Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Marx'ın Kapital'ini Okumak > Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt

2 Eylül 2023

Kapital’in üçüncü cildi de tıpkı ikinci cilt gibi, Marx tarafından yayına hazırlanmamıştır. Marx’ın ölümüyle birlikte, ardında uzun yılların emeği olan devasa kapsamda değerlendirme ve çözümlemeler elyazması notlar halinde Engels’e miras kalmıştır. Engels işte bu notlardan hareketle ve Marx’ın notlarına fazlaca dokunmadan Kapital’in ikinci ve üçüncü cildini yayına hazırlamıştır. Engels’in üçüncü cilde önsözünde de belirttiği gibi, Marx tarafından yayınlanmak üzere gözden geçirilemeyen elyazmaları, ortalama bir okuyucu için zorluk yaratacak matematiksel açıklamalar ve formüllerle yüklüdür. O nedenle bu tür yerlerde özü bozmadan elden geldiğince sadeleştirmeler, kısaltmalar, özetlemeler yapılarak ilerlenecektir. Çünkü belirtmek gerekir ki, bu çalışmanın amacı ortalama okuyucunun da Kapital’in özünü kavrayabilmesini sağlamaktır. Bunun dışında, Kapitalleri tüm karmaşık açıklamaları ve matematiksel çözümlemeleri de içerecek kapsamda doğrudan Kapital ciltlerinden inceleyecek kişiler zaten kendi bağımsız okumalarını yapacaklardır. Bu açıdan, Kapital üçüncü cilt okuması boyunca, bu çalışmanın amacına hizmet etmesi için zorunlu olarak yapılan sadeleştirmelerin genelde bir kayba yol açmayacağı dileğiyle.

Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /1

kapital_c-3-on.png

Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci

Kapital 3. Cilt okumasına giriş:

Kapital’in üçüncü cildi de tıpkı ikinci cilt gibi, Marx tarafından yayına hazırlanmamıştır. Marx’ın ölümüyle birlikte, ardında uzun yılların emeği olan devasa kapsamda değerlendirme ve çözümlemeler elyazması notlar halinde Engels’e miras kalmıştır. Engels işte bu notlardan hareketle ve Marx’ın notlarına fazlaca dokunmadan Kapital’in ikinci ve üçüncü cildini yayına hazırlamıştır. Engels’in üçüncü cilde önsözünde de belirttiği gibi, Marx tarafından yayınlanmak üzere gözden geçirilemeyen elyazmaları, ortalama bir okuyucu için zorluk yaratacak matematiksel açıklamalar ve formüllerle yüklüdür. O nedenle bu tür yerlerde özü bozmadan elden geldiğince sadeleştirmeler, kısaltmalar, özetlemeler yapılarak ilerlenecektir. Çünkü belirtmek gerekir ki, bu çalışmanın amacı ortalama okuyucunun da Kapital’in özünü kavrayabilmesini sağlamaktır. Bunun dışında, Kapitalleri tüm karmaşık açıklamaları ve matematiksel çözümlemeleri de içerecek kapsamda doğrudan Kapital ciltlerinden inceleyecek kişiler zaten kendi bağımsız okumalarını yapacaklardır. Bu açıdan, Kapital üçüncü cilt okuması boyunca, bu çalışmanın amacına hizmet etmesi için zorunlu olarak yapılan sadeleştirmelerin genelde bir kayba yol açmayacağı dileğiyle.

Engels’in 4 Ekim 1894 tarihli önsözünden

Fedakâr, azimli ve yüce yürekli Engels, Marx’ın ölümüyle yayınlanması yarım kalan Kapital ciltlerini gelecek kuşaklara eksiksiz aktarabilmek amacıyla devasa bir çalışma yürütmüştür. Bu çalışmanın neticesinde üçüncü cildi de bitirdiğinde, buna yazdığı önsöze şöyle başlar: “Marx’ın ana eserinin teorik kısmının sonuç bölümünü oluşturan bu Üçüncü Kitabı sonunda ortaya çıkarabildim. 1885’te İkinci Kitabı yayınlarken, Üçüncüsünde, kuşkusuz bazı çok önemli bölümler dışında, sadece teknik güçlüklerle karşılaşacağımı düşünüyordum. Gerçekten de öyle oldu; ama o dönemde, bütün eserin işte bu en önemli bölümlerinde karşıma çıkacak olan güçlükler hakkında hiçbir fikrim olmadığı gibi, kitabın tamamlanmasını bu kadar geciktirecek olan diğer engellerden de habersizdim.” Engels’in önsözünün takip eden satırları da, onun ilerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına karşın, giriştiği işi bitirme azmini ve komünist görev aşkını gözler önüne serer. Önsözden çarpıcı bölümleri seçerek okuyalım: “Birincisi ve beni en çok rahatsız etmiş olan şey, yazı yazabildiğim zamanı yıllar boyu en aza indiren ve bugün bile yapay ışıkta kalemi elime almama ancak istisnai olarak izin veren kalıcı bir görme zayıflığı oldu. Buna, geri çevrilmeleri mümkün olmayan başka işler eklendi: Marx’ın ve benim daha önceki eserlerimizin yeni baskıları ve çevirileri, dolayısıyla da çoğu zaman yeni incelemeleri zorunlu kılan gözden geçirmeler, önsözler, tamamlayıcı ekler vb. Hepsinden önce de, metninden nihai olarak benim sorumlu olduğum ve bunun için de çok zamanımı alan, Birinci Kitabın İngilizce baskısı. Uluslararası sosyalist literatürün son on yıldaki muazzam büyümesini ve özellikle de Marx’ın ve benim daha önceki eserlerimizin çevirilerinin sayısını bir ölçüde izlemiş olan herkes, çevirmenlere yararlı olabileceğim ve bu yüzden de çalışmalarını gözden geçirmeyi reddetmeme sorumluluğunu taşıyacağım dillerin sayısının çok sınırlı oluşunu kendim için bir şans olarak görmeme hak verecektir. Ama literatürün büyümesi, uluslararası işçi hareketinin kendisindeki buna karşılık gelen büyümenin bir belirtisinden başka bir şey değildi. Ve bu, bana yeni sorumluluklar yüklemişti. Herkesçe bilinen faaliyetlerimizin ilk günlerinden itibaren, farklı ülkelerdeki sosyalistlerin ve işçilerin ulusal hareketleri arasındaki aracılık işinin önemlice bir kısmı Marx’a ve bana düşmüştü; bu iş, hareketin bütününün güçlenmesiyle orantılı olarak büyümüştü. Ama ölümüne kadar burada da asıl yükü Marx’ın omuzlamış olmasına karşın, o andan sonra, hacmi durmadan artan bu iş tek başıma bana kaldı. Bu arada tek tek ulusal işçi partilerinin kendi aralarında doğrudan ilişki kurmaları kural haline geldi ve bu eğilim, sevinç duyulacak bir şekilde, günden güne güçleniyor; fakat buna rağmen, teorik çalışmalarımı gözeterek tercih edeceğimden çok daha büyük bir sıklıkla yardımım isteniyor. Ama kim ki benim gibi bu hareketin içinde elli yıldan uzun bir süre boyunca etkin olmuştur, bundan doğan işler, onun için reddedilemeyecek, hemen yerine getirilmesi gereken görevlerdir. On altıncı yüzyılda olduğu gibi içinde bulunduğumuz hareketli dönemde de, kamusal çıkarlar alanında, salt teorisyenler artık yalnızca gericiliğin tarafında yer alıyor ve tam da bu nedenle, bu beyler, gerçek teorisyenler bile değil, bu gericiliğin bayağı özürcüleridir.” “İnsan yetmişini geride bırakınca, beyindeki Meynert çağrışım liflerinin işleyişinde rahatsızlık verici bir ağırlaşma oluyor; zorlu teorik çalışmalar sırasındaki kesintileri aşmak eskisi kadar kolay ve çabuk olmuyor. Bundan dolayı, bir kış başlayıp da o kış bitiremediğim işi ertesi kış büyük ölçüde yeni baştan ele almak zorunda kalabildim; özellikle de, en zorlu kısım olan Beşinci Kısım için böyle oldu. “Okuyucunun aşağıdaki açıklamalardan anlayacağı üzere, redaksiyon işi, İkinci Kitabınkine göre temelden farklıydı. Üçüncü Kitap için elde sadece son derece eksikli bir ilk taslak vardı. Genelde, her bir bölümün başı hayli düzgün şekilde kaleme alınmış ve hatta çoğu örnekte üslup bakımından da elden geçirilmişti. Ama ilerledikçe, eldeki çalışma giderek daha fazla taslak niteliğini alıyor ve boşluklu hale geliyor, araştırmanın akışı içinde ortaya çıkan yan noktalar hakkındaki parantezlerin sayısı artıyor, bunların uygun yerlerinin belirlenmesi işi sonraya bırakılıyor, doğuş aşamasında yazıya dökülmüş olan düşünceleri ifade eden parçalar uzuyor ve karmaşıklaşıyordu. Pek çok yerde, el yazısı ve sunum, aşırı çalışmaktan kaynaklanan ve yazarın kendi başına çalışmasını başlangıçta giderek zorlaştıran ve sonunda bir süreliğine tümüyle olanaksız kılan hastalıklardan birinin ortaya çıkışını ve bunun adım adım ilerleyişini fazlasıyla belirgin şekilde açığa vuruyor. Ve bunda şaşılacak bir taraf yok. Marx, 1863 ve 1867 yılları arasında, Kapital’in son iki kitabının taslaklarını ve Birinci Kitabın baskıya hazır elyazmasını ortaya çıkarmakla kalmamış, ama aynı zamanda, Uluslararası İşçi Birliği’nin kurulması ve yayılması ile bağlantılı muazzam işlerin de üstesinden gelmişti. Ne var ki, aynı nedenle, II. ve III. Kitaplara son şekillerini Marx’ın kendisinin vermesini engelleyen sağlık sorunlarının ciddi belirtileri, kendilerini daha 1864 ve 1865 yıllarında göstermişti.” “Deşifre edilmesi çoğu yerde benim için bile güç olan özgün elyazmasının okunabilir bir kopyasını yazdırarak işe başladım; bu bile hayli zaman aldı. Asıl redaksiyon ancak bundan sonra başlayabildi. Bunları en zorunlu olanlarıyla sınırlı tuttum, yeterli açıklığın bulunduğu her yerde birinci taslağın karakterini mümkün olduğunca korudum ve Marx’ta sıkça görüldüğü üzere, konuyu her seferinde başka bir yanıyla ele aldıkları ya da başka bir ifade tarzıyla yeniden aktardıkları yerlerde, tek tek bazı tekrarların üzerini de çizmedim. … Bir ilk taslak için son derece anlaşılır olduğu üzere, elyazmasında, daha sonra ele alınacak olan noktalarla ilgili pek çok not bulunuyor ve verilen bu sözlerin bazıları tutulmuyordu. Yazarın ileride üzerinde durmak istediği noktalar hakkındaki niyetlerini ortaya koyduklarından, bunları oldukları gibi bıraktım.” “En büyük güçlükle, kitabın bütünü bakımından da en karışık konunun ele alınmakta olduğu Beşinci Kısımda karşılaştım. Ve Marx, tam bu kısım üzerinde çalışırken, daha önce sözü edilen ağır hastalık nöbetlerinden birine tutulmuştu. Dolayısıyla, burada, elimizde tamamlanmış bir taslak değil, kenar çizgilerinin içi doldurulacak olan bir şema bile değil, yalnızca, pek çok örnekte düzenlenmemiş bir notlar, yorumlar ve özet biçimindeki malzemeler yığınından oluşan başlangıç çalışmaları bulunuyordu. İlk önce, birinci kısımda bir ölçüde başarabildiğim gibi, boşlukları doldurma ve sadece değinilip bırakılmış noktaları genişletme yoluyla bu kısmı tamamlamaya ve böylece yazarın vermeyi tasarladığı her şeyi hiç değilse yaklaşık olarak kapsayacak bir hale gelmesini sağlamaya çalıştım. Bunu en az üç kere denedim, fakat her defasında başarısızlığa uğradım ve gecikmenin başlıca sebeplerinden biri burada kaybettiğim zaman oldu. En sonunda bu yoldan gidilemeyeceğini anladım. Bu alandaki muazzam bir hacme ulaşmış bulunan bütün literatürü incelemem gerekirdi ve sonuçta ortaya çıkaracağım şey de, Marx’ın kitabı olmazdı. Bu sorunu bir anlamda geçiştirmekten, elde bulunanları mümkün olduğunca düzene sokmakla yetinmekten ve sadece en gerekli eklemeleri yapmaktan başka bir çıkar yolum yoktu. Ve böylece bu kısımla ilgili asıl çalışmalar 1893 ilkbaharında bitti.” “Marx, yetmişli yıllarda, toprak rantı hakkındaki bu kısım için tamamıyla yeni özel çalışmalar yapmıştı. Rusya’daki 1861 «reform»undan sonra toprak mülkiyeti hakkında ister istemez tutulan ve Rus dostları tarafından en arzu edilir tamlıkla kendisine iletilen istatistiksel kayıtları ve diğer yayınları yıllarca kendi özgün dillerinde incelemiş ve bunlardan özetler çıkarmıştı ve bu kısmı yeniden yazarken bunlardan yararlanmayı tasarlıyordu. Rusya’da hem toprak mülkiyeti hem de tarım üreticileri üzerindeki sömürü çok farklı biçimlere sahip olduğundan, Rusya, toprak rantı hakkındaki kısımda, İngiltere’nin 1. Kitapta sınaî ücretli emekle ilgili olarak üstlenmiş olduğu rolü oynayacaktı. Ne yazık ki bu planını gerçekleştirme fırsatını bulamadı.” “Son olarak, Yedinci Kısım, bir bütün olarak, ama yalnızca, basılabilmesi için öncelikle baştan sona birbirlerine karışmış olan uzun ve karmaşık cümlelerin parçalanmasını gerektiren bir ilk taslak şeklinde elde bulunuyordu. Son bölümün sadece başlangıç kısmı var. Burada, gelişmiş kapitalist toplumun, üç büyük gelir biçimine, yani toprak rantı, kâr ve işçi ücretlerine karşılık gelen üç büyük sınıfı, yani toprak sahipleri, kapitalistler ve ücretli emekçiler ile onların varlığının zorunlu kıldığı sınıf mücadelesi, kapitalist dönemin gerçekten de ortaya çıkmış bulunan sonucu olarak sunulacaktı. Marx, bu tür sonuç özetlerini son redaksiyon aşamasına, basımın hemen öncesine bırakırdı ve böylece, en yeni tarihsel gelişmeler, hiç şaşmayan bir düzenlilikle, teorik üretiminin en istenir güncellikteki kanıtlarını sağlardı.” * * * Engels ölümünden yalnızca bir yıl önce kaleme aldığı bu önsözde, Marx’ın Kapital çalışmalarını gelecek kuşaklara taşıyabilme konusundaki takdire şayan çalışma azmini gözlerimizin önüne serer. Amacı, Kapital’in dördüncü cildi olarak basılacak olan “Artı-Değer Teorisinin Tarihi” çalışmasını da tamamlamaktır. Önsözde, “herhangi bir şekilde fırsat bulur bulmaz, dördüncü kitap üzerinde çalışmaya başlayacağım” diyerek bu amacını dile getirir. Ne yazık ki Engels bir yıl sonra yaşama veda etmiş ve “Artı-Değer Teorileri” ancak 1910 yılında Kautsky’nin hazırladığı eksik ve yetersiz bir baskıyla gün ışığına çıkabilmiştir. Kapital’in dördüncü cildi olarak tasarlanan bu eserin aslına uygun ilk baskısı Sovyetler Birliği’nde Marksizm-Leninizm Enstitüsü tarafından Rusça olarak yayınlanmış ve ilerleyen yıllarda çeşitli dillere çevrilerek basılmıştır. Türkçeye ilk kez 1998 yılında Sol Yayınları tarafından kazandırılan “Artı-Değer Teorileri” adlı bu dördüncü cildin, konuyla akademik düzeyde ve derinlemesine ilgilenen okurların ele alacağı düzeyde karmaşık olduğunu burada belirteyim. Bu nedenle, Kapital üçüncü cilt okumasını sona erdirdiğimizde üç ciltlik bu bütünsel çalışmayı da bitirmiş olacağım.

