Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri

Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri

1.Bölüm

sad.jpeg

Türkiye’de azgın sermaye politikalarıyla, ekonomik çöküşle, işsizlikle, yoksullukla, doğa talanıyla her alanda yıkım kaynağına dönüşmüş bir faşist rejim hüküm sürerken, muhalefetin tüm kesimlerinde bu rejime karşı güç birliği arayışları hız kazanıyor. Sosyalist hareket saflarında da, rejime karşı mücadelede sol/sosyalist bir ittifakın yaratılması yönündeki tartışmalar yoğunlaşmış bulunuyor. Bu tartışmalar kuşkusuz önemli ve gereklidir ve neticede bu konuda doğru bir tutuma ancak somut gelişmelerin titizlikle irdelenmesi temelinde ulaşılabilir. Bunun dışında, birleşik cephelerden halk cephelerine çeşitli tarihsel deneyimlerin hatırlanması da kuşkusuz önem taşıyor. Bu nedenle, geçmiş deneyimlerin devrimci Marksist bir gözle değerlendirilmesi açısından, 1920’ler ve 30’larda Komünist Enternasyonal tarafından uygulanan “cephe” taktiklerini, çeşitli ülkelerde sergilenen pratikler üzerinden kısaca hatırlatmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.

Lenin dönemi Komintern’inde birleşik cephe taktiği

1919 Martında kuruluş kongresini gerçekleştiren Komünist Enternasyonal (Komintern), işçi sınıfının uluslararası birliğini sağlayıp, kapitalizme karşı mücadelesinde ona önderlik etmek amacıyla örgütlenmişti. Son derece çalkantılı bir dönemde kurulan Komintern açısından, Avrupa’da yükselen devrimci dalgayı hedefine ulaştırmak, Rusya’da kurulan devrimci işçi iktidarının hayatta kalması için de zorunlu görülüyordu. Tüm bunların yanı sıra, o dönemde dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu kapsayan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki yoksul emekçilerin kurtuluşu da bu devrimci hedefin vazgeçilmez parçasını oluşturuyordu. Ne var ki, Komintern’in kuruluşundan kısa bir süre sonra Avrupa’daki devrimci dalga geri çekilecek, dünya ekonomik krizinin derinleşmesine paralel olarak kapitalist saldırılar daha da artacak, yalnız kalan Sovyet iktidarı ekonomik sorunların yanı sıra yıkıcı bir iç savaşla karşı karşıya kalacak ve İtalya’da faşizmin iktidara yürümesi işçi sınıfına yönelik yepyeni bir tehdit olarak kendini gösterecekti. İşte o dönemde Komintern’in gündemine gelen birleşik cephe taktikleri bütün bu arka plan üzerine oturmaktaydı. Bu konu ilk kez, 1921 Aralığında toplanan Üçüncü Kongrede ele alınmıştı. Bu dönemden devrimci çıkış için “kitlelerin” mücadeleye sevk edilmesinin zorunlu olduğu ifade ediliyordu. Bu nedenle Üçüncü Kongre “sınıfa karşı sınıf” ve “kitlelere” şiarını kabul etmişti. Kapitalizme karşı mücadelede proletarya içindeki bölünmelerin üstesinden gelmenin ve çeşitli türden işçi örgütlerinin güç ve eylem birliğinin oluşturulmasının aracı olarak ise birleşik işçi cephesi politikası şekillendirilmişti. Komintern temsilcileri bu politikayı pratiğe geçirmek üzere, 1922 Nisanında, İkinci ve İkibuçukuncu[1] Enternasyonalin temsilcileriyle bir araya geleceklerdi. Bu toplantıda acil sorunlar karşısında asgari müştereklerde birleşme kararı alınsa da, İkinci Enternasyonal liderliğinin Komintern’le uzlaşmaktan uzak durması nedeniyle bu karar kâğıt üzerinde kalacaktı. İkinci Enternasyonale bağlı sosyal demokrat/sosyalist partiler Avrupa’da işçi hareketi ve sendikalar üzerinde belirleyici bir güce sahiplerdi. Ne var ki bu partiler nicedir burjuva düzene tümüyle entegre olmuşlardı. Rosa ve Liebknecht bizzat Alman Sosyal Demokrat Partisi iktidarı altında, onun bakanının onayıyla katledilmişlerdi. Avrupa işçi sınıfının devrimci bir rotaya girmesi için sadece burjuvazinin değil bu reformist örgütlerin sultasından da kurtarılması zorunluydu. Komintern, işçi sınıfı içerisinde burjuvazinin etkisini temsil eden İkinci Enternasyonal liderlerinin, “birlik” söylemine, işçileri aldatarak onları sınıf işbirliğine sürüklemek amacıyla başvurduklarını belirtiyordu. Birleşik cephe aynı zamanda bu reformist önderliklerin sınıf işbirlikçi çizgilerinin de teşhir edilmesini sağlayacaktı. Böylece söz konusu reformist önderliklerin çekim alanındaki işçilerin komünistler tarafından kazanılarak devrimci mücadele saflarının güçlendirilmesi hedefleniyordu. Öte yandan, reformist partilerle herhangi bir anlaşmaya giren komünist partilerin mutlak özerkliği ve tam bağımsızlığı, kendi görüşlerini açıklama ve yanlış bulduğu görüşleri eleştirme özgürlüğü temel ve değişmez koşul olarak koyuluyordu. Komintern, yeterli güce sahip olmayan bazı KP’lerin çubuğu fazladan bükerek şekilsiz birlik blokları içinde erime riskiyle karşı karşıya kalabileceklerini belirterek uyarıda bulunmayı da ihmal etmiyordu. Komünizm davasını ilerletmek için kullanılan bu taktiği uygulayan tüm komünist partilerin güçlü, birleşik ve ideolojik olarak net bir önderlik altında olmaları gerektiği vurgulanıyordu. 1922 Aralığında toplanan Dördüncü Kongrede kabul edilen Taktikler Üzerine Tezlerin bir bölümü de birleşik cephe taktiğine ayrılmıştı. Birleşik cephe taktiği, burjuvaziye karşı işçi sınıfının temel çıkarlarının savunulmasında, komünistlerin diğer tüm işçilerle ortak mücadele verme önerisi olarak ifade ediliyordu. Birleşik cephenin parlamenter ya da benzer amaçlar güden bir seçim ittifakı ya da reformistlerle kaynaşma anlamına gelmediği vurgulanıyor ve şöyle deniyordu: “Birleşik cephe taktiğinin esas amacı, işçi kitlelerini ajitasyon ve örgütlenme yoluyla birleştirmektir. Birleşik cephenin gerçek başarısı, «aşağıdan», tabandaki işçi kitlelerinin saflarından gelen bir harekete dayanmasına bağlıdır.”[2] Birleşik cephe taktiği, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde güçlerini birleştirmesini hedeflerken, faşizme karşı mücadelesinde de benzer bir hedefe sahipti. Nitekim Komintern’in Dördüncü Kongresi İtalya’yı pençesi altına alan faşizmin Avrupa’nın diğer ülkelerinin yanı sıra Amerika için de büyük bir tehdit oluşturduğunu tespit ediyor ve şöyle diyordu: “Komünist partilerin en önemli görevlerinden biri, uluslararası faşizme karşı direnişi örgütlemektir. Komünist partiler, faşist çetelere karşı mücadelede işçi sınıfının önünde olmalı, bu sorun karşısında birleşik cephelerin örgütlenmesinde son derece aktif olmalı ve illegal örgütlenme yöntemlerinden yararlanmalıdırlar.” (age, s.301) Komintern’in Dördüncü Kongresinde ele alınan konulardan biri de sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yükselen mücadelelerde komünistlerin görevleriydi. Doğu Sorunu Üzerine Tezlerde, bu ülkelerde komünist işçi partilerinin ikili bir görevle karşı karşıya oldukları belirtiliyordu: “Bir yandan, ulusal siyasal bağımsızlığı kazanmaya yönelmiş olan burjuva demokratik devrimin taleplerine daha köklü bir yanıt vermek için mücadele etmek; diğer yandan da, ulusal burjuva demokratik kamptaki tüm çelişkileri sonuna dek kullanarak, işçi ve köylü kitlelerinin kendi sınıf çıkarları için mücadelesini örgütlemek.” (age, s.340) Batı’da ortaya atılan birleşik işçi cephesi sloganına karşılık, Doğu’nun sömürge ülkelerinde anti-emperyalist birleşik cephe sloganı temel slogan olarak ortaya konuyordu. Bu sloganın bir yandan burjuva milliyetçi grupların yalpalamalarını teşhir etmeye yardım ederken, aynı zamanda işçilerin devrimci iradelerinin gelişmesine ve sınıf bilinçlerinin berraklaşmasına yardım etmesi amaçlanıyordu. Böylelikle işçi kitlelerin yalnızca emperyalizmle değil, feodalizmin kalıntılarıyla da mücadele edenlerin en ön safına yerleşmelerinin mümkün olabileceği düşünülüyordu. Tezlerde, Doğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerinde, proletaryanın çıkarlarının ileri ülkelerin proletaryasıyla ittifak yapmaktan geçtiği vurgulanıyordu. Aşağıdaki satırlarda yansımasını bulan bu devrimci perspektif sürekli devrim anlayışının katıksız bir ifadesiydi: “Doğudaki işçiler, yalnızca emperyalizme karşı ortak mücadelelerinin çıkarları için değil, aynı zamanda ileri ülkelerin zafer kazanmış proletaryası, onlara geri üretici güçlerinin gelişmesinde karşılık gözetmeden yardım edeceği için de, ileri ülkelerin proletaryasıyla ittifak yapmak zorundadırlar. Batı’daki proletaryayla ittifak, uluslararası sovyet cumhuriyetleri federasyonunun yolunu döşeyecektir. Geri ülkeler için sovyet sistemi, ilkel yaşam koşullarından, üretim ve dağıtımda bütün bir kapitalist dünya ekonomisini alaşağı etmeyi hedefleyen daha yüksek komünist topluma geçişin en sancısız biçimini ifade eder. Bu, eski Rus İmparatorluğunun özgürlüğüne kavuşan sömürgelerindeki sovyet sistemi deneyimiyle kanıtlanmıştır. Köylülüğün tarım devriminin kesintiye uğramadan tamamlanmasını, yalnızca sovyet hükümet biçimi sağlayabilir.” Tezlerde aynı zamanda işçi hareketinin anti-emperyalist cephelerde bağımsız bir unsur olarak yer almasının önemine dikkat çekiliyor, ancak bu takdirde burjuva demokrasisiyle geçici anlaşmalara izin verilebileceğinin altı çiziliyordu. Burjuva milliyetçilerin, sömürgeci emperyalist güce karşı diğer emperyalist güçlerle anlaşmaya varmasına karşı çıkılması, geniş emekçi kitlelerin uluslararası proletarya ve Sovyet Cumhuriyetiyle ittifakın zorunluluğu konusunda aydınlatılması, anti-emperyalist birleşik cephenin en önemli işlevlerinden birisi olarak öne çıkarılıyordu. Nitekim şu husus üzerine basa basa vurgulanıyordu: “Sömürgelerdeki devrim, ancak ileri ülkelerdeki bir proleter devrimin eşliğinde zafer kazanabilir ve kazanımlarını koruyabilir.” (age, s.342) Birleşik cephe konusundaki bu enternasyonalist devrimci perspektifin hiçe sayılmasının nelere yol açtığına geçmeden önce, Elif Çağlı’nın dikkat çektiği şu önemli hususu hatırlatalım: “Birleşik mücadelenin çekirdeğini işçi sınıfı örgütlerinin oluşturması ve proletaryanın bağımsız örgütlenmesi ilkesine titizlikle riayet edilmesi koşuluyla bu tür taktiklerin uygulanması doğrudur. Fakat bu gibi konular aslında çok hassas konulardır ve tam bir netlik gerektirir. … Anti-emperyalist mücadelede aslolan, öncelikle işçi sınıfının birliğinin sağlanmasıdır. Ancak bu temele oturtulacak olan cephe taktikleri, proletaryanın ittifaklar siyasetine doğru biçimde can verebilir ve devrimci proletaryanın mücadelesini sağlıklı bir şekilde ilerletebilir. Ne yazık ki cephe sorunu Lenin dönemi Komintern toplantılarında uzun boylu tartışılamamış ve yeterli açıklığa kavuşturulamamıştır. Bu konuda Lenin’in savunduğu çizgiyi daha sonra Troçki sürdürmeye çalışmış, ama Komintern’de ve Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin egemen oluşu nedeniyle, genelde dünya komünist hareketine tamamen yozlaştırılmış bir cephe anlayışı yerleştirilmiştir.”[3]

