernekleri de vardı. Sıradan işçi, emekçi kadınların gittiği bu derneklerde, her biri Komünün ünlü isimleri haline gelecek olan sosyalist kadınlar da konuşmalar yapıyordu. Bebeğini emziren kadın da oradaydı, kuşağında silahı olan da. Bu derneklerden birine giden bir Times muhabirinin, kürsüdeki bir kadının sözleri karşısında ürktüğü anlaşılıyordu. Bu kadın, kendilerini yaratılışın efendileri olarak görenlerin ahmak olduğunu, savaşmak için yaratılmış olmaktan şikâyet eden ve durmadan dertleri üzerine mızmızlanan erkeklerin gidip Versailles’daki ödlekler takımına katılabileceklerini, kadınların erkekler olmadan da kenti savunacaklarını söylüyordu. “Gaz yağımız var, el baltalarımız ve güçlü yüreklerimiz var, yorulmaya biz de erkekler kadar dayanabiliriz” diyordu kadın.[1] Tartışılan ya da üzerinde söz alınan konular çok çeşitliydi. Devrimin her türlü sorunu, ilerletilmesi için yapılması gerekenler, savaştan kaçan erkekler, devrim düşmanı egemenler, kadınlar için siyasi haklar, ücretlerin yükseltilmesi, evlilik, boşanma, kiliseye duyulan öfke ve daha pek çok konu. Aile meselelerine ve kiliseye yönelik tartışmalar son derece radikal hale gelebiliyor ve bu durum en çok da burjuvaziyi rahatsız ediyordu. Zira onun “toplum düzeni” dediği şey esas olarak din ve aile ayakları üzerine oturuyordu ve buradaki bir sarsıntının düzenin dikişlerini attıracağından korkuyordu. Bu derneklerin politik açıdan en ileri olanı ise Union des Femmes, yani Kadınlar Birliğiydi. Tam adı “Paris’in Savunulması ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği” olan bu derneğin kurucusu, henüz 20 yaşında olan Elizaveta Dmitriyeva (1850-1910) idi. 18 yaşındayken Rusya’dan ayrılan ve Londra’ya giden bu genç kadın, o dönemde Enternasyonal’e katılan Rus siyasi göçmenler arasındaydı. Bunların Marx’a saygıları çok büyüktü. Enternasyonal’in Rusya seksiyonunun oluşturulmasında temel görev Marx’a verilmişti. Elizaveta da Londra’da Marx ve kızlarıyla tanışıp yakın dost olmuştu. Elizaveta, Fransa’daki gelişmeleri yakından takip etmek ve Londra’daki merkezle iletişimi sağlamak için Marx tarafından görevlendirip Paris’e gittiğinde devrim yeni başlamıştı. Kendini bir anda işçi sınıfı tarihinin o güne dek yaşanan en önemli olayının içinde bulan bu genç kadın, vakit kaybetmeksizin devrime katılmış ve Louise Michel, Andre Leo ve Anna Jaclard’la birlikte emekçi kadınları örgütleme çalışmalarına başlamıştı. Birkaç hafta sonra ise onun öncülüğünde Kadınlar Birliği adıyla bir dernek kurulacaktı. Bu dernek, Enternasyonal’in Fransız seksiyonunun kadın örgütü olacaktı aynı zamanda. Kadınlar Birliği, 11 Nisanda yayınladığı ilk bildirisinde şöyle sesleniyordu kadın emekçilere: “Parisli yurttaşlar! Paris ablukaya alınmış, bombardımana tutulmuştur. … Bu, Fransa’yı kuşatan bir kardeş katliamı çılgınlığı, bu ölümcül bir savaş; bu adaletle kaba güç, emekle sömürü, halkla onun cellâtları arasındaki ebedi uzlaşmazlığın finalidir! Bizim düşmanlarımız hep bizim alın terimizle yaşamış, bizim ekmeğimizi elimizden alarak palazlanmışlardır… Halk, onların gözü önünde «hak olmadan yükümlülük, yükümlülük