Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > 1929 Krizinde Amerikan İşçi Sınıfı: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”

1929 Krizinde Amerikan İşçi Sınıfı: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”

1. Bölüm

hunger-marches.jpg

İşçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir ya da örgütsüzdür ve hiçbir şey! Tarih aslında bunu olumlusundan ve olumsuzundan kanıtlayan örneklerin bir bütünüdür denebilir. İşçi sınıfının örgütsüzlük koşullarında neleri kaybettiğini, özellikle 90’lı yıllardan bu yana tüm dünyada görüyoruz. Keza milenyum dönemecinden bu yana yaşanan şiddetli ekonomik krizlerde bu kayıpların katlanarak arttığına da tanık olduk, oluyoruz. Oysa mücadele tarihi, işçi sınıfının en olumsuz gibi görünen koşullara örgütlenerek karşı koyabildiğinin ve imkânsız denilen pek çok şeyi başarabildiğinin örnekleriyle doludur. Amerikan işçi sınıfının 1929 Büyük Buhranı esnasında yaşadığı örgütlü mücadele deneyimleri de bunun bir parçasını oluşturuyor. 1929 Büyük Buhranı Amerikan işçi sınıfına o zamana dek gördüğü en ağır koşulları yaşatmıştı. Kriz döneminde %75’lere çıkan yoksulluk oranı, emekçi kitlelerin nasıl bir sefalete sürüklendiğine de işaret ediyordu. Ne var ki işçi ve emekçi kitleler kendilerine kader olarak sunulan bu duruma sessizce boyun eğmediler. Karşı karşıya oldukları sefalet tablosu ve artan baskılar, onları militan bir ruhla burjuvazinin karşısına dikilmeye sevk etti. 30’lu yıllarda yükselen bu kitlesel mücadelenin iki ayağı bulunuyordu. Bunlardan ilki krizin patlak vermesinin hemen ardından örgütlenmeye başlayan ve özellikle ilk üç yıla damgasını vuran işsizler hareketiydi. İkincisi ise, 1933’ten sonra sıçramalı bir şekilde büyüyen sendikalaşma, grev ve işgal dalgasıydı. Her alan ve düzeyde örgütlenme, kitlesel protestolar, yaygın ve militan grevler, direnişler, işgaller, patronların, polisin ve faşist çetelerin saldırılarına kahramanca karşı koyuş… Krizin yüz binlerce işçiyi işsizliğe sürüklediği, çalışanların ağır bir saldırıyla karşı karşıya olduğu günümüz koşullarında, işçi sınıfının diğer tarihsel deneyimlerden olduğu gibi bunlardan da öğreneceği çok şey bulunmaktadır.

Kriz işçi ve emekçileri vuruyor

29 Ekim 1929’daki borsa çöküşünün ardından derinleşerek ilerleyen ve sadece Amerika’yı değil Avrupa’yı da kasıp kavuran Büyük Buhran, 30’lu yılların sonuna kadar etkisini sürdürmüştü. Bu süreçte Amerika’da binlerce banka ve 100 binden fazla şirket iflas etmişti. Kriz burjuvazinin parlak gelecek söylevleri çektiği, son yedi yılda gerçekleşen 6,5 katlık büyümeye ve sanayi üretim endeksinin kırdığı rekorlara övgüler düzdüğü bir ortamda patlak vermişti. Cumhuriyetçi Başkan Herbert Hoover, krizden kısa bir süre önce, “Bugün Amerika’da biz, yoksullukla savaşta kazanacağımız nihai zafere hiçbir ülkenin tarihinde görülmediği kadar yakınız” diyordu. Geleni görmeyen gözler, sonrasında yaşananı da inkâr etmeye koyulacaklardı. Çöküş sonrasında görülen geçici toparlanmalar “geçici sarsıntıdan çıkışın alâmetleri” olarak lanse edilecekti. İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü günlerde Henry Ford, krizin insanların tembelliğinden ve iş beğenmemelerinden çıktığını söylüyor ve “yeter ki çalışmak istesinler, herkese bol bol iş var” diyordu. Oysa bu sözleri sarf ettikten birkaç hafta sonra 75 bin işçiyi işten çıkaracak olan da bizzat oydu. Hükümet ve devlet kurumları da resmi rakamları çarpıtarak felâketi saklamaya çalışıyorlardı. Beyaz Saray, “ulusun ekonomik yaşamının temel gücü zarar görmemiştir”, “iyileşme kapıda”, “kamu harcamalarını biraz kısarak geçici sıkıntılı dönemin üstesinden gelinecektir” türü açıklamalarla durumu kurtarmaya çalışıyordu.[1] Burjuvazi yalan ve çarpıtmayla, kitleler halinde işsizliğe ve sefalete sürüklenen emekçi kitlelerin gerçekleri görüp öfkelerini egemenlere ve kapitalizme yöneltmelerinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Zira krizin yaratmaya başladığı yıkım tablosunun uyumakta olan devi ayağa kaldırma potansiyelinin fazlasıyla farkındaydı burjuvazi. Nitekim kriz patlak vermeden önce Amerika’da 429 bin olan işsiz sayısı krizin ardından hızla yükselişe geçerek üç ay içinde 4 milyona çıkmıştı. Bu sayı bir yıl sonra 8 milyona, 1932 sonunda 13,5 milyona, 1933’te ise işgücünün üçte biri demek olan 15 milyona ulaşacaktı. Bankalar, alacaklarına karşılık gayrimenkullere el koyuyor, ev sahipleri kiracıları evden atıyor, evsizlerin sayısı katlanarak artıyordu. Bu arada yalnızca özel sektör değil devlet de “tasarruf” adı altında bütçe kesintilerine ve işçi atmaya yönelmişti. Yalnızca işsizler değil işini korumayı başaranlar da yoksulluk girdabına kapılmaktan kurtulamamışlardı. Çünkü ücretler üretimdeki düşüşle birlikte %40’a varan oranlarda düşürülmüştü. Boşanma ve intihar oranlarının yanı sıra yoksulluktan kaynaklı olarak verem gibi hastalıklarda da patlamalar yaşanıyordu. Aileler bakamadıkları çocuklarını bakımevlerine vermek zorunda kalıyorlardı. Sadece New York’taki bakımevlerine 20 bin çocuk bırakılmıştı. Çocukların dörtte biri yetersiz beslenmeden muzdaripti. “Her yerde milyonlarca ton yiyecek vardı; fakat bunları nakletmek ve satmak kârlı değildi. Dükkânlar giyecek doluydu; fakat insanların bunları satın alacak paraları yoktu. Her tarafta insanlar kiralarını ödeyemedikleri için zorla boşaltılmış çok sayıda ev görülüyordu ve buralardan çıkarılan insanlar çöplüklerde, mezbeleliklerde yükselen ve «Hooverville» adı takılan gecekondu mahallelerinde yaşıyorlardı.”[2] Bunlara, kaçak olarak bindikleri yük trenlerinde oradan oraya sürüklenen yüz binlerin oluşturduğu devasa bir evsiz ordusu da eşlik ediyordu. İşte Amerikan proletaryasının tarihe pırıltılı harflerle yazarak not düştüğü mücadeleler bu koşullar tarafından tetiklendi. Milyonlarca işçiyi işsiz bırakan kriz, onlara güçlerini görme ve sınıf düşmanlarına gösterme fırsatı da sunmuştu. Sahne şimdi işsiz işçilerindi.