Birleşik işçi cephesinden sınıf işbirlikçi cephelere sapış

Anti-emperyalist birleşik cephe adına sınıf işbirlikçiliğine savrulmanın ilk yıkıcı örneği ikinci Çin devriminin ezilmesi olacaktı. Daha Dördüncü Kongrede Çin delegesi Lin Yen Chin, ÇKP’nin anti-emperyalist birleşik cepheyi bizzat Kuomintang’la oluşturma kararı aldığını açıklıyordu. Komünist Parti üyelerinin bireyler olarak Kuomintang’a katıldıklarını söyleyen Chin, “bu sayede kitleleri etrafımızda toplayabilir ve Kuomintang partisini bölebiliriz” diyordu. Bu politika eğer o dönemde gerektiği gibi mahkûm edilmiş olsaydı, Stalin dönemi Komintern’inin onu resmi politika haline dönüştürmesi kuşkusuz daha geniş bir muhalefetle karşılaşırdı. Ancak bu olmadı. Stalin açılan gedikten ilerleyerek, Kumintang’ı “işçi-köylü partisi” olarak lanse edip, onun burjuva niteliğini örtmeye ve böylelikle sınıf işbirlikçiliğini gizlemeye girişti. KP’leri burjuva cepheler içinde eriten ve burjuva liderliklere tâbi kılan bu ihanet politikası, Çan Kay-şek liderliğindeki Kuomintang’ın 1927’de Şangay’da komünistlere yönelik büyük bir kıyım gerçekleştirip ikinci Çin devrimini ezerek bu işbirliğine son vermesiyle nihayetlendi. 1925-27 Çin devriminin kanlı bir şekilde ezilmesi, sınıf işbirlikçi cephe anlayışının hüsranla biten örneklerinden ilkiydi. Ama sonuncusu olmayacaktı ne yazık ki. Stalin’in hâkimiyeti altında izlenen Komintern politikalarına, Lenin dönemindekinden farklı olarak, dünya devriminin çıkarları değil bürokrasinin sınıfsal çıkarları, devrimci ilkeler değil oportünizm ve sınıf işbirlikçiliği damgasını basacaktı. “Tek ülkede sosyalizm” anlayışının Komintern’in resmi programının temel taşı haline geldiği, proleter devrimlerin bin bir aşamayla sonsuza ötelendiği bu dönemde, birleşik işçi cephesi politikası da yerini nihayetinde burjuvaziyle ortak “anti-faşist cephelere” ve “halk cephelerine” bırakacaktı. Bu politik hattın somutlandığı örneklere geçmeden önce, Komintern’in Lenin sonrası döneminde faşizmle mücadele adına izlenen politikanın geçirdiği evrimi kısaca özetleyelim. 1920’lerin sonlarına ilerlenirken, Avrupa’da yükselişe geçen faşizme karşı mücadelede birleşik işçi cephesi politikası hayati bir öneme sahipti. Ne var ki Komintern’in Dördüncü Kongresinde faşizme karşı alarm zilleri çalınırken, Beşinci Kongrede bu tehlike alabildiğine küçümsenmişti. Birleşik cephe politikası da “tabandan birleşik cephe”ye, yani “sosyal demokrat işçilere çağrı”ya indirgenmişti. 1928’de yapılan Altıncı Kongre bunu “birleşik cephe taktiğini uygulamanın yeni biçimi” diyerek teorileştirirken, “üçüncü dönem”[4] ve “sosyal faşizm” tezlerini resmi politika haline getirmişti. Bu tespit, sosyal demokrasiyi faşizmle özdeş tutma ve ortak mücadelenin reddi gibi sekter anlayış ve taktiklerle tamamlanıyordu. Beşinci Kongrede Zinovyev, Sosyal Demokrat Partinin faşizmin bir kanadı haline dönüştüğünü söylüyordu. Aynı şeyi Stalin de şu sözlerle tekrarlıyordu: “Faşizm burjuvazinin savaş örgütüdür, Sosyal Demokrasinin aktif desteğine dayanmaktadır. Sosyal Demokrasi nesnel olarak faşizmin ılımlı kanadıdır. … Bunlar karşıt değil ikiz kardeşlerdir.”[5] Bu anlayışa göre, komünizmin en büyük düşmanı faşizm değil sosyal demokrasi, ama özellikle de onun “sol” kanadıydı! “Bu Troçkist sapma”yla kararlı bir şekilde mücadele edilmeliydi! Komintern’in tümüyle Stalinist bürokrasinin sınıfsal çıkarları temelinde şekillendirilen Rus dış politikasının koordinasyon merkezi haline getirildiği bu dönemde, ona bağlı KP’ler de Stalinist yönetimin tahakkümü altında felçleştirilmişti. Almanya’da faşizme karşı mücadeleyi örgütleyebilecek tek güç olan Alman Komünist Partisinin (KPD) liderliği de, faşizmi ezmenin önkoşulunun “sosyal faşistleri” bozguna uğratmak olduğunu söylüyor ve Alman Sosyal Demokrat Partisini (SPD) “açık faşist diktatörlükten bin kat daha kötü” diyerek mahkûm ediyordu.[6] Bu politikaları eleştirenler “sol sekterlik”le damgalanıyordu. Bu arada SPD de boş durmuyor, Nazilerle komünistler arasında hiçbir fark olmadığını, KPD’ye verilen oyların burjuvazinin çıkarlarına hizmet edeceğini ve gericiliğe yarayacağını söylüyordu. 1933’e gelindiğinde bile durum buydu. KPD hâlâ SPD’yi “faşist burjuvazinin toplumsal dayanağı” olarak niteliyor ve işçi sınıfını ondan kurtarmaktan dem vuruyordu. Peki kendileri dışındaki tüm sosyalist partileri düşman ilan eden bu sekter anlayışların birleşik işçi cephesini hayata geçirmesi nasıl mümkün olabilirdi? “Birleşik cepheyi liderlik düzeyinde değil tabanda birliği sağlayarak oluşturacağız” söylemi apaçık bir sahtekârlıktı. Liderliği faşistlikle suçlanan bir partinin tabanındaki işçilerin bu suçlamayı yapan partiye sempatiyle yaklaşmaları, ona kulak vermeleri ve ortak bir cephede mücadele etmeleri olanaksızdı ama bu ne KPD’nin ne de SPD’nin umurundaydı. Nihayetinde, Komintern’in, zaferinin kalıcı olmayacağından, hemen arkasından proleter devrimin geleceğinden dem vurduğu faşizm, proletaryanın siyasal ve sendikal örgütlerini tarumar etti ve ona tarihte gördüğü en büyük bozgunu yaşattı. Bu hezimetin başlıca sorumluları ise hiç kuşku yok ki SPD, KPD ve bunların bağlı oldukları İkinci ve Üçüncü Enternasyonaller idi. Faşizmin Almanya’da iktidara gelmesinin yarattığı hezimetten sonra Komintern, 1934’ten itibaren “üçüncü dönem” politikasını terk edecek ve dümeni tam sağa kırıp burjuvaziyle “anti-faşist halk cepheleri” kurulmasını salık verecekti. O zamana kadar sosyal demokrasiyi faşist ilan eden KP’ler, şimdi burjuvazi içinde keşfettikleri “ilerici” kanatlarla ittifaka, yani burjuvaziye teslimiyete zorlanacaklardı. Faşizmin KPD’yi de SPD’yi de en ufak hücrelerine kadar ezdiği Almanya’da faşizme karşı güçlü bir mücadele verilemeyecekti ne yazık ki. Ama Fransa, İspanya, Yunanistan başta olmak Avrupa’nın pek çok ülkesinde durum farklıydı. Buralarda komünist hareket güçlüydü ve anti-faşist mücadelenin başını devrimci örgütler çekiyordu. Ne var ki milyonlarca devrimci işçinin, emekçinin canı pahasına yürütülen anti-faşist mücadelenin ardından iktidar burjuvaziye armağan edilecekti. Üstelik bu teslimiyet, SSCB’nin emperyalist devletlerle yaptığı antlaşmalarda somutlanan ihanet politikasının ürünüydü. (devam edecek)
[1]   İkinci Enternasyonalden merkezci temellerde ayrılan sosyalist partiler 1921 Şubatında Viyana’da topladıkları bir konferansta Sosyalist Partilerin Uluslararası İşçi Birliği adı altında yeni bir enternasyonal oluşturdular. Friedrich Adler, Otto Bauer, Julius Martov gibi ünlü isimlerin liderliğinde kurulan bu enternasyonal “Viyana Enternasyonali” ya da İkinci ve Üçüncü Enternasyonal arasındaki pozisyonu nedeniyle “İkibuçukuncu Enternasyonal” olarak da anıldı. 1923 Mayısında ise İkinci ve İkibuçukuncu Enternasyonaller ortak bir kongre toplayarak “İşçi ve Sosyalist Enternasyonal” adı altında birleştiler.
[2]   Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.2, Maya Yay., s.305
[3]   Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., 2. baskı, s.109
[4]   1917-24 arasını “kapitalist bunalım ve devrimci kabarışın birinci dönemi” olarak tanımlayan Komintern, ikinci dönem olarak adlandırdığı 1925-28 arasını “kapitalist stabilizasyon dönemi” olarak nitelendirmişti.
[5]   III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), Belge Yay., 1979, s.83
[6]   Daha ayrıntılı bilgi için, bu bölümünü özetleyerek aldığımız “Nazizmin İktidara Gelişi ve Sol” adlı yazımıza bakılabilir.