olmadan hak olmaz» sloganıyla ayaklanmıştır. Biz emekten ve emeğin meyvelerinden yararlanmaktan yanayız. Sömürücülere, patronlara ihtiyaç yok. Gerekli olan emek ve herkes için refah, halkın özyönetimidir. Gerekli olan Komündür. Ya birlikte özgürce yaşayıp çalışacağız ya da savaşarak öleceğiz!” Bildiri, halkı Paris’i savunmaya çağırırken asıl düşmana da işaret ediyordu: “Fransa’ya bu saldırıyı yabancılar mı düzenledi? Birleşmiş Avrupalı tiranların lejyonları mı öldürüyor bizim kardeşlerimizi bu yüce kentle birlikte, kanımız pahasına elde edilmiş ölümsüz zafer anılarımızı da yok etmeyi umarak? Hayır, bunlar düşmanlar, bunlar halkın ve özgürlüğün katilleri, Fransız hainler de bunlara dâhil!” “Parisli yurttaşlar... Fransız halkının anneleri, eşleri ve kızkardeşleri, yoksulluk ve cahilliğin çocuklarımızı birbirine düşman yapmasına, babanın evladına, kardeşin kardeşe karşı koymasına, onların ilk önce Paris’i Prusyalılara satan, şimdi de yok etmek isteyen zalimlerin kaprisi yüzünden gözlerimizin önünde birbirlerini öldürmesine izin mi vereceğiz?... Kolları sıvadık; ya kazanmak ya da ölmek zorundayız.”[2] Kadınlar Birliğinin üyelerini esas olarak işçiler oluşturuyordu. Dikişçiler, şapkacılar, ayakkabıcılar, örgücüler, ciltçiler, çamaşırcılar… Birlik, devrimi savunmak için kadınları örgütleyip somut işler etrafında seferber etmeye çalışıyordu. Seyyar hastanelerde, mutfaklarda, barikatların inşasında çalışacak ve bizzat savaşacak kadınları kaydedecek, gönüllü yardım fonlarını yönetecek, kadınları örgütleyecek bölge komiteleri kurulmuştu. Kadınlar Birliği, feminist kadınlardan farklı olarak, kadın sorununu sınıflardan bağımsız görmediği gibi, kadınların Komünü desteklemesini de erkeklerle olan ilişkileri üzerinden temellendirmiyordu. Paris’in erkek ve kadın emekçilerinin çıkarları da davaları da ortaktı. Devrimi korumak “herkesin hakkı ve görevi”ydi. “Tam dayanışma içindeki erkek ve kadın işçiler muzaffer olduklarında, ortak çıkarlarını savunabilecek ve nihai bir çabayla, sömürünün tüm izlerini ve sömürücüleri ortadan kaldıracaklardır” deniliyor ve sermayenin iktidarı yerine emeğin iktidarının kurulması savunuluyordu. Bunun için toplumsal bir devrimin gerekli olduğu ifade ediliyordu. Kadınlar Birliğinin Komünün Emek ve Borsa Komisyonuna yazdığı bir mektupta, ekonominin toplumsal temellerde yeniden örgütlenmesi için, patronları Paris’ten kaçtığı ya da devrimden korktuğu için kapanan fabrikalara el konulması ve bunların bizzat oralarda çalışan işçiler tarafından kooperatifler şeklinde yeniden çalışmaya başlaması öneriliyordu. Böylece, üreten işçilerin kendi emeklerini yönetmeleri de mümkün kılınacaktı. Ayrıca, işin bizzat işçiler tarafından örgütlenmesi, onun insanlık dışı niteliğinin ortadan kalkmasının da yolunu açacaktı: çalışma sürelerinin, işin temposunun insani koşullara göre ayarlanması, insan sağlığını tehdit eden tekdüze hareketlerin mümkün olduğunca ortadan kaldırılması gibi… Kâr için üretim anlayışına son verilmesi, işçiler arasındaki rekabete son verilmesini de sağlayacaktı. Uzun vadede bir Kadın Dernekleri Federasyonunun