İşsizler hareketi: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”

Krizin patlak vermesinin hemen ardından milyonlar halinde işten atılıp açlığa terk edilen işçiler, ancak dayanışarak, örgütlenerek ve mücadele ederek ayakta kalabileceklerini yaşayarak gördüler. Burada Komünist Parti (KP) önemli bir rol oynadı. Komünist Parti sanayi işçileri içinde en güçlü örgütlülüğe sahip olan parti idi. İşsizliğin kitlesel bir boyut kazanacağını ve bunun kısa süreli bir süreç olmayacağını gören KP, krizin patlak vermesinin hemen ardından işsizleri örgütlemek üzere harekete geçmişti. “Mücadele Et, Açlıktan Ölme”, “İş ya da İşsizlik Maaşı” sloganlarıyla başlatılan hareket kısa zamanda büyüyerek yayıldı. İş, işsizlik sigortası ve diğer yakıcı talepler etrafında şekillenen, fabrikaların ve devlet kurumlarının önünde yapılan gösterilerle kendini gösteren bu hareket, oluşturulan İşsiz Konseyleriyle mücadeleyi genişletti. Hareketin kendini gösterdiği ilk kitlesel eylem Uluslararası İşsizlik Günü Yürüyüşü idi. 1929 krizinin etkileri yayılıp işsizlik kitlesel ölçekte artınca Komünist Enternasyonal 1930 yılının 6 Martını Uluslararası İşsizler Günü ilan ederek, o gün tüm dünyada işsizliğe karşı mitingler ve yürüyüşler yapılmasını kararlaştırmıştı. Amerikan KP’si de tüm aktivistleri ve bağlı sendikaları aracılığıyla bu eylemi organize etmeye girişti. Ana talep “işsizlik sigortası” olarak belirlenmişti. Egemenler günler öncesinden başlattıkları korku ve yıldırma operasyonlarıyla yürüyüşe katılımı asgari düzeye indirmeye çalışmışlardı. Komünistlerin devlet liderlerine suikast yapacakları, New York Borsasını havaya uçuracakları, silahlarla polise saldıracakları yönündeki söylentiler gazetelerde başköşeyi tutuyordu. 6 Mart sabahı New York polisi, gösterinin yapılacağı meydanda, makineli silahlarla, tüfeklerle ve gaz bombalarıyla gövde gösterisi yaptı. Buna rağmen işsizlerin katılımı engellenemedi. Meydanda toplanan yaklaşık 100 bin işsiz işçinin Belediye binasına doğru yürüyüşe geçmesinin ardından polis saldırıya geçerek çoğu çocuk ve kadın olmak üzere onlarca göstericiyi yaraladı ve gözaltına aldı. O esnada tutuklanan KP lideri William Z. Foster da bu gösteriyi organize etme suçlamasıyla 6 ay boyunca hapiste tutuldu. İşsizlik Günü Yürüyüşünün yapıldığı tek kent New York değildi. Detroit, Boston, Philadelphia, Cleveland, Chicago ve daha pek çok kentteki gösterilere de on binlerce işsiz katıldı. Bu kitlesel gösteriler sayesinde işsizlik sigortası talebi Senatonun da gündemine sokuldu ve hükümet sınırlı bir içerikle de olsa işsizlik yardımına ilişkin bir yasa çıkarmak zorunda kaldı.[3] İşsizlik Günü Yürüyüşlerinin ardından KP, işsizliğe karşı mücadeleyi çeşitli eylem ve faaliyetlerle güçlendirdi. İrili ufaklı yüzlerce gösteri, açlık yürüyüşleri, ev tahliyelerine karşı mücadele, ırkçılık karşıtı mücadele, işsizliğe karşı mücadeleyi çeşitli alanlarda bütünlüyordu. KP’ye bağlı Sendikalar Birliğinin (TUUL) çağrısıyla 1930 Temmuzunda toplanan Ulusal İşsizler Konferansında alınan kararla oluşturulan İşsiz Konseyleri, ilerleyen süreçte bu mücadelenin yaygınlaşmasında büyük bir rol oynadı. Ayrıca bu çalışma KP’nin gücünün ve etki alanının genişlemesini de sağladı. Bu noktada komünist örgütçüler, işçilere doğru bir söylem ve tutumla yaklaşmanın öneminin ne denli büyük olduğunu bizzat yaşayarak gördüler. Hareketin Chicago’daki liderlerinden Steve Nelson, ilk konsey toplantısında yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “… konuşmam epey anlaşılmazdı. Biraz kürsüyü yumrukladım ve burjuvazinin krizlerin bedelini hep işçilere ödettiğinden yakındım.… Yaklaşım sekter bir tondaydı ve tam da bizlerin işçilerin çoğundan nasıl yalıtıldığımızı gösteriyordu… Söz konusu durumda neyse ki yaklaşımımız pek fazla zarara yol açmadı. Bu Yunan işçiler beni gerçekten etkilediler… Aslında ne yapılması gerektiğini benden daha iyi biliyorlardı. «Şimdi, bay başkan» diye seslendi aşağıdan biri, «yapmamız gereken ilk şey, şikâyetlerle ilgilenebilecek bir komite oluşturmak. Bize birkaç gönüllü lâzım». İlk konseylerin çoğu, bu Yunan klübü gibi, halihazırdaki etnik ve yardımlaşma kurumları üzerine inşa edildi. İlk birkaç haftayı kapitalizm karşıtı ajitasyonla geçirdik…. Fakat insanlar bizim söylediklerimizi dinleseler bile, onlara yakın gelecek için pek fazla umut veremiyorduk. Kiralarını nasıl ödeyeceklerdi, nasıl yiyecek alacaklardı ve bu süre içerisinde nasıl hayatta kalacaklardı? Yanıtlar, gerçek örgütlenme deneyiminden ortaya çıkmaya başladı.”[4] Yerellerde oluşturulan İşsiz Konseyleri aracılığıyla kitlesel bir dayanışma ve mücadele hareketi örgütlenecekti. Konseylerin mahallelerde yaptıkları toplantılara katılım her geçen gün büyüyerek arttı. Bu, konseydeki işsiz işçilerin, bölgelerindeki emekçilerin her türden yardımına koşması sayesinde mümkün olabildi. Örneğin evden tahliye edilip eşyaları dışarı atılan bir kiracının yardıma ihtiyacı olduğunda, konseye haber veriliyor, oluşturulan İşçi Dayanışması grupları ilgili eve gidip dışarı atılan eşyaları eve geri sokuyorlardı. 1932’de sadece New York şehrinde 77 bin ailenin bu şekilde evlerine dönmeleri sağlanmıştı. Kiracılarını kirayı ödeyemedikleri için evlerinden atmaya kalkan evsahiplerinin, evlerinin başına neler geleceğini yaşanan çeşitli örnekler sayesinde biliyor olmaları, bir süre sonra onları bundan alıkoymaya yeter olmuştu! Keza, bir yerde işsiz bir ailenin yardım talebinin reddedildiği duyulduğunda, İşsiz Komitesi topladığı kitleyi yardım kurumunun önüne yığıyor ve içeriye gönderdiği heyet yetkililerden bu sorunu çözmelerini istiyordu. Birleşen işçilerin gücünün yarattığı basınç, üç haftada çözülmeyen sorunların 15 dakikada halledilmesini sağlıyordu. Bu ve benzer dayanışma eylemleri konseylere katılımı hızla arttırıyor, onun etki alanını genişletiyordu. İşsiz Konseylerinin başını komünistler çekiyordu. Ama bir konseyde 10 komünist varsa 300 de sıradan destekçi bulunuyordu. Bir kentte onlarca konsey, on binlerce konsey üyesi bulunuyordu. Örneğin Chicago’daki İşsiz Konseylerinin 45 şubesi ve toplam 22 bin üyesi vardı. “İşlevlerine gelince; umutsuzların evlerinden atılmalarını engellemek ya da atılanlar olmuşsa atılmanın baskısının Yardım Komisyonu ile birlikte göğüslenmesini sağlayarak ev aramak ve bulmak; bir işçinin gazı ya da suyu kesilmişse gerekli yerlere ulaşarak yetkililerle görüşmek; giysi ve ayakkabı gereksinmesi olan işsizlere bunları sağlamak; beyazlar ve siyahlar arasında ya da başka ülkelerde doğmuş olanlara karşı, özellikle yardımlarına koşarken, ayrımcılık yapmamak ve ayrımcılığı ortadan kaldıracak bir biçimde tanıtım yapmak. ... insanları yardım bekleyen mahallelere götürerek oradakilerin giyim kuşam, barınma ve yiyecek sorunlarını halletmek gibi işlevleri bulunuyordu. Son olarak da yürüyüş, açlığa karşı gösteriler yaparken ya da sendika toplantılarına katıldıkları için yakalanıp hapse atılan işsizlere de yasal savunmalarını sağlamak Konseyin işlevleri arasındaydı.”[5] Amerikan işçi sınıfının siyahlar da dâhil olmak üzere çok çeşitli etnik kökenlere sahip işçileri içinde barındırması, birlikte hareket etmek için ırkçılık karşıtı bir duruşu da gerektiriyordu. Siyahlar ve göçmenler, işsiz ve vasıfsız işçiler içinde yüksek bir oran oluşturuyordu. Siyahlar arasında işsizlik oranı ortalamanın üç kat üzerindeydi. Bununla birlikte, beyaz işçilerin ırksal ve etnik ayrımcılığa varan önyargılarının yaygınlığı genel olarak sınıf hareketinin, özel olaraksa işsizler hareketinin en önemli handikaplarından biriydi. O dönemlerde AFL’nin etkin olduğu sendikal hareket içinde bile bu illet son derece yaygındı. Üstelik krizle birlikte yükselen sınıf mücadelesinde siyah işçiler de aktif bir şekilde rol almaya başlayınca ırkçı Ku Klux Klan’ın siyah işçilere ve onları örgütlemeye çalışan komünist işçilere yönelik saldırıları artmıştı. Bu yüzden ırkçılığa karşı mücadele, işçiler arasındaki bölünmelerin ortadan kaldırılmasını sağlayan birleştirici bir işlev görmesi bakımından çok önemliydi ve KP’nin başını çektiği işsizler hareketinin mücadele anlayışının önemli bir unsurunu da bu oluşturuyordu. Bu mücadele, içinden geçilen atmosferde göçmenleri ve beyaz olmayanları işsizliğin ve diğer musibetlerin sorumlusu olarak gösterip hedef tahtasına oturtan faşist hareketlerin güçlenmesinin maddi zeminini ortadan kaldırmak bakımından da son derece önemliydi. Almanya’da yaşananlar malûmdu!