23 Ocak 2022
Cephe, İttifak, İşbirliği ...
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Share

Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri /2

1936_renault_strike.jpg

Yazımızın ilk bölümünde de belirttiğimiz gibi, faşizme karşı mücadele adı altında meşrulaştırılan “halk cephesi” politikası tümüyle Sovyet bürokrasisinin kendi iktidarını koruma ve savunma güdüsüyle şekillendirilmişti. Nazi Almanya’sının SSCB açısından büyük bir tehdit oluşturması Stalinist bürokrasiyi yüz seksen derece çark etmeye zorlamış ve 1935’ten itibaren “halk cephesi” politikasını gündeme getirerek uluslararası arenada kendisine yeni müttefikler aramaya başlamasına yol açmıştı. Bu ülkelerdeki Komünist Partilere de bu politikaya uygun olarak kendi devletleriyle aralarını hoş tutma görevi dayatılmıştı. Rusya’da 1928’de tamamlanan bürokratik karşı-devrim süreciyle birlikte egemen bir sınıfa dönüşen bürokrasi için önemli olan dünya devriminin çıkarları değil, tersine kendi iktidarının bekası için bunun engellenmesiydi. Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabında vurguladığı gibi, Stalinist bürokrasi, egemenliğini koruyup pekiştirebilmek için içte kazandığı zaferi dünya ölçeğinde de garanti altına almak zorundaydı.[1] Fakat üçüncü dönem politikaları nasıl felâketle sonuçlandıysa, halk cephesi politikası da pek çok ülkede işçi sınıfının devrimci hareketi açısından benzer felâketlerle sonuçlanacaktı. Günümüzde de pek çok örneği görüldüğü üzere, Stalin döneminin olay ve olgularını değerlendirirken her türlü çarpıtmaya başvurmak, yaşanan ihanetlerin gerçek sorumlularını es geçmek ya da özürcü gerekçelere sarılmak, sosyalist hareketin Stalinist kesiminde sıkça rastlanan bir tutumdur. 1930’larda ve sonrasında Komünist Partilerin izledikleri politikaların sınıf hareketindeki yıkıcı sonuçlarına değinen yazılarda bile, bu partileri SSCB’den bağımsız politikalar izleyen örgütler olarak resmedip suçlu ilan ederken Komintern’in ve Stalin’in adını bir kez bile anmamak bu tutumun tipik örneklerindendir. Oysa Stalin döneminde Komintern’in ve SSCB’nin resmi politikasının dışına çıkan hiçbir KP önderliği olmadığı gibi, ortada açık bir yanlış varsa günah keçileri bulup onları aforoz etmek ve kendisini bu şekilde aklamak Stalin’in ve Stalinist bürokrasinin genel davranış biçimi olmuştur. Komintern’in 1935’te gerçekleştirilen Yedinci Kongresinin sonuç bildirgesinde yer alan aşağıdaki satırlar bunun tipik bir örneğidir. O zamana dek başta Alman partisi olmak üzere tüm KP’lere en sekter politikaları dayatan ve faşizmin işçi sınıfı açısından ölümcül bir tehlike oluşturduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açan bizzat Stalin ve onun egemenliğindeki Komintern değilmiş gibi, bu kongre sekterliği “müzmin bir sakatlık” olarak değerlendirip şu tespitlerde bulunmuştur: “Kitlelerin devrimcileşme derecesini abartan, faşist hareket yükselişini sürdürürken faşizmin yolunu tıkamanın başarılmış olduğu yanılsamasını yaratan bu sekterlik aslında faşizme karşı pasifliği besledi. Reformist sendikalarda ve faşist kitle örgütlerinde çalışmayı reddederek ve her bir ülkedeki somut durumun özel niteliklerini dikkate almaksızın tüm ülkeler için şablonlaşmış taktikleri ve sloganları benimseyerek, pratikte, kitlelere önderlik etme yöntemlerinin yerine dar bir parti grubuna önderlik etme yöntemlerini geçirdi, bir kitle politikasının yerine soyut propagandayı ve sol doktrinerliği ikame etti. Bu sekterlik komünist partilerin büyümesini büyük ölçüde geciktirdi, gerçek bir kitle politikasının yürütülmesini zorlaştırdı. Bu partilerin sınıf düşmanının içine düştüğü zor durumdan devrimci hareketi güçlendirmek için yararlanmasını engelledi, komünist partilerin proletaryanın geniş kitlelerini kazanması davasına engel oldu.”[2] Bu satırları okurken akla “tüm bunlar olurken Komintern ne yapıyordu” sorusunun gelmesi doğaldır. Fakat o sorunun yanıtı gayet nettir: Söz konusu politikaları tüm KP’lere dayatmak ve eleştiren komünist kadroları “Troçkist sapma”yla vb. suçlayarak tasfiye etmek! Nitekim yeni dönemde de tüm KP’lerde eski politikaların günahlarının üzerlerine yıkıldığı kadrolar “sol sekter” olarak suçlanıp tasfiye edilmiş ve böylece sınıf işbirlikçi “halk cephesi” politikalarına geçiş yapılmıştır. Stalin döneminde Komintern üç kongre düzenlemişti: Beşinci Kongre 1924’te, Altıncı Kongre 1928’de ve Yedinci Kongre 1935’te toplanmıştı. Görüldüğü gibi, Lenin döneminde her yıl toplanan kongrelerin arası giderek açılmış ve son iki kongrenin arasına tam yedi yıl girmişti. Üstelik bu uzun ara, dünyanın o zamana dek görülen en yıkıcı kapitalist krizle sarsıldığı, bunun ekonomik, sosyal ve siyasal alanda çok ciddi sonuçlar doğurduğu ve faşizmin adım adım iktidara yürüdüğü çok kritik bir tarihsel dönemde verilmişti. 1935 kongresi, halk cephesi politikasının resmiyet kazandığı kongreydi. Burada yapılan konuşmalara, alınan kararlara, her zamanki gibi tam bir eklektizm damgasını basacaktı. Ölümcül sonuçlara yol açan eski dönem politikaları bir yandan “sol sekterlik”le suçlanırken, bir yandan da tam tersi bir tutumla aklanabiliyordu. Ama en önemlisi de, pratiğe geçirilişi tümüyle sınıf işbirlikçiliği temelinde gerçekleşecek olan politikalar devrimci lafazanlıkla kamufle ediliyordu. Söylemde halk cephesi, faşizme karşı mücadelede proletaryanın emekçi köylülük ve kent küçük-burjuvazisiyle kurduğu ittifaka dayanıyordu. Farklı emekçi sınıfları birleştiren ortak bir mücadelenin ancak asgari talepler temelinde yürütülebileceği gerekçesiyle bu birliktelik asgari programla çerçevelendirilmişti. Ne var ki bu gerekçelendirme, hedeflenen gerçek ittifakı gizleyen bir örtüydü. Dimitrov’un şu sözleri asıl niyeti gösteriyordu: “Anti-faşist halk cephesinin yaratılması açısından, emekçi köylülüğü ve kent küçük-burjuvazisinin asıl büyük yığınlarının önemli bir bölümünü içlerinde barındıran örgüt ve partilere doğru tarzda yaklaşmanın önemi büyüktür… Belli koşullar altında, bu partileri ve örgütleri veya bunların bazı kesimlerini, burjuva yönetimlerine rağmen anti-faşist halk cephesi için kazanmaya çabalarımızı yöneltebiliriz ve yöneltmeliyiz. Şu anda örneğin Fransa’da Radikal Parti ile durum böyle. … Görüyorsunuz ki, bu açıdan, pratiğimizde pek de ender karşılaşmadığımız, köylülüğün, zanaatçıların ve kent küçük-burjuva yığınlarının çeşitli örgüt ve partilerinin görmezlikten gelinmesi, küçümsenmesi (gibi davranışları –ç.) yolumuzdan temizlememiz gerekmektedir.”[3] Burjuvaziyle ittifakın süslenip örtülenmiş formülasyonu işte buydu. İşçi sınıfının faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı militan kitle grevleriyle ayağa kalktığı bir dönemde, yüz binlerce üyeye sahip olan ve milyonlarca işçinin oyunu alan, milyonluk sendikaların yönetimini ellerinde tutan Komünist Parti ve Sosyalist Parti, anti-faşist, ulusal, ilerici vb. sıfatlarıyla payelendirilen burjuvaziyle ittifaka kanalize ediliyordu. Parlamentarist, pasifist hayalleri besleyen bu politikayla sonuçta işçi sınıfının devrimci mücadelesi iktidara değil düzenin restorasyonuna yönlendirilecekti. İşte halk cephesi pratikte bu ihanetin adı olacaktı. Günümüz Stalinistlerinin bile ikiyüzlüce ve oportünistçe de olsa (Stalin’in ve Komintern’in adını ağza almayarak, ilgili pasajların öncesinde ve sonrasına bu politikayı meşrulaştırıcı sözde mazeretler sıralayarak ve alâkasız da olsa Troçki’ye laf sokuşturarak Stalinist savunma kalkanlarını sağlamlaştırıp) ikrar etmekten kaçınamadıkları gerçeklik budur. Aşağıdaki satırlar bunun tipik bir örneğidir: “1930’lar dünyasında cephe politikası Bulgaristan’dan Çin’e, İspanya’dan Yunanistan’a komünist hareket için çok çeşitli kazanımlar ortaya çıkmasını da kolaylaştırır. Ama cephe, sonrasına da birçok arıza devreder: Birincisi, işçi sınıfı devriminin güncelliği ve olası olması geleceğe ertelenir. İkincisi, karşı-devrim sürecinin temel sürükleyicisinin farklı katmanlarına rağmen bir bütün olarak sermaye sınıfı olduğu belirsizleşir. Bu belirsizleşme sermaye sınıfına hareket serbestliği tanır. Üçüncüsü, köylülüğe ve küçük burjuvaziye ait ideolojiler (milliyetçilik, devrimci demokratlık, dini yönelimler) sosyalizm mücadelesinin değerleriymişçesine uzun süre yerleşiklik kazanır. Dördüncüsü, cephe fikri sosyalizmin aşamalandırılması ve araya bir demokrasi geçişi konması için kullanılmıştır. Bu yaklaşım örneğin Portekiz, İspanya, Yunanistan’da ve hatta Türkiye’de 1970’ler boyunca düzenin temellerinin sarsılmadan sermaye iktidarının biçim değiştirmesine olanak sağlamıştır. Hatta tüm bu geçişler «büyük devrimci başarılar» olarak selamlanmıştır. Beşincisi, birleşik cephe solun anti-komünist formlarının baskınlık kazanmasına ve sürekli olarak yeniden üretilmeyi gerektiren formların (örn. Bolşevizm) rafa kaldırılmasına olanak sağlamıştır. Altıncısı, komünist hareketi zorlu ve çetrefilli bir süreç olarak genel sol siyaset üstünde hegemonya kurma zorunluluğundan kurtarmıştır. Yedincisi, cephe politikasının teorik sonuçları da olmuştur: sınıf unutulmuş, 1960’lardan günümüze ittifaklardan koalisyonlara, oradan da radikal sol projelere geçiş oldukça kolay olmuştur.”[4] (abç) Sayılan tüm olgularla birlikte devrime ihanetin adına “arıza” denip geçilmesine burada girmeyelim. Ama sözü edilen “arızalar”ın, öyle çok “sonrasına”, yani 60’lara, 70’lere kalmadan, halk cephesi politikasının hayata geçirildiği ilk günlerden itibaren boy vermeye başladığını belirtmeden de geçmeyelim. Nitekim atılan adımların mantıki sonucu olarak Komintern 1935’ten sonra bir daha kongre toplamamıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliği’nde büyük bir “temizlik” harekâtının başlatılması da tesadüf değildir. 1936-38 yılları arasında kurulan Moskova mahkemelerinde Stalin’in muhalifleri, Bolşevik-Leninist geleneğin takipçileri, düzmece suçlamalarla katledilmişlerdir. “Stalinist diktatörlük tarafından 1936’dan 1939’a kadar 1,5 milyondan fazla parti üyesi hapsedilmiş –yaklaşık tüm üyelerin yarıya yakını– ve 1936 yılından itibaren 10 milyondan fazla Sovyet vatandaşı hapishanelerde ya da çalışma kamplarında ölmüştür.”[5] Aynı süreçte Komintern üyesi tüm KP’lere de “Troçkizme karşı mücadele” birincil görev olarak dayatılmıştır. Komintern 1943’te bizzat Stalin tarafından kapatılmıştır. Böylece bu ihanet politikalarının tartışılıp mahkûm edileceği en yüksek politik platform da söz konusu riskle birlikte ortadan kaldırılmıştır. 1936’da Anayasası Sovyetler Birliği’nin “sosyalizme” geçtiğini duyururken, bu ilan aslında dünya devriminin tümüyle gündemden çıkarıldığının tescili olmuştur. Bundan böyle işçi sınıfı ve SSCB, devrim mücadelesini yükseltmek yerine burjuvaziyle ve burjuva devletlerle “barış içinde bir arada” yaşamaya çalışacaktır!