kurulmasını öneren Kadınlar Birliği, kadın emeğine yönelik köklü reformlar yapılmasının zorunluluğuna da dikkat çekiyordu. Eski düzende en çok sömürülen emeğin kadın emeği olduğunu dile getirirken, “kadın ve erkek işçiler arasındaki her türlü rekabetin sonlandırılması” ve “eşit işe eşit ücret” çağrısında bulunuyordu. Fransa’da “eşit işe eşit ücret” talebinin geniş bir kadın işçi grubu tarafından dile getirilmesi ilk kez Kadınlar Birliği sayesinde olmuştu. Versailles birlikleri Paris’e girip Komünü ezmeden bir gün önce ise, Komün erkeklerle kadınların ücretlerinin eşit olacağını ilan etmişti. İşçi kadınların çalıştığı fabrikalarda kreşler kurulması için çalışmalar başlatan Kadınlar Birliği, genel olarak eğitim sorununa da eğildi. O dönemde Parisli çocukların üçte biri düzenli eğitim görmemişti. Görenlerse daha ziyade kilise okullarına gönderilmişti. Kilisenin kız çocuklar üzerindeki tahakkümü çok daha fazlaydı. Komün, eğitimi sekülerleştirirken, bilimsel hale getirmek için de önemli adımlar attı. Bu noktada sosyalist eğitimli kadınlar çeşitli komisyonlar kurup bu doğrultuda programlar hazırladılar. Kız çocukların eğitimine ise özel bir önem verdiler. Kadınlara boşanma hakkı, evlilik içi ve dışı çocuk ayrımının kaldırılması, Kadınlar Birliğinin mücadelesini yürüttüğü diğer talepler arasındaydı. Kadınlar Birliğinin direngen, savaşçı işçi kadınlarıyla, zoru gördüğünde yalpalayıp kaçan, Komünün değil kendisinin ve ailesinin çıkarını düşünen uzlaşmacı küçük-burjuva kadınlar arasında da en ufak bir ortaklık yoktu. Örneğin 3 Mayısta, bir grup kadın Paris sokaklarını “herkes barış istiyor” diyen ve “ateşkes” diye yalvaran uzlaşmacı bildirilerle donatmıştı. Bildiride, kadınların acı çekmekten usandıkları, talihsizliklerinden yıldıkları, çocuklarını ve kocalarını korumak istedikleri söyleniyor ve erkeklere “savaşa son verin” çağrısı yapılıyordu. Kadınlar Birliği, “utanç verici” olarak nitelendirdiği bu bildiriye şiddetle karşı çıkan sert bir açıklama yayınladı. “Ülke, onur ve insanlık” adına konuştuklarını söyleyen bu kadınların aksine Kadınlar Birliği, “toplumsal devrim, çalışma hakkı, eşitlik, adalet, Komüne olan bağlılık ve sosyalist cumhuriyetçi ilkeler” adına konuştuğunu dile getirdi. “Versailles’ın yüce gönüllülüğü” denen şeyin “korkak katillerin yüce gönüllülüğü” olduğunu; taraflar arasında uzlaşmanın “özgürlük ve despotluk arasında uzlaşma” olacağını ve bunun ihanet anlamına geldiğini ifade etti.[3] “Taviz yok, barış için pazarlık yenilgiyle eşdeğerdir!” diyordu açıklamasında Kadınlar Birliği. Onlar “barış değil topyekûn savaş ve zafer” istiyorlardı! Louise Michel, Andre Leo, Paule Mink, Nathalie Lemel, Anna Jaclard gibi sosyalist kadınlar da hem Kadınlar Birliğinin hem de Enternasyonal’in üyeleriydiler. Kadınlar Birliğinin yöneticilerinden ve örgütçülerinden Nathalie Lemel (1827-1921), kitap ciltleme işinde çalışan, sınıf hareketi içinde ve sendikal mücadelede deneyimli bir işçiydi. Kadınlar Birliğinin bildirilerini kaleme alan isimlerden biri de Elizaveta’nın yanı sıra oydu. Versailles birliklerine karşı mücadelede belirleyici an