Ulusal Açlık Yürüyüşü

1931’e gelindiğinde, büyüyen isyan ruhu ülkenin dört bir yanına yayılmaya başlamıştı. Arkansas’ta, Detroit’te, Boston’da, Indiana’da, Chicago’da, Seattle’da, New York’ta on binlerce işsiz ayağa kalkmıştı. Bunlar hükümet binalarını işgal ediyor, ailelerinin ve kendilerinin aç olduğunu haykırarak yürüyüşler düzenliyor, iş istiyor, bedava yiyecek verilmezse dükkânlara saldıracaklarını ilan ediyorlardı. Polis bu açlık ordusunu gazla, copla dağıtmaya çalışıyordu. 1931 Aralığında düzenlenen Ulusal Açlık Yürüyüşü işte bu atmosferde gerçekleşti. Amerika çapında örgütlenen bu eylemin ana talebi “yaşına, cinsiyetine, ırkına ya da vatandaşlık statüsüne bakılmaksızın tüm işsizlere ve yeterli işi olmayanlara tam ücretli ve uzun süreli federal işsizlik sigortası” idi. Ücret kesintisi olmaksızın iş saatlerinin azaltılması, emeklilik maaşı, savaş gazilerinin ikramiyelerinin derhal ödenmesi, işsizlerin barınma, beslenme ve giyim ihtiyaçlarının devletin ve yerel yönetimlerin fonlarından karşılanması da eylemin başlıca talepleri arasında yer alıyordu. İşsiz Konseyleri aslında 10 Şubatta Washington’a bir delegasyon göndererek Kongreye işçilerin işsizlik sigortası talebini iletmişti. Talep şu şekildeydi: İşsizlerin kendileri tarafından yönetilecek bir fon oluşturulması, bu fondan tüm işsizlere haftalık 25 dolar işsizlik ödeneği (işsizin bakmakla yükümlü olduğu yakınlarına ayrıca 3’er dolar) bağlanması; fonun gelirinin 25 bin doların üzerinde sermayesi ve mülkü olanlardan toplanacak vergilerle karşılanması; 5 bin doların üzerindeki gelirlerden kademeli vergi kesilmesi. Kongreden bu taleplere yanıt verilmeyince ülke çapında bir yürüyüş organize edilmesi kararlaştırıldı. Yürüyüş için Amerika çapında 1700 delege seçildi ve bunlar dört farklı bölgeden Washington’a doğru harekete geçtiler. Otomobil ve kamyonlarla yol alan delegeler, yerleşim yerlerine geldiklerinde İşsiz Konseylerinin örgütlediği kitlenin destek yürüyüşleriyle karşılanıyor; delege ekibi, buradan kendisine katılan yeni delegelerle yoluna devam ediyordu. Delegelerin yürüyüş rotası, süresi, konaklayacakları yerler, destek mitingleri vb. çok iyi örgütlenmişti. Nihayetinde tüm yürüyüş kolları 6 Aralıkta Washington’a ulaşarak bir araya geldiler. Onları büyük bir polis ordusu karşılamıştı. Delegeler taleplerini iletmek üzere Beyaz Saray’a yürürken de bu ordu peşlerini bırakmamıştı. Buna rağmen yürüyüş amacına ulaştı ve işsizler taleplerini ve seslerini tüm ülkeye duyurdular. Bunu izleyen yıllarda açlık yürüyüşleri rutin hale getirilerek sürdürüldü. İşsizlik yardımı sadece işsiz değil çalışan işçiler açısından da önemliydi. Zira yeterli miktarda bir işsizlik maaşı alacağını bilen işçi greve gitmekten ya da işten atılmaktan korkmayacağı için patronlara karşı eli güçlenmiş olacaktı. İşsiz işçilerle çalışan işçilerin kaderinin ortak oluşu onların mücadelede de yan yana olmalarını zorunlu kılıyordu. Bu yüzden KP, otomobil fabrikalarından atılan işçilerin yoğun olduğu Detroit’te örgütlediği İşsiz Konseylerinin, işten atılan işçilere verilen yetersiz tazminatları protesto etmek için fabrikalara yürümesine de önderlik etmişti. Briggs Highland Park fabrikasına yürüyen işsizler, fabrikanın içine girerek, orada çalışan işçilere, bu fabrikada bir grev olması durumunda işsizlerin grev kırıcılığı yapmayacaklarına dair söz veren bir bildiri okumuşlardı. Birkaç ay sonra, İşsiz Konseyleriyle KP’nin hâkimiyetindeki Otomobil İşçileri Sendikası bir gösteri örgütlediler. Ford Açlık Yürüyüşü olarak anılan bu gösteriye çalışmakta olan 3 bin Ford işçisinin yanı sıra işsiz Ford işçileri de katıldılar. İşçilerin talebi işsizlik yardımı, iş saatlerinin düşürülmesi, ırk ayrımcılığına son verilmesi ve sendikalaşma hakkı idi. Protestocular fabrikanın yönetim merkezine ulaşamadan polisin ve şirket güvenliğinin saldırısına uğradılar. Çatışma sırasında polis işçilere ateş ederek beş işçiyi katletti, 80’e yakınını yaraladı. Cenaze törenine otuz bin işçi katıldı. Bu olay Amerikan otomobil işçilerinin sendikalaşma mücadelesinin kıvılcımını teşkil edecekti.[6]

“Kendi Sorununu Kendin Çöz”