Halk cephesinin ilk pratiği: Fransa

1930’ların ortalarında Avrupa’nın pek çok ülkesi grevlerle, fabrika işgalleriyle, köylülerin toprak işgalleriyle ve faşizme karşı direniş hareketlerinin silahlı eylemleriyle çalkalanıyordu. Yüz binlerce komünist, sosyalist, anarşist, faşizmi durdurmanın yolunun işçi devriminden geçtiğini düşünüyor, bu doğrultuda savaşıyordu. Ne var ki tam da böylesi bir dönemde halk cephesi politikasını gündeme getiren Komintern, tüm KP’lere faşizmi durdurmanın yolunun SSCB’yi ve müttefik devletleri savunmaktan geçtiğini vaaz etmeye girişti. Bu politikanın pratikteki sonucu, giderek daha da militanlaşan sınıf hareketini dizginleyip düzen sınırları içine hapsetmek olacaktı. Halk cephesinin hayata geçirildiği ilk ülke Fransa’ydı. 1934 Şubatında Paris’te kırk bin faşistin sokağa dökülüp terör estirmesi ve milyonlarca işçinin bu saldırıyı eylemlerle ve genel grevle püskürtmesi Sosyalist ve Komünist Partiyi ortak mücadele yönünde harekete geçmek zorunda bırakmıştı. 1934 Temmuzunda iki parti arasında “savaşa ve faşizme karşı ortak eylem” temelinde bir anlaşma imzalanmıştı. Bu anlaşmayla inşa edilen “birleşik cephe”, bir yıl sonra kurulacak halk cephesinin ilk adımı olacaktı. Sınıf hareketinin militanlaştığı, küçük-burjuvazinin büyük sermayeye tepkisinin bilendiği böylesi bir dönemde Komünist Parti, kitle eylemliliğini arttırmak yerine düzenin bekasında ortaklaşılan tepeden birliklere odaklanmıştı. Sosyalist Partiyle gerçekleştirilen ittifakın hedefi, kapitalizmi yıkmak değil burjuva demokrasisini savunmaktı. “Aşırılıktan hoşlanmayan küçük-burjuvaziyi devrimle korkutmamak lazım” diyen Komünist Parti, işçi sınıfını legalizm ve pasifizm çukuruna hapsediyordu. Aslında korkutulmak istenmeyen sınıf küçük-burjuvazi değil burjuvaziydi. İşçi kitleler bu partilerden çok daha soldaydılar ve kapitalizmin yıkıma uğrattığı küçük-burjuvazi öfkesini mücadeleye yönlendirecek bir önderlik arayışı içindeydi. Evet, iktidarın fethedilmesi için olduğu kadar faşizme karşı mücadelenin başarıya ulaşması için de kent ve kır emekçilerinin belirleyici bir kesimini proletaryanın saflarına çekmek zorunluydu. Ama bunun için öncelikle bu kesimlerin içinde bulundukları durum doğru değerlendirilmeliydi. Şöyle diyordu Troçki 9 Kasım 1934 tarihli “Fransa Nereye” makalesinde: “Özellikle de kritik dönemlerde, siyasette hiçbir şey toplumsal içeriklerini irdelemeksizin genel formülleri tekrar etmekten daha tehlikeli değildir. … Doğal olarak küçük mülk sahibi, işler yolunda gittiği ve yarının bugünden daha iyi olacağını umut ettiği sürece düzenden yanadır. Ancak bu umut kaybolduğunda, kolaylıkla çileden çıkar ve en aşırı önlemleri kabul etmeye hazır olur. Aksi takdirde, İtalya ve Almanya’da demokratik devleti yıkıp faşizmi iktidara getirebilir miydi? Umutsuzluk içindeki küçük-burjuvazi faşizmde her şeyden önce büyük sermayeye karşı savaşan bir gücü görür ve inanır ki sırf konuşan işçi sınıfı partilerinin aksine faşizm daha fazla «adalet» tesis etmek için güç kullanacaktır. Anlar ki, güç kullanmaktan feragat edilemez.” Faşist paramiliter güçlerin burjuvazi eliyle palazlandırılıp sokağa salındığı, hatta Şubattaki kalkışmada görüldüğü gibi silahlarla ve bıçaklarla parlamentoyu basmaya kalkıştığı bir dönemde, birleşik cephe sloganının faşizme karşı mücadele yöntemlerinin pratiğe geçirilmesiyle tamamlanması zorunluydu. Faşizme karşı mücadele için yeni araçlar icat etmeye gerek olmadığını belirten Troçki, dünya işçi sınıfı hareketinin tüm tarihinin gösterdiği bu yöntemlere şöyle işaret ediyordu: “İşçi sınıfı basınında sürekli olarak aynı noktaya vuran odaklanmış bir kampanya; parlamento kürsüsünden evcilleşmiş vekillerce değil halkın liderlerince yapılacak gerçek sosyalist konuşmalar; insanların yalnızca konuşmacıları dinlemek için değil günün sloganlarını ve talimatlarını almak için gelecekleri yinelenen toplantı ve mitingler; işçi milisinin oluşturulması ve güçlendirilmesi; gerici çeteleri sokaklardan silip süpürecek iyi organize edilmiş gösteriler; protesto grevleri; yürekli bir sınıf mücadelesi bayrağı altında sendika saflarının birleşmesi ve büyümesi için açık bir kampanya; orduyu halkın davasına kazanmak için inatçı, dikkatlice hesaplanmış bir faaliyet; yaygınlaşan grevler; daha güçlü gösteriler; kent ve kır emekçilerinin genel grevi; Bonapartist hükümete karşı işçi ve köylü iktidarı için genel bir saldırı.”[6] “Birleşik Cephe her şeyden önce yerel savunma komitelerinin oluşturulması için gereklidir. Savunma komiteleri, işçi milisi müfrezelerinin kurulması ve birleştirilmesi için gereklidir. Bu müfrezeler daha baştan silah aramalı ve bulmalıdır. Öz-savunma müfrezeleri proletaryanın silahlandırılması konusunda sadece bir basamaktır. Genel olarak devrim başka bir yol tanımaz.”[7] Fakat ne KP-SP ortaklığındaki birleşik cephe, ne de bir yıl sonra inşa edilen halk cephesi böylesi bir devrimci anlayışa sahipti. 28 Haziran 1935’te kurulan halk cephesi, Komünist Parti, Sosyalist Parti ve Radikal Parti ittifakından oluşuyordu. Radikal Cumhuriyetçi gelenekten gelen Radikal Parti, özel mülkiyeti, sosyal adaleti ve sekülarizmi savunan bir merkez sol partiydi. Şubat ayındaki faşist kalkışma esnasında hükümetin başında bu partinin lideri olan Daladier bulunuyordu ve ertesi gün istifa etmişti. Komintern güdümündeki Fransız Komünist Partisinin halk cephesine yönel(til)mesi kuşkusuz SSCB’nin o anki dış politikasıyla doğrudan bağlantılıydı. Nitekim iki ay önce (2 Mayıs 1935’te) Fransa’yla Sovyetler Birliği arasında bir savunma ve işbirliği antlaşması imzalanmıştı. SSCB için Almanya’nın saldırganlığı karşısında Fransa’nın ve İngiltere’nin desteğini almak çok önemliydi. Ama bu emperyalist devletlerle savunma antlaşması imzalarken aynı zamanda bu ülkelerde sınıf savaşını körüklemek mümkün olamazdı! Aksine, Komünist Parti tüm burjuva partilerle demokratik temellerde en geniş ittifakı oluşturmalıydı! Bu amaçla inşa edilen halk cephesinin programı da bekleneceği üzere son derece sınırlı taleplerle şekillendirilmişti. Demokratik özgürlüklerin korunması, barış, tüm faşist örgütlerin silahsızlandırılıp tasfiye edilmesi, artan oranlı servet vergisinin getirilmesi, emekçilerin ekonomik durumunu iyileştirecek tedbirler alınması, iş haftasının 40 saate indirilmesi vb. 1936 Mayısında yapılan seçimlere bu vaatlerle giren Halk Cephesi, parlamentoda üçte ikilik çoğunluk elde edecek kadar yüksek bir oy almayı başaracaktı. Komünist Parti, 4 Haziranda Sosyalist Parti lideri Leon Blum’un başbakanlığında kurulan Halk Cephesi hükümetine dışarıdan destek verme kararı