geldiğinde, Nathalie Lemel şöyle sesleniyordu kadın Komünarlara: “Ulusumuz için ölmemiz gereken nihai ana geldik. Daha fazla zayıflık yok! Daha fazla tereddüt yok! Tüm kadınlar silahlara! Tüm kadınlar göreve! Versailles yok edilmelidir!” Anna Jaclard (1843-1887) da Elizaveta gibi Rustu ve Enternasyonal’in Rus seksiyonunun üyesiydi. Soylu bir aileden gelen bu sosyalist kadın, uzun yıllar Narodnik hareket içinde yer almış ve 1869’da Rusya’yı terk etmişti. Komünde hem Kadınlar Birliği hem de Montmartre Teyakkuz Komitesi içinde çalışıyordu. Louise Michel (1830-1905) ise Komünün efsanevi kadın savaşçısı idi. Atılganlığı ve azmi ile öne çıkan bu cesur kadın, devrim öncesinde bir yandan öğretmenlik yaparken bir yandan da çeşitli kadın derneklerinde çalışmalar yürüten sosyalist bir işçiydi. Politik olarak Bakunin taraftarı bir anarşistti. Savaş ilan edildikten sonra savaş karşıtı eylemlere katılan Louise, Komünün de ilk gününden itibaren içindeydi. Louise Michel, Komündeki önemli gruplardan biri olan Montmartre Teyakkuz Komitesinin başkanıydı aynı zamanda. Komitenin kadın ve erkekler için iki ayrı seksiyonu bulunuyordu ve Louise Michel ikisine de dâhildi. Kadınlar hemşirelik hizmetlerini, askerlerin eşlerine yardımı, çalışma ekiplerini örgütlüyorlar, kulüplere konuşmacılar gönderiyorlardı. Kadınlar Birliği ve teyakkuz komiteleri, silahlı kadın taburları da oluşturmuştu. Bu savaşçı kadınlar haklı bir nam salmışlardı ve hatta onlar için yazılıp Komün gazetelerinde yayınlanan bir şiir kısa sürede bestelenip dilden dile dolaşan bir şarkıya dönüşmüştü:[4] Öylesine güzel ve o kadar hoşlar ki Her törene uyar hepsi de Fransa’nın en iyi alayı bu Thiers’ciler hesaba katmalı bunu Hem de cesur bizim kızlar! Hepsi de Amazon kıyafetinde Toplanıp tek taburda Sıcak kurşun eritiyorlar Versailles’lıların tepesinde! Komün için savaşan kadınları cesaretleri, güçleri ve beceriklilikleriyle öven Louise Michel, yazdığı Komün tarihinde şöyle diyecekti: “Kadınlar bir şeyin olanaklı olup olmadığını değil, yararlı olup olmadığını sorarlar; sonra da onu yaparlar.”[5] Michel, Montmartre belediye başkanına gönderdiği bir mektupta, terk edilmiş evlere el koyularak buralarda yaşlı, engelli ve çocukların korumaya alınmasını, genelevlerin kapatılmasını talep etmişti. Bazı erkekler “yaralılar temiz ellerle bakılmalı” diyerek buralardan gelen kadınların seyyar hastanelerde ve ambülanslarda çalışmalarına izin vermek istemezken, o Komünün yanında yer alan bu kadınların her türlü görevi almalarını savundu ve bunu sağlamaya çalıştı. Komünün kadın gazetecisi Andre Leo (1824-1900), aynı zamanda kadın sorununa eğilen tek gazeteciydi. Asıl adı Leodile Brea Champseix idi. Yazar olarak, ikiz oğullarının adlarının bileşimi olan Andre Leo adını kullanan ve bu isimle ünlenen Leodile, önce romanlarıyla tanınmış, ancak daha sonra kadın hakları ve politika üzerine yazmaya başlamıştı. 