İşsizler arasında örgütlenerek oluşturulan yapılar sadece KP’nin yönlendiriciliğinde oluşan konseylerle sınırlı değildi. Sosyalist Parti ve bağlı sendikalarının hâkimiyetindeki İşsiz Birlikleri de benzer şekilde bir faaliyet gösteriyordu ve pek çok kentte on binlerce üyeye sahipti. Krizin yarattığı yıkım, emekçilerin gözünün açılmasına elverişli bir ortam sunmuş, hükümete ve burjuvaziye karşı büyük bir güvensizlik yaratırken emekçilerin bir araya gelmesini de sağlamıştı. İşsiz Konseyleri türü yapıların yanı sıra çeşitli düzeylerde ve çeşitli amaçlar etrafında öz-örgütlenme deneyimlerinin pıtrak gibi çoğalmasının zeminini döşeyen de buydu: “Seattle’da balıkçılar sendikası tutulan balıkları sebze ve meyve üreticileriyle değiş tokuş ediyor, daha sonra aynı balıklar orman işçilerinin kestikleri ağaçlarla değişiliyordu. Her birinde bu değiş tokuşun gerçekleştiği pazarın bulunduğu yirmi iki merkez vardı ve bu pazarlarda yiyecek ve yakacak odun diğer mal ve servislerle değiş tokuş ediliyordu: Berberler, dikişçi kadınlar, doktorlar becerilerini buralarda başka şeylerle takas ediyorlardı. 1932 yılı sonuna kadar otuz yedi eyalette 300.000 üyesi olan 330 adet Kendi Sorununu Çöz Örgütü bulunuyordu.” “Kendi Kendine Yardım için örgütlenen insanların sergiledikleri en ilginç olaylardan biri, Pennsylvania kömür bölgesinde gerçekleşmişti. Sürüyle işinden atılmış kömür madeni işçisi, şirket topraklarını küçük maden ocakları halinde kazarak kömür çıkarmışlar, bunları kamyonlarla kentlere göndererek normal fiyatların da aşağısında satmışlardı. 1934 yılında yirmi bin kişi çalışarak ve dört bin adet araç kullanarak 5 milyon ton kaçak kömür üretmişti. Olay mahkemelere yansıdığında yerel jüriler suç bulmuyorlar, yerel mahkemeler hapsetmiyorlardı. Bunlar günlük gereksinmelerin ortaya çıkardığı basit eylemlerdi, ama bir devrimin de habercileri olabilirlerdi.”[7] İşçiler ve emekçiler, örgütlenerek pek çok şeyi başarabildiklerini görüyorlardı. Zorunluluklar onları mücadeleye sevk etmiş ve mücadele ederek nasıl dönüştüklerini gördükçe en çok şaşıranlar belki de kendileri olmuşlardı. Burada, 1932 yazında gerçekleştirilen ses getirici bir eylemden de söz etmek gerekir: “İkramiye Ordusu Yürüyüşü!” Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkelerine geri dönen Amerikan askerlerinin çok büyük bir kısmı kriz döneminde işsiz kalmıştı. Bu askerlere, 1924 yılında çıkarılan bir kanunla, 1945 yılından sonra kullanabilecekleri ikramiye sertifikaları verilmişti. Savaş gazileri işsizlik ve yoksulluğun doruğa tırmandığı o günlerde, söz konusu sertifikaların derhal nakit paraya dönüştürülerek kendilerine ödenmesini talep ediyorlardı. Seslerini duyurmak ve taleplerini hükümete iletmek için kitlesel bir yürüyüş örgütlemeye karar verdiler. Basının “İkramiye Ordusu” adını taktığı 15 bin savaş gazisinin başlattığı bu yürüyüşe 40 binden fazla insan katıldı. “Ülkenin dört köşesinden, yanlarında eşleri, çocukları ya da yalnız olarak Washington’a yürüyüşe geçtiler. Eski püskü, ikinci el otomobillerle, yük trenlerine kaçak yolcular olarak binerek ya da otostop yaparak Washington’a geldiler. Bunlar Batı Virginialı madenciler, Columbus’tan Georgia’dan gelen sac metal işçileri ve Chicagolu işsiz Polonya asıllı gazilerdi.”[8] Haziran ayında Washington’a gelen yirmi binden fazla insan, kurdukları kamplarda bekleyişe geçtiler. İkramiyelerin ödenmesi için gerekli yasa tasarısı Meclisten geçti, fakat Senatoda takıldı. Beklemeye devam etmekte kararlı olan binlerce insan, başkan Hoover’in emriyle ordunun saldırısına uğradı. Gazilerin kampları ateşe verildi, bir bölümünün konakladığı eski hükümet binaları da göz yaşartıcı gaza boğulup yakıldı. “Her şey bittiğinde iki gazi ateş altında kalarak ölmüş, on bir aylık bir bebek kaybedilmiş, sekiz yaşında bir erkek çocuğu gaz nedeniyle kısmen kör olmuş, iki polisin kafatası kırılmış ve bin kadar savaş gazisi gaz bombası ile yaralanmış durumdaydı. Bunlar zor zamanlardı ve bu dönemde hükümetin vatandaşlarına yardım etme konusundaki duyarsızlığı ve savaş gazilerini püskürtme konusundaki eylem başarısı; bütün bunlar Kasım l932’de yapılan seçimlerde etkisini gösterdi. Demokrat Parti lideri Franklin D. Roosevelt, ezici bir çoğunlukla Herbert Hoover’i geçerek 1933 yılı ilkbaharında başkanlık görevine başladı…”[9] Roosevelt 1933’te iktidara geldiğinde, işsizlerin, işçilerin ve çiftçilerin yükselmeye başlayan isyanını denetim altına almak üzere ekonominin yeniden örgütlenmesine dayanan bir reform programı başlattı. “New Deal” adı verilen ve krizin etkilerini hafifletmeyi amaçlayan bu Keynesyen program, çeşitli kamu projeleriyle (barajlar, santraller, su kanalları, okullar vb.) yeni iş olanakları yaratarak ve sosyal yardımları belli ölçüde arttırarak işsizliğin yakıcı etkilerini hafifletmeye odaklanmıştı. Ne var ki bu program dâhilinde hayata geçirilen uygulamalardan en çok faydalananlar emekçilerden ziyade burjuvalar olurken, yaratılan istihdam artışı da iddia edilen boyutlara asla ulaşamadı. Örneğin 1936’ya gelindiğinde kamusal projelerde yaratılan ek istihdam 2,5 milyonken halen 10 milyon işsiz bulunuyordu. Üstelik büyük burjuvazinin bu önlemleri “sosyalizm” olarak niteleyip feveran etmesiyle, 1935’te Yüksek Mahkeme çeşitli uygulamaları iptal etmişti. Roosevelt’in “sefalete sürüklenen emekçilere yardım etme” insani güdüsüyle yaptığı reformlar olarak lanse edilen tüm yardım ve sosyal sigorta programları, gerçekte burjuvazinin sosyalistlerin öncülüğünde seferber olarak güçlü bir işsizler hareketi yaratan işçi sınıfının mücadelesinin basıncıyla atmak zorunda kaldığı adımlardı. (devam edecek)
Kaynakça:
  • Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Yay.
  • Frances Fox Piven, Richard A. Cloward, Poor People’s Movements: Why They Succeed, How They Fail, Vintage Books
  • Fraser M. Ottanelli, The Communist Party of the United States: From the Depression to World War II
  • Sharon Smith, The 1930s: Turning Point for U.S. Labor, http://www.isreview.org/issues/25/The_1930s.shtml
  • Javier Lavoe, Organizing the Unemployed: “Fight–Don’t starve!”, https://www.liberationnews.org/09-02-10-organizing-unemployed-fightd-html/
  • Danny Lucia, The Unemployed Movements of the 1930s, https://isreview.org/issue/71/unemployed-movements-1930s


[1]   Frances Fox Piven, Richard A. Cloward, Poor People’s Movements: Why They Succeed, How They Fail
[2]   Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Yay.
[3]   Javier Lavoe, Organizing the Unemployed: “Fight–Don’t starve!”
[4]   Danny Lucia, The Unemployed Movements of the 1930s
[5]   Howard Zinn, age
[6]   Danny Lucia, age
[7]   Howard Zinn, age
[8]   Howard Zinn, age
[9]   Howard Zinn, age