almıştı. Bundan böyle Fransız Komünist Partisi “faşizme karşı mücadele” adına emperyalist Fransız devletini savunacak, parlamentoda savaş bütçelerini onaylayacak, sömürge politikalarına destek verecekti. Henüz hükümet kurulmadan patlak veren kitlesel grev dalgası ise ittifakın ilk test sahası olacaktı. Grevler Mayısın son haftasında 35 bin Renault işçisinin iş durdurup fabrikayı işgal etmesiyle başlamış ve kısa sürede binlerce işyerine yayılmıştı. Metal işçilerinden tekstil işçilerine, lokantacılardan terzilere 2 milyona yakın işçi ayağa kalkmıştı. Halk Cephesi hükümetinin kurulacak olması ve iki partinin hâkimiyetindeki sendikaların (CGT ve CGTU) birleşmesinin gündeme gelmesi, kriz ve kapitalist saldırılar nedeniyle büyük hak kayıplarına uğrayan işçi sınıfına büyük bir cesaret vermişti. Burjuvazi ise yüz binlerce işçiyi kapsayan bu grevlere ve işgal eylemlerine ateş püskürüyordu. “Bu bir isyan” diye haykırıyordu ve bu tespitte yanılmıyordu. Fransa, tarihinin en kitlesel grevleriyle sarsılıyordu ve bu grevler milyonları içine alarak toplumsal bir başkaldırıya dönüşmüştü. Peki KP ve SP bu duruma nasıl bir reaksiyon göstermişti? Grevler ve işgaller sırasında alabildiğine yayılan işçi komitelerinin işçi konseylerine, yani iktidar organlarına evrilmesine çalışmak ne kelime, her iki parti de hareketin radikalleşmesinin önüne geçmeye koyulmuştu: “Büyük hareketin pilot sektörünü oluşturan metal işkolunda, yedi yüz fabrikadan gelen delegeler 10 Haziran’da bir ultimatom yayınladılar. İşverenler taleplerini kabul etmezlerse, işyerlerinin kamulaştırılması için çağrıda bulunacaklardı. Bu durumda fabrikaları teknisyenler ve işçiler çalıştıracaklardı. 11 Haziran’da, metal işçilerinin fabrikalardan ayrılarak birleşen kollar halinde Paris merkezine doğru yürüyüşe geçtikleri şeklinde söylentiler yayıldı. Aynı gün Thorez Paris bölgesi Komünistlerini toplayarak, greve son verilmesi için bütün güçlerini kullanmalarını emretti. «Ekonomik talepler uğruna bir hareketi başlatmak elbette önemlidir,» diyordu, «ama aynı zamanda buna nasıl son verileceğini bilmek de gerekir. Şu anda iktidarı ele geçirme sorunu yok. Herkes biliyor ki, amacımız, değişmez bir biçimde, işçi, köylü ve askerlerden oluşan bir Fransız konseyler cumhuriyeti kurmaktır. Ama bu gece veya yarın sabah olacak bir şey değil bu.»”[8] Ateş bacayı sarmıştı ve Halk Cephesi hükümeti itfaiyeci rolüyle devreye girmişti. Blum’un arabuluculuğunda bir araya gelen CGT ile Fransız İşverenler Federasyonu arasında 7 Haziranda bir anlaşma imzalanacaktı. Anlaşma maddelerinin birkaç saat içinde Meclisten geçirilerek yasalaştırılmasıyla iş haftası ücret kaybı olmaksızın 40 saate indiriliyor, işçilere iki hafta ücretli tatil hakkı, toplu sözleşme hakkı ve çeşitli sosyal haklar tanınıyordu. Anlaşmayla ücret artışı da sağlanmıştı. Ama grevci işçilerin bir bölümü bunu yetersiz bularak greve devam edeceklerdi. Bu arada Komünist Parti içinden çıkan sol sesler bastırılmış, genel sekreter Maurice Thorez işçi sınıfını “doğru yola” kanalize etmeye soyunmuştu. Ne de olsa burjuvaziyle ilişkileri tehlikeye atmamak lazımdı! “Halk Cephesi devrim değildir” diyen Komünist Parti işçilere işbaşı yapma çağrısında bulunsa da grevler Eylül ayına kadar sürdü. Mücadele sayesinde elde edilen kazanımlar sendikaların sıçramalı bir şekilde büyümesinin önünü açtı ve üç ay içinde sendikalı işçi sayısı 1 milyondan 2,5 milyona çıktı. Bir yıl sonra ise sadece CGT’nin üye sayısı 5,5 milyona yaklaşacaktı. Ne var ki, devrimci bir fırsat heba edilirken, işçi sınıfının sermaye karşısındaki savunma hatlarının zayıf bırakılması nedeniyle, elde edilen kazanımların pek çoğu kısa bir süre sonra kaybedilecekti. Burjuvazinin işyeri işgalleri ve grevler karşısında önlemler almak ve Halk Cephesini zayıflatmak üzere faaliyetlerini yoğunlaştırması, devrimci bir çizgi izlemekten uzak duran Komünist Partinin etkinliğinin azalmasını da beraberinde getirecekti. Nihayetinde 1938’de Halk Cephesinin çökmesinin ardından Radikal Partili Daladier’in başbakanlığında yeni bir hükümet kurulacak ve bu hükümet burjuvazinin saldırılarına kapıyı sonuna kadar açacaktı. Böylece militan grevler sayesinde artan işçi ücretleri bir süre sonra enflasyon ve arttırılan vergiler sonucunda eriyecek, fiyat kontrolleri sona erdirilecek, sosyal hizmetler kısılacak, 40 saatlik iş haftası 45 saate çıkarılacak, işçiler haftasonu izinlerinden feragat etmeye zorlanacaklardı. Tüm bunları işçi sınıfına yönelik yeni saldırılar takip edecekti. 1938 Kasımında yeniden patlak veren grevler ve fabrika işgalleri ise vahşi bir şekilde bastırılacak, binlerce işçi işten atılacak, toplu sözleşmeleri geçersiz sayılan yüz binlerce işçiye bireysel sözleşmeler dayatılacaktı. Bu, sendikaların da altının boşaltılması anlamına geliyordu. Burjuvaziyle zıtlaşmamak üzere izlenen pasifist ve uzlaşmacı çizgi çok geçmeden Komünist Partinin ağır bir saldırıya uğrayıp yasadışı ilan edilmesine de yol açacaktı. Eğer devrimci proletarya iktidarı almazsa, faşizm kaçınılmaz olarak onu alacaktır, diyordu Troçki. Nitekim KP ve SP’nin işçi sınıfını düzen sınırlarına hapseden pasifist politikaları yüzünden faşist yapılanmalar adım adım güç kazanacak ve nihayetinde Nazilerin bunlarla işbirliği halinde Fransa’yı işgal etmesinin önüne geçilemeyecekti. 1940 Haziranında Nazi ordusunun işgaline uğrayan Fransa’da burjuvazi Hitler’le anlaşmaya gittiğinde, ülkenin bir bölümü Alman askerlerinin işgaline uğrarken bir bölümü de işbirlikçi Vichy hükümetinin yönetiminde kaldı. Solun ve sendikaların tümüyle ezildiği, işçi sınıfının tüm yasal haklarının ortadan kalktığı bu dönemde, 1,5 milyona yakın işçi de çalışmak üzere Almanya’daki fabrikalara gönderildi. Halk Cephesi politikasının Fransa’daki hazin sonu işte buydu! Ama bu hazin son sadece Fransa’yla sınırlı kalmamıştı. O günlerde İspanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi aynı kâbusla karşı karşıya kalacaktı. (devam edecek)
[1]   Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay., 1. baskı, s.119
[2]   III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), Belge Yay., 1979, s.243 (çeviri elden geçirilmiştir)
[3]   III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), s.241-42
[4]   https://haber.sol.org.tr/gelenek/burjuvaziyle-ittifak-hep-oyaladi-ama-hi...
[5]   Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, s.137-39
[6]   https://marksist.net/ceviriler/fransa-nereye.htm
[7]   Troçki, Savaş ve Dördüncü Enternasyonal (Haziran 1934), marksist.com
[8]   Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.1, Belge Yay., 1990, s.263