1860’lardan itibaren, çeşitli tartışma kulüplerinde sosyalist ve feminist düşüncelerin savunuculuğunu yapıyordu. Erkek egemen bakış açısını keskin bir dille eleştiriyor, burjuvaların ezilen, sömürülen kadınlara yaklaşımına ise öfke kusuyordu. Andre Leo işçi sınıfını, “tüm dünyaya yayılacak çürümeden kaçan ve eşitlik ile adaleti bulan tek sınıf” olarak nitelendiriyordu. Erkeklerle kadınların “gerçek kardeşliği”ne inanıyor ve Komünde kadınların erkeklerle omuz omuza savaşmaları gerektiğini savunuyordu. Komün yöneticilerinin kadınların Komüne yardım önerilerini geri çevirmelerini ise yaygın erkek egemen anlayışın bir ürünü olarak değerlendirip eleştiriyordu. “Kadınlar olmadan devrim yapabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” diye soran Leo, 1789 Fransız Devriminde kadınlara “kadın yurttaş” statüsü verilmesine rağmen yurttaşlık haklarının tanınmadığına atıfta bulunarak, “seksen yıl önce bunu denediler ama biz bir daha izin vermeyeceğiz” diyordu. Bu dışlanmışlığın kadınları Katolikliğe itip gerici bir güç haline getirdiğini ve sonuçta devrimin kaybedildiğini söylüyordu. “Cumhuriyetçi erkekler bunun yeterince uzun sürdüğünü ne zaman fark edecekler? Kadınların tarafsız olmak istemediklerini ve olamayacaklarını ne zaman öğrenecekler? Kadınların düşmanlığı ile bağlılığı arasında bir seçim yapmak gerekiyor” diyerek, kadınları devrime kazanmanın devrimin kazanmasının da tek yolu olduğuna işaret ediyordu. Devrim, hiçbir ırk ya da cinsiyet ayrımı olmadan tüm insanların sorumluluğundaydı. Bundan daha aşağı herhangi bir görüş, özgürlük ve adaletin yayılmasına herhangi bir kısıtlama, herhangi bir hiyerarşi, devrime inanan ve onu savunmaya hazır olanlara karşı herhangi bir ayrımcılık, Komün’e ihanet demekti! [6] Onun ilgilendiği konu sadece kadın sorunu değil tüm toplumsal sorunlardı. Örneğin köylüleri Komüne kazanmanın devrim için ne kadar önemli olduğunu görüp, sadece işçilere değil onlara da sesleniyordu: “Kardeşim, seni yanıltıyorlar. Bizim çıkarlarımız ortaktır. Benim istediğim şeyi sen de istiyorsun. Benim talep ettiğim özgürleşme, aynı zamanda senin özgürleşmendir. Paris’in istediği şey, toprağın köylüye, iş araçlarının işçiye ait olmasıdır.” Bu sözlerin yer aldığı bildiriler balonlarla taşraya dağıtılmıştı![7] Komünün sosyalist kadın ajitatörlerinden ve örgütçülerinden biri de Paule Mink (Adèle Paulina Mekarska) idi. Soylu bir aileden gelen ve iyi bir eğitim gören Paule Mink (1839-1901), Louise Michel ve Andre Leo ile birlikte 1860’lı yıllarda çeşitli kadın çalışmaları yürütmüş, dersler vermişti. Çalışan kadınların haklarını ilerletmek, eşit işe eşit ücret mücadelesi vb. bu çalışmalarda önemli bir yer tutuyordu. Komün sırasında, kadınları eğitmek, politik olarak bilinçlendirmek için fazlasıyla ihtiyaç duyulan eğitimli sosyalist kadınlardan biri olarak öne çıkacaktı. Mink, hiçbir şeyi dert etmeksizin sadece içip eğlenen zenginleri de, kiliseyi de “mevcut toplumun şeytanları” olarak görüyor ve “onlardan kurtulmalıyız” diyordu. “Biz ancak patronsuz, zenginsiz ve rahipsiz olduğumuzda mutlu olacağız.” Çeşitli kulüplerde konuşmalar yapan, tartışmalara katılan Mink, kentin dört bir yanında dolaşan devrim propagandistlerinden biriydi. Seyyar hastanelerin örgütlenmesi için çalışırken, yoksul kız çocuklar için bir okul da kurmuştu.