5 Kasım 2018
Kent ve Barınma (konut) sorunu
İşçi Hareketi Tarihinden
Share

1929 Krizinde Amerikan İşçi Sınıfı: “Mücadele Et, Açlıktan Ölme” /2

2.Bölüm

sit-down-4.jpg

Militan işsizler fabrikalara dönüyor: 1934 baharı

1933’te doruk noktasına ulaşan işsizlik, 1934’ten itibaren yavaş yavaş düşüşe geçiyordu. Fabrikaların yeniden işçi almaya başladıkları bu dönemde, işsizler hareketi içinde deneyim kazanan unsurlar da işbaşı yapmaya başladılar. Eskilere yenilerin de katılımıyla genişleyen bir militan işçi kuşağı ortaya çıkmıştı ve bunlar edindikleri deneyimi bu kez bu alanda kullanarak büyük mücadelelere imza atacaklardı. Çalışmaya başlayan işçiler iş bulduklarına sevinirken, karşılaştıkları ağır çalışma koşulları ve düşük ücretler bu sevinci kısa sürede kursaklarında bırakıyordu. Bu durum, Roosevelt’in sendikal örgütlenme hakkının “güvence altında” olduğunu ilan eden yasal düzenlemeleriyle birlikte, sendikalaşmaya ve sendikal mücadeleye büyük bir itilim verdi. Koşulların en kötü durumda olduğu tekstil ve maden işkolları bu alanda başı çektiler. 1933 yazında Birleşik Maden İşçileri sendikası üye sayısını iki ay içerisinde 60 binden 300 bine çıkardı. Bir yıl sonra bu sayı yaklaşık 530 bine yükselecekti. Aynı dönemde Uluslararası Kadın Konfeksiyon İşçileri Sendikasının üye sayısı dörde katlanarak 200 bine ulaşacaktı. Petrol, Gaz ve Rafineri İşçileri Sendikası, 275 bin işçinin çalıştığı bu sektörde 1933’te sadece 300 üyeye sahipken, örgütlediği yeni işçilerle 1934 baharında 125 yeni şube açacaktı.[1] İşçiler pek çok sektörde akın akın sendikalaşıyorlardı. Otomobil sektörü de bunlardan biriydi. Bu sektörde 200 yerel sendikada 100 bin işçi örgütlenmişti. Keza 70 bin lastik işçisi, 300 bin tekstil işçisi, 50 bin çelik işçisi de yeni örgütlenen işçiler arasında yer alıyorlardı. Elbette sendikal örgütlenme hakkının yasal olarak “güvence altına alınması”, örgütlenmenin önündeki engellerin fiiliyatta da ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. İşçiler bunu yaşayarak gördüler. Üstelik engeller sadece patronlar cephesinden değil, sınıf içindeki hainlerden de geliyordu. Daha ziyade yüksek vasıflı beyaz işçileri loncavari tarzda örgütleyen Amerikan İşçi Federasyonuna (AFL) bağlı sendikaların tepesindeki bürokratların, krizin gadrine uğrayan işçileri mücadeleye sevk etmek gibi bir niyetleri yoktu. Bunun da ötesinde, sendikalaşmak üzere harekete geçen işçilerin militan ruhunu öldürmek için de ellerinden geleni yapıyorlardı. Buna rağmen 1934’ten itibaren işçi hareketi şaşırtıcı bir hızla yükselişe geçecekti. Nitekim o yıl Amerika 1,5 milyon işçiyi kapsayan militan bir grev dalgasıyla sarsıldı. Patronların direnci nedeniyle pek çok grev şiddetli çatışmalara sahne oldu. Bunlardan ilki Toledo greviydi. Otomotiv endüstrisinin üslerinden biri olan Toledo, krizle birlikte işsizliğin son derece yüksek, ücretlerinse bir o kadar düşük olduğu bir kent haline gelmişti. Kentin ana fabrikası konumundaki Willys-Overland otomobil fabrikasında 1929 baharında 28 bin işçi çalışırken bu sayı 1932 baharında 3 bine düşmüştü. Otomotiv yan sanayinde de aynı durum söz konusuydu. 1934 baharında işçiler Electric Auto-Lite şirketinde ve diğer fabrikalarda sendikanın tanınması talebini yükselttiler. Bu talep patronlar tarafından reddedilince 4 bin otomotiv işçisi greve gitti. Devletin araya girip patronların görüşmeler için bir mekanizma oluşturacağı sözü verdiklerini söylemesinin ardından bu grev sona erdirildi. Ne var ki bu söz tutulmadı ve işçilerin bu kez daha küçük bir kısmı 11 Nisanda greve çıktı. Patron grev kırıcıları çalıştırarak grevi baltalama taktiğine başvurdu. Bunun üzerine Toledo’da güçlü bir yapıya sahip olan İşsiz Birlikleri (Sosyalist Partinin denetimindeki işsiz örgütleri) seferber olarak grev gözcüsü hattını güçlendirmeye giriştiler. Şirket yönetiminin mahkemeleri devreye sokup bunu engelleyecek bir karar çıkarması sınıf dayanışmasının daha da yükselmesine yol açtı. Komünist Partinin yereldeki militanları da “Kitlesel Grev Gözcülüğüyle Kararı Parçala” sloganıyla grev yerinde beklemeye başladılar. Arada tutuklanıp salıverildikten sonra tekrar fabrika önüne geldiler ve dayanışma ruhu greve katılan ve destek veren işçilerin sayısının artmasını sağlayan cesaretlendirici bir faktör oldu. 23 Mayısta fabrika önünde bekleyen kitlenin sayısı 10 bine ulaşmıştı. İçeride çalışan grev kırıcıların sayısı ise 1500 idi. Kalabalığın sürekli artması polisi harekete geçirdi ve bu saldırı sonucunda pek çok insan yaralandı. Grev kırıcılar ancak makineli silahlarla donanmış Ulusal Muhafız birliklerinin koruması altında fabrikadan çıkabildiler. Fakat ertesi gün kalabalık yeniden fabrika önünde toplandı ve Muhafızlar tuğla ve şişe yağmuruna tutuldu. Muhafızların buna ateşle yanıt vermesi üzerine iki kişi öldü, pek çok insan yaralandı. Buna rağmen kalabalığın geri çekilmemesi üzerine yönetim fabrikayı kapama kararı aldı. Mücadelenin genel greve doğru büyüyeceği sinyalleri gelince patronlar %22 zamma ve sendikanın sınırlı bir şekilde de olsa tanınmasına razı oldular. Aynı dönemde Batı kıyılarındaki liman işçileri de harekete geçtiler. İşbirlikçi sendika liderlerine ve gemi sahiplerine karşı defalarca ayaklanan işçiler nihayetinde greve gittiler. Talepleri, ücretlerinin ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra, işçilerin her sabah köle gibi seçildiği “sabah pazarı”nın kaldırılması idi. “İki bin mil boyunca Pasifik kıyısı hızla kapandı. Kamyon sürücüleri rıhtımlara kargo taşımayı reddederek işbirliği yaptılar ve gemilerdeki işçiler de liman işçilerinin grevine katıldılar. Polis rıhtımı açmak için gelince bütün grevciler toplu halde polise direndiler; iki işçi polis ateşiyle öldürüldü. Grevci işçilerin cenazesine herkes katıldı ve işçilere sayıları onbinleri bulan destekçi kazandırdı.” (Zinn, age) Bunu San Francisco’da ilan edilen genel grev izledi. 130 bin işçinin greve gitmesiyle tüm kentte hayat durdu. Ordu ve polis ağır silahlı birliklerle teyakkuza geçip terör estirirken, burjuva medya bildik çığırtkanlıkla onu alkışladı. Şöyle diyordu Los Angeles Times: “San Francisco’daki durum «genel grev» denilerek tanımlanacak bir durum değil. Burada gelişen olaylar bir ayaklanma, komünist rejimi düşleyenlerin başlattıkları ve götürdükleri, devlete karşı örgütlü bir isyan biçimi. Ve buna karşı yapılacak tek bir şey var: her çeşit güçle üzerlerine gidip isyanı bastırmak.” (Zinn, age) AFL’nin devreye girmesiyle uzlaşma sağlandı ve bu grev sona erdirildi. Ama hemen ardından Minneapolis’teki kamyon sürücüleri greve gittiler. Minneapolis’te patronlar, 1908’de, sendikalaşmayı engellemek için “Yurttaşlar Birliği” adı altında karşı-devrimci bir örgüt kurmuşlardı. 1933’te işgücünün üçte biri işsiz durumdaydı ve çalışanların ücretleri sürekli düşüyordu. Bu ortamda, sonradan Sosyalist İşçi Partisine (Amerikan SWP’si) dönüşecek olan Troçkist bir örgütün militanları, nakliye işçileri sendikası olan Teamsters’ın yerel şubelerinden birinin yönetimini ele geçirmiş ve kamyon sürücülerini örgütlemeye başlamıştı. Bir süre sonra sendika taleplerini patronlara iletti fakat ret yanıtı aldı. Bu arada zaten teyakkuz halinde olan patronlar Yurttaşlar Birliğini devreye sokarak olası bir grevi engellemek için önlemlerini almışlardı. İşçiler 15 Mayıs 1934’te greve çıktılar. Onlar da Yurttaşlar Birliğinin çetelerine karşı silahlanmak da dâhil olmak üzere kendi önlemlerini almışlardı. Kamyoncular 15 Mayıs sabahı, kamyonların çalışmadığını göstermek için bandolarla, motosikletlerle tüm kenti dolaştılar. Grev diğer sektörlerdeki işçilerin desteğiyle tüm kentte hayatın durmasına yol açmıştı. Hayati ihtiyaçlar olan süt, buz ve kömür dışında hiçbir ürün taşınmıyordu. 21 Mayısta polis saldırıya geçti ve yaşanan çatışmada otuz polis yaralandı. Ertesi gün grevcileri savunmak için 20 bin kişilik bir kalabalık toplandı ve çatışma şiddetlendi. Fakat işçiler beklendiği gibi ezilmemişler, aksine tüm kentin denetimini ele geçirmişlerdi. Burjuvaziyi ayaklanma korkusu sarınca tarafları uzlaştırmak için vali devreye girdi. Fakat görüşmelerde uzlaşma sağlanamayınca çatışma tekrar alevlendi. Çatışmanın ikinci etabında polis 67 işçiyi yaraladı ve 2 işçiyi katletti. Ölenlerin cenazesine elli bin emekçi katılmış, Belediye binasına doğru büyük bir protesto yürüyüşü yapılmıştı. Gerginliğin iyice tırmanmasının ardından olağanüstü hal ilan edilmişti. Bir ay sonra patronlar geri adım atarak kamyon sürücülerinin taleplerini karşılamak zorunda kaldılar. Bu kazanım, Teamsters sendikasının genel başkanı Daniel Tobin’in işçilere destek vermeyi reddetmesine ve greve önderlik edenleri “kızıllar” diyerek hedef göstermesine rağmen sağlanmıştı. Sosyalist öncülerin yol göstermesiyle örgütlenen işçiler, kararlı ve militan mücadeleleri sayesinde burjuvaziyle de işbirlikçi sendika bürokrasisiyle de başa çıkmayı başarmışlardı. Grev heyulası tüm Amerika üzerinde dolaşmaya devam ediyordu. 1934 Eylülünde tekstil sektöründe başlayan ve o zamana kadar görülenlerin en büyüğü olan grev tam 375 bin işçiyi kapsıyordu. Alabama, Mississippi, Georgia, Carolina gibi güney eyaletlerinde başlayan bu grev öncesinde, kadın ve erkek işçiler otomobil ve kamyonlara binerek oluşturdukları “uçan birlikler”le tüm kentleri dolaşarak grevi fabrika fabrika örgütlemişlerdi. Grev tabandaki işçilerin basıncıyla militanlaşmıştı. New York Times gazetesi, “Duruma bakılırsa en ciddi tehlike, olayların işçi liderlerinin denetiminden tamamen çıkmış olması” diyordu. Patronlar tuttukları silahlı adamlarla ve Ulusal Muhafızla grevi kırmaya çalıştılar. Sendika şubesinin başkanı vuruldu, yardımcıları dövüldü. Georgia valisi olağanüstü hal ilan etti ve 2 bin grevciyi oluşturduğu toplama kampına kapattı. Polis ve silahlı grev kırıcılar Güney Carolina’da grev gözcülerinin üzerlerine ateş açıp 7 işçiyi öldürdüler. Fakat grev bütün New England bölgesine yayıldı. Massachusetts, Rhode lsland ve Connecticut’taki fabrikalarda binlerce işçi ayaklanıp, silahlı devlet güçlerine ve çetelere karşı koyarak üretimi durdurdu. Eylül ortasında grevci tekstil işçilerinin sayısı 421 bine, katledilen işçi sayısı ise 13’e çıkmıştı. Durumun daha da kötüye gideceğinden endişe eden Roosevelt yönetimi bu noktada devreye girerek bir komisyon oluşturdu ve sendikayı greve son vermeye çağırdı. Bunun üzerine sendika ile patronlar arasında uzlaşma sağlandı. 1934’te patlak veren militan grev dalgası esnasında, patronlar 16 eyalette polisi ve Ulusal Muhafızı yardıma çağırdılar ve bunlar en az 40 işçiyi katlettiler. 1934 grevlerinin militanlığı burjuvaziyi titretmişti. 1935’de bir Kongre üyesi şöyle uyarıyordu egemenleri: “Toledo’daki grevleri gördünüz. Minneapolis’i, San Francisco’yu ve güneydeki tekstil grevlerini de gördünüz … ama daha cehennemin kapılarının açılışına tanık olmadınız ve şimdi olmaya başlayan şey işte bu.”[2] 1933’te işbaşına gelen Roosevelt’in 1935’de “ikinci New Deal” olarak bilinen önlemlerle işçi sınıfına kırıntılar vererek onun daha radikal bir hareketlenmeden alıkoymaya çalışmasının ardındaki dinamik tam da bu korkuydu. Ne var ki, verilen kırıntılar işçilerin beklentilerini karşılamadığından Amerika öncekinden çok daha şiddetli bir grev fırtınasına tutulacaktı.

1936-37 grev ve işgal fırtınası

1934’teki mücadelelerin katkısıyla daha da militanlaşan işçi hareketi 1935 ve 36’da da yükselmeye devam etti ve doruk noktasına 1937 yılında ulaştı. 1935’de 2014 ve 1936’da 2172 olan grev sayısı 1937’de 4740’a yükselecekti.[3] Grevlerin büyük bir bölümünde “sendikanın tanınması” en temel talepler arasında yer alıyordu. İşçileri en çok rahatsız eden konuların başında ise ücret kesintileri geliyordu. Bu kez patlak veren grevlerin yaygın özelliği bunların fabrika işgallerine dönüşmesi olacaktı. Bunların en büyüklerinde KP’li işçiler büyük bir rol oynayacaklardı.[4] Kıvılcımı, 1936 yılı başlarında lastik işletmelerinde başlayan huzursuzluk çaktı. Goodyear, Firestone gibi lastik fabrikalarının da bulunduğu bir sanayi kenti olan Akron da ekonomik krizin fazlasıyla vurduğu bölgelerden biriydi. Fabrikaların kapandığı ya da üretimi büyük ölçüde düşürdüğü ve bu yüzden işsizliğin uzun süre boyunca çok büyük oranlarda seyrettiği bu kentte, işe devam eden işçilerin en büyük sıkıntısı ücret kesintileriydi. Goodyear ve Firestone fabrikalarında çalışan işçiler aslında 1934 sonunda grev kararı almış, fakat patronlar mahkemeye giderek sündürdükleri bir süreçle bu grevin önünü kesmişlerdi. AFL’nin işbirlikçi tutumları yüzünden çok sayıda işçi bu federasyona bağlı Lastik İşçileri Sendikasından istifa etmişti. 1935 sonu ve 1936 başlarında bu fabrikalarda yeniden ücret kesintisine gidileceği açıklandı. 1936 Şubatında önce Firestone işçileri birkaç gün üst üste iş bıraktılar ve yönetime geri adım attırdılar. Sonra sıra Goodyear’a geldi. Goodyear’da çok sayıda işçinin önceden hiçbir bildirimde bulunulmaksızın işten atıldığı duyulunca, gece vardiyasındaki yaklaşık 140 işçi şalterleri indirip fabrikayı işgal etti. Sendika bu işçileri işgale son vermeye ikna etti ancak bu kez 1500 işçi grev oylaması yapıp grev kararı aldı ve fabrika çevresine, soğuktan korunmak için 300 çadır kuruldu. Bunlara, sendikalaşma özgürlüğüne, asgari ücretin, işgününün ve iş haftasının yasal sınırlarının belirlenmesine dair sözler veren ama bu sözleri tutmayan siyasetçilerin isimleri verildi: “Kamp Roosevelt”, “Kamp Senatör Wagner” vb. Desteğe gelenlerle birlikte fabrika önünde bekleyenlerin sayısı on bine yükselmişti. Bu durum karşısında fabrika yönetimi toplu grev gözcülüğünü yasaklayan bir mahkeme kararı çıkarttı ve bu kararı polis gücüyle uygulamaya kalktı. Ancak polisler karşılarında sopa ve demir çubuklarla silahlanmış binlerce işçiyi gördüklerinde geri çekilmek zorunda kaldılar. Patronların emrindeki faşist çetelerin saldırıya geçeceği söylentilerinin yayılmasıyla işçiler yeniden silahlandılar. Ancak böyle bir saldırı gerçekleşmedi. Fabrika yönetiminin valiye askeri birlikleri devreye sokma çağrısında bulunması ise gerek yaklaşan seçimler gerekse genel grev tehdidi nedeniyle yanıtsız bırakıldı. İşçi sınıfı içinde geniş yankı bulan bu grev birinci ayını doldurduğunda yönetim geri adım atarak, işten çıkarılan işçilerin geri alınması, iş saatlerinin düşürülmesi ve işyeri komitelerinin tanınması da dâhil olmak üzere işçilerin taleplerini kabul etti.  O yılın Aralık ayında sıra bu kez, lastik işçilerinin başarılı mücadelesinden de cesaret alan otomobil işçilerine gelmişti. Sektörün devi olan General Motors’un Michigan Flint’teki fabrikasında iki işçinin işten atılmasıyla başlayan grev, aynı zamanda en uzun işgal eylemine de sahne olmuştu.  General Motors sendika düşmanlığıyla ünlü bir tekeldi. Sendikalaşma yönündeki girişimler arttıkça patronların işçiler arasına ajan sızdırarak ve korku salarak bunun önüne geçme çabaları da hız kazanıyordu. GM’nin bu işe yüz binlerce dolar harcadığı söyleniyordu. Ne var ki işçilerin buna karşı tepkisi de artıyordu. GM’nin Atlanta, Kansas ve Cleveland fabrikalarında bazı sendikalı işçilerin işten atılması Kasım ve Aralık aylarında çeşitli düzeylerdeki iş bırakmalarla protesto edildi. 28 Aralıkta Cleveland’daki fabrikada bir grup işçi işgal eylemi başlattı ve 7 bin işçi üretimi durdurdu. Bundan iki gün sonra bu kez Flint’teki fabrikada 50 işçinin işgal eylemi eşliğinde bir grev patlak verdi. Sebep, üç sendika üyesinin sendikadan istifa etme zorlamasına karşı koydukları için başka bir bölüme geçmeye zorlanmalarıydı. Grev hızla diğer kentlerdeki GM fabrikalarına yayıldı. Detroit’teki Cadillac fabrikaları, Indiana’daki lamba fabrikası ve diğerleri; 1 Ocakta 112 bin GM işçisi grevdeydi. Aynı zamanda GM’nin merkezi olan Flint, grevin de merkez üssüydü. Uzun bir süredir sıkı bir örgütlenme çalışması yürüten komünist işçiler greve hazırlık sürecinde de sonrasında da büyük bir rol oynamışlardı. Komünist Parti ve Sosyalist Parti başta olmak üzere çeşitli sol partiler, grevin başarıya ulaşması için GM işçilerine her türlü desteği veriyorlardı. Kırk gün süren bu grevde işçiler çeşitli komiteler oluşturdular. “Grev komiteleri eğlence, bilgilendirme, eğitim-öğretim, posta servisi ve sağlık hizmetlerini örgütlemişti. Hatta sıraları geldiğinde kaytararak çamaşırları yıkamayanlar, çöp dökmeyenler, yasak yerlerde sigara içenler veya içeriye içki sokanları cezalandırmak için mahkemeler bile kurulmuştu. Bu «cezalar» fazladan görevlendirmeler biçiminde oluyor, en büyük ceza ise işletmeden atılmaya kadar gidiyordu. Yolun karşısındaki bir restoran sahibi iki bin kişilik grevci nüfus için üç öğün yemek çıkarıyordu. Parlamento düzeninde işleyen eğitim sınıflarında dinleyici önünde konuşma, emek ve grev tarihi konusunda dersler veriliyordu. Michigan Üniversitesi mezuniyet sonrası öğrencileri grevcilere gazetecilik ve yaratıcı yazı dersleri veriyorlardı.” (Zinn, age) İçeride işgal devam ederken fabrikanın dışında işçi aileleri ve desteğe gelen binlerce işçi bekleyişteydi. Bunlar ellerine ne geçtiyse grevi savunmak için kullanıyorlardı. İlerleyen günlerde şirket güvenlikçilerinin içerideki işçilere yiyecek ulaştırılmasını engellemeye çalışmalarının ardından devreye bir de polisin girmesi Flint fabrikasında çatışmayı tetikledi. Polisin tazyikli su ve tüfeklerine işçiler fabrikanın yangın hortumlarıyla, demirlerle, şişelerle yanıt verdiler. Bu çatışmada çok sayıda işçi ve polis yaralandı. Bunun üzerine valinin devreye girerek şirketle sendikayı uzlaştırmaya çalışması da işe yaramadı. Şirket, grev nedeniyle günde 2 milyon dolar kaybettiği halde, işgalci işçiler fabrikalardan çıkmadan sendikayla görüşmeye razı gelmiyordu. 27 Ocakta içerideki işçilerin tahliyesi için mahkemeden bir karar çıkarıldı. 3 Şubatta Ulusal Muhafızın bu kararı hayata geçirmek üzere ağır silahlarla harekete geçmesi, işçi sınıfının destansı mücadele ve dayanışma örneklerinden birinin daha yaşanmasını tetikledi. Flint yolları, çevre kentlerden yardıma gelen binlerce işçinin kamyon ve otomobilleriyle doldu: Akron’dan lastik işçileri, Toledo ve diğer kentlerden otomobil işçileri, Detroit’ten gelen yüzlerce işçi… İşçiler, GM işçilerini yalnız bırakmayacaklarını belirten pankartlar taşıyorlardı. 10 bine yakın işçiden oluşan bir alay, fabrikanın etrafını kuşattı. Kadın emekçilerin oluşturduğu “Acil Durum Tugayları”[5], kızıl bereleri ve sopalarıyla en öne konuşlanmıştı. Durum fazlasıyla kritik hale gelince hükümet müdahale ederek GM’nin sendikayla masaya oturmasını sağladı ve grevler yüzünden üretimin durduğu 17 fabrikada altı aylık sözleşme imzalandı. İşçiler, “sendika mı, asla” diyen GM yönetimine haddini bildirmişlerdi. Birkaç hafta sonra benzer bir süreç bu kez Chrysler fabrikalarında yaşandı. 60 bin işçinin katıldığı bu grevlere de fabrika işgalleri eşlik etti. Bir ay devam eden grevlerde fabrikalar dışarıdaki on binlerce işçi tarafından polise karşı savunuldu. Nisan başında Chrysler yönetimi UAW (Birleşik Otomobil İşçileri) sendikası ile sözleşme imzaladı. 