BİRİNCİ KESİM

BİRİNCİ KISIM: ARTI-DEĞERİN KÂRA ve ARTI-DEĞER ORANININ KÂR ORANINA DÖNÜŞMESİ

 Bölüm 1: Maliyet Fiyatı ve Kâr

Marx’ın belirttiği üzere, Kapital çalışmasının birinci cildinde, kendi başına kapitalist üretim sürecini dolaysız üretim süreci olarak gösteren görüngüler incelenmiş ve bu sürecin dışındaki koşulların tüm ikincil etkileri göz ardı edilmiştir. “Ne var ki sermayenin yaşam öyküsü bu dolaysız üretim sürecinden ibaret değildir. Üretim süreci gerçek dünyada dolaşım süreci ile tamamlanır.” İşte ikinci süreci oluşturan dolaşım süreci ise, ikinci ciltteki incelemelerin konusunu oluşturmuştur. Bu ikinci ciltte, kapitalist üretim süreci bir bütün olarak alındığında, onun üretim süreci ile dolaşım sürecinin birliği olduğu görülmüştür. Marx, bu birlik hakkında genel düşüncelerle yetinilemeyeceğini vurgular. “Aksine, sermayenin bir bütün olarak ele alınan hareket sürecinden doğan somut biçimlerin ortaya çıkarılması ve gösterilmesi gerekir. Sermayeler, gerçek hareketleri sırasında birbirlerinin karşısına öyle somut biçimlerle çıkar ki, bu biçimler için, sermayenin dolaysız üretim sürecindeki şekli ile dolaşım sürecindeki şekli yalnızca özel uğraklar olarak görünür. Dolayısıyla, sermayenin bu kitapta açıkladığımız şekilleri, adım adım, toplumun yüzeyinde, farklı sermayelerin birbirlerine yönelik eylemlerinde, yani rekabette ve üretimi yürütenlerin kendilerinin alışılagelmiş bilinçlerinde aldıkları biçime yaklaşır.” Hatırlayalım, kapitalist biçimde üretilen her metanın değeri, değişmeyen sermaye, değişen sermaye ve artı-değerin toplamından oluşur. Formülle gösterecek olursak, M = c + v + m şeklinde ifade ederiz. Şayet ürünün bu toplam değerinden artı-değeri (m) çıkartırsak, elimizde yalnızca üretim öğelerine harcanan değişmeyen ve değişen sermaye toplamından ibaret (c + v) bir meta değeri kalır. İşte, metanın üretimi için kullanılan üretim araçlarına ve emek gücüne ödenenin karşılığı olan bu değer parçası, metanın kapitaliste maliyetidir; bu nedenle de onun açısından metanın maliyet fiyatını oluşturur. O halde, metanın kapitaliste maliyeti ile metanın gerçek üretim maliyeti kuşkusuz çok farklı iki büyüklüktür. Ayrıca, maliyet fiyatı kategorisinin meta değerinin oluşumuyla ya da sermayenin değerlenme süreciyle hiçbir ilişkisi yoktur. Buna karşın, burjuva iktisadı maliyet fiyatını değer üretiminin bir kategorisi olarak gösterir. Marx, buradaki incelemenin işte bu yanlış görüntüyü gözler önüne sereceğini belirtir. Meta değerinin artı-değerden oluşan parçasının kapitalist için hiçbir maliyeti yoktur. İşçi için ise, bu parçanın anlamı karşılığı ödenmemiş emektir. Ama işçi kapitalist üretim sürecine girdiğinde, faal durumdaki ve kapitaliste ait olan üretken sermayenin bir bileşenini oluşturur. Meta üretim sürecinin sahibi kapitalist olduğundan, metanın kapitaliste maliyeti işçiye de gerçek maliyet olarak görünür. Oysa metanın gerçek maliyeti, “c + v” toplamından oluşan maliyet fiyatına “m” kadar artı-değerin eklenmesiyle bulunur. “Bu nedenle, metanın, sadece onun üretiminde harcanmış olan sermaye değerini yerine koyan farklı değer parçalarının maliyet fiyatı kategorisinin altında bir araya getirilmesi, bir yandan, kapitalist üretimin özgül karakterini ifade eder.” Metanın kapitaliste maliyeti sermaye harcamasıyla, gerçek maliyeti ise emek harcamasıyla ölçülür. Bu nedenle metanın kapitalist maliyet fiyatı nicel olarak onun gerçek değerinden ya da gerçek maliyet fiyatından küçüktür. Metanın gerçek değerine M ve maliyet fiyatına k dersek, M = k + m ve k = M - m olur. Buradan da metanın maliyet fiyatının, gerçek maliyetten artı-değer kadar küçük olduğu ortaya çıkar. “Öte yandan, metanın maliyet fiyatı hiçbir şekilde sadece kapitalist muhasebede var olan bir kategoriden ibaret değildir. Bu değer parçasının bağımsızlaşması, metanın gerçek üretiminde kendisini sürekli olarak pratikte geçerli kılar, çünkü dolaşım süreci aracılığıyla durmadan kendi meta biçiminden üretken sermaye biçimine yeniden dönüştürülmek, yani kendi üretiminde tüketilen üretim öğelerini hep yeniden satın almak zorundadır.” Metanın değerinin oluşumu tümüyle farklı olan iki öğeyi kapsar. Değişmeyen sermayeden gelen değer parçası, yalnızca, daha önce yatırılmış sermayeden harcanan kısmı yerine koyan bir bileşendir. Oysa diğer bileşeni oluşturan değişen sermayenin ödendiği emek gücü, üretim sürecinde yeni değer oluşturucusu olarak iş görür. Daha önce sermaye yatırımı içinde görünen emek gücü değerinin yerini, fiili üretim sürecinde canlı ve yeni değer oluşturan emek gücünün kendisi alır. Metanın iki ayrı değer bileşeni arasındaki fark şudur: değişmeyen sermaye parçasının üretilen metadaki değeri aynı kalırken, değişen sermaye parçasının değer büyüklüğünde bir değişim gerçekleşir. “Yatırılan değişen sermayenin yeni ürüne eklediği kendi değeri değildir. Aksine, üründe, onun değerinin yerini, emeğin yarattığı yeni bir değer alır.” Metanın maliyet fiyatını oluşturan bileşenlerden değişen sermaye değerinin üzerinde kalan bu ek, emek gücünün yarattığı artı-değerdir. Emek gücü sömürüsünü gözlerden gizleyen faktör, işçiye ödenen ücretin onun harcadığı tüm emeğin (az ya da çok) karşılığı olduğu yanılsamasıdır. “Kapitalist üretim tarzı, köleciliğe dayalı üretim tarzından, başka şeylerin yanı sıra, emek gücünün değerinin ya da fiyatının kendisini emeğin değeri ya da fiyatı olarak veya işçi ücretleri olarak ortaya koymasıyla ayrılır.” Bu nedenle, sermaye yatırımının değişen değer parçası, işçi ücretlerine harcanan sermaye olarak, üretimde harcanan tüm emeğin değerini ya da fiyatını ödeyen bir sermaye değeri olarak görünür. Marx bir örnekten hareket ederek, üretilen meta için yapılan sermaye yatırımı ile üretimden çıkan metanın gerçek değerini karşılaştırır. Diyelim 500 sterlinlik sermaye yatırımı, 400 sterlinlik değişmeyen sermaye (üretim araçlarının fiyatı) ve emek gücü için harcanan 100 sterlinlik değişen sermayeden oluşsun. Üretim sonucunda ise 600 sterlinlik bir meta değeri yaratılmıştır. Fakat bu metanın kapitaliste maliyeti 500 sterlindir. Aradaki 100 sterlinlik fark artı-değerdir. Metanın üretimi için harcanan değişmeyen ve değişen sermaye tutarı olan 500 sterlinlik değer, üretilen ve gerçek değeri 600 sterlin olan metanın maliyet fiyatı içinde aynen yeniden ortaya çıkar. Marx, buraya kadar meta değerinin sadece bir öğesini, maliyet fiyatını gözden geçirdiğimizi belirtir. Şimdi de, meta değerinin diğer parçasını, yani maliyet fiyatının üstündeki fazlayı (artı-değeri) ele almamız gerekir. Artı-değer, metanın gerçek değeriyle metanın maliyet fiyatı arasındaki farktır. Aradaki farktan kaynaklanan değer fazlası, metanın üretiminde harcanmış olan ve onun dolaşımından geri dönen sermayenin değerindeki bir artıştır. Marx, daha önce gördüğümüz bir hususu hatırlatır. Artı-değer (m), yalnızca değişen sermayedeki (v) bir değer değişiminden kaynaklanır ve dolayısıyla başlangıçta değişen sermayedeki bir artıştan ibaret görünür. Ama sermaye birikimi açısından, sona eren üretim sürecinin ardından, harcanan toplam sermayedeki (c + v) bir değer artışını oluşturur. Bunu formülle ifade edecek olursak, c + (v + m) formülü, (c + v) + m şeklinde de gösterilebilir. Örneğimizde, üretim tamamlandıktan sonra, kapitalist 500 sterlinlik sermaye ile 100 sterlinlik bir değer artışına sahip olur. “Şimdi kapitalist için açıklık kazanmıştır ki, bu değer artışı, sermaye ile girişilen üretken süreçlerden, yani sermayenin kendisinden kaynaklanmaktadır; ne de olsa, üretim sürecinden önce ortada yoktu ve üretim sürecinden sonra ortaya çıkmıştır.” Üretimde harcanan sermaye açısından, artı-değer, bu sermayenin üretim araçlarından ve emekten oluşan farklı değer öğelerinden aynı şekilde kaynaklanıyor gibi görünür. Çünkü bu öğeler maliyet fiyatının oluşumuna aynı şekilde katılır ve yatırılan değerlerini ürün değerine aynı şekilde eklerler. Ne var ki, üretim araçları ve emek gücü için harcanan sermayenin değerinin, ürünün değer bileşeni olarak yeniden ortaya çıkmasını sağlayan bu maliyet fiyatının oluşumu, artı-değer bileşeninin nasıl ortaya çıktığını açıklamaz. Metanın maliyet fiyatının oluşumu, herhangi bir artı-değeri değil, yalnızca harcanmış olan sermayenin bir eş değerini, bir ikame değerini açıklar. Buradan hareket edildiğinde açıklığa kavuşturulmayan artı-değer, yani yatırılan sermaye-değerin üzerinde elde edilen fazlalık, toplam sermayenin ürünü olarak görünür. “Demek ki, şu anda karşımızda bulunan biçimiyle kâr, artık değerle aynı şeydir; tek farkı, gizemlileştirilmiş bir biçimde bulunmasıdır; ama bu biçim de, kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz bir ürünüdür.” Kapitalist mantık açısından, maliyet fiyatının oluşumunda değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasında herhangi bir fark görülmez, çünkü her ikisi de değerini aynen ürüne aktarır. Bu nedenle, üretim süreci sırasında gerçekleşen değer değişiminin sırrı değişen sermayede değil de toplam sermayedeymiş gibi algılanır. Ayrıca, metanın maliyet fiyatı onun gerçek değerinden küçük olduğu halde, meta değeri = maliyet fiyatı formülüne ulaşılır. Oysa meta kendi değerine satılsa bile, meta değerinin maliyet fiyatının üzerindeki fazlasına eşit olan, yani meta değerinin içinde saklı bulunan tüm artı-değere eşit olan bir kâr gerçekleştirilir. Bu kadar da değil. Kapitalist, üretilen metayı gerçek değerinden azına satsa bile, satış fiyatı maliyet fiyatının üzerinde kaldığı sürece onu kârla satabilir. Netice olarak, metanın satış fiyatı maliyet fiyatının üzerinde durduğu sürece, metanın içerdiği artı-değerin bir bölümü hep gerçekleştirilecek, yani kapitalist hep bir kâr elde edilecektir. “Metanın değeri ile maliyet fiyatı arasında belirsiz ama çok sayıda olası satış fiyatının bulunduğu açıktır. Meta değerinin artı-değerden oluşan öğesi ne kadar büyük olursa, söz konusu ara fiyatların pratikteki hareket alanı da o kadar büyük olur.” Marx, bu söylenenlerin, belirli ucuza satma örneklerini, belirli sanayi dallarında meta fiyatlarının anormal derecede düşüklüğü gibi gündelik rekabet görüngülerini açıkladığını belirtir. Asıl önemli olan, bu noktada kapitalist rekabetin ekonomi politik tarafından bugüne dek kavranamamış olan temel yasasının ortaya çıkmasıdır. Daha sonra görüleceği üzere, genel kâr oranını ve onun tarafından belirlenen “üretim fiyatları”nı düzenleyen yasa, metanın gerçek değeri ile maliyet fiyatı arasındaki bu farka ve bu farktan kaynaklanan “metayı gerçek değerinin altında kârla satma” olanağına dayanır. Fiiliyatta bir metanın satış fiyatının alt sınırını belirleyen faktör onun maliyet fiyatıdır. Meta maliyet fiyatının altında satılırsa, üretken sermayenin üretim sürecinde harcanmış olan bileşenleri eksiksiz olarak yerlerine koyulamaz. Şayet bu süreç böyle devam edecek olursa, yatırılmış sermaye değeri yok olur. “Bu bakış açısı bile, kapitalistin maliyet fiyatını metanın gerçek iç değeri sayma eğilimini göstermesine yeter, çünkü maliyet fiyatı, sermayesini sadece koruması için gerekli olan fiyattır.” Bir diğer deyişle, metanın maliyet fiyatı, kapitalist tarafından onun üretimi için ödenmiş olan satın alma fiyatıdır. Bu nedenle, metanın satışıyla gerçekleştirilen artı-değer, kapitaliste, metanın satış fiyatının meta değeri üzerindeki fazlası olarak görünür. Bu noktalardan hareketle anlaşılacaktır ki, kapitalist mantık kârın oluşumunu metada saklı bulunan artı-değerin, kendisini metanın satışıyla gerçekleştirmesi olarak görmez, satışın kendisinden kaynaklandığını iddia eder. Marx, bu yanılsamayı birinci ciltte yakından incelemiş olduğumuzu hatırlatır. Marx, işaret edilen gerçeklere rağmen burjuva iktisatçıların söz konusu yanılsamalara sarılmaktan ve onları yaymaya çalışmaktan asla geri durmadıklarına işaret eder. Ayrıca, belirttiği üzere, kapitalist üretimin hüküm sürdüğü bir toplumsal durumun sınırları içinde, kapitalist olmayan üretici de kapitalist düşüncelerin egemenliği altındadır. Marx bu konuda Balzac’ın Köylüler romanından örnek verir: “Gerçek ilişkiler hakkındaki derin kavrayışıyla genel olarak dikkat çeken Balzac, son romanı Les Paysans’da, küçük köylünün, tefecisinin iyi niyetini koruma amacıyla nasıl onun için her tür işi karşılıksız olarak yaptığını ve bunları yaparken, kendi çalışması ona herhangi bir nakit harcamaya mal olmadığından, tefeciye hiçbir şey vermediğini düşündüğünü başarılı bir şekilde ortaya koyar. Tefeci ise, böylece, bir taşla iki kuş vurmuş olur. Nakit ücret harcamalarından kurtulur ve kendi tarlasında çalışamaz duruma gelmenin yıkıma sürüklediği köylüyü tefeciliğin ağına giderek daha fazla düşürür.” Marx, söz konusu yanılsamalar ya da çarpıtmalar bağlamında Proudhon’un yaklaşımına da işaret eder. Proudhon’un yaklaşımı, metanın maliyet fiyatının onun gerçek değerini oluşturduğu, artı-değer denen şeyin metanın değerinden fazlasına satılmasından kaynaklandığı, dolayısıyla da metaların satış fiyatları maliyet fiyatlarına eşit olduğunda değerlerine satılmış olacakları şeklindeki düşüncesizce bir kavrayıştır. Bu, Proudhon tarafından alışılagelmiş ve bilimsellik taslayan bir şarlatanlıkla, sosyalizmin yeni keşfedilmiş sırrı ilan edilmiştir. Marx bu tür saçma ve yanlış yaklaşımları eleştirirken önemli hususlara dikkat çeker. “Tüm metaların maliyet fiyatlarına satılmaları durumunda elde edilecek olan sonucun, gerçekte, tümünün maliyet fiyatlarından fazlasına ama değerlerine satılmaları durumunda elde edilecek olan sonuçla aynı olacağını varsaymak tümüyle yanlış olurdu” der. Çünkü emek gücünün değeri, işgününün uzunluğu ve emeğin sömürülme derecesi her yerde aynı kabul edilse bile, farklı meta türlerinin içerdiği artı-değer miktarları, onların üretimleri için yatırılan sermayelerin farklı organik bileşimlerine bağlı olarak eşit olmayacak, sonucu toplam sermaye içindeki değişen sermaye büyüklüğü belirleyecektir. (devam edecek)