Burjuvazinin kanlı intikamı ve direnç

Komünarlar kadınıyla erkeğiyle, Versailles’a karşı 72 gün boyunca kahramanca direndiler. Ancak 28 Mayısta yenik düştüler. Devrim son nefesini verirken barikatlarda direnenler arasında 120 kadından oluşan bir müfreze de bulunuyordu. Günlerce devam ettirdikleri direnişin ardından o barikatta hayatlarını kaybettiler. Çarpışmalar bittikten sonra ise tam bir katliam yaşandı. Lissagaray’ın yazdığı gibi, Thiers, “sosyalizm bitti” diyebilmek için mümkün olan en büyük şiddetten yanaydı! Askerler “bize kimseyi tutsak almamamız emredildi” diyorlardı. Bunun anlamı “kimseyi sağ bırakmayın” idi! Kışlalar, cezaevleri, garlar, okullar, yani Komünarların toplanıp götürüldükleri her yer toplu infaz alanına dönüşmüştü. Burjuvazi için bu kan gölü, yürek ferahlatıcı bir intikamdı; ezilen, sömürülen, horgörülen “ayaktakımı”nın 72 günlük iktidarının intikamı! Burjuva gazeteler askerleri daha da şevklendirmek için birbiriyle yarışıyordu. Üstelik sadece Fransa’dakiler değil! Ve sadece gazeteler de değil; canilik burjuvazinin saygın “bilim yuvaları”ndan da fışkırıyordu. Bir İngiliz tıp dergisi, tutsak Komünarların denek olarak kullanılması çağrısında bulunuyordu örneğin![8] Bu süreçte kadınlar, zulmün ve vahşetin en aşağılık biçimlerine maruz bırakıldılar. Emekçileri barbarlar olarak gösteren “asil, uygar” egemenler, kadınların çırılçıplak idam edilmesini, yol ortasında tecavüz edilerek katledilmesini, süngülerle vücutlarının paramparça edilmesini teşvik ediyorlardı. “İntikam” çığlıklarında burjuva kadınlar önde gidiyordu. Komünü en sert eleştirenlerden biri olan Maxime Du Camp bile burjuva kadınların davranışıyla sarsılmıştı: “Bir grup tutuklu göründüğünde insanlar onlara doğru koşturuyor, onlara eşlik eden ve onları koruyan asker kordonunu kırmaya çalışıyordu. Kadınlar, her zamanki gibi, en heyecanlı olanlardı. Asker saflarını yarıp tutuklulara şemsiyelerle vuruyor ve şöyle haykırıyorlardı: Katilleri öldürün! Kundakçıları yakın!” Büyük gruplar halinde tutuklanan Komünarlar zengin mahallelerdeki kiliselerin önünden geçerken, diz çökmeye zorlanıyorlardı. “Ölüm! Ölüm!” diye haykırıyordu “zarif” genç kızlar: “Uzağa götürmeyin, burada kurşuna dizin hepsini!” Ancak Komünarlar onca zulme rağmen bakışlarıyla bu züppeleri ezmeye devam ediyorlardı. Özellikle de işçi kadınlar. 29 Mayıs tarihli Times gazetesi şöyle yazıyordu: “Gözlerini yere dikmiş tutsakların arasında, ulusal muhafız üniforması giymiş bir genç kızın başı yukarıda yürüdüğünü gördüm. Uzun boylu ve uzun sarı saçları omuzlarında dalgalanan bu genç kız bakışıyla tüm dünyaya meydan okuyordu. Kalabalık ona hakaretler yağdırıyor, o gözünü bile kırpmıyordu ve Stoacı tavrıyla erkeklerin yüzünü kızartıyordu.”