23 Şubat 2022
Cephe, İttifak, İşbirliği ...
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Share

Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri /3

cjq2dqsw8aariar.jpg

İspanya: İç savaştan faşizme

Fransa ile aynı dönemde anti-faşist halk cephesinin hayata geçirildiği bir diğer ülke de İspanya idi. 1931’de ilk kez gerçekleştirilen seçimlerde kralcıların hezimete uğraması, kralın ülkeyi terk etmek zorunda kalması ve cumhuriyetin ilan edilmesi İspanya’da yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. Bu seçimler sonucunda Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ile liberal burjuvazinin oluşturduğu koalisyon hükümeti, emekçi kitleleri reform vaatleriyle peşine takmış, fakat bu vaatler burjuva güçlerin ayak diremesi, sosyalistlerin de onlarla uzlaşması nedeniyle yerine getirilememişti. İşçilerin ve yoksul köylülerin isyanlarıyla ve bu isyanların kanlı bir şekilde bastırılmasıyla geçen beş yılda Komünist Parti, asgari programın aşamalarının çetelesini tutmakla meşguldü. Oysa işçi sınıfı ve yoksul köylülük, kapitalistlerin, toprak sahiplerinin ve kilisenin mülksüzleştirilmesinden daha “asgari”sine razı değildi! Burjuvaziyi faşizme yönelten de bu devrimci durumdu zaten. Buna rağmen Sosyalist Parti ve Komünist Parti, 1936 Şubatında gerçekleştirilen seçimlere liberal burjuva partilerle birlikte Halk Cephesi oluşturarak girmişti. Bu ittifak, kralcı ve faşist güçlerin Milliyetçi Cephesi karşısında açık bir farkla galip gelecekti. Burjuva lider Azana’nın başkanlığında oluşturulan halk cephesi hükümetine POUM (Birleşik Marksist İşçi Partisi adındaki merkezci parti) ve Anarşistler de destek verecekti. İspanyol devriminin gelişimini 1931’den itibaren yakından takip eden ve uzaktan olabildiği kadarıyla müdahalelerde bulunarak bu ülkedeki devrimci dinamikleri Bolşevik bir anlayış temelinde harekete geçirmeye çalışan Troçki, o günlerde halk cephesinin proleter sınıf stratejisinin en önemli sorunu olduğunu ifade ediyor ve ona destek vermenin yıkıcı sonuçlarına ışık tutuyordu. Halk cephesi politikasının aynı zamanda Bolşevizmle Menşevizm arasındaki fark için temel bir kriter oluşturduğuna dikkat çeken Troçki şöyle diyordu: “Halk Cephesi için en iyi örneğin 1917 Şubat devrimi olduğu genelde unutulur. Şubat’tan Ekim’e kadar Menşevikler ve Sosyal Devrimciler –«Komünistler» ve Sosyal Demokratlar ile paralel bir şekilde burjuva partisi Kadetler ile yakın ittifak içindeydiler ve beraber bir dizi koalisyon hükümeti kurmuşlardı. Bu Halk Cephesi pankartının arkasında işçi, köylü, asker temsilcileri konseylerinin de aralarında yer aldığı bütün bir halk kitlesi duruyordu. Bolşevikler de tabii ki konseylerde temsil ediliyorlardı. Ancak Halk Cephesi’ne en küçük bir taviz bile vermediler. Onların amacı Halk Cephesi’ni parçalamak, Kadetlerle ittifakı bozmak ve yeni bir işçi köylü hükümeti oluşturmaktı.”[1] Fakat İspanya’da sosyalistinden komünistine, merkezcisinden Anarşistine sosyalist hareketin ezici çoğunluğu “Kadetlerle” şu ya da bu düzeyde ittifak halindeydi ve İspanyol işçi sınıfı Bolşevik bir önderlikten yoksun olmanın bedelini çok ağır bir şekilde ödeyecekti. Bunun baş sorumlusuysa Komintern’in sınıf işbirlikçi politikalarının uygulayıcısına dönüşmüş olan Komünist Partiydi. Zira İspanya’daki Sosyalist Parti, Fransa ve Almanya’daki örneklerden farklı olarak içinde ciddi bir sol kanat barındırdığı halde, Komünist Parti bu kesimle ittifak yapıp onu devrim hedefine yöneltmek yerine burjuva halk cephesi programına sarılmıştı. Burjuva cumhuriyetin savunusuna odaklanan politik çizgi, ancak PSOE’nin reformist kanadının sempatisini kazanmakla sonuçlanabilirdi ve öyle oldu. KP’nin izlediği reformist hat, PSOE’nin sol kanadının yanı sıra, işçi sınıfı ve sendikal harekette önemli bir güce sahip olan ve radikal bir gelenekten gelen Anarşistler tarafından da tepkiyle karşılanmaktaydı. Bu sırada emekçi kitleler, sözde onlara önderlik eden partilerden çok daha radikal bir noktadaydılar. Sokakların kontrolünü ele geçiriyor, politik mahkûmları serbest bırakmak üzere zindanları basıyor, patronlara baskı uygulayarak politik nedenlerle işten atılan işçilerin geri alınmasını sağlıyorlardı. Sovyet tarihçisi Maidanik o günleri şöyle anlatıyordu: “Mart 1936’da toprakları ele geçirmeye başladılar. Aynı ayın ortalarında, açlık, işsizlik ve faşist provokasyon nedeniyle bir grevler dalgası başladı. Grev hareketi her ay biraz daha yayılıyordu. Fabrikalar, atölyeler, madenler ve inşaat siteleri felce uğradı, iş yerleri kapandı. Haziran ve Temmuz arasında günde ortalama on ile yirmi grev kaydediliyordu. Grevci sayısının 400 veya 450.000’e ulaştığı günler oldu. Şubat ve Temmuz 1936 arasında yapılan grevlerin %95’i işçilerce kazanıldı. Caddelerde, ekmek, iş, faşizmin ezilmesi ve devrimin tam bir zafere ulaşmasını talep eden büyük işçi yürüyüşleri yapılıyordu. İlk kolektif işletmeler kuruldu. On binlerce kişilik mitingler yapıldı. Bu mitinglerde işçiler kapitalizmin sonunun geldiğini söyleyen ve işçileri Rusya’daki gibi yapmaya çağıran konuşmacıları coşkuyla alkışlıyorlardı. İşçiler grevleri, sahipleri tarafından kapatılan işletmelerin işgal edilmesine doğru tırmandırdılar. Caddelerin, işletmelerin ve mülklerin işgali ve sürekli grevler kentlerdeki ve kırsal kesimdeki proletaryayı en yüksek politik mücadele biçimlerine zorladı.”[2] Aslında yaşanan bir “üçlü iktidar” durumu idi. Bir tarafta son derece zayıf olan yasal hükümetin iktidarı; bir tarafta işçilerin iktidarı; diğer tarafta ise karşı-devrimci güçlerin iktidarı. “Bu sonuncusu, dışa yönelik olarak parlamentodaki temsilcilerinin saldırgan konuşmalarında, ekonomik sabotajda ve faşist fırtına birliklerinin faaliyetinde kendini açığa vururken, tam bir gizlilik içinde, askeri bir darbe hazırlayarak kışlalarda faaliyet gösteriyordu.” (age, s.279) Ne var ki tüm çıplaklığıyla gözler önünde olmasına rağmen Anarşistler de, komünistler de, sosyalistler de faşizm tehlikesi karşısında büyük bir aymazlıkla hareket ediyorlardı. Halk cephesi hükümeti, 1931’den beri yapıldığı gibi faşist güçleri ezmeye girişmediği için alabildiğine güçlenmiş bir düşmanla yüz yüzeydi. İşçi sınıfını halk cephesine yedekleyen işçi partilerinin izledikleri politika İspanyol devrimini korkunç bir sona sürükleyecekti. 1936 Temmuzunda, o sırada Fas’ta bulunan Genaral Franco liderliğindeki faşistler, burjuvazinin ezici çoğunluğunun başını çektiği tüm monarşist kesimlerin desteğiyle askeri isyan başlattılar ve bu isyan iki gün içinde tüm garnizonlara yayıldı. Faşist orduya direnmek için hararetle silah isteyen işçilerin bu talebi karşılanmadığından faşistler İspanya’nın üçte birini ele geçirmeyi başardılar. Aldıkları kentlerde binlerce işçi katledilmişti. Buna rağmen Azana’nın hâlâ faşistlerle uzlaşmaya çalışması karşısında Madrid’de yüz binlerce işçinin “ihanet” diye haykırarak sokaklara dökülmesinin ardından hükümet işçilere silah dağıtmayı kabul etti; ama faşizmin ezilmesi bakımından bu çok gecikmiş bir adımdı. İspanya üç yıl sürecek kanlı bir iç savaşa yuvarlanıyordu; devrimle karşı-devrim arasındaki çok zorlu bir savaşa! Buna rağmen işçi sınıfı ve emekçi kitleler canla başla devrimi savunmaya girişeceklerdi. Faşist ayaklanmayı takip eden haftalarda silahlı işçiler ve yoksul köylüler, Cumhuriyetçilerin hâkimiyeti altındaki bölgelerde iktidarı fiilen kendi ellerine almışlardı. Fabrikalar, atölyeler, topraklar, bankalar ele geçirilmiş, burjuva devlet aygıtı önemli ölçüde tasfiye edilmişti. Sosyalist Partinin sol kanadı, Anarşistler ve POUM, burjuvazinin dışlandığı bir hükümetin kurulması konusunda uzlaşmaya varacakken, Azana’nın istifa tehdidi üzerine Sovyet elçisi Rosenberg’in devreye girmesiyle bu plan baltalanmıştı. Rosenberg, böyle bir adımın İspanya’nın dostlarını ürkütüp karşı safa geçireceğini ve diplomatik sorunlar doğuracağını, hükümette burjuvazinin temsilcilerinin kalmaya devam etmesi gerektiğini söyleyerek, bir işçi hükümeti yerine Sosyalist Partinin sol kanat lideri Largo Caballero’nun başbakanlığında bir hükümet kurulmasını teklif etmişti. Nihayetinde bu teklif kabul edilecek ve Eylül ayında başbakanlığa Caballero’nun atanmasının ardından Sosyalist Partinin yanı sıra Komünist Parti de doğrudan hükümete katılacaktı. Bunu Kasım ayında Anarşistlerin katılımı izleyecekti. Önceleri “her türlü iktidara karşı” olduklarını söyleyerek işçilerin fiilen iktidarı ele geçirdikleri Katalonya’da bile bir işçi hükümeti kurmayı reddeden Anarşistler de artık halk cephesi içindeydiler. Ne var ki savaş, halk cephesi içindeki dengeleri çok hızlı bir şekilde değiştiriyordu. Liberal burjuva güçler devrimci çıkışları boğmak için sürekli teyakkuzdaydı ve KP de bu meşum planların işbirlikçisine dönüşmüştü. O günlerde KP birtakım reformları ve sanayinin millileştirilmesi talebini “cumhuriyetin çıkarları” adına reddederken, Komintern de bu çizgiyi onayladığını ifade ediyordu. KP’nin sloganı “önce savaşı kazanacağız, sonra devrimi yapacağız” idi. Oysa faşizme karşı savaşan İspanyol işçiler gibi, dünyanın dört bir yanından onların yardımına gelen on binlerce komünist de, cumhuriyetçi burjuvazi için savaşmak üzere cephelere akmamıştı. Ama Komintern, faşizme karşı işçi sınıfının devrimci iktidarı perspektifiyle mücadele etmek gerektiğini savunan ve silahlı işçi birliklerini buna yönlendirmeye çalışan Troçkistleri, “halk cephesini bölmeye çalışan”, “faşizmin acentası olan” düşmanlar olarak ilan edip, katledilmelerinin vacip olduğunu duyuruyordu.[3] Proletaryanın iktidarı şiarıyla savaşan POUM da, “kılık değiştirmiş Troçkistler” olarak değerlendirilip “halk düşmanı” ilan ediliyordu. İşçiler iktidarı kendi ellerine almak istiyorlardı, KP ise bu perspektifi savunanları hain olarak damgalıyordu. Buradaki temel dürtü aslında, Stalin’in uluslararası işbirlikleri, planları ve içerideki “temizlik” harekâtına halel gelmemesiydi. O dönemde doruğa tırmanan iç infaz harekâtına (Moskova Mahkemeleri) karşı yükselen seslerin (Troçkistler, POUM ve Anarşistler) bastırılması gerekiyordu! Ayrıca Stalin İspanyol devrimini düzen sınırlarına hapsederek, İngiltere ve Fransa’yla gerçekleştirdiği ittifakın zarar görmesini engellemek istiyordu. Bu politika, faşizme karşı mücadelede “cepheyi geniş tutma” savunusuyla meşrulaştırılmak isteniyordu. Oysa İspanya’ya ne Fransa’dan ne İngiltere’den ne de ABD’den yardım geliyordu. Tek silah kaynağı SSCB idi. Gerçekler faşizmin ancak sosyalist bir devrimle ezilebileceğini gösteriyordu. Fakat SSCB’den gelen silahlar burjuva cumhuriyetin restorasyonu doğrultusunda kullanılıyor, hatta zaman zaman bizzat devrimcilere çevriliyordu. 1937 Mayısında önce KP eliyle Anarşistlerin etki alanının sınırlanması, Caballero’nun görevden alınması ve proletaryanın iktidarı şiarıyla savaşan POUM’un ezilmesi, iç savaşın kaderi açısından önemli bir dönüm noktası olacaktı. Katalonya’da işçiler silahsızlandırılıp düzenli orduya katılmaya zorlanırken, işçi komiteleri de dağıtılmaya başlanmıştı. Bu durumu protesto etmesinin ardından Caballero görevden alınarak yerine sağ Sosyalist Prieto getirilmişti. İşçi partilerinden kala kala Sosyalist Partinin sağ kanadının kaldığı burjuva hükümet bunların hemen ardından, işlevini tamamlayan KP’yi hedef tahtasına oturttu. Komintern’in burjuva restorasyona endeksli anti-faşist mücadele anlayışı adım adım İspanya’yı da hazin sona yaklaştırıyordu. Karşı-devrim sadece faşistler eliyle değil, cumhuriyetçi saflar içinde de güç kazanarak ilerliyordu. Eski burjuva devlet aygıtının restorasyon süreci dört bir koldan ilerliyordu. Burjuva halk cephesi hükümeti, içindeki gerçek savaşçıların kolunu kanadını kırıp tasfiye ettikçe faşizmin ilerleyişinin önündeki engeller de birer birer ortadan kalkıyordu. Bu noktada ortadan kalkan temel engellerden biri de proletaryanın kendi devrimine duyduğu inanç ve üstünlük duygusuydu. Burjuvaziye teslimiyet bunu her geçen gün biraz daha parçalamış ve sonunda devrimci saflarda muazzam bir demoralizasyona yol açmıştı. KP ve PSOE’nin tüm işbirlikçi çizgisine rağmen işçiler sosyalist bir İspanya için savaş veriyorlar ve halk cephesi içindeki uzlaşmaların faşizme karşı mücadelede yarattığı zafiyeti gördükçe öfkeden deliye dönüyorlardı. Sınıf işbirlikçiliğinin doruğunu teşkil eden zincirleme ihanetlerle dolu bu süreçte, faşistler nihai sona doğru adım adım ilerleyeceklerdi. 1939 Ocağında anti-faşist direnişin kalelerinden olan Barcelona düşmüş ve 500 binden fazla mülteci Fransa’ya geçmek zorunda kalmıştı. Bunlar arasında Azana ve çok sayıda hükümet temsilcisi de bulunuyordu. Fransa ve İngiltere, henüz İspanya’nın üçte birinin cumhuriyetçi güçlerin egemenliğinde olmasına rağmen Şubat sonunda Franco hükümetini tanıdıklarını açıklamışlardı. Mart sonunda ise Franco orduları hiçbir direnişle karşılaşmadan Madrid’e girerek, İspanyol devriminin cenazesi üstüne karşı-devrim bayrağını dikmiş olacaklardı. İspanyol iç savaşında, faşizme karşı mücadele eden yüz binlerce insan (kimi kaynaklar bu sayıyı 1 milyon olarak vermektedir) katledildi. Faşist iktidarın sadece ilk üç yılında 2 milyon kişi zindanlara atılmış, binlerce insan hayatını kaybetmişti. İşçi sınıfının tüm haklarını gasp edip onu koyu bir karanlığa fırlatan bu faşist barbarlık İspanya’yı 40 yıl boyunca esir alacaktı. Üstelik Franco’nun İspanyol devrimini ezerek iktidara gelmesi sadece İspanya’nın değil tüm dünyanın görülmedik bir vahşete sürüklenmesinde kilit bir rol oynamıştı. İspanya gibi bir ülkeyi faşist saflara kazanan Hitler, birkaç ay sonra Polonya’yı işgal ederek on milyonlarca insanın katledildiği İkinci Dünya Savaşını başlatacaktı.