2 Eylül 2023
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /2

kapital_c-3-on.png

Bölüm 2: Kâr Oranı

Hatırlanacağı gibi, sermayenin genel formülü P-M-P' şeklindedir; yani para ile üretim araçları ve emek gücü satın alınarak meta üretilir ve dolaşıma sokulur, bu metanın pazarda satılıp artı-değerin gerçekleştirilmesi sayesinde dolaşımdan daha büyük değerde para çekilmiş olur. “Bu daha büyük değer tutarını yaratan süreç, kapitalist üretimdir; onu gerçekleştiren süreç, sermaye dolaşımıdır.” Kapitalist, metayı onun kullanım değeri için ya da kendi kişisel tüketimi için üretmez. Kapitalistin gerçekten önemsediği ürün, elle tutulur ürünün kendisi değil, onun üretiminde tüketilmiş olan sermayenin değerinin üzerindeki değer fazlasıdır. Kapitalist, artı-değer üretiminde rol oynayan değişen sermaye ile bunda rol oynamayan değişmeyen sermaye arasındaki farka bakmaksızın toplam sermaye yatırımı yapar. Bununla kapitalistin amaçladığı, yalnızca yatırılan sermayeyi yeniden üretmek değil, aynı zamanda onun üzerindeki bir değer fazlasını üretmektir. Yatırdığı değişen sermaye değerini daha yüksek bir değere dönüştürmesinin tek yolu ise, onu canlı emekle mübadele etmesi yani canlı emeği sömürmesidir. Ama canlı emeği sömürmesini mümkün kılan tek şey, söz konusu emeğin gerçekleştirilmesinin koşulları olan emek araçları ve emek nesneleri, makineler ve hammaddeler için gereken sermayeyi de yatırmasıdır. “Yani kendi mülkiyeti altında bulunan bir değer tutarını üretim koşulları biçimine dönüştürmesidir.” Zira “kapitalist olmasının, emek sömürüsü sürecini yürütebilmesinin tek nedeni de, yalnızca emek gücünün sahibi olarak işçinin karşısına, çalışmanın koşullarının sahibi şeklinde çıkmasıdır.” Marx bu noktada, söz konusu üretim araçlarına çalışmayanların sahip olmasının, çalışanları ücretli emekçilere ve çalışmayanları kapitalistlere dönüştürdüğünü birinci ciltte görmüş olduğumuzu hatırlatır. Kapitalisti, yatırılan sermayenin değeri üzerinde bir artışın sağlanması için değişen ve değişmeyen sermaye bileşenlerini içeren bir toplam sermayenin yatırılması ilgilendirir. İşin özünde sermayenin yalnızca değişen parçası artı-değer yaratıyor olsa bile, bunun yaratılmasının koşulu, diğer parçaları içeren değişmeyen sermayenin de yatırılmasıdır. Kapitalist, canlı emeği ancak değişmeyen sermaye yatırarak sömürebilir. Değişmeyen sermayesini ise ancak değişen sermaye yatırarak büyütebilir. O nedenle kapitalistin gözünde bunların hepsi aynı kapıya çıkar. Marx buradan hareketle, kapitalist mantık açısından kazancın gerçek derecesinin, bu kazancın değişen sermayeye oranı tarafından değil, toplam sermayeye oranı tarafından belirlendiğini gözler önüne serer. Marx böylece, artı-değerin değişen sermayeye bölünmesiyle elde edilen artı-değer oranıyla, artı-değerin dönüşmüş biçimi olan kârın toplam sermayeye bölünmesiyle bulunan kâr oranı arasındaki farklılık ve bağıntıya dikkat çekmiş olmaktadır. Ürünün maliyeti, kapitalist tarafından bedelleri ödenmiş ya da kapitalist tarafından üretime eşdeğeri sokulmuş olan tüm değer bileşenlerini içerir. Sermayenin sadece kendisini koruyabilmesi ya da başlangıçtaki büyüklüğüyle yeniden üretilebilmesi için bu maliyetlerin yerine konulması gerekir. Bir metanın içerdiği değer onun üretimi için baştan sona harcanan toplam emek zamana eşittir ve bu emek miktarı, karşılığı ödenmiş emek ile karşılığı ödenmemiş emekten oluşur. Fakat kapitalist için metanın maliyeti, metada maddeleşen emeğin yalnızca karşılığı ödenmiş kısmından ibarettir. Oysa metanın içerdiği artı-emek, işçi açısından tıpkı karşılığı ödenmiş emek gibi bir emeğe mal olmuştur. Tıpkı karşılığı ödenmiş emek gibi değer yaratmıştır ama bu kısım kapitaliste bedavaya gelir. Dolayısıyla, esas olarak kapitalistin kârı, elinde satabileceği fakat karşılığında ödeme yapmadığı bir şeyin bulunmasından kaynaklanır. Artı-değer ya da kâr, meta değerinin maliyet fiyatı üzerindeki fazlasından, yani metanın içerdiği toplam emek tutarının metanın içerdiği karşılığı ödenmiş emek tutarının üzerindeki fazlasından oluşur. Neticede artı-değer, yatırılmış olan toplam sermayenin üzerindeki bir fazladır. Dolayısıyla, toplam sermayeye “C”, artı-değere “m” dersek, “m/C” kesri ile kâr oranını bulmuş oluruz. Şayet toplam sermayeyi “c” kadar sabit sermaye ve “v” kadar değişen sermaye bileşenleriyle ifade etmiş olsak, kâr oranı “m/(c+v)” şeklinde de gösterilebilir. Oysa artı-değer oranı, “m” kadar artı-değerin “v” kadar değişen sermayeye oranlanmasıyla (m/v) elde edilir. Tekrarlayarak vurgulayacak olursak, değişen sermayeye göre ölçülen artı-değer oranına artı-değer oranı; toplam sermayeye göre ölçülen artı-değer oranına ise kâr oranı denir. “Bunlar, aynı büyüklüğün iki farklı ölçümüdür ve ölçeklerin farklılığı nedeniyle, aynı büyüklüğün farklı oranlarını ya da ilişkilerini ifade ederler.” Marx’ın dikkat çektiği üzere, artı-değerin kâra dönüşümü, artı-değer oranının kâr oranına dönüşümünden türetilmelidir; bunun tersi doğru değildir. Fakat kapitalizm açısından tarihsel çıkış noktası, kâr oranıdır. Çünkü artı-değer ve artı-değer oranı görünmeyen ve araştırılması gereken özü oluştururken, kâr oranı ve artı-değerin kâr biçimi kendilerini somut biçimde ortaya koyarlar. Kapitalisti ilgilendiren tek şeyin, metalarını satmasının gerekçesini oluşturan değer fazlasının metaların üretimi için yatırılan toplam sermayeye oranı (kâr oranı) olduğu açıktır. Kaynağı artı-değer olan bu fazlanın, sermayenin farklı bileşenleriyle özgül ilişkisi ve iç bağlantısı kapitalisti ilgilendirmez. Kaldı ki, değer fazlasının kaynağına ilişkin gerçeğin ve toplam sermayenin iç bağlantısının (değişen ve değişmeyen sermayenin farklı niteliğinin) perdelenmesi (yani kapitalist sömürü mekanizmasının gizlenmesi) kapitalistin çıkarınadır. Metanın üretimi için kapitalistin değişmeyen ve değişen sermaye harcamasından oluşan maliyet fiyatı ile metanın gerçek değeri arasındaki fark (artı-değer) doğrudan doğruya üretim sürecinde ortaya çıkar, ancak dolaşım sürecinde gerçekleştirilir. “Gerçek yaşamda, rekabet koşulları altında, gerçek piyasada, bu fazlanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ve hangi ölçüde gerçekleşeceği piyasa koşullarına bağlı olduğundan, dolaşım sürecinden kaynaklandığı görüntüsünü kazanması kolaylaşır.” Marx’ın vurguladığı üzere, bir metanın değerinden fazlasına ya da azına satılması durumunda yalnızca artı-değerin farklı kişiler arasında farklı bir dağılımı gerçekleşmiş olur ve bu farklı paylaşım artı-değerin büyüklüğünde de doğasında da hiçbir değişikliğe yol açmaz. Bu paylaşım, gerçek dolaşım sürecinde yürüyen gerçek rekabet temelinde, metaların değerlerinden fazlasına ya da azına satılmasıyla ve satın alınmasıyla birlikte yaşanır. Bu nedenle olaya tek bir kapitalist açısından bakıldığında, onun payına düşen artı-değer, emeğin doğrudan doğruya sömürüsü kadar karşılıklı hilelere de bağımlı olur. Bir metanın üretiminden paraya dönüştürülmesine dek geçen süreçte üretim zamanının yanı sıra dolaşım zamanı da etkili olur. Bu durum, henüz üretilen tüm metanın paraya dönüştürülmediği hallerde realize edilen artı-değer miktarını sınırlandırır. Metanın üretilmesinden paraya dönüştürülmesine kadar geçen süreç bir bütün olarak düşünüldüğünde, üretim süreci ile dolaşım süreci birbirine karışır ve böylece sürekli olarak birbirlerinin karakteristik ayırt edici özelliklerini bozarlar. Gerek değer gerek artı-değer dolaşım sürecinde kendi dönüşümler devresinden geçer. “Sonunda, deyim yerindeyse kendi iç organik yaşamından çıkıp dışarıdaki yaşam ilişkilerine geçiş yapar ve bu ilişkilerde birbirlerinin karşısına çıkanlar, sermaye ile emek değil, bir yandan sermaye ile sermaye, diğer yandan yine basitçe alıcılar ve satıcılar olarak karşı karşıya gelen bireylerdir.” İşin içine dolaşım döngüsü girdiğinde, dolaşım zamanı ile üretim zamanı kendi yolları üzerinde kesişir ve böylece artı-değeri aynı şekilde belirliyorlarmış gibi yanıltıcı bir görünüm ortaya çıkar. Üretim sürecinde sermaye ile ücretli emeğin karşı karşıya bulunduğu başlangıçtaki net biçim, dolaşım nedeniyle farklı ilişkilerin işe karışmasıyla kılık değiştirir. Bu gerçeklik, burjuva iktisatçıların kapitalist sömürüyü gizlemelerine fırsat veren yanılsamanın kaynağını ifşa eder. Marx’ın ifadesiyle, “artı-değerin kendisi, emek-zamanın mülk edinilmesinin ürünü olarak değil, metanın satış fiyatının maliyet fiyatı üzerindeki fazlası olarak görünür”. Bu nedenle, maliyet fiyatı kendisini kolaylıkla metanın asıl değeri olarak gösterebilir. Aynı nedenle, kâr, metanın satış fiyatının maliyet fiyatı üzerindeki fazlası olarak görünür. Kapitalistin başkalarına ait emek-zaman konusundaki açgözlülüğünün bize gösterdiği üzere, aslında artı-değerin doğası üretim süreci sırasında sürekli olarak kapitalistin bilincine yansır. Ama üretim sürecinin yanı sıra işe dolaşım sürecinin karışması bu bilinci bulandırır. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, metaların üretildiği üretim süreci, nihayetinde sürecin bütünü düşünüldüğünde yalnızca gelip geçici bir uğraktır ve dolaşım süreci nasıl üretim sürecine karışıyorsa o da sürekli olarak dolaşım sürecine karışır. Böylece, artı-değerin doğasına ilişkin üretim süreci içinde ortaya çıkan az ya da çok belirgin sezgi, artı-değerin dolaşım sürecinde realize olması nedeniyle körelir. Neticede, gerçekleştirilen fazlanın kökeninde üretim sürecinden bağımsız olarak dolaşım sürecinin kendisinden kaynaklanan bir durum olduğu düşüncesi doğar. Dolayısıyla, kârın oluşumunda sermayenin emekle ilişkisinden bağımsız olarak sermayeye ait olan bir hareketin bulunduğu algısı sanki geçerlilik kazanır. Marx döneminin modern iktisatçıları bile (Ramsay, Malthus, Senior, Torrens vb.), söz konusu dolaşım görüngülerini, sermayenin emekle toplumsal ilişkisinden bağımsız ve sanki sermayenin kendisinden kaynaklanan bir artı-değer kaynağı olduğunun kanıtları gibi kabul etmişlerdir. İkincisi, kapitalistin muhasebesinde işçi ücretleri, hammadde fiyatı, makinelerin aşınma ve yıpranması gibi maliyetler başlığının altında gösterilir. Bu nedenle, karşılığı ödenmeyen emeğin gasp edilmesi, tıpkı hammaddenin daha ucuza satın alınması ya da makinelerin aşınma ve yıpranma masrafından tasarruf yapılması örneğinde olduğu gibi, yalnızca maliyetler arasında yer alan emek gücü için yapılan ödemedeki bir tasarruf olarak görünür. Böylece, artı-emeğin gasp edilmesi özgül karakterini yitirir ve bunun artı-değerle özgül ilişkisi karartılır. Ayrıca, Kapital birinci ciltte de gösterildiği üzere, bu karartma, burjuva iktisatçılar tarafından emek gücü değerinin ücret biçiminde sunulması yoluyla fazlasıyla teşvik edilir. “Sermaye ilişkisi, sermayenin tüm parçalarının aynı şekilde fazla değerin (kârın) kaynağı olarak görünmesi yoluyla gizemlileşir.” Marx, artı-değerin kâr oranı aracılığıyla kâr biçimine dönüştürülme tarzının, daha üretim süreci sırasında gerçekleşen özne-nesne ters dönmesinin ileriye taşınmasından başka bir şey olmadığını belirtir. Bu ters dönme nitelemesi neyi anlatır? Hatırlayalım, Kapital birinci ciltte üretim sürecini ele alırken, emeğin tüm öznel üretici güçlerinin kendilerini sermayenin üretici güçleri olarak ortaya koyduklarını görmüştük. Bir yandan daha önce yaratılmış değer (yani canlı emeğe hükmeden geçmiş emek) kapitalistte kişileşir; diğer yandan işçi sırf nesnel emek gücü bakımından meta olarak görünür. “Basit üretim ilişkileri sırasında bile, bu ters dönmüş ilişkiden, kaçınılmaz olarak, ona karşılık gelen ters dönmüş düşünceler, ters çevrilmiş bir bilinç çıkar ve bu sonuncular da gerçek dolaşım sürecinin dönüşümleri ve değişimleri aracılığıyla daha da ileriye taşınır.” Marx burada son derece önemli bir noktaya dikkat çeker. Şöyle ki, Ricardo okulunun yaptığı gibi, kâr oranı yasalarını dolaysız olarak artı-değer oranı yasaları olarak göstermeye ya da bunun tersini yapmaya kalkışmak tümüyle çarpık bir girişim olacaktır. Artı-değer oranı ve kâr oranı, doğal olarak kapitalistin kafasında aynı şeylerdir. Artı-değer, m/C ifadesinde, kendi üretimi için yatırılan ve bu üretimde kısmen tümüyle tüketilen, kısmen de sadece kullanılan toplam sermayenin değeriyle ölçülür. Aslında, m/C oranı, yatırılan toplam sermayenin kendisini genişletme derecesini ifade eder. Yani olaya artı-değerin iç kavramsal bağlantıları ve doğası açısından bakıldığında, değişen sermayedeki değişme miktarının, yatırılan toplam sermayenin büyüklüğüne oranını gösterir. Kendi başına ele alındığında, toplam sermayenin değer büyüklüğü, artı-değerin büyüklüğüyle en azından dolaysız olarak hiçbir iç ilişkiye sahip değildir. Değişmeyen sermaye maddi öğeleri bakımından, emeğin gerçekleştirilmesinin maddi koşullarından, yani emek araçlarından ve iş malzemelerinden oluşur. Biliyoruz ki, belirli bir miktarda emeğin kendisini metalarda gerçekleştirebilmesi ve dolayısıyla değer oluşturabilmesi için belirli bir miktarda iş malzemesi ve emek aracı gerekir. Kullanılan emek miktarı ile söz konusu canlı emeğin ekleneceği üretim araçları kütlesi arasında, eklenen emeğin özel niteliğine bağlı olarak belirli bir teknik ilişki kurulur. Buna bağlı olarak ve bunun gerçekleşmesi ölçüsünde, artı-değer kütlesi ya da artı-emek ile üretim araçları kütlesi arasında da belirli bir ilişki kurulmuş olur. Marx bir örnek üzerinden konuyu açar. Diyelim işçi ücretinin üretimi için gerekli olan emek günde 6 saat tutuyorsa, işçi 6 saatlik artı-emek sağlamak yani %100’lük bir artı-değer üretmek için 12 saat çalışmak zorundadır. 12 saatte, 6 saatte tükettiğinin diyelim iki katı kadar üretim aracı tüketir. Ama 6 saatte eklenen bu artı-değerin, 6 saatte ya da 12 saatte tüketilmiş olan üretim araçlarının değeriyle herhangi bir dolaysız ilişkisi yoktur. Bu artı-değerin oluşumu açısından önemli olan tek şey, teknik bakımdan gerekli olan üretim araçları kütlesinin hazır edilmesidir. Kısacası, hammaddelerin ya da emek araçlarının eldeki miktarlarının, soğurulacak olan emek kütlesine oranlarının teknik olarak belirlenen düzeylerde bulunması yeterlidir. Bunların ucuz ya da pahalı olmalarının hiçbir önemi yoktur. Marx iplik eğirme işinden örnek verir. Özetle, diyelim 6 saatlik artı-emeğe el koymak için 12 saat işçi çalıştırmak, dolayısıyla da 12 saatlik pamuğu hazır bulundurmak gerekiyorsa ve bu 12 saat için gerekli olan bu pamuk miktarının fiyatı biliniyorsa, sanki pamuk fiyatı ile artı-değer arasında dolambaçlı yolla bir ilişki kurulmuş olur. Fakat hiçbir zaman, artı-değer ile değişmeyen sermayenin değeri ve dolayısıyla da toplam sermayenin değeri arasında hiçbir içsel, zorunlu ilişki bulunmaz. Artı-değer oranı biliniyorsa ve büyüklüğü verilmişse, kâr oranı, artı-değerin gerçekte kârı ortaya çıkaran değişen sermaye değerine göre değil toplam sermayenin değerine göre ölçülmesini ifade eder. Burada artı-değer ve artı-değer oranı kalkış noktası, kâr oranı ise yalnızca görünürdeki sonuçtur. Ama kapitalist işleyişin görüntüsünde bu durum tersine döner. Artı-değer zaten üretim sürecinde yaratıldığı için verilidir ama kapitalist dünyada bu fazla değer, metanın satış fiyatıyla maliyet fiyatı arasındaki fark şeklinde algılanır. Bu algıda, “söz konusu fazlanın, emeğin üretim sürecinde sömürülmesinden mi, satıcının dolaşım sürecindeki hilelerinden mi, yoksa bunların her ikisinden mi kaynaklandığı bir sır olarak kalır.” Kapitalist işleyiş açısından, maliyet fiyatıyla satış fiyatı arasındaki farkın, yatırılmış olan toplam sermayenin değerine göre hesaplanması çok önemli ve doğaldır. “Çünkü gerçekte, bu yolla, toplam sermayenin kendisini hangi oranda değerlendirdiği ya da onun değerlenme derecesi bulunur.” Ne var ki, kâr oranından hareket edilirse, işçiler tarafından yaratılan fazla ile sermayenin işçi ücretlerine yatırılan parçası arasında kesinlikle hiçbir özgül ilişki kurulamaz. Kâr oranı açısından bakıldığında, değişen sermaye ile değişmeyen sermaye arasındaki içsel farklılık görülemez, kavranamaz. Yalnızca sabit sermaye ile döner sermaye arasında hesaplamadan kaynaklanan bir farklılık görünebilir. Şöyle ki, maliyet fiyatının hesabında döner sermayenin bütünü maliyet fiyatına dahil olurken, sabit sermayenin yalnızca aşınma ve yıpranması bu fiyata dahil olur. Böylece, döner sermaye ile sabit sermaye arasındaki fark kendisini biricik fark olarak kabul ettirmiş olur. Ayrıca, yaratılan değer fazlasının kâr oranıyla ifade edilmesi durumunda, söz konusu fazla, sermayenin yıllık olarak ya da belirli bir dolaşım dönemi içinde üreterek kendi değerine eklediği bir fazla olarak görünür. Marx önemli bir noktaya işaret eder. İşin özünde artı-değer ile kâr aynı şeydir fakat hesaplama yöntemi nedeniyle kâr oranı sayısal olarak artı-değer oranından farklı olur. Buna karşın, bilinmeli ki, “kâr, artı-değerin dönüşmüş bir biçimidir; bu biçimin içinde, onun kökeni ve varlığının sırrı perdelenmiş ve silinmiştir”. Gerçekte kâr, artı-değerin görünüm biçimidir ve artı-değer, ancak, kârın kaynağını gizleyen örtülerinden sıyrılması sayesinde ortaya çıkarılabilir. Sermaye ile emek arasındaki ilişki artı-değerde çırılçıplak ortadadır; sermaye ile kâr arasındaki ilişkide ise sermayenin kendisiyle ilişkisi olarak görünür. Başlangıçtaki belirli bir değer toplamı olarak sermaye, bu ilişkinin içinde kendisini kendisi tarafından yaratılmış olan yeni bir değerden ayırır. Bu yeni değerin, sermayenin üretim süreci ve dolaşım süreci içindeki hareketi sırasında yaratıldığı açıktır. Ama bunun nasıl gerçekleştiği bir gizem perdesiyle örtülüdür ve sermayenin kendi özünde bulunan gizli niteliklerden kaynaklanıyormuş gibi görünür. Sermayenin değerlenmesi üretim süreci içinde sermaye-emek ilişkisi temelinde çözümlenmeye girişilmeyip sermayenin bizzat kendi mucizesi gibi algılandığı sürece, “sermaye ilişkisi kendisini o kadar gizemlileştirecek ve kendi iç örgütlenmesinin sırrını o kadar az açığa vuracaktır”. Marx bu bölümü bitirirken, burada kâr oranının sayısal olarak artı-değer oranından farklı olduğunu ve kâr ile artı-değerin, gerçekte yalnızca biçimleri farklı olan aynı sayısal büyüklükler olarak ele alındığını belirtir. Dışsallaştırmanın nasıl daha ileriye taşındığını ve kârın kendisini sayısal olarak da artı-değerden farklı bir büyüklük olarak nasıl ortaya koyduğunu ise izleyen kısımda göreceğimizi ifade eder. (devam edecek)

1 Ekim 2023
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /3

kapital_c-3-on.png

Bölüm 3: Kâr Oranının Artı-Değer Oranıyla İlişkisi

Marx, kâr oranıyla artı-değer ilişkisini ele aldığı bu bölümde daha önce de vurguladığı bir varsayımı hatırlatır. Şöyle ki, verili bir sermayeye düşen kâr tutarı, bu sermaye aracılığıyla verili bir dolaşım kesitinde üretilen artı-değerin toplam tutarına eşittir. Marx’ın belirttiği üzere, bu artı-değerin bir yandan sermaye faizi, toprak rantı, vergiler gibi farklı alt biçimlere bölünmesi, diğer yandan elde edilen kâra hiçbir şekilde eşit olmaması şimdilik bir yana bırakılacaktır. Kârın tutar olarak artı-değerle eşit sayılması ölçüsünde, artı-değer ve kâr oranının büyüklüğü basit sayısal büyüklüklerin oranları tarafından kolayca belirlenir. Çeşitli sayısal örnekler üzerinden ilerleyen Marx, “dolayısıyla, ilk aşamada, yalnızca matematiksel alanda kalan bir inceleme söz konusudur” der. Kâr oranıyla artı-değer arasındaki ilişkinin çeşitli varsayımlar üzerinden ve sayısal örnekler eşliğinde ele alınacağı bu bölümde, önce kullanılacak simgelerin hatırlanması gerekir. Marx, daha önce de aynılarını kullandığı gibi, toplam sermayeyi (C), değişmeyen sermayeyi (c), değişen sermayeyi (v), artı-değeri (m) simgesiyle gösterir. Hatırlayalım, (m) kadar artı-değerin (v) kadar değişen sermayeye bölünmesiyle artı-değer oranı elde edilir ve bu oran (m') simgesiyle ifade edilir. Basit bir hesaplamayla (m/v = m') eşitliğinden, artı-değer tutarının, artı-değer oranıyla değişen sermayenin çarpımından elde edildiği sonucuna varırız. Bu artı-değer tutarı, şayet değişen sermaye yerine toplam sermaye ile ilişkilendirilirse kâr adını alır ve o da (p) simgesiyle gösterilir. Artı-değer tutarını toplam sermayeye oranlarsak, (p') olarak ifade ettiğimiz kâr oranını buluruz. Şayet artı-değer oranıyla kâr oranına ait denklemleri birlikte değerlendirirsek, iki oran arasındaki ilişkiyi ifade edebiliriz. Buna göre, kâr oranının artı-değer oranına oranı, değişen sermayenin toplam sermayeye oranına eşittir. Çünkü kâr oranı (m/C) ve artı-değer oranı (m/v) ise, bu ikisini birbirine oranladığımızda (v/C) sonucunu buluruz.   Yukarda değinilen orantılar incelendiğinde, kâr oranının (p') her zaman artı-değer oranından (m') küçük olduğu ortaya çıkar. Çünkü değişen sermaye (v) her zaman toplam sermaye C’den, yani c+v (değişen ve değişmeyen sermaye) toplamından küçüktür. Marx, bu incelemede hesaba katılması gereken (c, v, m) büyüklükleri üzerinde belirleyici etkide bulunan ve dolayısıyla kısaca değinilecek olan bir dizi başka etmen olduğunu belirtir. Bunlardan birincisi paranın değeridir ve incelemede varsayımsal olarak bu değer sabit kabul edilecektir. İkincisi devirdir. Marx, bu etmeni de şimdilik tümüyle bir yana bırakacağımızı, çünkü kâr oranı üzerindeki etkisinin sonraki bölümlerden birinde özel olarak ele alınacağını belirtir. Üçüncüsü, artı-değer oranı üzerindeki etkisi birinci ciltte kapsamlı şekilde tartışılmış olan emek üretkenliğidir. Ama bu kısımda da metaların normal toplumsal koşullar altında üretildiğini ve değerlerine satıldığını varsaymayı sürdürdüğümüzden, burada bu durum da henüz dikkate alınmayacaktır. Yani tek tek her bir örnekte, emek üretkenliğinin değişmediği varsayımından hareket edilecektir. Aslında, bir sanayi dalına yatırılmış olan sermayenin değer bileşimi, yani değişen sermaye ile değişmeyen sermaye arasındaki belirli bir oran, emek üretkenliğinin belirli bir derecesini ifade eder. Dolayısıyla, bu oran şu ya da bu nedenle bir değişikliğe uğrar uğramaz, emek üretkenliği de bir değişikliğe uğramış olmak zorundadır. Ve bu yüzden, ilerleyen kısımlarda ele alınacak çeşitli örneklerde (c, v, m) etmenlerindeki değişimler, sıklıkla emek üretkenliğindeki değişimleri de kapsayacaktır. Geriye kalan diğer üç etmenin, yani işgününün uzunluğu, emek yoğunluğu ve işçi ücretlerinin de, basitlik sağlamak amacıyla aynı kaldıkları varsayılır. Ancak böyle olsa bile, değişen sermayenin ve artı-değerin uğradığı değişikliklerin, aynı zamanda bunların belirleyici öğelerinin büyüklüklerinin değişmesi anlamına gelebileceği de unutulmamalıdır. Burada önemli bir hususu hatırlamamız gerektiğini belirtir Marx. Şöyle ki, işçi ücretlerinin artı-değerin büyüklüğü ve artı-değer oranının yüksekliği üzerindeki etkisi, işgününün uzunluğunun ve emek yoğunluğunun bunlar üzerindeki etkisine göre ters yöndedir. İşçi ücretlerinin yükselmesi artı-değeri azaltırken, işgününün uzaması ve emek yoğunluğunun artması onu çoğaltır. Hem değişen sermaye ile toplam sermayenin hareketi ve değerlenmesi arasındaki özel organik ilişki hem de değişen sermayenin değişmeyen sermayeden farkı unutulmamalıdır. Değer oluşumu söz konusu olduğu sürece, değişmeyen sermaye miktarıyla değil yalnızca sahip olduğu değer nedeniyle önemlidir. “Burada, 1500 sterlinlik bir değişmez sermayenin, diyelim 1 sterlin üzerinden 1500 ton demiri mi yoksa 3 sterlin üzerinden 500 ton demiri mi temsil ettiğinin değer oluşumu açısından hiçbir önemi yoktur. Onun değerini temsil eden gerçek maddelerin miktarının değer oluşumu ve kâr oranı açısından hiçbir önemi yoktur.” Fakat kâr oranı, artı-değerin toplam sermayeye bölünmesiyle elde edildiğine göre, değişmeyen sermaye değerinin artışı kâr oranını azaltacak, değişmeyen sermaye değerinin azalması ise kâr oranını arttıracaktır. Değişen sermaye için durumun tümüyle farklı olduğunu vurgular Marx. Toplam emek içinde işçi için ödenen emek parçası ne kadar azsa, elde edilecek artı-değer o kadar büyük olur. Diyelim, 10 saatlik işgünü 10 şiline eşit olsun. Gerekli emek ya da işçi ücretlerini, yani değişen sermayeyi yerine koyan emek ise 5 saat üzerinden 5 şilin olsun. Bu durumda artı-değer 5 şilin olacaktır. Gerekli emek 4 saate yani 4 şiline düşerse, artı-emek 6 saate ve artı-değer de 6 şiline yükselir. Bu ön açıklamalardan sonra, Marx çeşitli örnekler ve formüller üzerinden farklı durumları gözden geçirir. Bölümün sonunda Engels’in dipnotunda belirtildiği gibi, bu bölüm Marx’ın kendi detaylı incelemesinde karmaşık matematiksel formüller eşliğinde ilerlettiği elyazmalarından oluşur. Engels’in dipnotu şöyledir: “Elyazmasında, bunlara ek olarak, artık değer oranı ile kâr oranı arasındaki fark (m' - p') hakkında çok kapsamlı hesaplamalar bulunuyor; söz konusu fark, çok sayıda ilginç özelliğe sahiptir ve onun hareketi, iki oranın birbirlerinden uzaklaştıkları ya da birbirlerine yaklaştıkları durumları gösterir. Bu hareketler eğrilerle de gösterilebilir. Bu kitabın yakın amaçları açısından daha az önem taşıdığından ve burada, bu nokta üzerinde daha fazla durmak isteyen okurların dikkatini buna çekmek yeterli olacağından, bu malzemeyi sunmuyorum.” Kapital çalışmasının ilerleyişi içinde gerekli noktalarda sıklıkla belirttiğimiz üzere, burada konunun çeşitli varsayımları temsil eden formüllerini atlayarak öze değin noktalar üzerinde durmak daha yararlı olacaktır. Marx çeşitli varsayımları formüller eşliğinde gözden geçirirken önemli bir noktayı vurgular: “Kâr oranı çok sayıda değişkenin bir fonksiyonudur ve bu değişkenlerin kâr oranı üzerindeki etkilerini bilmek istiyorsak, her birinin kendi başına yarattığı etkiyi, bu yalıtılmış etkinin bir ve aynı sermaye özelinde iktisadi açıdan mümkün olup olmadığından bağımsız olarak, sırayla incelemek zorundayız.” Örneğin değişmeyen sermaye tasarrufu bir yandan kâr oranını yükseltir ve diğer yandan sermayenin bir bölümünü serbest bırakır. Bu da kapitalistler için önemlidir. Marx konunun akışı içinde ortaya çıkan bir sonuca dikkat çeker. “Mutlak olarak ya da yüzde cinsinden aynı bileşime sahip olan sermayeler söz konusu olduğunda, artı-değer oranı, yalnızca, işçi ücretlerinin ya da iş gününün uzunluğunun ya da emek yoğunluğunun farklı olması durumunda farklı olabilir.” Bu bağlamda, Ricardo’nun varsayımının doğru olduğu tek bir durum vardır. Bu, sermayenin yüzde cinsinden bileşiminin sabit, işgününün sabit, emek yoğunluğunun sabit olduğu, artı-değer oranındaki değişmenin işçi ücretindeki değişmeden kaynaklandığı bir durumdur. Çünkü Ricardo, “kârlar, tam olarak ücretlerin düşük ya da yüksek olması oranında, yüksek ya da düşük olurdu” demiştir. Marx’ın farklı varsayımları sayısal örnekler üzerinden inceledikten sonra altını çizdiği bazı önemli hususlara bakalım. İşçi ücretlerinin yükselmesinin ya da düşmesinin artı-değer oranının ve dolayısıyla (v/C) sabitken kâr oranının yüksekliği üzerindeki etkisi ters yöndedir. Emek yoğunluğunun yükselmesinin ya da düşmesinin ve işgününün uzamasının ya da kısalmasının etkisi ise aynı yöndedir. Aynı varsayım temelinde, kâr oranlarının birbirine oranı, ilgili artı-değer miktarlarının birbirine oranına eşittir. Fakat iki ülkedeki kâr oranları karşılaştırılırken durumun farklı olduğunu belirtir Marx. “Burada aynı kâr oranı, gerçekten de, çoğu zaman, farklı artık değer oranlarını ifade eder.” Marx konuyu, değişen ve değişmeyen sermaye bileşimi ve elde edilen artı-değerdeki farklılıklara bağlı olarak değişik varsayımlar üzerinden kapsamlı biçimde inceler. Bu incelemeleri neticesinde vurguladığı hususlar konunun özeti mahiyetindedir. Yükselen bir kâr oranı düşen ya da yükselen bir artı-değer oranına; düşen bir kâr oranı yükselen ya da düşen bir artı-değer oranına; aynı kalan bir kâr oranı yükselen ya da düşen bir artı- değer oranına karşılık gelebilir. Yükselen, düşen ya da aynı kalan bir kâr oranının, aynı kalan bir artı-değer oranına karşılık gelebileceğini de bu olasılıklara eklemek gerekir. Asıl önemli olan şudur ki, kâr oranı iki ana etmen tarafından belirlenmektedir: artı-değer oranı ve sermayenin değer bileşimi.

Bölüm 4: Devrin Kâr Oranı Üzerindeki Etkisi

En başta belirtilmesi gerekir ki, bu bölümün tümü Engels tarafından yazılmıştır. Engels, sermayenin devrinin artı-değer üretimi ve dolayısıyla aynı zamanda kâr üretimi üzerindeki etkisinin Kapital ikinci ciltte tartışılmış olduğunu hatırlatır. “Kısaca özetlenecek olursa” diyerek bazı hususların altını çizer. Şöyle ki, devir için gerekli olan süre nedeniyle bütün sermaye aynı anda üretimde kullanılamaz. Dolayısıyla, ister para-sermaye, ister stokta bulunan hammaddeler, ister bitmiş ama henüz satılmamış meta-sermaye, ister henüz vadeleri gelmemiş alacaklar biçiminde olsun, sermayenin bir bölümü sürekli olarak atıl durumda bulunur. Üretimde, yani artı-değerin yaratılmasında ve ona el koyulmasında faal olan sermaye her zaman bu bölüm kadar eksilir; yaratılan ve el koyulan artı-değer her zaman aynı oranda daralır. Devir zamanı ne kadar kısa olursa, atıl kalan sermaye parçasının toplam sermayeye oranı o kadar küçülür; dolayısıyla, diğer koşullar aynı kalırken el koyulan artı-değer de o kadar büyür. Kapital ikinci ciltte ayrıntılarıyla açıklandığı üzere, devir zamanının ya da onun iki kısmını oluşturan üretim zamanı ile dolaşım zamanından birinin kısalması, üretilen artı-değer kütlesini arttırır. Kâr oranı, üretilen artı-değer kütlesinin onun üretiminde kullanılan toplam sermayeye oranını ifade ettiğinden, söz konusu her kısalmanın kâr oranını da yükselteceği açıktır. İkinci ciltte artı-değerle ilgili açıklamalar, kâr ve kâr oranı için de aynen geçerli olduğundan burada yinelemeyeceğini ve yalnızca birkaç temel noktayı vurgulamak istediğini belirtir Engels. “Üretim zamanını kısaltan başlıca faktör, genelde sanayinin ilerlemesi diye anılan emek üretkenliği artışıdır. Eğer emek üretkenliği artışı aynı zamanda pahalı makinelerin vb. alınması yoluyla toplam sermaye harcamalarında ciddi bir artışa ve dolayısıyla toplam sermaye üzerinden hesaplanan kâr oranında bir düşüşe yol açmıyorsa, bu oranın yükselmesi gerekir. Ve metalürji ile kimya sanayisindeki en son ilerlemelerinin çoğunda kesin olarak bu durum geçerlidir.” Dolaşım zamanını kısaltan başlıca faktör ise, ulaştırmadaki iyileştirmelerdir. Engels, tanık olduğu son elli yılda ulaştırma alanındaki gelişmelerin, 18. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan sanayi devrimiyle karşılaştırılabilecek bir devrim yarattığına dikkat çeker. Söz konusu gelişmelere örnekler verir. “Karada şosenin yerini demiryolu, denizde yavaş ve düzensiz yelkenli geminin yerini hızlı ve düzenli buharlı gemi hattı aldı ve bütün yerküre telgraf telleriyle donatılıyor. Süveyş Kanalı, Doğu Asya’yı ve Avustralya’yı ilk kez gerçek anlamıyla buharlı gemi trafiğine açtı. Doğu Asya’ya meta gönderimindeki dolaşım zamanı 1847’de henüz en az on iki ayken, bu süre bugün yaklaşık olarak aynı sayıda haftaya indirilebilir olmuştur. 1825-1857 bunalımlarının iki büyük merkezi olan Amerika ve Hindistan, ulaştırma araçlarındaki bu devrimle Avrupa’daki sanayi ülkelerine %70-90 oranında yakınlaştı ve böylece patlama potansiyellerinin büyük bir bölümünü yitirdi. Toplam dünya ticaretinin devir zamanı aynı ölçüde kısaldı ve bunun parçası olan sermayelerin hareket yeteneği iki ya da üç katından fazlasına çıktı. Bunun kâr oranı üzerinde etkisiz kalmadığını söylemeye bile gerek yok.” Engels, toplam sermayenin devrinin kâr oranı üzerindeki etkisini saf olarak sergileyebilmek için, karşılaştırılacak olan iki sermayeyle ilgili tüm diğer koşulları aynı kabul etmemiz gerektiğinin altını çizer ve konuyu sayısal örnekler üzerinden ele alır. Neticede ulaştığı sonuç şudur: Sermayelerin yüzde cinsinden bileşimleri, artı-değer oranları ve işgünleri eşit olduğunda, iki sermayenin kâr oranları bu sermayelerin devir zamanlarıyla ters orantılıdır. Burada sermayenin devri dışındaki faktörler dikkate alınmamıştır. Kısalan devir zamanının artı-değer üretimi ve dolayısıyla kâr üretimi üzerindeki doğrudan etkisi, bu sayede değişen sermaye parçasına kazandırılan daha yüksek etkinlikten kaynaklanır. Engles’in yine sayısal örnekler eşliğinde ele aldığı varsayımlar neticesinde elde ettiği sonuç, değişen devir zamanıyla kâr oranındaki değişim ilişkisi hakkında fikir verir. Örneğin devir zamanı iki kat yavaşladığında kâr oranı yarı yarıya azalır. O halde, yıl boyunca el koyulan artı-değer kütlesi, değişen sermayenin bir devir döneminde el koyulan artı-değer kütlesi ile devirlerin yıllık sayısının çarpımına eşittir. Engels ayrıca önemli bir hususa dikkat çeker ve yıllık kâr oranı formülünün tam olarak doğru olması için, basit artı-değer oranının (m') yerine yıllık artı-değer oranını (M') koymamız gerektiğini belirtir. Çoğu durumda, bir işletmede değişen sermayenin büyüklüğünü kapitalistin kendisi bilmez. Kapital ikinci ciltte görmüş olduğumuz üzere, kapitalist için önemli olan sabit sermayesi ile döner sermayesi arasındaki farktır. Basitçe tasvir edilecek olursa, kapitalist, döner sermayesinin bankada duran kısmı hariç para biçiminde elinde bulunan bölümünü içeren kasadan işçi ücretleri için gereken parayı alır. Hammaddelerin ve yardımcı malzemelerin parasını da aynı kasadan alır ve her ikisini de bir ve aynı kasa hesabına alacak olarak kaydeder. Fiilen ödenmiş olan işçi ücretleri için ayrı bir hesap tutacak olsa bile, bu hesap yılsonunda bunlar için ödenmiş olan tutarı gösterir, ama her bir devirdeki değişen sermayenin kendisini göstermez. Bunu açıklığa kavuşturmak için, kapitalistin özel bir hesaplama yapması gerekir. Engels’in çeşitli rakamlar ve formüller eşliğinde verdiği karmaşık örneği atlayarak ulaştığı sonuca bakalım. “Kendi işletmeleri hakkında bu türden hesaplamalar yapmak yalnızca az sayıda kapitalistin aklına geldiğinden, istatistikler, toplumsal toplam sermayenin değişmez parçasının değişir parçasına oranı hakkında neredeyse hiçbir şey söylemez. Yalnızca Amerikan istatistikleri, bugünkü koşullar altında mümkün olanı verir: her bir iş dalında ödenen işçi ücretlerinin ve elde edilen kârların toplamı. Bu veriler, yalnızca sanayicilerin kendilerinin denetlenmeyen bildirimlerine dayandıkları için ne kadar güvenilmez olsalar da, fazlasıyla değerlidirler ve üzerinde durduğumuz konu hakkında elimizde yalnızca onlar bulunmaktadır. Avrupa’da, büyük sanayicilerimizden buna benzer ifşaatlar beklemeyecek kadar kibarız.” (devam edecek)

1 Kasım 2023
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /4

kapital_c-3-on.png

Bölüm 5: Değişmez Sermaye Kullanımında Tasarruf

I. Genel Olarak

Marx, kâr oranını yükselten bir durumu ele alır. Değişen sermaye aynı kaldığında ve aynı sayıda işçi aynı ücret karşılığında çalıştırıldığında, işgününün uzatılması neticesinde artı-emek süresi ve mutlak artı-değer artar. Bu durumda, daha fazla miktarda artı-değerin toplam sermayeye bölünmesiyle elde edilen kâr oranı da haliyle yükselir. Böyle bir örnekte değişmeyen sermayenin sabit kısmı (yani fabrika binalarının, makinelerin vb. hacmi), bunlarla 16 saat de çalışılsa 12 saat de çalışılsa aynı kalır. Çünkü işgününün uzaması değişmeyen sermayenin bu en pahalı kısmında herhangi bir yeni harcama gerektirmez. Ayrıca, sabit sermayenin verili değeri böylece daha az sayıda devir dönemi içinde yeniden üretilir, dolayısıyla da belirli bir kârın elde edilmesi için bu sermayenin yatırılmasını gerektiren süre kısalır. Bu nedenle, fazla mesai ödemesi yapılması durumlarında bile, işgününün uzatılması kârı yükseltir. Marx bu gerçeğin, daha fazla üretim için durmadan daha fazla sabit sermaye kullanımını zorlayan modern sanayi sisteminde, kâr delisi kapitalistleri işgününü uzatmaya yönelten temel nedenlerden biri olduğunu belirtir. Çünkü o dönemin fabrika raporlarının da ortaya koyduğu üzere, tüm fabrikalarda çok yüksek miktardaki bir sabit sermaye binalarda ve makinelerde bulunur. Bu makinelerin çalışır durumda tutulabildikleri saatlerin sayısı ne kadar büyük olursa, kazanç da o kadar büyük olacaktır. Oysa işgünü aynı uzunlukta kaldığı takdirde aynı sonuçlar elde edilemez. Bu durumda, daha büyük miktarda bir emek kütlesini sömürmek için, örneğin işçilerin sayısını ve onlarla birlikte belirli bir dereceye kadar sabit sermaye kütlesini, binaları, makineleri vb. artırmak gerekir. Bu örnekte ücret kesintileri ya da ücretlerin zorla normal yüksekliklerinin altına düşürülmesi gibi durumlar bir yana bırakılmıştır. Ya da, emek yoğunluğunun ve emeğin verimliliğinin arttığı ve genellikle daha fazla nispi artı-değer üretildiği durumlarda, belirli bir sürede daha fazla hammadde vb. işlendiği için, hammadde kullanan sanayi dallarında değişmeyen sermayenin döner kısmının büyüklüğü artar. Yanı sıra, aynı sayıda işçi tarafından harekete geçirilen makinelerin sayısı ve dolayısıyla değişmeyen sermayenin bu kısmı da büyür. Demek ki bu örnekte artı-değerdeki artışa değişmeyen sermayede artış, emeğin daha fazla sömürülmesine aracılık eden üretim araçları için daha çok para harcanması, yani daha büyük sermaye yatırımı eşlik eder. Buraya kadar ele alınan tüm faktörler bir arada düşünüldüğünde anlaşılır ki, bazı faktörlerin etkisi kâr oranını düşürürken, diğer bazı faktörler kâr oranını arttırmaktadır. Sonuç bunların yarattığı etkinin bileşkesi olacaktır. Öte yandan çok sayıda cari masraf ise, işgünü uzun da olsa kısa da olsa hemen hemen ya da tümüyle aynı kalır. Dönemin fabrika raporları, bir fabrikanın on saatlik çalışmadan kaynaklanan işletme maliyetlerinin, neredeyse on iki saatlik çalışmadan kaynaklanan işletme maliyetleri kadar olduğunu gösterir. Makinelerin ve sabit sermayenin bileşenlerinin değerinin yeniden üretildiği süre, pratikte, bunların ömürleri tarafından değil, başından sonuna iş gördükleri ve aşınıp yıprandıkları tüm iş süreci tarafından belirlenir. “İşçiler 12 yerine 18 saat boyunca ter dökmek zorunda kalırsa, haftalık çalışma süresi üç gün artar, bir hafta bir buçuk haftaya ve iki yıl üç yıla çıkar. Bu fazla çalışma karşılığında ödeme yapılmazsa, işçiler, normal artık emek-zamana ek olarak, her iki hafta için üçüncü haftayı, her iki yıl için üçüncü yılı bedavadan verir.” Böylece, makinelerin değerlerinin yeniden üretimi %50 oranında hızlandırılmış ve normal olarak gerekli zamanın 2/3’ünde gerçekleştirilmiş olur. Marx, gereksiz karışıklıklardan kaçınmak için buradaki ve hammaddelerin fiyat dalgalanmaları hakkındaki inceleme sırasında, artı-değer kütlesinin ve oranının verili olduğu varsayımından hareket ettiğini belirtir. Daha önce elbirliği, işbölümü ve makineler konusunda gösterildiği gibi, büyük ölçekli üretim koşullarını karakterize eden tasarruf, esas olarak, bu koşulların toplumsal olarak birleşmiş emeğin koşulları olmaları olgusundan kaynaklanır. Üretim araçları, birbirinden kopuk olarak çalışan ya da küçük ölçekte doğrudan elbirliği yapan işçiler tarafından parça parça tüketilecek yerde, üretim sürecinde toplam işçi tarafından birlikte tüketilir. “Bir ya da iki merkezi motorun bulunduğu büyük bir fabrikada, bu motorların maliyetleri, onların beygir güçleriyle ve dolayısıyla olası etki alanlarıyla aynı oranda büyümez; aktarım makinelerinin maliyetleri, harekete geçirdikleri iş makinelerinin kütlesiyle aynı oranda büyümez; iş makinesinin kendisinin gövdesi, organları olarak kullandığı aletlerin artan sayısıyla aynı oranda pahalılaşmaz vb. Bunlara ek olarak, üretim araçlarının bir araya gelmesi, her tür binada, asıl üretim tesislerinin yanı sıra depolama yerlerinde vb. tasarruf sağlar. Isıtma, aydınlatma vb. giderleri için de aynı şey geçerlidir.” Üretim araçlarının bir araya gelmesinden ve yığınsal olarak kullanılmalarından kaynaklanan bütün bu tasarruflar, mutlaka işçilerin bir araya gelmesini ve birlikte çalışmalarını, yani emeğin toplumsal birliğini gerektirir. Bu nedenle, nasıl ki artı-değer kendi başına ele alındığında tek tek her bir işçinin artı-emeğinden kaynaklanıyorsa, tasarruflar ise emeğin toplumsal karakterinden kaynaklanır. “Burada mümkün ve gerekli olan sürekli iyileştirmeler bile, sadece ve sadece, büyük ölçekte birleşmiş olan toplam işçinin üretiminin sağladığı ve izin verdiği toplumsal deneyimlerden ve gözlemlerden kaynaklanır.” Bu söylenenler, üretim koşullarındaki tasarrufun ikinci büyük dalı için de aynen geçerlidir. Bu ikinci tasarruf dalı, üretim atığı denen döküntülerin aynı ya da başka bir sanayi dalında yeni üretim öğelerine geri dönüştürülmesini, bu atıkların üretim devresine ve dolayısıyla (üretken ya da bireysel) tüketim devresine geri gönderilmesini sağlayan süreçleri içerir. İlerde daha yakından incelenecek bu tasarruf biçimi de büyük ölçekli toplumsal emeğin sonucudur. Bu atıkları yeniden ticaret nesnelerine ve dolayısıyla yeni üretim öğelerine dönüştüren faktör, büyük ölçekli toplumsal emek sayesinde ortaya çıkan yığınsallıklarıdır. Üretim süreci açısından bu önemi kazanmalarını ve değişim değeri taşıyıcıları olmaya devam etmelerini, bileşik ve dolayısıyla büyük ölçekli üretimin atıkları olmalarına borçludurlar. Bu atıklar, yeni üretim öğeleri olarak iş görebilirler. Ayrıca yeniden satılabilir duruma gelmeleri ölçüsünde hammaddenin maliyetini azaltabilirler; çünkü bu maliyet her zaman normal fireyi, yani üretim sürecindeki olağan kayıp miktarını içerir. Unutulmasın ki, değişen sermayenin büyüklüğü ve artı-değer oranı veriliyken, değişmeyen sermayenin bu kısmının maliyetinin azaltılması kâr oranını o miktarda yükseltir. Eğer artı-değer veriliyse, kâr oranı yalnızca, meta üretimi için gerekli değişmeyen sermayenin değerinin azaltılması yoluyla arttırılabilir. Fakat unutulmamalı ki, üretilen metanın değeri açısından önemli olan değişmeyen sermayenin kullanılan miktarıdır. Emeğin üretkenlik derecesi, yani teknik gelişme düzeyi veriliyken, örneğin bir iplik fabrikasında hammadde olan ketenin ne kadar emek emebileceği ketenin değerine değil miktarına bağlıdır. Aynı şekilde, bir makinenin diyelim üç işçiye sağlayacağı yardım, onun değişim değerinden değil makine olarak kullanımından kaynaklanır. “Teknik gelişmenin bir aşamasında kötü bir makine pahalı, diğer bir aşamasında iyi bir makine ucuz olabilir.” Bir kapitalistin örneğin pamuğun ve iplik makinelerinin ucuzlaması yoluyla elde ettiği daha yüksek kâr, makine imalatında ve pamuk yetiştiriciliğinde emek üretkenliğinin yükselmiş olmasının sonucudur. Böyle bir durumda, belli miktarda emeği maddeleştirmek ve bu sayede belli miktarda artı-emeğe el koymak için, çalışmanın koşullarına daha az harcama yapılır. Bir başka deyişle, belirli miktardaki artı-emeğe el koymak için gerekli olan giderler azalır. Üretim araçlarının toplumsal olarak birleşmiş işçi tarafından ortaklaşa kullanılmasının üretim sürecinde sağladığı tasarruftan daha önce söz edilmiştir. Değişmeyen sermayede, dolaşım zamanındaki kısalmanın sağladığı tasarruf (esasen ulaştırma ve haberleşme araçlarındaki gelişmeden kaynaklanan tasarruf) daha sonra ele alınacaktır. Marx burada, makinelerdeki sürekli iyileştirmelerin sağladığı tasarruf üzerinde durulması gerektiğini belirtir. Makinelerin ve genel olarak sabit sermayenin verili bir üretim dönemindeki aşınma ve yıpranmasını azaltan her şey tek tek metaları ucuzlatmakla kalmaz, aynı zamanda söz konusu dönem için sermaye harcamasını da azaltır. Onarım gibi işler, gerekli oldukları kadarıyla, makinelerin ilk maliyetine eklenir. Makinelerin dayanıklılıklarının artması sonucu bu gibi maliyetlerin azalması, bu makinelerin fiyatlarını o ölçüde azaltır. “Bu türden her tasarruf için yine büyük ölçüde geçerli olduğu üzere, bunlar yalnızca birleşmiş işçi için mümkündür ve çoğu zaman kendilerini ancak daha büyük ölçekte çalışıldığında gerçekleştirebilirler, yani işçilerin üretim sürecindeki daha büyük dolaysız birliklerini gerektirirler.” Emeğin üretici gücünün bir üretim dalındaki gelişimi, örneğin demir, kömür, makine üretimi, mimarlık alanındaki gibi, kısmen de doğa biliminde ve onun kullanımındaki ilerlemelerde olduğu üzere zihinsel üretim alanındaki gelişmeleri kapsar. Bu alanlardaki gelişim, başka sanayi dallarındaki (örneğin tekstil sanayiindeki ya da tarımdaki) üretim araçlarının değerinin ve dolayısıyla maliyetinin düşürülmesinin koşulu olarak görünür. Çünkü bir sanayi dalından ürün olarak çıkan meta, bir başkasına üretim aracı olarak yeniden girmektedir. Söz konusu metanın fiyatının yüksek ya da düşük oluşu, bir ürün olarak çıktığı üretim dalındaki emek üretkenliğine bağlıdır. Dolayısıyla falanca metanın ucuzlaması, yalnızca üretimlerine üretim aracı olarak girdiği metaları ucuzlatmakla kalmaz, bir parçası olduğu değişmeyen sermayenin değerini de azaltarak kâr oranını yükseltir. Sanayinin ilerleyen gelişiminden kaynaklanan bu değişmeyen sermaye tasarrufunun karakteristik özelliği, kâr oranının bir sanayi dalındaki yükselişinin, bir başka dalda emeğin üretici gücünün gelişimine bağlı olmasıdır. Burada kapitalistin payına düşen şey, doğrudan doğruya kendisi tarafından sömürülen işçilerin ürünü olmasa bile, toplumsal emeğin ürünü olan bir kazançtır. Üretici güçteki bu tür gelişmeler, son çözümlemede, her zaman harekete geçirilen emeğin toplumsal karakterine; toplumsal ölçekteki iş bölümüne; zihinsel emeğin, özellikle doğa biliminin gelişimine dayanır. Kapitalistin burada yararlandığı şey, bir bütün olarak toplumsal işbölümü sisteminin sağladığı avantajlardır. Burada kapitalist tarafından kullanılan değişmeyen sermayenin değerini nispi olarak düşüren ve dolayısıyla kâr oranını yükselten, ona üretim araçları sağlayan kesimdeki gelişmedir. Kâr oranındaki bir başka yükseliş ise, değişmeyen sermayeyi üreten emekteki tasarruftan değil, değişmeyen sermayenin kullanımındaki tasarruftan kaynaklanır. İşçilerin bir araya gelmeleri ve büyük ölçekte elbirliği yapmaları sayesinde değişmeyen sermayede tasarruf sağlanır. “Aynı binalar, ısıtma ve aydınlatma donanımları vb., büyük ölçekli üretimde, küçük ölçekli üretimdekine oranla daha düşük bir maliyete sahiptir. Aynısı, güç makineleri ve iş makineleri için de geçerlidir. Bunların değeri, mutlak olarak yükselse bile, üretimin artan genişliğine ve değişir sermayenin büyüklüğüne ya da harekete geçirilen emek gücünün kütlesine oranla göreli olarak düşer.” Bir sermayenin kendi üretim dalında uyguladığı tasarruf, her şeyden önce bir emek tasarrufudur, yani kendi işçilerinin karşılığı ödenen emek diliminin azaltılmasıdır. Daha önce sözü edilmiş olan tasarruf ise, başkalarının karşılığı ödenmeyen emeğine, verili üretim ölçeğinde mümkün olan en düşük maliyetle ve mümkün olan en yüksek düzeyde el koymanın başarılmasına dayanır. Bu tasarruf, değişmeyen sermaye üretiminde kullanılan toplumsal emeğin üretkenliğinin sömürülmesine değil de, değişmeyen sermaye kullanımında sağlanan bir tasarrufa da dayanıyor olabilir. Böyle olduğu ölçüde, ya doğrudan doğruya belirli bir üretim dalı içerisindeki emeğin elbirliğinden ve toplumsal biçiminden, ya da makinelerin vb. değerlerinin düşmesini sağlayacak ölçekte üretilmesinden kaynaklanır. Marx burada iki noktanın göz önünde tutulması gerektiğine dikkat çeker. Birincisi, eğer değişmeyen sermayenin değeri sıfır olsaydı, kâr oranı artı-değer oranına eşit olur ve kâr oranı ulaşabileceği en yüksek düzeye çıkardı. Fakat ikincisi, emeğin doğrudan sömürüsü için en önemli şey, hiçbir şekilde kullanılan sömürü araçlarının (sabit sermaye, ham ve yardımcı madde) değişim değeri değildir. Asıl önemli olan, bir yandan belirli bir miktarda canlı emekle birleşmeleri için teknik açıdan gerekli olan kütleleri, diğer yandan amaca uygunlukları, yani yalnızca iyi makinelerin değil aynı zamanda iyi ham ve yardımcı maddelerin elde bulunmasıdır. “Kâr oranı kısmen ham maddelerin kalitesine bağlıdır. İyi malzeme az fire verir; aynı miktarda emeği soğurmak için de daha az miktarda ham madde gerekir. Ayrıca, iş makinesinin karşılaşacağı direnç de daha az olur.” Dahası, bu durum artı-değer ve artı-değer oranını da etkiler. Çünkü hammadde kötüyse, işçi aynı miktarı işlemek için daha çok zaman harcar ve ücretler değişmiyorsa, bu artı-emekte azalmaya yol açar. Bu, ayrıca, sermayenin kullanılan emeğin kütlesinden çok üretkenliğine bağlı bulunan yeniden üretimi ve birikimi üzerinde çok önemli bir etkide bulunur. Bu nedenle, kapitalistin üretim araçlarında tasarruf sağlamak konusundaki fanatizminin anlaşılır bir şey olduğunu belirtir Marx. Hiçbir şeyin kaybedilmemesi ya da israf edilmemesi, üretim araçlarının yalnızca üretimin kendisinin gerektirdiği şekilde kullanılması kısmen işçilerin nasıl yetiştirildiklerine ve eğitildiklerine, kısmen de kapitalistin birleşik işçi üzerinde sağlayacağı disipline bağlıdır. Bu disiplin, parça başına ücret uygulamasında zamanla gereksiz hale geldiği gibi, işçilerin kendi hesaplarına çalışacakları bir toplum düzeninde ise gereksizleşecektir. Kapitalistlerin fanatizmi, değişmeyen sermayenin değerini değişen sermayeye oranla düşürmenin ve böylece kâr oranını yükseltmenin başlıca yollarından biri olan, üretim öğelerine hile katma uygulamasıyla da kendisini gösterir. Marx bu uygulamanın, “önce iyi örnekler ardından da düşük kaliteli mallar gönderirsek halk bizi yutar” ilkesini benimsemiş olan Alman sanayisinde önemli bir rol oynadığına dikkat çeker. Değişmeyen sermayenin değerinin yani pahalılığının azaltılması yoluyla sağlanan kâr oranı artışı, bunun gerçekleştiği sanayi dalının ne tür ürün (lüks ürünler mi, yoksa işçiler tarafından tüketilen geçim araçları mı, yoksa genel olarak üretim araçları mı) ürettiğinden tümüyle bağımsızdır. Bu husus, şayet konu esas olarak emek gücü değerine, yani işçinin alışılagelmiş geçim araçlarının değerine bağımlı olan artı-değer oranı olsaydı önem taşırdı. Oysa hatırlayalım, burada artı-değerin ve artı-değer oranının verili olduğu varsayılmıştır ve incelenen olgu kâr oranıdır. Kâr oranı, artı-değerin toplam sermayeye bölünmesiyle bulunduğundan, bu koşullar altında netice yalnızca değişmeyen sermayenin değerine bağlıdır. Üretim araçlarının göreli ucuzlaması, bunların mutlak değer tutarının artması olasılığını kuşkusuz dışlamaz. Çünkü bunların mutlak kullanım hacmi, emeğin üretici gücünün gelişimiyle ve üretim ölçeğinin buna eşlik eden büyümesiyle olağanüstü derecede genişler. Hangi yönden ele alınırsa alınsın, değişmeyen sermaye kullanımındaki tasarruf, kısmen, üretim araçlarının birleşik işçinin ortak üretim araçları olarak iş görmelerinin ve kullanılmalarının bir sonucudur. Böylece meydana gelen tasarruf, doğrudan doğruya üretici emeğin toplumsal karakterinin bir ürünü olarak görünür. Fakat kısmen de, sermayeye üretim araçları sağlayan alanlardaki emeğin üretkenliğindeki gelişimin sonucudur. Bundan kaynaklanan tasarruf, yalnızca kapitalist A ile onun işçileri arasındaki ilişki değil, fakat toplam işçinin toplam sermayeyle ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda, kendisini yine toplumsal emeğin üretici güçlerinin gelişiminin ürünü olarak ortaya koyar. Aradaki tek fark, kapitalist A’nın yalnızca kendi işletmesindeki emek üretkenliğinden değil, aynı zamanda başkalarının işletmelerindeki emek üretkenliğinden de yararlanması olur. Ne var ki kapitalist A, kendi değişmeyen sermayesindeki tasarrufu kendi işçilerinden bağımsız ve onları hiçbir şekilde ilgilendirmeyen bir durum olarak görür. Üretim araçları kullanımındaki tasarruf, emeğin özünde yatan diğer güçlere oranla çok daha büyük bir ölçüde, sermayenin özünde bulunan bir güç, sanki kapitalist üretim tarzına özgü ve onu karakterize eden bir yöntem olarak görünür. Bu anlayış, sermaye ilişkisi gerçekte iç bağıntıyı (işçiyi kendi emeğini gerçekleştirmesinin koşullarına mutlak kayıtsızlık, dışsallık ve yabancılaşma durumuna koyan bağıntı) gizlediği için ve gizlediği ölçüde daha az yadırgatıcı olur. Marx bu durumun nedenlerini sıralar. Birinci olarak, değişmeyen sermayeyi oluşturan üretim araçları yalnızca kapitaliste ait olan parayı temsil ederler. Marx burada, Fransız düşünür Henri Linguet’in, Romalı borçlunun bedeninin alacaklısının parasını temsil ettiğini söylediği örneği hatırlatır. Üretim araçlarının mülkiyet olarak yalnızca kapitalistle bir ilişkileri vardır. İşçi ise gerçek üretim sürecinde onlarla temas kurduğunda, onları yalnızca üretimin kullanım değerleri olarak, emek araçları ve emek malzemeleri olarak görür. Dolayısıyla, değişmeyen sermaye öğelerinin değerlerindeki artma ya da eksilme işçinin kapitalistle ilişkisini, ancak bakırla mı yoksa demirle mi çalıştığı kadar ilgilendirir. “İkincisi: Bu üretim araçları kapitalist üretim sürecinde aynı zamanda emeği sömürmenin araçları oldukları sürece, kendisini yönetmek için kullanılan gemin ve dizginin ucuz mu yoksa pahalı mı olduğu atın ne kadar umurundaysa, bu sömürü araçlarının göreli ucuzluk veya pahalılığı da işçinin o kadar umurundadır.” Son olarak, Kapital birinci ciltte görüldüğü üzere, işçi gerçekte emeğinin toplumsal karakterini (onun ortak bir amaç için başkalarının emeğiyle birleşmesini) kendisine yabancı bir güç olarak görür. Söz konusu birleşmenin gerçekleştirilmesinin koşulları, ona ait olmayan yabancı bir şeydir. Şayet onları iktisatlı şekilde kullanmaya zorlanmasa, israf edilmelerini hiçbir şekilde umursamaz. Marx burada geçerken, 1844’te İngiltere’de işçilerin kurduğu Rochdale tüketim kooperatifi örneğinde olduğu gibi, işçilerin kendilerine ait olan fabrikalarda bu durumun tümüyle farklı olduğunu belirtir. Vurgulayacak olursak, bir üretim dalındaki emek üretkenliği, bir başka dalda üretim araçlarının ucuzlaması ve iyileşmesi neticesinde artar ve böylece kâr oranının yükselmesine hizmet eder. Fakat toplumsal emeğin bu genel bağlantısı, işçilere tümüyle kendilerine yabancı, gerçekte yalnızca kapitalisti ilgilendiren bir şey olarak görünür. Çünkü bu üretim araçlarını satın alan ve kendisine mal eden, yalnızca kapitalisttir. “Kapitalistin, başka bir üretim dalındaki işçilerin ürünlerini kendi üretim dalındaki işçilerin ürünleriyle satın alması ve bundan dolayı, başka işçilerin ürünlerine, yalnızca, kendi işçilerininkilere bedavadan el koymuş olması nedeniyle sahip olması, dolaşım süreci vb. tarafından başarılı bir şekilde perdelenen bir bağlantıdır.” Ayrıca, büyük ölçekli üretim ilk olarak kapitalist biçim altında gelişmiş ve bir yandan kâr hırsı, diğer yandan metaların olabildiğince ucuza üretilmesini zorunlu kılan rekabet, değişmeyen sermayenin kullanımında tasarrufa yol açmıştır. Bu durum, değişmeyen sermaye kullanımındaki tasarrufun, yalnızca kapitalist üretim tarzına özgü bir şey ve dolayısıyla sermayenin bir işlevi olarak görünmesine neden olur. Kapitalist üretim tarzı nasıl bir yandan toplumsal emeğin üretici güçlerini gelişmeye zorluyorsa, diğer yandan da değişmeyen sermaye kullanımında tasarrufu zorlar. Ne var ki, bu bağlamda olup bitenler, canlı emeğin taşıyıcısı olan işçiyle, onun çalışmasının koşullarının iktisatlı, yani akılcı ve tutumlu kullanımı arasındaki yabancılaşma ve kayıtsızlıkla sınırlı kalmaz. “Kapitalist üretim tarzı, çelişkili, karşıtlık içeren doğası gereği, daha da ileri giderek, işçinin yaşamı ve sağlığı konusundaki israfı, onun varlık koşullarının bile zayıflatılmasını, değişmez sermaye kullanımındaki bir tasarruf ve dolayısıyla kâr oranını yükseltmenin bir aracı sayar.” İşçi yaşamının büyük bölümünü üretim sürecinde geçirdiğinden, üretim sürecinin koşulları büyük ölçüde onun aktif yaşam sürecinin koşulları, yani onun yaşam koşullarıdır. Bu yaşam koşullarında tasarruf, kâr oranını yükseltmenin bir yöntemidir; aynı şekilde, aşırı çalıştırma, işçinin bir iş hayvanına dönüştürülmesi, sermayenin öz değerlenmesini, artı-değer üretimini hızlandırmanın bir yöntemidir. Bu tasarruflar, dar ve sağlıksız yerlerin işçilerle doldurulup taşırılmasına (yani kapitalistlerin dilinde bina tasarrufu denen şeye); tehlikeli makinelerin aynı yerlere tıkıştırılmasına ve tehlikelere karşı koruma önlemlerinin alınmamasına; doğaları gereği sağlığa zararlı olan ya da madenlerde olduğu gibi tehlikeli üretim süreçlerinde gerekli güvenlik önlemlerinin ihmal edilmesine kadar uzanır. “Üretim sürecini işçi için insanileştirecek, rahat ya da yalnızca katlanılabilir kılacak hiçbir kurumun bulunmamasından hiç söz etmeyelim. Bu, kapitalist bakış açısına göre, tamamen yararsız ve anlamsız bir israf olurdu. Genel olarak bakıldığında, kapitalist üretim, olanca cimriliğe karşın, insan malzemesi söz konusu olduğunda tümüyle savurgandır; ne de olsa, diğer taraftan da, aynı şekilde, ürünlerini ticaret aracılığıyla bölüştürme yöntemi ve kendi rekabet tarzı sayesinde, maddi araçları son derece savurganca kullanır ve bir yanda tek tek kapitalistler için kazandıklarını diğer yanda toplum için kaybeder.” Sermaye, doğrudan canlı emek kullanımını yalnızca zorunlu emeğe indirgeme ve bir metanın üretimi için gerekli emeği, emeğin toplumsal üretkenliğini sömürme yoluyla daima azaltma eğilimindedir. Böylece zorunlu düzeye indirilmiş olan bu emeği en iktisatlı koşullar altında kullanmayı, yani kullanılan değişmeyen sermayenin değerini mümkün olan en düşük düzeyine indirmeyi amaçlar. Metaların değişim değerlerini belirleyen, içerdikleri gerekli emek-zamandır. Bu belirlenimi önce gerçekleştiren ve aynı zamanda sürekli olarak bir metanın üretilmesi için toplumsal olarak gerekli emek-zamanını kısaltan sermayedir. “Böylece, metanın fiyatı, onun üretimi için gerekli olan emeğin her bir parçasının kendi en düşük düzeyine indirilmesi yoluyla, en düşük düzeyine indirilir.” Marx, değişmeyen sermayede tasarruf konusunda bir tespit yapmanın zorunlu olduğunu belirtir. Eğer kullanılan sermayenin miktarı ve dolayısıyla toplam değeri artıyorsa, bu her şeyden önce, daha fazla sermayenin tek bir elde toplanması demektir. Ne var ki, daha büyük miktarda değişmeyen sermayenin tek bir elde toplanması (bu da çoğu örnekte, mutlak olarak daha yüksek ama göreli olarak daha düşük miktarda emeğin kullanılmasına karşılık gelir) değişmeyen sermayede tasarruf yapılmasını mümkün kılar. O halde kapitalist işleyiş temelinde gidişata tek bir kapitalist özelinde bakılacak olursa durum şudur: Başta sabit sermaye harcamaları olmak üzere gerekli sermaye harcamalarının hacmi zamanla büyür, ama işlenen malzemelerin ve sömürülen emeğin miktarına oranla bunların değeri azalır. (devam edecek)

4 Aralık 2023
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /5

kapital_c-3-on.png

Bölüm 5: Değişmez Sermaye Kullanımında Tasarruf

II. Çalışma Koşullarında İşçinin Sırtından Yapılan Tasarruflar

Kömür Ocakları. En Gerekli Harcamaların Savsaklanması. