Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Para Basmak Kapitalizmi Kurtarır mı?

Para Basmak Kapitalizmi Kurtarır mı?

1.Bölüm

helikopter-para.jpg

2008 krizinden bu yana emperyalist metropollerdeki sağıyla soluyla burjuva iktisatçıların ve siyasetçilerin üzerinde sımsıkı hemfikir oldukları bir konu mevcut: Para basıp “dağıtmak”. O tarihten bu yana emperyalist hükümetler trilyonlarca dolar, avro, sterlin ve yen basıp dağıttılar. Yalnızca ABD Merkez Bankasının bilançosundaki değişim bile bir fikir veriyor: 2007 sonunda 800 milyar dolar olan bu bilanço, 2019 sonunda 4 trilyon dolara, 2020 baharında ise 7 trilyon dolara çıktı. 2020 Martından bu yana türlü isimler altında dağıtılan paranınsa tüm dünyada toplam 20 trilyon doları geçtiği söyleniyor. Bu “helikopterden para dağıtma” çılgınlığı artarak ve sonu gelmezmiş gibi görünerek devam ediyor. Nereye kadar? Kimse bu soruyu düşünmek istemiyor. Burjuva iktisatçılar ve siyasetçiler başka bir soru temelinde kamplaşıyorlar: Para basmak tamam da bu para kimlere nasıl dağıtılacak, yani nasıl kullanılacak? Sağcı kamp, paranın doğrudan ya da dolaylı olarak başta bankalar olmak üzere finans kuruluşlarına, zor durumdaki şirketlerin kasalarına ve borsalara akıtılmasından yana. Solcu kamp ise, doğrudan ya da dolaylı olarak emekçilerin de cebine para konmasını, paranın çoğunun ise yeni kamu yatırımları ve kamu harcamaları için kullanılması gerektiğini savunuyor. Sağcı kamp neoliberalizme tutunmaya çalışırken, solcu kamp sol-Keynesçiliği yeniden parlatmaya çabalıyor. Bu ikincisinin giderek prim topladığını, hatta solla hiçbir şekilde ilişkisi olmayan burjuva kurumların bile devlet müdahalesini ve kamu harcamalarının arttırılmasını savunmaya başladığını görüyoruz. Zira en ileri kapitalist ülkeler de dahil dünyanın her köşesinde geniş emekçi kitlelerin mevcut toplumsal sisteme karşı kısmen içgüdüsel kısmen de bilinçli tepkileri giderek artmakta, 40 yıllık bir süreçte “başka alternatif yok” denilerek kitlelere empoze edilen neoliberalizm tel tel dökülmektedir. Adeta yeni bir din katına yükseltilen “serbest piyasa” ideolojisi inandırıcılığını giderek artan ölçüde yitiriyor. Emekçi kitleler neoliberal politikaları savunanlara artan bir kin beslemeye başlıyorlar. Bunlar müesses nizamın ve borsaların temsilcisi olarak görülmeye başlanıyor ki, bu algıda hiçbir yanlışlık bulunmuyor. Kapitalist düzenin bir avuç para babasının çıkarları üzerine kurulduğu gerçeğini kitleler artan oranda fark ediyor ve fark ettikçe de bir değişim arayışı içine giriyorlar. Kendileri de has burjuva olmalarına rağmen burjuva elitlere özgü davranışlara karşıt bir profil çizen, kendilerini sıradan insanların temsilcisi ve hatta onlardan biri, “sessizlerin sesi”, “kimsesizlerin kimsesi” olarak pazarlayan aşırı-sağ liderler işte bu değişim arzusunu suiistimal ederek kitlelerden siyasal destek devşiriyorlar. Savundukları çizgi küreselci çizginin tersine, ulus-devlete daha fazla vurgu yapan, milliyetçiliği körükleyen ve daha militarist bir çizgi. Bu haliyle otoriter bir neoliberalizmi temsil ediyorlar ki, aslında yalnızca bu olgu bile neoliberal ideologların iddia ettikleri üzere “serbest piyasa” ile “demokrasi”nin birbirlerinin zorunlu koşulu olduğu görüşünün ne denli büyük bir palavra olduğunu ortaya koyuyor. Gerçekler tam tersine işaret ediyor; neoliberal programı en keskin şekilde hayata geçiren birçok ülkede burjuva demokrasisi (eğer zaten olağanüstü rejimler tarafından hepten yok edilmediyse) daha da güdükleşmiş, plütokratlaşmış, hepten bir sandık komedisine dönüşmüştür. Hele ki milenyum dönemecinden itibaren tüm dünyada otoriterleşme eğilimi giderek güçlenmektedir. Bir de sanki kapitalizme karşı bir pozisyonu savunuyorlarmış gibi, kapitalizmin mevcut halini hedefe koyarak “toplumsal bir dönüşümü” savunan sol sıfatlı ideologlar ve siyasetçiler mevcut. İster sosyal-demokrat ister yeşil ister alternatif dünyacı bir çizgide olsunlar, bu çizgidekilerin hepsinin ortak yanı aslında kapitalizmin bir türü yerine bir başka türünü savunmalarıdır. Hepsi de neoliberalizme karşıdırlar. Ve aslında kaba bir sınıflamayla hepsini de sol-Keynesçi olarak adlandırmak mümkündür.