[9] Burjuva kadınları da erkekleri de çileden çıkaran işte bu gurur ve cesaretti! İntikamını ise en aşağılık yollarla almaya çalışıyordu egemenler. Paris’in Komünarlar tarafından ateşe verildiğini iddia eden ve yangınları abartan burjuvazi ve kalemşorları, bu yangınların sorumlusunun “petrolcüler” adını taktıkları kadın “kundakçılar” olduğunu ileri sürdüler. Kadınların gazyağı dolu şişeleri evlere, dükkânlara atarak kenti yaktığını öne süren bu efsane alabildiğine yayılırken, Komünarlara, ama özellikle de kadın Komünarlara yönelik öfkenin kışkırtılması hedefleniyordu. Burjuvazi öç almaya doymuyordu. Katliam o boyutlara varmıştı ki, sokaklar, nehirler, üst üste yığılmış cesetlerle doluydu. Bunlar “ibret olsun” diye günlerce teşhir edildi. Ne var ki şişmiş, parçalanmış binlerce cesedin veba gibi salgın hastalıkları tetiklemesi korkusu büyüyüp yayılınca infazlara son verildi ve temizliğe girişildi. Ölü bedenler kimlik tespiti bile yapılmadan toplu mezarlara gömüldüler. Gömülecek yer kalmayınca ise yakmalar başladı; bunun yapıldığı bölgede kalın bir duman bulutu günler boyu göğü kapladı. Haziran ortasına kadar devam eden vahşette 25 bine yakın Komünar katledilirken, kadın, erkek, çocuk on binlercesi de tutuklanıp türlü işkencelere maruz bırakıldılar. Düzen güçleri kadınları aşağılamak için adeta özel bir çaba sarf ediyordu. Fakat kadınların sergilediği cesaret ve direnç, tıpkı savaşırken olduğu gibi destansıydı. İki askeri öldürmekle suçlanan bir kadın bu suçlamaya “Tanrı beni daha fazlasını öldürmediğim için cezalandırsın. Issy’de iki oğlum vardı, ikisi de öldürüldü; iki oğlum da Neully’de. Kocam bu barikatta öldü... Şimdi bana istediğinizi yapabilirsiniz” diye karşılık vermişti. Bu cevabın ardından elbiseleri çıkarılıp kurşuna dizilirken gururla vermişti son nefesini.[10] Komün yenildikten sonra tutuklanan diğer tutsaklar gibi aylarca berbat koşullarda tutulan Louise Michel, yargılanmaya başladığında mahkeme heyetinin yüzüne şöyle bağırıyordu: “Kendimi savunmak istemiyorum, kimsenin beni savunmasını da istemiyorum! Ben her şeyimle toplumsal devrime aidim ve yaptığım her eylemin sorumluluğunu kabul ettiğimi ilan ediyorum. … Beni generallerin infazına katılmakla mı suçluyorsunuz? İşte yanıtım: Evet, onlar halkın üzerine ateş etmek istediği zaman Montmartre’de olsaydım, bu türden emirler veren insanların üzerine tetiği çekmek için bir an bile duraksamazdım.” Hakkında ölüm cezası istendiği açıklandığında, “Mademki özgürlük için atan yüreğin yalnızca bir kurşun hakkı var, ben de kendi payımı istiyorum. Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye bağırmaktan vazgeçmem ve Af Komisyonundaki katillerden kardeşlerimin intikamını alırım. Eğer korkak değilseniz, beni öldürürsünüz” dedi. [11] Ama onu idam etmeye cesaret edemediler ve ömür boyu hapis cezasıyla Yeni Kaledonya’ya sürgüne gönderdiler. Resmi rakamlara göre, 1058’i kadın, 651’i çocuk olmak üzere 39 bine yakın Komünar tutuklanmıştı. Gerçek sayının 50 bine yakın olduğu tahmin ediliyordu. Tutsak Komünarlar toplu olarak götürüldükleri zindanlarda en insanlık dışı koşullarda tutuldular. Aylar süren bekleyişin ardından sıkıyönetim mahkemelerine ve askeri mahkemelere çıkarıldılar. Bu mahkemelerin amacı, Komünarları cezalandırırken aynı zamanda Komünü ve temsil ettiği değerleri gözden düşürmek ve işçi sınıfına bir daha devrime kalkışmaması için gözdağı vermekti. Bu mahkemeler tümüyle düzmece duruşmalarla tutsaklar hakkında keyfi hükümler verdiler. İdamlar, müebbete varan ağır hapis cezaları… Fransa İmparatorluğunun denizaşırı hapishane olarak kullandığı Yeni Kaledonya gibi yerlere sürgün edilenlerin sayısı 15 bini buluyordu. Yukarıda adlarına yer verdiğimiz sosyalist kadınlar da ömür boyu hapis cezası alanlar arasındaydı. Ancak bir kısmı ülke dışına çıkmayı başardıkları için bu kararlar gıyaplarında verilmişti. Nathalie Lemel, tutsak düşüp Yeni Kaledonya’ya sürgün edilenler arasındaydı. Elizaveta Dmitriyeva tutuklanmaktan Rusya’ya kaçarak kurtulmuştu. Anna Jaclard tutuklanmasına rağmen İngiltere’ye kaçmayı başaracak ve orada bir süre Marxların evinde kalacaktı. Paule Mink ise İsviçre’ye kaçarak politik faaliyetlerini orada devam ettirecekti. Binlerce Komünar canını yurtdışına kaçarak kurtarabilmişti. Ancak bunlar tespit edildiklerinde çoğu kez bulundukları ülkelerin hükümetleri tarafından Fransa’ya teslim ediliyorlardı. Victor Hugo Brüksel’de, kaçakların geri verilmesini kabul eden Belçika hükümetini bir mektupla protesto etmiş ve tam bir siyasi lince maruz bırakılmış ve sonunda ülkeden kovulmuştu. Yani pek çok ülkede baskı bu derece yoğundu. Bu yüzden Komünarların çoğu, Fransa’da genel affın ilan edildiği 1880 yılına dek, bulundukları her yerde kaçak yaşamak zorunda kaldı. Bu süreçte Enternasyonal, dayanışma kampanyaları düzenleyerek elinden geldiğince bu insanlara sahip çıkmaya çalıştı. Burjuvazi linç kampanyaları düzenlerken, pek çok ülkede işçiler Parisli kardeşleri için kitlesel cenaze törenleri düzenlediler. İngiltere, Belçika, Almanya ve İsviçre’de Komünle dayanışma için dev gösteriler yapıldı, kıyımcılara nefretler yağdırıldı, Versailles’a tepki göstermeyen hükümetler suç ortağı ilan edildi.[12] Marx, Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyinin Avrupa ve ABD’deki tüm birlik üyelerine çağrısı olarak kaleme aldığı 30 Mayıs 1871 tarihli “Fransa’da İç Savaş” başlıklı metni şu sözlerle sonlandırıyordu: “İşçi Paris, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.” İşçi sınıfı her 18 Martta, Komünü ve “göğü fethe çıkan Komünarları” saygı ve sevgi ile yâd etmeye devam ediyor ve onların intikamını Komünün kızıl bayrağını tüm dünyada dalgalandırarak alacağı günlere hazırlanıyor. Selam olsun Paris Komününe! Selam olsun onun yiğit kadın ve erkeklerine! Ve selam olsun onların yolundan gidenlere!

[1]   Gay L. Gullickson, s.164
[2]   Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak, c.4, Evrensel Yay., 2.bsk., s.263
[3]   Gay L. Gullickson, Komünün Asi Kadınları, s.181-82
[4]   Galina Serebryakova, s.277
[5]   Gay L. Gullickson, s.216
[6]   Gay L. Gullickson, s.188-190
[7]   Prosper Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, c.1, s.249
[8]   Prosper Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, c.2, s.91
[9]   Prosper Olivier Lissagaray, c.2, s.98, 99
[10] Tony Cliff, Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi, s.50
[11] Prosper Olivier Lissagaray, c.2, s.137
[12] Prosper Olivier Lissagaray, c.2, s.109

Devrimler Tarihi
Kadın Sorunu
Marksizm ve Gençlik
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/6245