Sınıf işbirlikçiliğinin kaygan zemini

İspanya’nın faşizmin kucağına düştüğü günlerde Hitler birkaç ay önce imzalanan Münih Antlaşmasını ve İngiltere ile imzalanan “iyi niyet antlaşması”nı hiçe sayarak Prag’a girmişti. İngiltere ve Fransa bu adımlarını Hitler’i yatıştırıp savaşı engelleme ya da gerekli hazırlıklar için zaman kazanma mazeretiyle aklamaya çalışmıştı. Ama faşizmle uzlaşma politikasına sıklet atlatan bizzat Stalin olacaktı! 23 Ağustos 1939’da imzalanan Alman-Sovyet Saldırmazlık ve Dostluk Antlaşması, Stalinist bürokrasinin Hitler’i nasıl hafife aldığının yanı sıra faşizme karşı mücadele anlayışının ne menem bir şey olduğunu da açıkça ortaya serecekti. Hitler bu antlaşmanın imzalanmasından sadece bir hafta sonra, 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşını başlattığında, Stalin, imzalanan saldırmazlık paktına güvenmenin huzuru içinde, krizi fırsata çevirip Polonya’nın bir bölümüne ve Baltık ülkelerine çökme planları yapıyordu. Oysa o çok güvendiği Hitler iki yıl bile beklemeden SSCB topraklarını işgal etmek üzere harekete geçecekti. Stalin, göz göre göre gelen bu saldırı karşısında yükselen eleştiriler üzerine, o sırada bu antlaşmayı sadece zaman kazanmak için imzaladıklarını savunarak ihanete kılıf üretmeye kalkacaktı. Ama bu tam anlamıyla sahtekârlıktı. Gerçeği görmek için, imzalandığı günlerde Stalin-Hitler Paktının nasıl savunulduğuna bakmak yeterliydi. Örneğin 31 Ekim 1939’da Moskova Yüksek Sovyeti toplantısında konuşan Molotov, “Avrupa tarihinin dönüm noktalarından biri” olarak nitelendirdiği bu paktı coşkuyla övüp şöyle demekteydi: “Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktının imzalanmasından sonra, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında yıllardır süren normal-olmayan ilişkilere bir son verildi. Avrupalı güçlerce her yoldan kışkırtılan düşmanlığın yerini, bir yakınlaşma, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında dostluk ilişkilerinin kurulması aldı. … Sovyetler Birliği ile Almanya’nın ilişkileri Versailles’ın savaş sonrası sisteminin ebedileştirilmesiyle hiçbir ortak yanı bulunmayan, başka bir temel üzerinde gelişiyor. Biz her zaman güçlü bir Almanya’nın Avrupa’da sürekli bir barış için zorunlu koşul olduğu görüşündeydik. Almanya’nın «basitçe kavga dışı bırakılabileceğine» ve hesaptan silinebileceğine inanmak gülünç olurdu. … Biz kararlılıkla Almanya ile ilişkilerin düzelmesi için çaba harcadık ve Almanya’da da bu yönde gösterilen çabaları her biçimde selamladık. Şimdi Alman İmparatorluğu ile ilişkilerimiz dostça ilişkiler temelinde, Almanya’nın barış yönündeki çabalarını desteklemeye hazır olmamız temelinde, ve aynı zamanda Sovyet-Alman ekonomik ilişkilerinin iki devletin karşılıklı çıkarlarına uygun olarak değiştirilmesi isteğine dayanılarak kuruldu.” Nazi Almanya’sından, faşist bir devletten değil, hakları ihlal edilmiş mazlum bir devletten bahsedermiş gibi bahseden, onunla dostluk içinde iyi ekonomik ilişkiler kurmanın memnuniyetini ağzı kulaklarında ifade eden bu zat, Sovyet Dışişleri Bakanı ve Stalin’in sağ koluydu! Hitler SSCB’ye saldırana kadar Komintern için de SSCB için de baş düşman artık faşist Almanya değil, “savaş kundakçısı” olarak nitelenen ve emperyalistlikleri her türlü kötücül sıfatla birlikte vurgulanmaya başlanan İngiltere ve Fransa olmuştu. Ne var ki bütün dış politikasını kendi sınıfsal konumunu korumak üzerine bina eden Stalinist bürokrasi, İkinci Dünya Savaşını durduramadığı gibi, izlediği politikalar sayesinde büyümesine katkıda bulunduğu faşizm canavarıyla kendi topraklarında karşı karşıya gelecekti. Bu savaşta on milyonlarca Sovyet işçisi ve köylüsü katledilecekti. Koca Sovyetler Birliği Hitler’in sözüne güvenip faşizmle al takke ver külah bir ilişkiye girmeye kalkışırken, İngiltere ve Fransa gibi büyük emperyalist güçler başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin tamamının sözde demokrat burjuvazilerinin faşizmle işbirliklerini ve yaydıkları boş beklentileri eleştirmeye kalkmak nafile olur. Burjuvazi sınıf doğasının gereğini yapmış, devrim karşısında faşizmi tercih etmiş, bu nedenle bir süre faşist işgal altında iktidardan olmayı da sineye çekmiştir. Ne var ki, faşizme karşı mücadelede tam da bu burjuva güçlerle işbirliğine gitme aymazlığını gösteren sosyalist ve komünist partilerin işçi sınıfı karşısında savunabilecek hiçbir mazeretleri yoktur; izledikleri çizgi proleter devrime ihanet anlamına gelmektedir. Savaş döneminde Nazilerin işgali altındaki tüm ülkelerde faşizme karşı silahlı direniş hareketlerinin başını komünistler çekmişlerdir. Öyle ki, Fransa’da, Yunanistan’da, Belçika’da ve diğer pek çok ülkede, faşizmi ezip savaşın sonunu getirenler tam da bu direniş hareketleri (partizan orduları) olmuştur. Ne var ki, SSCB güdümlü KP’lerin direniş sırasında “halk kitlelerinin askeri eğitimini aktif olarak üstlenme” görevi verdikleri “yurtsever milislere”, aynı zamanda “cumhuriyetçi düzenin uyanık bekçileri olarak kalma” emri verilmiştir![4] Zafer kazanıldıktan sonra ise, müflis halk cephesi politikasının uzantısı olan “ulusal birlik hükümeti” politikasıyla komünist işçi ve emekçiler silahsızlandırılıp milisler dağıtılmış, iktidar altın tepsi içinde burjuvaziye teslim edilmiştir. Bu esnada, örneğin Fransa’da KP, “üretim için savaş” şiarıyla bir üretim seferberliği başlatmış ve patlak veren grevler bastırılmıştır. Bütün bu organize ihanetin baş senaristi ise, savaş sonrasında emperyalist güçlerle oturduğu masada al-ver pazarlığı yaparken devrimleri satmaktan ya da kendisine bağlı uydu devletler yaratmak üzere ezmekten zerrece çekinmeyen Stalinist bürokrasidir. Lenin döneminde, “hiçbir burjuva hükümete katılmamak” Komünist Partilerin tartışılmaz ilkesiyken, halk cepheleriyle açılan sınıf işbirlikçiliği yolu, savaş sonrasında “ulusal birlik” adı altındaki burjuva hükümetlere katılımla genişletilmiştir. Sonuçta, açılan otobandan en aşağılık sömürge politikalarına ortaklık[5] da geçmiştir, sınıf hareketinin bastırılması da… “Tekellere”, “emperyalizme”, “faşizme” vb. karşı burjuvazinin ilerici, yerli, milli, tekel dışı kesimleriyle ittifak politikası, resmi komünist harekete aşamalı devrim anlayışının en pespaye Menşevik yorumunun egemen olmasına da yol açmıştır. Öyle ki, burjuvazinin bu sıfatlarla anılan (fakat ancak kâğıt üzerinde bulunabilen) kesimleri devrimci proletaryanın müttefiki olarak lanse edilmiştir. Proleter devrimlerin burjuva sınırlara hapsedilerek boğulmasının temel yolu olarak proletaryanın burjuvaziye yedeklenmesi politikası işte böyle albenili kılıflarla pazarlanmıştır. Sözünü ettiğimiz dönemde, milyonlarca üyesi olan Komünist ve Sosyalist Partilerin izledikleri bu ihanet politikasının işçi sınıfı için çok yıkıcı sonuçları olmuştur. Fakat bu anlayışın felâketli sonuçlarının geçmişte kaldığı düşünülmemelidir. Aksine, son yıllarda başta Kuzey Afrika ve Latin Amerika olmak üzere pek çok ülkede ortaya çıkan devrimci durumlar bu şekilde boğulmuştur. Varlık sebebi kapitalizmi yıkarak işçi sınıfını iktidara taşımak olan Bolşevik önderliklerin eksikliği, 1930’larda, 40’larda ve sonrasında nasıl proleter devrimlerin ezilmesine ve faşizm gibi felâketle yüz yüze kalınmasına yol açtıysa, ne yazık ki bugün de milyarlarca işçi ve emekçinin, devrimci dinamizminden hiçbir şey yitirmemesine rağmen kapitalizm altında inim inim inlemesine yol açmaya devam etmektedir.
[1]   Troçki, İspanyol Devrimi, Yazın Yay., s.234
[2]   akt. Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.1, Belge Yay., 1990, s.278-79
[3]   III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), s.245-46
[4]   Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.s, Belge Yay., 1990, s.34
[5]   Fransa’da 1945’de Cezayir, 1946’da ise Vietnam halkına karşı yürütülen sömürge savaşları esnasında Komünist Parti iktidar ortağı olmanın ötesinde Savunma Bakanlığını da elinde bulunduruyordu!

23 Mart 2022
Cephe, İttifak, İşbirliği ...
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Proleter Devrim
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/7561?page=1