1936-37 döneminde UAW’nin üye sayısı 350 bine ulaşacaktı. Burada bir parantez açalım ve UAW’nin de bağlı olduğu CIO (Sınai Örgütlenme Kongresi) adlı sendikal federasyondan söz edelim kısaca. Zira bu sendikal yapının ebeliğini de, 1933’ten itibaren yükselen mücadele ve grev dalgası yapmıştı. AFL’nin yüksek vasıflı ve beyaz işçileri örgütlemeye odaklı gerici ve işbirlikçi sendikal anlayışına karşı çıkan Birleşik Maden İşçileri Sendikası başkanı John L. Lewis’in başını çektiği bir sendikal hareket olarak bizzat AFL içinde doğan CIO, 1935’te Sınai Örgütlenme Komitesi adıyla kurulmuştu. Çoğu 1934’teki grev dalgasında aktif olarak rol alan komünist işçi önderlerinin öncülüğünde bir örgütlenme atılımı başlatan bu komite, bir yıl sonra AFL’den ihraç edilmişti. Bu yapı, maden, lastik, çelik ve otomobil sektörü başta olmak üzere çeşitli sanayi sektörlerinde örgütlediği işçilerle 1937’de Sınai Örgütlenme Kongresi (CIO) adıyla bir sendikal federasyona dönüştü. CIO siyah işçileri örgütlemesiyle de AFL’den bariz bir şekilde ayrılıyordu. Bu örgütlenmede KP’li militanlar büyük bir rol oynamışlardı.[6] 1930’ların sonuna gelindiğinde CIO, 3 milyon sanayi işçisinin örgütlendiği bir sendika haline gelmişti. 1936-37 grevleri sürecinde, işbirlikçi AFL dışında bir alternatif arayışında olan işçilerin büyük çoğunluğu CIO’ya yönelmişlerdi. Bununla birlikte söz konusu grevleri örgütleyen, Lewis de dâhil olmak üzere CIO bürokratları değil bizzat tabandaki mücadeleci, komünist işçilerdi. 1936’ya geri dönecek olursak, o yıl, çelik işçilerinin de harekete geçtiği bir yıl olmuştu. CIO’nun Çelik İşçileri Örgütlenme Komitesi (SWOC) aracılığıyla başlattığı örgütlenme kampanyası sonucunda birkaç ay içinde 85 bine yakın işçi örgütlenmişti. Amerikan Çelik Şirketi, sadece şirket sendikalarına üye olan işçilere %10 zam vereceğini açıklayarak işçilerin SWOC’da örgütlenmesini baltalamaya çalışmıştı. Buna rağmen, sarı şirket sendikalarındaki işçilerin oradan istifa edip SWOC’a katılmalarının önüne geçememişti. 1937 Martında SWOC’da örgütlenen çelik işçilerinin sayısı 100 bine, sendikanın yerel şube sayısı ise 150’ye ulaşmıştı. Aynı dönemde General Motors işçilerinin militan grevine tanık olan çelik şirketi yönetimi, grevler bu sektöre de yayılmadan sendikayla masaya oturdu ve sözleşme imzaladı. Ardından sektördeki diğer fabrikaların işçileri de hızlı bir şekilde sendikalaştılar. Öyle ki, Mayıs ayına gelindiğinde SWOC’un üye sayısı 300 bine, sözleşme imzaladığı işyerlerinin sayısı ise 100’ün üzerine çıktı. Sendikaya karşı düşmanca bir tutum takınan birkaç işyerinde ise çatışmalı grevler yaşandı ve bu süreçte 16 çelik işçisi katledildi. 1936 ve 37 yılları Amerikan işçi sınıfının işgalli grev yılları olarak tarihe geçti. Bu süreçte yaklaşık 2 milyon işçi greve gitmişti. 1936’da 48 fabrika işgali yaşanırken, 1937’de bu sayı 500’e, işgallere katılan işçi sayısı ise 400 bine çıkmıştı. İşgallerin çoğu kazanımla sonuçlanmıştı. Bu eylem tarzının başarısı diğer sektörlerdeki işçiler tarafından da görülünce, işgaller diğer işkollarına da yayıldı: Otel işçileri, hastane işçileri, mezar kazıcılar, çöpçüler, tekstil işçileri, elektrik işçileri, hatta mahkûmlar ve Ulusal Muhafız Şirketinde çalışıp birkaç ay önce GM grevini bastırmaya giden ama ücretlerini alamayanlar… Adeta bir işgal salgını yaşanıyordu. Grev sırasında fabrikaların işgal edilmesi, patronların grev kırıcıları çalıştırmasını da olanaksız hale getirdiğinden son derece etkili bir eylem biçimiydi. İşçiler bu süreçte birbirlerini çok daha iyi tanıyor, aralarındaki güven ve dostluk ilişkisi perçinleniyordu. Bu deneyimlerden geçen işçiler güçlerinin farkına varıyor, özgüvenleri artıyor ve daha militan hale geliyorlardı. Burjuvazi açısındansa işgaller, işçilerin sendikaların denetiminden çıkmasına zemin hazırladığı için olağan grevlerden çok daha tehlikeli görülüyordu. Nitekim işgallerin büyük bir bölümünde işçiler sendikanın inisiyatifiyle değil kendi inisiyatifleriyle bu kararı almışlardı. Gücünün farkına varan işçiyi aldatmak da, rızası dışında bir şeye ikna etmek de zordu. Bu yüzden sendika bürokratları da işgallerden ve grevlerden haz etmiyor, mücadelenin başını genelde sosyalist işçiler çekiyordu. *** İşgal ve grev fırtınası burjuvaziye devrim hayaletleri gördürmeye yetmişti. 1937 sonunda yaşanan bir çelik grevinin başarısızlıkla sonuçlanması, aynı zamanda egemenlerin bu gidişata ne pahasına olursa olsun son verme kararlılığının da göstergelerinden biriydi aslında. Bu amaçla 1938’den itibaren özellikle CIO’ya yönelik baskılar arttı ve sendikalar içindeki komünistlere yönelik temizlik harekâtı başlatıldı. Burjuva basında CIO “şiddet kaynağı”, “komünist”, “sorumsuz” bir yapı olarak nitelendirilip hedef tahtasına oturtuluyordu. Emperyalist güçler koşar adım savaşa hazırlanırken, bunun sınıf cephesine yansıması daha da artan baskılar olmuştu. Bunun bir parçası olarak, 1939’da, Yüksek Mahkeme işgal eylemlerini yasadışı ilan etti. Bazı sektörlerde greve gitmeyi yasaklayan, grev gözcülüğünü sınırlandıran, bir işyerinde sadece sendika üyelerinin çalıştırılmasını yasadışı ilan eden, sendikaların tescilini zorunlu kılan, sendikal aidatları sınırlandıran, bunların ihlali halinde ağır hapis cezaları getiren yasalar çıkarıldı. Kısa bir süre sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı ise bu saldırıların daha da ağırlaştırılması için fırsat olarak kullanıldı. “Yurtseverlik”, işçi sınıfına yönelik her türlü saldırının üstünü örten sihirli bir sözcüğe dönüştürüldü. Patlak veren grevlerin büyük bir kısmı “komünist grev” damgasıyla kriminalize edilip bastırıldı. Hatta 1943’te madenlerde patlak veren kitlesel bir grevi bastırmak için Roosevelt, parlamentodan grevci işçilerin askere çağrılmasına izin veren bir yasa çıkarmasını talep etti. Fakat burjuvazinin tüm baskılarına ve CIO ve AFL’nin “savaş döneminde grev yapmama” sözü vererek işçi sınıfını milliyetçilikle pasifize etmeye çalışmalarına rağmen, savaş sürecinde de çok sayıda grevin patlak vermesinin önüne geçilemeyecekti. Nitekim 1943’ten itibaren grevlerin sayısı sıçramalı bir şekilde artmış ve 1944 yılında Amerikan tarihinde görülen en fazla greve tanık olunmuştu. Keza 1945’te CIO’nun üye sayısı 6, AFL’ninki 7 milyona ulaşmıştı. Ağır baskılara ve savaşın yarattığı karanlık atmosfere rağmen milyonlarca işçinin sendikalaşmaya devam etmesini ve on binlercesinin grev silahına başvurmasını sağlayan şey, kuşkusuz, son on yıl zarfında son derece militanlaşmış bir sınıf mücadelesi deneyimi yaşamış olmalarıydı. Amerikalı işçiler, yürüttükleri militan mücadeleler sayesinde, kriz ve savaş gibi siyasi, ekonomik ve toplumsal baskının en yoğun olduğu bir dönemde bile patronlara başkaldırma cesaretini gösterdiler, bu özgüveni kazandılar. Sendikalaşmanın, işsizlik yardımının ve diğer ekonomik ve sosyal hakların “sosyalizm” olarak damgalanıp kriminalize edildiği bir ülkede bunlar için savaşıp elde etme cüretini gösterdiler. Bunun bedelini yüzlerce işçinin hayatını kaybetmesiyle, tutuklanmalarla, işten atmalarla ve her türden baskıya göğüs gererek ödediler ama pes etmediler. Çok daha önemlisi, bu mücadele sırasında on binlercesi sendikal bilincin ötesine geçip sosyalist bir sınıf bilincine erişti. Eğer milyonlarca işçinin geçirdiği bilinçsel dönüşüme, yükselen sınıf mücadelesine ve yaşanan onca militan eylem ve faaliyete rağmen daha öteye geçilememişse, bunun sorumluluğunu işçi sınıfında değil ona önderlik etmesi gereken siyasal örgütlerde aramak gerektiği açıktır. Bir düzen partisi olan SP’nin ve 1930’ların ortalarından itibaren “halk cephesi” politikalarıyla burjuvaziyle uzlaşmayı temel politik odağı haline getiren KP’nin bu noktada oynadıkları rol aşikârdır. Üstelik bu, bu partilerin tabanını oluşturan on binlerce militan işçiye rağmen oynanmış bir bozguncu roldür. O işçiler ki, 1930’larda yaşanan büyük mücadelelerin ilmek ilmek örülmesinde başrolü oynamışlardır.     İşçi sınıfının tarihi yerel değil enternasyonal bir tarihtir; ondan çıkan dersler de bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşu davasına hizmet etmektedir. İşçi sınıfı, en karamsar dönemlerde bile, olmaz denileni oldurtma, yapılamaz denileni yapma becerisini gösteren devrimci bir sınıftır. Ondan umudu kesenler, dönüp tekrar tekrar tarihe bakmalıdır. Zira o tarih, geleceğin meşalesini de içinde barındırmaktadır.

Kaynakça:
  • Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Yay.
  • Frances Fox Piven, Richard A. Cloward, Poor People’s Movements: Why They Succeed, How They Fail, Vintage Books
  • Fraser M. Ottanelli, The Communist Party of the United States: From the Depression to World War II
  • Sharon Smith, The 1930s: Turning Point for U.S. Labor, http://www.isreview.org/issues/25/The_1930s.shtml
  • Javier Lavoe, Organizing the Unemployed: “Fight–Don’t starve!”, https://www.liberationnews.org/09-02-10-organizing-unemployed-fightd-html/
  • Danny Lucia, The Unemployed Movements of the 1930s, https://isreview.org/issue/71/unemployed-movements-1930s


[1]   Frances Fox Piven, Richard A. Cloward, age
[2]   Danny Lucia, age
[3]   Frances Fox Piven, Richard A. Cloward, age
[4]   1929 krizinin başladığı dönemde 7500 üyeye sahip olan KP, 1938’de üye sayısını 82 bine çıkarmıştı. Bununla birlikte, Stalin’in faşizme karşı mücadele adına “halk cephesi” taktiğine yönelmesi, Amerikan KP’sini de daha güçlü bir şekilde sınıf uzlaşmacı bir çizgiye kaydırmıştı. Bu çizgi, yükselen sınıf mücadelesini devrimci bir tarzda politikleştirmekten ve militanlaştırmaktan uzak durulmasında da, sonrasında savaşa karşı izlenen politikalarda da kendini gösterdi. Yükselen militan işgal dalgasında KP’li işçiler önemli rol oynarlarken aslında parti merkezinin kararlarından ziyade kendi inisiyatifleriyle hareket ediyorlardı. Zira parti merkezi, sınıf uzlaşmacı çizgisi nedeniyle işgallere sıcak bakmıyordu.
[5]   Birleşik Otomobil İşçileri (UAW) Kadın Yardımcılar hareketinin bir parçası olarak 20 Ocak 1937’de kurulan “Flint Kadınlar Acil Durum Tugayı”, grevci işçilerin eşleri, kızkardeşleri ve annelerinden oluşan 50 kadınla başlamış ve kısa sürede 350 kadın emekçiyi kapsar hale gelmişti. Bu “tugaylar” Detroit, ve Lansing’de de oluşturulmuştu. Bunlar grevci işçilere yemek tedarik etmekten, demir çubuklarla polise karşı savaşmaya kadar her türlü desteği vermek üzere örgütlenmişler ve bu grevlerde büyük bir rol oynamışlardı.
[6]   Sharon Smith, The 1930s: Turning Point for U.S. Labor

14 Kasım 2018
İşçi Hareketi Tarihinden
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/6522?page=2&qt-diger_makaleler=1