IMF’nin açılımları: Aşınan neoliberalizm, parlatılan Keynesçilik

Yalnızca geniş emekçi kitleler arasında değil, sağıyla soluyla burjuva iktisatçılar arasında da neoliberalizmin giderek artan oranda gözden düştüğünü görüyoruz. Bir başka deyişle özellikle ileri ülkelerin burjuva ideologları arasında neoliberalizm “out”, türlü versiyonlarıyla Keynesçilik “in” durumundadır (Keynesçilik dediğimizde, Keynes’in görüşlerinden ibaret olmayan, onun “devlet müdahalesi” fikrini temel alan fakat önemli farklılıklar da içerebilen çeşitli burjuva iktisat ekollerinden söz etmiş oluruz). Bu durum, Davos zirvelerinde ortaya konan, IMF ve Dünya Bankasının toplantılarında dillendirilen görüşlerle ve yayınlanan raporlarla sabittir. 2016’dan beri IMF, “tuhaf” laflar ediyor; sermaye kontrollerinin bir araç olarak kullanılabileceğini, sermayenin hareket serbestisinin ve artan gelir eşitsizliğinin büyümeyi olumsuz etkilediğini raporluyor. 2017 yılında, artan oranlı vergi sistemini, evrensel temel gelir ilkesini, eğitim ve sağlık harcamalarının arttırılmasını önermişti ileri ülkelere. O günden bu yana gerek IMF’nin yeni başkanının gerekse de diğer sözcülerinin konuşmalarına ve yayınladıkları raporlara, “zengin ülkelerin kamu yatırımlarını çok fazla arttırmaları gerektiği” vurguları yansıyor. Bir başka vurgu da hedeflenen toparlanmanın “yeşil bir toparlanma” olması gerektiği şeklindedir. 2008 krizinin ardından gündeme gelmeyen ama 2020 kriziyle birlikte sıklıkla dillendirilen bir başka husus da mali politikaların öne çıkarılmasıdır. Başta IMF başkanı olmak üzere bir dizi önde gelen yetkiliden, para politikalarının (esasen faiz düzenlemeleri) yeterli olmadığı, mali politikaların (vergi düzenlemeleri) devreye sokulması gerektiği açıklamalarını işitiyoruz. Geçmişteki “mali disiplin”, “bütçe dengesi” vurgularının yerinde yeller esiyor; tersine, faizler bu kadar düşükken kamunun borçlanmasının ve bütçe açıklarının çok önemli olmadığı, “yüksek borç düzeylerinin acil bir tehlike oluşturmadığı” söyleniyor ve hükümetlere “korkmayın borçlanın, harcayın” mesajı veriliyor. Dahası IMF ve DB, ileri ülkelere, yalnızca salgın dönemi için değil, sonrasında da kamu harcama ve yatırımlarının “ekonomik toparlanmada önemli rol oynayacağı”nı söylüyor. IMF’nin Ekim ayında yayınlanan son Mali Görünüm Raporunda, “kamu yatırımlarının millî gelirin %1’i kadar artması, GSYH’yi %2,7, özel yatırımları %10 yukarı çekecek; 20 ilâ 33 milyon arasında istihdam artışı sağlayacaktır” denilerek, devletin yatırım yapması teşvik ediliyor. Bu yaklaşımlar hem geçmişteki IMF yaklaşımlarının tam tersidir, hem de geçmişteki neoliberal paradigmanın reddedilmesi anlamına gelmektedir. Zira geçmişte IMF, kamu yatırımlarını, verimsiz olduğu, israf anlamına geleceği ve özel sektör yatırımlarını azaltacağı iddiasıyla kesinlikle reddediyordu. Tüm bunlar neoliberal çizginin yerine Keynesçi uygulamaların öne çıkarılması anlamına geliyor. Dahası da var, bu Keynesçi çizgi, önerilen vergi politikalarıyla, düzen soluna doğru çekiştiriliyor: Artan oranlı vergilerden, şirketlerin vergilendirilmeye hakkaniyetli katılımından, üst gelir dilimlerinin vergi oranlarının arttırılmasından ve hatta servet vergisinden bahsediliyor. Bu haliyle bu program, son yıllarda sol adına konuşan türlü ıslahatçıların programıyla neredeyse özdeştir. Raporlara ve konuşmalara yansıyan bu öneriler, neoliberal kemer sıkma programlarıyla tezat oluşturduğuna göre, bu tezatlığı nasıl açıklamalıyız? IMF ve DB, neoliberalizmden tümden ve resmen kopup, bir kez daha Keynesçiliği mi resmi politika olarak benimsemiştir? Henüz bu noktaya gelinmemiştir. Moda olan söylemin değişmesi, neoliberalizmin artık mezara gömüldüğü ya da definden önceki son işlemlerin yapıldığı anlamına henüz gelmemektedir. Ama kapitalizmin tarihsel krizi bastırdıkça bu yöndeki eğilim güçlenmektedir, yani gidişat o yöndedir. Ancak bu yöndeki açıklamalarla pratikteki uygulamalar, yani söylemle eylem arasında ciddi bir farklılık olduğunu da vurgulamalıyız. Haklı olarak birçok eleştirmen, IMF’nin söylediği ile yaptığı arasındaki farklılıklara ve çelişkilere işaret ediyor. Toplumsal eşitsizliklere vurgu yapan, eğitim ve sağlık alanına büyük kamu yatırımları yapılması gerektiğini söyleyen, yeşil bir ekonomiden bahseden IMF’nin bu söyleminin en azından bir boyutunun, bir halkla ilişkiler operasyonu olduğunu vurgulamalıyız. IMF aşınan itibarını restore etmeyi, kendisini şirin göstermeyi hedeflemektedir. Bu ikiyüzlülük, “gelişmekte olan ülkelere tavsiye edilen” programların halen neoliberal dayatmalar ekseninde şekillendirilmesiyle zirve yapıyor. Yani aslında IMF emperyalistlere Keynesyen akıl verirken, geri ülkelere neoliberal dayatmaları sürdürüyor. Kapitalist hiyerarşinin daha alt basamaklarındaki ülkeler dışarıdan ciddi mali destek almadan bu Keynesyen önerileri hayata geçirebilecek olanaklara zaten sahip değiller. Aynı ayrımın, bu ülkelerdeki burjuva iktisatçılar arasında da geçerli olduğunu söylemek mümkün; ileri ülkelerde neoliberalizm daha fazla sorgulanıp devlet imdada çağrılırken, daha geri ülkelerde serbest piyasa tapınmacılığı halen daha büyük ölçüde revaçtadır. Yani geri ülkelerin iktisatçı ve politikacıları, ileri ülkeleri bu açıdan da geriden takip ediyorlar. Bunda uluslararası finans kapitalden borç dilenmek için onlara her seferinde artan garantiler verme zorunluluğunun da azımsanmayacak bir rolü bulunuyor. Topluma dayatılan neoliberalizm mi, neo-Keynesçilik mi ikileminde ibrenin giderek ikincisinden yana kaymasında Çin’deki devlet kapitalizminin de bir etkisi vardır. Çin’de, devletin üstlendiği ağırlıklı rol sayesinde Batı’dakilere kıyasla daha istikrarlı ve yüksek bir büyümenin sağlanması, onun oluşturduğu modelin burjuva akademisinde giderek itibar kazanmasına yol açıyor. Bu ekonomik gelişmenin totaliter bir diktatörlük rejimi altında gerçekleşmesi, burjuva rejimlerin tüm dünyada zaten giderek otoriterleştiği bir konjonktürde pek de rahatsızlık yaratmıyor bu burjuva akademisyenler ve özellikle de siyasetçiler camiasında. Tersine, koronavirüs salgınını devlet terörüne varan sert önlemlerle kontrol altına alması, daha doğrusu kontrol altına aldığını iddia etmesi, bu modele düzülen methiyeleri arttırıyor ve otoriter rejimlerin meşrulaştırılması için kullanılıyor.

Teşhis de tedavi de yanlış

2019 yılının sonbaharında, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının tepe isimleri “fırtına bulutlarının biriktiği” uyarısında bulunuyor, “yeni bir krizin kapıda olduğu” vurgusunu yapıyorlardı. Davos zirvelerinde geniş kapsamlı bir dönüşümden dem vuruluyor, yeni bir düzenlemenin şart olduğu sesleri yükseliyordu. Bugün bu sesler daha da yükseliyor ve krizden çıkış için, kırk yıl önce ekonomik alandan kovulan (daha doğrusu kovulduğu iddia edilen) devlet, tüm kaynaklarıyla tekrar ekonomik faaliyete davet ediliyor. Kurtuluş devletin kamu harcamaları yoluyla hem ekonomik faaliyeti canlandırması hem de yeni istihdam alanları açması olarak sunuluyor; yeni istihdam alanları sayesinde işsizlik düşecek, özel sektör yatırımları da çarpan etkisiyle canlanacak ve böylelikle ekonomi hareketlenecektir. Aslında tüm bunlar Keynesçi yaklaşımların ana argümanları ve reçetesidir. Ne var ki burada, birincisi teşhisin ne kadar doğru olduğu, ikincisi de önerilen tedavinin uygulanabilirliği ve yan etkileriyle nasıl baş edileceği gibi iki temel sorun mevcuttur. Teşhise dair söylenebilecek olan şey, bu tür yaklaşım sergileyenlerin, kapitalist krizlerin nedenlerini genelde efektif talep yetersizliğine indirgedikleridir. Bunların yaptığı gibi, kapitalizmin içsel eğilim ve yasalarının (üretim anarşisi, plansızlık ve ekonominin çeşitli kesimleri arasındaki orantısızlıklar, ortalama kâr oranlarının düşme eğilimi) kapitalist gelişimin önüne birer engel olarak dikildiği gerçeğini tümüyle bir tarafa bırakıp, üretim alanındaki temel sorunu da (emeğin sömürülmesi) yok sayıp tüm sorunu dolaşım alanındaki kaçınılmaz tıkanıklıklara indirgemek doğru bir yaklaşım değildir. Bu tür yaklaşımlar, genellikle ıslahatçı bir program önerisini gerekçelendirmek için kullanılırlar. En iyi ihtimalle, düzeni kurtarmak için işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının bir nebze iyileştirilmesi programıdır bu. Ama bu programın hayata geçirilebilmesi için, sistemin bu kırıntıları verebilecek durumda olması gerekir. Sorunun bam tellerinden biri budur; tarihsel bir sistem krizi içindeki kapitalizm, kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarında ciddi ve köklü bir iyileştirme yapabilecek durumda değildir. Reform diye yutturulan uygulamaların bir kırıntıdan öteye geçmesi mümkün değildir. Böylelikle geliyoruz ikinci soruna, yani tedaviyle ilgili soruna. İstihdamı arttırmak ve ekonomiyi canlandırmak üzere yapılacak kamu harcamaları nasıl finanse edilecek, bunun doğuracağı bütçe açıklarıyla ve enflasyondaki artış eğilimiyle nasıl baş edilecektir? Bu sorular cevaplanmalıdır çünkü Keynesyen uygulamalar geçmişte hayata geçirilmiş ve doğurduğu ya da azdırdığı bu sorunlar nedeniyle sonunda iflas ettiği ilan edilmişti. Kısaca hatırlayalım.[*] Keynesçi reçetenin ilk uygulama alanı 1930’lardaki ABD’dir. 1929 krizine egemenlerin ilk tepkileri ekonomide “daha fazla liberalizm” şeklindeydi, fakat bu politikalar krizi daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Ardından da Keynes’in önerisiyle örtüşen “New Deal” (Yeni Anlaşma) programı gelmişti. Ne var ki, kriz o denli derin ve sarsıcıydı ki, “New Deal” da kapitalistlerin yarasına tam merhem olamamıştı. İddia edildiğinin aksine, kapitalizmin büyük krizden çıkabilmesi, Keynesyen politikalar sayesinde değil, esasen II. Dünya Savaşı ve yarattığı sonuçlar sayesinde mümkün oldu. Savaş öncesinde kamu yatırımlarının önemli bir kısmını oluşturan silahlanma harcamaları inanılmaz boyutlara ulaşmış ve kaçınılmaz hale gelen II. Dünya Savaşı muazzam bir yıkımla sonuçlanarak krizden çıkış için gerekli koşulları oluşturmuştu. İşsizliğe sürükleyerek fazlalık haline getirdiklerinin bir kısmı da dahil on milyonlarca insan katledilip ortadan kaldırılmış, aşırı birikmiş olan sermayenin bir kısmı imha edilip devre dışı bırakılmıştı. Kapitalist ekonominin uzun ve çok güçlü bir canlanma dönemine girebilmesi ancak böylelikle mümkün hale gelebilmişti. Savaştan sonra ABD’nin kapitalist dünyanın tartışılmaz hegemonu haline gelmesi, bu sayede yapılabilen para sistemindeki değişiklik (Bretton Woods anlaşması) ve Marshall Planıyla Avrupa’ya akan dolarlar, bu canlanmanın finansmanında önemli rol oynamıştı. Buna savaş sonrası dönemde tüketici kredisi sisteminin yaygınlaştırılmasını da eklemeliyiz. Çok önemli bir diğer faktör de teknolojik yenilikler, buna dayanan yeni ve büyük yatırımlar ve ABD sınai kapitalizminin üretim yöntemlerinin (Fordizm gibi) yaygınlaşması sayesinde emek verimliliğinde ciddi bir artışın sağlanması ve böylelikle kâr oranlarındaki önemli artış idi. Örgütlü bir işçi hareketinin ve SSCB’nin varlığının bindirdiği basıncı da bu faktörlere sosyal ve siyasal faktörler olarak ekleyelim. İşte ancak bu koşullarda Batı dünyasında Keynesyen uygulamalar geniş bir uygulama alanı bulmuş, buna ek olarak “sosyal devlet” uygulamaları hayata geçirilebilmişti. Özellikle bu sonuncusu, savaş sonrası patlamalı ekonomik büyümenin (boom) nedeni değil, onun bir ürünü idi. İşte bugün devlet müdahalesiyle ve “sosyal devlet”in restorasyonuyla krizden çıkılabileceğini savunanlar, hem krizin gerçek nedenlerinin üstünü örtmekte hem de ondan nasıl çıkılabildiğine dair tarihsel gerçekleri çarpıtmaktadırlar. Hem nedenlerle sonuçları birbirine karıştırmakta hem de bu politikalara imkân sağlayan nesnel ve siyasal koşulları gözden kaçırmaktadırlar. Bugünün dünyasında yukarıda başlıklar halinde özetlediğimiz koşulların hiçbiri mevcut değildir. 70’li yıllarla birlikte, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin içsel çelişkilerinden türeyen yeni bir kriz yaşanmaya başladı. Keynesyen politikalar, önceki dönemin koşullarının ortadan kalkması, Bretton Woods’ta çekidüzene sokulan uluslararası para sisteminin iflas etmesi, artan kamu borçları ve bütçe açıkları, tırmanan enflasyon ve en önemlisi kâr oranlarının bir kez daha ciddi bir gerileme içine girmesiyle işlevsiz hale geldi. Burjuvazi bu kez de sistemi kurtarmak için faturayı, doğurduğu yüksek enflasyon ve bütçe açıkları probleminden ötürü Keynesyen uygulamalara kesti ve neoliberalizmin önünü açtı. Keynesçilikten farklı olarak neoliberalizm, sistemin kendiliğinden kriz üretme potansiyelini teorik olarak reddeder, krizler ekonomi dışı nedenlerle izah edilir. Neoliberalizm krizden çıkış için esasen kâr oranlarını tekrar yükseltecek bir emeğe saldırı programı öneriyordu. Kârlılığı tekrar yükseltebilmek için emek verimliliğini (yani sömürüyü) arttırmak, bunun için de emeğin örgütlülüğüne darbe indirmek gerekiyordu. Sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, özelleştirmeler ve esnek çalıştırma aracılığıyla bu darbe vurulacak ve işçilerin çalışma ve yaşam koşulları her yerde kötüleşecekti. 1968 devrimci dalgasının geriye çekilmesiyle zayıflayan toplumsal mücadeleler nedeniyle bu saldırı dalgasını hayata geçirmek geçmişe kıyasla daha mümkün hale geldiyse de bunlar hiç de kolayca varılabilecek hedefler değildi. Bu yüzden de faşist askeri rejimler gerektiği her yerde imdada çağrıldılar. İlk kez Şili’deki askeri faşist diktatörlükle denenmeye başlayan neoliberal politikalar, 12 Eylül rejimi eliyle Türkiye’de de uygulanmaya başlandı. 80’lerin başından itibaren ise ABD ve İngiltere’den başlayarak tüm ileri kapitalist ülkelerde hayata geçirildi. SSCB’nin yıkılışı, devletin ekonomik rolünün tümüyle reddedilmesi gerektiğinin pratik kanıtı olarak sunuldu. Az ve orta gelişmişlik düzeyindeki kapitalist ülkelerin burjuvazilerinin (en başta da onların ideologlarının) bu yeni paradigmayı hızla benimsemesi ve “yeni dünya”yla hızla entegrasyon hedefini öne çıkarması, neoliberal uygulamaların önünü daha da açtı. Gönüllü olmayıp ayak direyenler olursa onlar da borç için başvurdukları IMF kapılarında “istikrar programı” adı altındaki neoliberal dayatmalarla hizaya sokulacaktı. Böylelikle neoliberalizm dünyanın her tarafında yaygın politika halini aldı. Neoliberal paradigma tüm dünyada adeta bir din katına yükseltilerek sorgulanamaz ilan edildi, “başka bir alternatif yok” idi. Neoliberal saldırı programları, SSCB’nin çöküşüyle açılan yeni pazarlar ve bilgisayar-internet teknolojisinin ulaşım, iletişim ve üretim alanında sağladığı atılımla birleşerek kapitalizme 90’lı yıllarda bir parça rahat nefes aldırdı. Ama tam da aynı olgular temelinde kapitalizme içkin olan küreselleşme eğilimi iyice olgunlaşarak onun temel betimleyicisi haline geldi. Küreselleşen kapitalizmin artık nihai zaferi ilan edilirken bir de bakıldı ki, aslında kapitalizm son barutunu da kullanmış, toplumu ilerletici potansiyellerini neredeyse tüketmiş ve gideceği bir yol kalmamıştı. 90’lı yıllar ölüm döşeğindeki bir kişinin son canlılık belirtisi gibiydi, ardından milenyum dönemeciyle birlikte sistem komaya girdi. Milenyum dönemecinden itibaren, en başta toplumsal eşitsizliği ve yoksulluğu derinleştirmenin, emeği ve doğayı dizginsizce sömürmenin doğurduğu devasa sorunlarla birlikte artık neoliberalizm de burjuvazi için hem artan oranda işlevsiz hem de tehlikeli hale gelmiştir. Tüm ileri kapitalist ülkelerde emek sömürü oranları o denli artmıştır ki, onu anlamlı bir biçimde daha da arttırmak alabildiğine zorlaşmıştır. Dahası derinleştirdiği yoksulluk sistemin bütünü açısından ciddi bir tehdit haline gelmiştir. Aklı başında tüm burjuvaların, “toplumsal patlama” riskinden ve hatta açık açık devrim tehdidinden bahsetmeleri boşuna değildir. Kapitalizmin tarihsel krizi içerisinde yaşanan krizler zincirinde 2008 krizi önemli bir dönemeç olmuştur. Bu krize de ilkin “daha fazla liberalizm” refleksiyle yaklaşılmış, ardından o güne dek görülmedik miktarlarda para basılarak başta finansal kurumlar olmak üzere dev tekellere trilyonlarca dolar aktarılmıştı. Devletin zordaki dev şirketleri kamulaştırması ya da hisselerini alarak ortak olması uygulamaya sokulmuştu. Özellikle bu sonuncular liberaller tarafından “ne oluyor, sosyalizme mi geçiyoruz” şeklinde eleştirilse de aslında olan şey, kapitalistlerin zararlarının devlet eliyle toplumun sırtına yıkılmasından başka bir şey değildi. 2020’de artık inkâr edilemez biçimde açığa çıkan ve koronavirüs salgınıyla gerekçelendirilen son kriz dalgasına da aynı önlemleri misliyle arttırarak yanıt üretmeye çalıştılar. Bu kez onlarca trilyon dolar basılıp dağıtıldı; dev şirketlerin bir kısmına (özellikle havacılık sektöründe) devlet ortak oldu ve sıfır ya da negatif faiz uygulamasına geçildi. Ancak ilerleyen süreçte bu önlemlerin yeni bir büyük toparlanma için yeterli olmadığı, bilakis hem iktisadi hem de toplumsal sorunlar doğurduğu görüldü. Tarihin gösterdikleri bunlar. O zaman tekrar soralım, hayata geçirebilseler bile (ki yukarıda temel sıkıntılara işaret ettik) Keynesyen uygulamaların doğuracağı sorunlar nasıl bertaraf edilecektir? Milenyum dönemecinde, bu soruyu yanıtlamak yerine, böyle bir sorunun varlığını dahi reddeden yeni bir yaklaşım ortaya atıldı: Modern Para Teorisi (MPT). Buna göre, bu uygulamaların finansmanı ne enflasyon sorunu doğuracaktır ne de bütçe açığı sorununu kafaya takmaya gerek vardır. ABD’de Demokrat Partinin sol kanadının (Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez ve “Demokratik Sosyalistler”), İngiltere’de İşçi Partisinin Corbynci sol kanadının, Almanya’da Sol Partinin ve solcu Yeşillerin, İzlanda’da Yeşil solcu kadın başbakanın, Yeni Zelanda’da sosyal-demokrat kadın başbakanın, bilimum solcu akademisyenin dört elle sarılıp bel bağladığı bu çizginin temel iddialarını ele almakta fayda var. Kendisini bu düzen solunun daha solunda görüp gösteren iktisatçıların bir bölümünü de kapsayan geniş bir yelpazenin özünde Keynesçiliğin sol bir versiyonunu savunduğunu ve MPT’nin de aslında bu kategoriye girdiğini düşündüğümüzde bu daha da önem kazanıyor. Bu teoriyi savunanların görüş ve önerilerini ele almadan önce dayandığı teorik görüşü (“fermancılık” ya da “Devlet Parası Teorisi”) gözden geçirmekte fayda var. (devam edecek)
[*] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum adlı broşüründe ve ayrıca Çürüyen Kapitalizm adlı broşürde bu dönemleri ayrıntılı bir şekilde ele alır.

17 Aralık 2020
Kapitalizm-Emperyalizm
Kapitalist Krizler
Share

Para Basmak Kapitalizmi Kurtarır mı? /2

mpt-0801-1024x587.webp

Fermancılık

Her ne kadar Modern Para Teorisinin kurucuları, düşüncelerinin Marx, Knapp, Keynes gibi “iktisat devlerinin omuzlarında” yükseldiğini söyleseler de ileri sürdükleri görüşler Keynes’in ve Knapp’ın yaklaşımlarından hareket eder ve Marx’ınkilerle hiçbir şekilde uyuşmaz. 1905’de Alman iktisatçı Georg Friedrich Knapp, paranın meta üretimi ilişkilerinden doğmadığını ve içsel, asli bir değeri olmadığını ileri sürmüştü; ona göre para, devletlerin dayattığı vergileri ödemek için devlet tarafından yaratılmış bir şeydi (“fermancılık - Chartalizm”). Knapp’ın görüşleri, parayı esasen bir simge olarak ele alıp onun asli bir değeri olmadığını ileri süren nominalist yaklaşımın bir uzantısı durumundadır. Ona göre her para işaretinin değeri ve dolayısıyla satın alma gücü devletin çıkardığı fermanlarla belirlenir. Knapp, kâğıt paranın her açıdan madeni paralarla eşdeğerli olduğunu ve bu yüzden para sisteminin altına ihtiyacı olmadığını savunmuştu. Knapp’ın kimi görüşlerini öven Keynes de, paranın temeli olan altına, “barbarlığın ilkel bir kalıntısı” gözüyle bakıyordu. MPT’nin temel hareket noktası da, paranın nesnel bir iktisadi dayanağa ihtiyacı olmadığını kanıtlamaya çalışan Knapp’ın işte bu fermancı görüşüdür. Knapp’ın ve takipçilerinin temel iddiası tarihsel gerçeklerle de bilimsel yöntemle de bağdaşmaz. Her iki hususu da biraz açalım. Paranın devletin icadı olduğu iddiasını tarihsel gerçekler yalanlıyor. Para, basit meta üretiminden ve mübadeleden doğmuştur. Sikkeleri ve son olarak da kâğıt parayı bile ilk çıkaran devlet değil, büyük tüccarlar ve bankerlerdir. Nereye evrileceği halen belirsizliğini korusa ve ciddi bir tartışma konusu olsa da günümüzün kripto paralarının da devlet dışı olduğunu not edelim. Devletin standartlaştırıp basımını kendi tekeline almasından önce özel sikkeler ticaretin ana araçlarından biriydi. Devletin resmi itibari kâğıt parası da ödeme ve depozito aracı olarak kullanılan özel itibari kâğıtlardan sonra peyda olmuştur. Devletin gerek sikkelerin gerekse de kâğıt paranın basımını kendi tekeline alıp özel sikke ve kağıt paraları ortadan kaldırması hayli uzun ve çatışmalı bir zaman dilimini kapsar. Demek ki devlet parayı yaratmamıştır. Üstlendiği rol gerçek paranın alametlerini standartlaştırarak genel kabul görmesini sağlamak, onun dolaşım alanındaki satın alma gücünü meşrulaştırmaktır, ama bunu yapmakla paranın gerçek satın alma gücünü, yani temelde onun ne kadarlık bir değeri temsil ettiğini saptayamaz. Knapp, devlet paranın değerini saptar derken, paranın sahip olduğu ya da temsil ettiği değerle, kâğıt paranın üzerine basılan rakamları birbirine karıştırır. Parayı kökeni itibarıyla bir ödeme aracı olarak tanımlamak, yani onun özünü (doğrudan bir değere sahip olması ya da onu temsil etmesi) paranın bu fonksiyonundan çıkarmaksa iki nedenle tamamen yanlıştır. Birincisi, olgunun özü ile biçim ya da işlevleri arasındaki ilişki tepetaklak edilmiş olunur; paranın yerine getirdiği fonksiyonlar onun özünden kaynaklanır, bu özün tarihsel gelişim içindeki görünümleridir. İkincisi, parayı kökeni ya da yerine getirdiği esas işlev itibarıyla ödeme aracı olarak tanımlamak, tarihsel gerçeklikle de bu fonksiyonun dayandığı (türediği) diğer fonksiyonları görmezden geldiği için mantıksal gelişim çizgisiyle de bağdaşmaz. Paranın ilk ve en temel fonksiyonu onun bir değer ölçüsü olmasıdır; tam da bu nedenle o bir dolaşım aracı görevini üstlenebilir. Bu iki fonksiyonuna bağlı olarak para üçüncü bir işlev kazanır; o bir servet biriktirme aracıdır. İşte bu temel fonksiyonları yerine getirebildiği içindir ki o aynı zamanda bir ödeme aracı olarak da kullanılabilir. Konuya paranın tarihsel gelişimini temel alarak yaklaşan Marx, onu tıpkı diğer iktisadi kategoriler gibi bir toplumsal ilişki olarak ele alır. Meselenin özü meta üretimi ve mübadelenin yaygınlaşmasında yatmaktadır. “Emeğin ürünleri metalara dönüştüğünde, bu metalardan özel bir tanesi de paraya dönüşür” der Marx. Bu noktada dikkat edilmesi gereken hususu Elif Çağlı şöyle belirtir: “Mübadele sürecinin paraya dönüştürdüğü metaya (örneğin altına) kazandırdığı şey altının değeri değildir, ona para-meta rolünün yüklenmesi şeklindeki özgül değer biçimidir. İşte bu önemli hususun kavranmaması, altının ve gümüşün değerinin yalnızca bir hayal ürünü olduğu yanılsamasına yol açmıştır. Ayrıca paranın bazı işlevleri söz konusu olduğunda, altın ya da gümüş paranın kendisi yerine sadece simgesini kullanmak mümkündür ve bu da paranın yalnızca bir simgeden ibaret olduğu şeklindeki bir başka yanılgıyı doğurmuştur.”[1] Uzun yıllar boyunca sikkeler biçiminde doğrudan para olarak kullanılan, sonra kâğıt para biçiminde dolaylı bir temsiliyet ilişkisi içerisinde rolünü devam ettiren değerli madenlerin (altın ve gümüş) kendileri aynı zamanda bir meta olma özelliklerini hiç yitirmemiştirler. Bir meta olarak zaten bir değişim değerine sahiptirler ve para olarak bu değerle iş görürler; para olarak işlev gördükleri ya da mübadele edildikleri için değere sahip değildirler, tersine önsel ve asli bir değere sahip oldukları için bu görevleri üstlenebilirler: “Bu kıymetli madenlerin de meta olarak değişim değeri, tıpkı diğer metalar gibi, her birinin üretimi için gereken emek-zamanla belirlenir. Altının diğer metalarla hangi orana göre değişileceği (yani göreli değer büyüklüğü), demek ki daha piyasaya çıkmadan önce üretim sürecinde (yani maden kaynağını bulma ve madeni çıkarma işlemi) belirlenmiş olur. O nedenle, altın (ya da gümüş, vb.) para olarak dolaşıma girdiği anda onun mübadele değeri zaten içerdiği emek-zamana göre önceden bellidir.”[2] Tastamam da bunu kavrayamadıkları ya da sınıfsal nedenlerle kavramak istemedikleri içindir ki, fermancı iktisatçılar, meseleyi ters yüz ederek, altının sanki devlet tarafından para kabul edildiği için bir değeri olduğu ve diğer metalarla değiştirilebildiğini iddia ederler. Marx’a göre paranın kendisi tarihsel gelişim içerisinde şekillenmiş bir toplumsal ilişkidir ve o ancak bu temelde anlaşılabilir. Marx’ın deyişiyle, “para genel bir nesne biçimindeki emek zamandır ya da genel emek zamanın nesneleşmesidir”. Mübadele eden insanların birbirlerine değil paraya güvenmeleri, aslında, bir şey olarak paranın, bizzat o insanlar arasındaki nesneleşmiş ilişki olmasından, değişim değerinin nesneleşmesi olmasındandır, ki değişim değeri de insanların meta üretici olarak yürüttükleri faaliyetler arasındaki ilişkiden başka bir şey değildir. Oysa fermancılar, parayı devletin bir kurnazlığı (yapay ve hayali bir şey) olarak göstermekle, onu toplumsal belirlenimlerinden arındırırlar. Marx, görüşlerini formüle ettiğinde, para esas olarak değerli metallere dayanan madeni para idi. 19. yüzyılın son çeyreğinde altın standardına bağlı olarak alabildiğine yaygınlaşan kâğıt para bu değeri doğrudan barındırmıyor ama onu temsil ediyordu, kâğıt para biriminin hangi miktarda altına karşılık geldiği bilinirdi, bunlar birbirleriyle doğrudan değiştirilebilirdi. Bu nedenle de Marx, sözkonusu olan kâğıt para bile olsa “son başvuru mercii”nin altın olduğunu vurgulamıştır. Tarihsel gelişim süreci içerisinde baktığımızda, parayla altın arasındaki ilişkinin önce bir dolaylı temsiliyet ilişkisine dönüştüğünü (altın-paradan kâğıt paraya geçiş), I. Dünya Savaşından itibaren birçok ülkenin altın standardını resmi olmasa bile fiilen terk ettiğini ve çeşitli kamu giderlerini karşılamak üzere karşılıksız para basmaları, devalüasyonları görüyoruz. Yaşanan finansal istikrarsızlıkları giderme iddiasıyla 1944’te Bretton Woods anlaşması imzalanmış, bu anlaşmayla tek tek ülke paralarının altınla doğrudan bağlantısı resmen koparılarak her biri ABD dolarına bağlanmıştı. Altın standardı yalnızca dolar için geçerli olmayı sürdürecekti. Ama ABD’nin dünya ekonomisindeki konumunun gerilemeye başlaması, bolca karşılıksız para basarak bu finansal ayrıcalıkları suiistimal etmesi, diğer ülkelere karşı olan altın yükümlülüklerini yerine getirememeye başlaması ve rakiplerinin bastırması sonucu Bretton Woods sistemi Ağustos 1971’de kaldırıldı. Böylece altın ile para arasındaki ilişki resmi olarak tümüyle kopartıldı. Bu kopuş süreci özellikle II. Dünya Savaşından itibaren fiyat artışlarının sürekli ve kalıcı hale gelmesinin, enflasyonun yaygın bir olgu haline gelip kronikleşmesinin de önünü açmıştır. Bir başka deyişle para altından uzaklaşıp araya dolayımlar girdikçe değersizleşmesinin önü açılmış, sonunda altından bağımsızlığını ilan ettiğinde değersizleşme girdabı içerisine sürüklenmiştir. Altından ve nesnel bir temelden bağımsızlığını ilan eden (ne acı bir yanılsama) para, artan ölçüde bir finansal spekülasyon konusu ve aracı haline gelmiş, parasal krizler daha çok ve daha ağır yaşanır olmuş, kapitalist ekonomiler daha da dengesizleşip sarsıntı ve oynaklıklar şiddetlenmiştir. Bretton Woods’un tasfiyesiyle para ile altın arasındaki ilişkinin kırılmış olması, burjuva iktisatçılar tarafından paranın nesnel bir dayanağı olmadığı düşüncesinin propaganda edilmesini kolaylaştırmış, nominalist ve fermancı görüşler güçlenmiştir. İşte Modern Para Teorisi de bir tür “yeni-fermancılık”tır.

Modern Para Teorisi

MPT, bugünkü krizin nedenleri hakkında bir açıklama yapmaz, daha doğrusu yapmaya tenezzül etmez. Esas olan bu krizden çıkışı sağlamaktır der. Oysa bir hastalığın nedenlerini saptamadan onu ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı apaçıktır. Aslında bir teori değil, bir iktisadi politika önerisi olan MPT’nin amacı, ekonomik sorunları ileri bir tarihe erteleyip ötelemek ve böylelikle sistemin devamını sağlamaktır. Yani bu açıdan onun hedefleri ile ileri kapitalist ülkelerin mevcut sağcı ekonomi yönetimlerininki arasında zerre fark yoktur. Buna rağmen MPT’ciler, kullandıkları sözde sol söylemle, kapitalizmin dönüştürülerek (ortadan kaldırılarak değil!) doğurduğu sorunlardan kurtulunabileceği doğrultusunda boş beklentiler yaratıyorlar. Bu yanılsamalar sendikal bürokrasi ve düzenin sol partilerinin yönetimleri nezdinde epey bir karşılık da buluyor. Oysa krizin büyük bir çöküşe yol açmasını engellemek doğrultusunda atılan tüm adımlar, krizlerin doğurduğu faturanın bedelini (ki esas bedeli hep işçi sınıfı öder) daha da büyüterek geleceğe ertelemek anlamına gelir. Burada bir hususu daha vurgulamakta fayda var: Bir anlığına MPT’cilerin savunduğu politikalarla ileri ülkelerde krizin atlatılabileceğini ve o ülke emekçilerinin ağır bir yıkımdan kurtarılabileceğini varsayalım. Kapitalizm altında herkesin kazanacağı böylesi durumlar bir hayalden ibaret olduğuna göre, yine birileri bir bedel ödemek zorunda kalacaktır. Bunun, eğer o ülkenin emekçi kesimleri değilse, dünyanın geri kalanının emekçileri olacağı da açık olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, MPT’nin aslında emperyalist ülkelerin çıkarlarını temel alan bir “zengin bencilliği” olduğunu söylemek de mümkündür. MPT’nin düzen soluna sunduğu en cazip öneri, işsizliği ortadan kaldıracağı söylenen projedir. Buna göre devlet, “son sığınak işvereni” (ELR, Employer of Last Resort) olacak, çalışmak isteyen tüm işsizlere asgari ücretli bir iş sağlayacaktır. Bu doğrultuda, tam istihdam sağlanıncaya ve tüm üretim faktörleri faal hale gelinceye kadar kamu yatırımlarını ve harcamalarını arttıracaktır. Buraya kadar klasik Keynesyen reçetedir sözkonusu olan. Peki bunun finansmanı nasıl sağlanacaktır? İşte Modern Para Teorisini güya “modern” yapan iddia da burada ortaya çıkar: Devlet para basmaktan, bütçe açığından ve borçlanmaktan korkmamalıdır! Aslında Keynes de bu yöntemleri kullanmayı salık veriyordu ama dikkatli bir şekilde, ihtiyatlı olarak ve özel bir noktaya kadar sürdürülmesi şartıyla. MPT’cilerse korkmaya da süreyi ve miktarı sınırlamaya da gerek yok diyorlar; bu politikalar artık enflasyona yol açmaz deyip ekliyorlar, enflasyon tehlikesi belirirse (ancak ve ancak bu tehlike koşulunda) vergilerin arttırılması ya da devlet tahvili satımı yoluyla piyasaya sürülen paranın bir kısmı geri çekilir ve sorun çözülür! Aynı gerekçelerle MPT, devletin önce vergi toplayıp ya da borçla kaynak bulup sonra bu sınırlı meblağı harcaması gerektiği ilkesinin de yanlış olduğunu; önce para basıp harcayarak ekonominin canlandırılabileceğini, sonrasında zaten artan canlanma nedeniyle vergi gelirlerinin artacağını ileri sürmektedir. Ona göre, devlet, sınırlı gelirlerinden hareketle giderlerini de bununla sınırlayıp ev bütçesini dengelemeye çalışan sıradan hane halkı gibi değildir. Hane halkı “parayı kullanan”dır, devlet ise “parayı yaratan”! Bu nedenle devletin bütçe açığı vermekten korkmaması gerekir, çünkü o açığı istediği zaman bastığı parayla kapatabilir! Bu teorinin bir tür zengin bencilliği olduğunu söylerken haksızlık etmiyoruz. Zira teorisyenlerinin açıkça ortaya koyduğu üzere, sözkonusu programların muhatabı yalnız ve yalnızca emperyalist ülkelerdir (üstelik hepsi de değil!). Sermaye hareketlerinin sınırlanmadığı günümüz dünyasında, egemen paraya sahip ülkelerin (yani paraları dünya çapında itibar taşıyıp rezerv para statüsünde olan, yabancı para birimlerinin ülke içinde yoğun işlem görmediği ülkeler) hükümetlerinin bütçe açıklarını arttırabileceklerini ve bunu ek vergilendirme ya da borçlanma yoluyla finanse etmek zorunda olmadıklarını, para basmakla sınırsız kaynak yaratılabileceğini ileri sürüyorlar. Egemen paraya sahip bir ülkenin, finansal olarak iflas etmesinin imkânsız olduğunu savunuyorlar. ABD, İngiltere, Japonya gibi ülkeler bu kategoridedir; bir ülke denemeyecek de olsa AB’yi de buna katabiliriz. Bu ülkelerin çok büyük bütçe açıklarına ve yüksek borçlarına rağmen, çok düşük faizlerle borçlanabildikleri ve yüksek kredi notlarına sahip olmayı sürdürdükleri gerçeği, MPT’cilerin düşüncelerini desteklemek için ileri sürdükleri pratik kanıtlardan biridir. 2008 krizinden bu yana zengin ülkelerin muazzam meblağlarda para basıp dağıtmasına rağmen bunun ciddi bir enflasyon yaratmaması da onlara göre bir kanıttır. Aslında MPT’ciler, ABD’ye özgü kimi finansal ayrıcalıkları (ki ilelebet sürmeyecektir) genelleştirerek teorize etmektedirler. MPT’cilerin programı iki temel koşula dayanıyor; birincisi sermaye hareketlerinin tümüyle serbest olması, ikincisi, ülkenin parasının rezerv para statüsünde olması. Gerçekten de sermaye hareketlerinin daha sınırlı olduğu ve sabit kur rejiminin hüküm sürdüğü neoliberalizm öncesi dönemde çeşitli ülkeler karşılıksız para basmaktan geri durmamış ve bu durum diğer sorunlarla birleşerek baş edilmez bir enflasyonu körüklemişti. Günümüzde de parası rezerv para statüsünde olmayan ülkelerin karşılıksız para basma girişimleri enflasyonu azdırmaya devam ediyor. Parası rezerv para statüsünde olan ülkelerin karşılıksız para basmaları ise iki temel nedenle hiperenflasyona yol açmıyor. Birincisi, bu ülkeler dış borçlarını kendi para birimleriyle ödeyebiliyorlar ve ikincisi bastıkları paranın bir kısmı ülke içinde kalmayıp diğer ülkelerde dolaşıyor. Örneğin ABD tarafından basılan 100 dolarlık banknotların %80’i diğer ülkelerde dolaşımdadır. Ama bu iki husus, enflasyon artış eğilimini ortadan kaldırmıyor, yalnızca onu sınırlıyor. Dahası iç enflasyon ciddi artış göstermese de dış enflasyonda önemli artışlar yaşanıyor, o ülke parası diğer para birimleri karşısında değer kaybetmeye başlıyor. Meşhur eski FED Başkanı Alan Greenspan bir zamanlar “hükümetin dilediği kadar çok para basmasını ve onu istediğine vermesini engelleyen hiçbir şey yoktur” dese de gerçekliğin bu olmadığını o da FED de biliyor olsa gerektir. 2020 yılında basılıp dağıtılan ve dünyayı turlayan trilyonlar nedeniyle dolar değer kaybetmiş, ABD Dolar Endeksi Mart ayından bu yana 103 civarından 90’a inmiş, altının dolar cinsinden fiyatı fırlayıp gitmiştir. Bu durum Amerikan emperyalizminin tahtındaki sarsıntının artması demek oluyor. Bretton Woods’tan beri Amerikan doları kapitalist dünyanın damarlarında dolaşan kan gibidir, parasının fiilen dünya parası statüsü kazanmış olması ABD’ye diğer rakipleri karşısında muazzam bir avantaj sağlamaktadır. Bretton Woods kaldırılıp, altın ile dolar arasındaki doğrudan ilişki koparılınca, ABD’li egemenlerin eli fazladan para basmak konusunda daha da rahatlamış oldu. Bugün ABD doları, açık ara hâkim rezerv para statüsündedir. Çeşitli para birimlerinin merkez bankaları kasalarında rezerv olarak saklanmasına baktığımızda, bu pastanın %60’ı ABD dolarından, %20’si avrodan oluşmaktadır. Onları %5 civarındaki paylarıyla İngiliz sterlini ve Japon yeni takip etmektedir. Çin yuanı ise %2’nin altında bir paya sahiptir. Bu avantaj sayesinde ABD bugüne kadar gerek dünyanın en borçlu ülkesi olmanın gerekse de bütçe açıklarının yarattığı olumsuzluklarla baş edebilmişti. Peki nereye kadar? Doların tahtı sallandıkça bu durum da değişmektedir. Rakiplerinin homurtuları giderek artmaktadır. Bugün dünyada yürüyen hegemonya savaşının bir boyutu da Amerikan dolarının dünya ticaretindeki ve rezerv para stoklarındaki hâkimiyeti hususundadır. Rakipleri, onun bu üstünlüğünü kırmayı, böylelikle de finansal olarak sahip olduğu ayrıcalıkları ortadan kaldırmayı hedefliyorlar. Dünya ticaretinde kullanılmak üzere dolar dışında ülkeler üstü ortak bir para birimi yaratma çağrılarının (kapitalizmde hayalden başka bir şey değildir bu) son yıllardaki yükselişi de bu rekabeti yansıtıyor. MPT’cilere göre, enflasyondan korkmanın da gereği yoktur. Devlet para basarak gerekli kaynakları yaratmalı ve bu paraları uygun alanlarda (sağlık, eğitim, altyapı harcamaları vb.) kullanarak krizi çözmelidir! Paranın içsel bir değeri olmadığı için devletin para basmasının önünde aşılmaz bir engel yoktur! Üstelik MPT’ciler, Keynes’ten farklı olarak, bu politikaların belli bir hedef (tam istihdam gibi) sağlanıncaya kadar geçici olarak değil, sürekli olarak uygulanabileceğini de söylerler. Onlara kalırsa, tüm atıl kaynaklar (işsizlerin temsil ettiği atıl işgücü ve atıl durumdaki üretim araçları) kullanılmaya başlanmasına rağmen, devlet halen yüklü kamu harcamalarına devam eder de bu durum toplam talepte tüm üretim kapasitesini aşan bir artışa neden olursa, işte ancak o zaman enflasyon riski doğacaktır. Dolayısıyla doğabilecek tek sorun da, devletin muslukları kısma zamanını iyi saptamasıyla çözülmüş olacaktır! (Sanki piyasa ekonomisinde bu tür anlar öngörülebilirmiş, ekonomik gidişat günü gününe takip edilebilirmiş ve sanki burjuva politikacılar her gerektiği an doğru adımları atabilirlermiş gibi!) Çok iç ferahlatıcı, zira efektif talepte bu denli düşüşün yaşandığı mevcut kriz döneminde, tek riski talepte kapasiteyi aşan bir patlama yaşanması olasılığı olan bir çözüm önerisinin üzerine kim atlamaz? Aslında bu sav, Keynes’in “tam istihdam” formülasyonunun bir versiyonuyla, enflasyon meselesine talep üzerinden bakan neoliberal görüşün eklektik bir bileşimidir. Ana-akım burjuva iktisat teorilerinde, devletin karşılıksız para basmasıyla enflasyon arasında doğrudan bir ilişki olmadığı savunulur, ama eğer devlet bu karşılıksız para basma işini sürekli yaparsa o zaman enflasyon doğacağı ileri sürülür. MPT’ciler, bu formülasyonun da ilk kısmına katılıp ikinci kısmını reddediyorlar. Ama veriler MPT’cilerin hayalci iyimserliğini doğrulamıyor. Bıraktık tam istihdam sağlandıktan sonra kapasiteyi çok aşan bir talep patlamasının yaşanması tehlikesini, geçmişte yaşanan şey, Keynes’in iddiasının aksine “tam istihdam” noktasına varılamadan enflasyon canavarının ortaya çıkmasıydı. 1970’lerin başından itibaren emperyalist metropolleri vuran stagflasyon dalgası (ekonomik durgunluk ve yüksek enflasyonun aynı anda yaşanması), Keynesçiliğin çöpe atılmasını da beraberinde getirmişti. MPT’ciler, devletin kamu harcamalarını arttırma yoluyla işsizliği kontrol edebileceğini, bu harcamalar ne kadar fazlaysa işsizliğin de o kadar düşük olacağını iddia ederler. Fakat somut gerçekler, işsizlik ve enflasyonun, nihai olarak kapitalist devletin kontrolü altına alınamayacağını kanıtlıyor. Peki bu neden böyledir? Her şeyden önce, işsizlik olgusu[3], yatırım eksikliğine indirgenebilecek bir olgu değildir. Tam tersine, kapitalizmde yeni teknikler rekabet temelinde yatırımcıları daha çok makine ve daha az işçi ile üretim yapmaya zorlar ve bu da daima ve genelde artan oranda işsizlik yaratır. Bu yüzden MPT’cilerin asgari ücret üzerinden “herkese iş” sağlayacak ELR projesi, kapitalist işleyiş yasalarıyla bağdaşmaz. Diğer bir önemli husus da şudur: Devlet para basıp üzerindeki rakamları belirleyebilir; ama o paranın gerçek değerini belirleyemez, çünkü o değerin temeli toplumsal bakımdan gerekli emek-zamandır ve bu da teknolojiye, emek verimliliğine vb. bağlıdır ki, bunların hiçbiri tek başına devletin kontrolü altında değildir. Aynı şekilde sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir dünyada, devlet, bastığı paranın diğer ülke paralarına ya da altına göre “değeri”ni bile belirleyemez. Devlet ne yaparsa yapsın, eğer ekonomik gelişmeler devletin tedavüle çıkardığı paraya olan güveni aşındırırsa, o para hızla pula dönüşür. Kapitalist ekonomide devletin işin içinde olmadığı bir serbestlik hiçbir zaman söz konusu olmamıştır ama tüm ekonominin devletin kontrolünde olduğu bir kapitalizm de genel olarak söz konusu olamaz.

Kapitalizmi rehabilite ederek kurtarma çabası

Bugün insanlığın üretici güçleri kapitalist üretim ilişkilerine isyan halindedir. Sınıfsız, sömürüsüz ve barış dolu bir dünyanın olanakları apaçık ortadadır. Böylesi bir topluma temel teşkil edecek dinamikler daha bugünden kendini alabildiğine dayatmaktadır. İnsanlığın ve doğanın kurtuluşu için atılması gereken adımlar da ortadadır. Aslına bakılırsa insanlığın ve doğanın geleceği hakkında samimi şekilde kaygı duyup çözüm arayan bilim insanlarının sayısı hiç de az değildir. Ama beyinlerinin aldıkları burjuva eğitimle yediği format, gözlerinin önünde duranı bile görmelerini engelleyebiliyor. Yapılması gereken düzenlemelerin neler olduğunu sezgileriyle görüyorlar ya da basbas bağıran veriler sayesinde algılıyorlar. Ama bu adımların atılabilmesi, o düzenlemelerin yapılabilmesi için mevcut üretim tarzının yerle bir edilmesi gerektiğini göremiyorlar. Burjuva eğitim, onlara, içinde yaşadığımız toplumun genelgeçer bir toplum olduğunu; devlet, özel mülkiyet, rekabet, para, ücret, ticaret gibi kategorilerin tarih boyunca insanoğlunun toplumsal yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak varolageldiğini dikte eder. Dolayısıyla bunlarda hiçbir sorun gör(e)mezler; ama içinde yaşadığımız toplumun bozukluklarını da görmeyecek kadar kör değildirler. O zaman yapılması gereken bu kategoriler üzerinde yeni bir model geliştirmekten ibarettir onlara göre. Bu nedenle de üretim ilişkileri ve onlara temel teşkil eden mülkiyet biçimlerini hiç sorgulamaz; yalnızca üretime ahlâki ilkeler dayatmaya kalkıp bölüşümdeki eşitsizliği azaltmayı hedeflerler. Bu söylediklerimiz, kuşkusuz görüşlerinde iyi niyetli ve samimi olan ıslahatçılar için geçerlidir. Bir de aynı söylemleri, aynı vurguları öne çıkartmalarına rağmen, aslında neyi niçin savunduğunun gayet bilincinde olan ve esas kaygısı bir şekilde bu düzenin devamını sağlamak olanlar vardır. Burjuva sol gelenek, kapitalist sistemi ortadan kaldırmayı değil onu rehabilite etmeyi savunur, gerektiğinde sözde kapitalizm karşıtı bir söylem kullanmaktan da çekinmez. Solcu geçinen sendika bürokratlarından ve akademisyenlerden, sosyal-demokratlardan, yeşillerden vb. duyduğumuz nutuklar bu kapsamdadır. Bunlar projeler ve modeller geliştirirler: “paydaşlar ekonomisi”, “ilerici ekonomi”, “mutluluk ekonomisi”, “alternatif dünya”, “yeni yeşil sözleşme” vb. Ama hiçbiri kapitalist sistemin bir devrimle yıkılıp, üretim ilişkilerinin değiştirilmesi gerektiğini düşünmez; bu bazılarına gerçekçi görünmez, diğerlerine ise kendi ayrıcalıklarını da yitirecekleri için tehlikeli görünür. Bu projeciler arasında radikal pozlar kesen kimi ıslahatçılar, “emeğin meta olmaktan çıkarılmasını” (ücretli emek sisteminin kaldırılmasını kastediyorlar) bile savunabiliyorlar; ama üretim araçlarının sermaye karakterini yani bunlar üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmadan bunun nasıl mümkün olacağına dair tek kelime bile etmiyorlar. Tumturaklı unvanlarıyla kürsü sahibi profesörler, aslında iktisadi düşünce tarihinin taş devrine geri dönmüşlerdir. Bırakalım Marx’ı, klasik burjuva iktisatçılarının bile fersah fersah gerisine düşüyorlar. Sermayeyi ortadan kaldırmadan ücretli emek nasıl ortadan kaldırılabilir? Bu ikisi sımsıkı bir ilişkiyle birbirlerine bağlıdır: Kapitalist üretim ilişkileri. Özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz gören bu düzen solcusu akademisyenler, kapitalizmi esasen bir üretim biçimi olarak değil de dolaşım alanında hüküm süren bir bölüşüm ilişkisi olarak tasavvur ediyorlar. Kapitalizmin sorununu da böylelikle bir bölüşüm sorununa, eşitsizlik ve adaletsizliklere indirgeyiveriyorlar. Tüm dikkatleri gelir ve zenginliğin dağılımına ve o alandaki eşitsizliklere odaklayarak, gerçek sorunun üstünün örtülmesine hizmet ediyorlar: Üretim alanında emeğin sömürülmesi! Kapitalizmin, geçmişte de bugün de yaşadığı krizlerin ve doğurduğu tüm toplumsal sorunların temelinde yatan nihai neden budur. Bunun üstünden atlayarak bölüşüm ilişkilerine ve dolaşım alanına odaklanan ıslahatçı (kelimenin orijinal anlamıyla reformist bile diyemiyoruz) düşünceler kapitalizmi kurtarma amacına hizmet eder. Ama bunun da ötesinde günümüz dünyasında bu düşünceler hayal pompalamaktan ve emekçileri beklentilerle oyalama girişiminden başka bir şey değildir. Kapitalist krizlerden işçilerin koşullarının iyileştirilmesiyle çıkıldığı görülmemiştir, gerçeklik tersini işaret ediyor: “Aslında kitleleri mevcut burjuva erk sisteminin sürmesi konusunda ikna etmenin pozitif yöntemi, onların çıkarlarıyla uyumlu iyileştirmeler yapmaktır. Ne var ki kapitalist sistemin krizi derinleştikçe, iyileştirmeler bir yana mevcut kazanımları yok eden ve sosyal fonlarda kesintileri arttıran uygulamalar egemen kılınır.”[4] Köklü ve ciddi iyileştirmeler yapılmasına kapitalistlerin razı gelmek zorunda kalması kuşkusuz emekçi kitlelerin yükselen mücadelesiyle mümkün olabilir ancak. Bu işin siyasi boyutudur. Ama bu tür iyileştirmelerin ancak nesnel iktisadi bir zeminde mümkün olduğu da unutulmamalıdır. Eşi benzeri görülmedik bir krizle sarsılmasına rağmen, bugün köklü ve ciddi iyileştirmeler yapılmıyorsa, bu, sadece kapitalistlerin en ufak bir taviz bile vermek istemeyişlerinden değil, aynı zamanda böylesi iyileştirmeler için gerekli olanaklardan da yoksun olmalarındandır: “Kapitalizm büyük krizi içinde kitleleri bir nebze de olsa oyalayacak sosyal iyileştirmeler olanağını yitirmiştir ve tam tersine kitlelerin kazanılmış sosyal haklarına, toplumsal fonlara açgözlü biçimde saldırmaktadır.”[5] Alabildiğine düşen kâr oranları ve can yakıcı kriz ortamında, sömürüden aldıkları payları korumak ve mümkünse büyütmek için dev kapitalist tekeller arasında kıran kırana bir rekabet yaşanmakta, bu rekabet emperyalist paylaşım savaşını da körüklemektedir. Döneme damgasını basan kriz, savaş ve faşizmdir; hızla büyüme, barış ve demokrasi değil! İnsanların maddi ve manevi ihtiyaçlarının azami tatminini sağlayabilecek bir ekonomiyi var edebilmenin önkoşulu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmak ve böylelikle kapitalist üretim ilişkilerinin tüm unsurlarıyla birlikte tasfiyesine girişmektir. İnsanca bir yaşam ancak o zaman mümkün olacaktır!
[1] Elif Çağlı, Marx’ın Kapital’ini Okumak /3 (Mart 2019), marksist.com
[2] Elif Çağlı, age
[3] Çeşitli boyutlarıyla ve kapitalist işleyişle ilişkisi bağlamında işsizlik olgusunun daha detaylı bir analizi için bkz. Oktay Baran, Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk; Utku Kızılok, İşsizlik ve Kapitalizmin Yıkım Tablosu; Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı.
[4] Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü (Kasım 2005), marksist.com
[5] Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi (Haziran 2014), marksist.com

26 Aralık 2020
Kapitalizm-Emperyalizm
Kapitalist Krizler
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/7132?page=2&qt-diger_makaleler=0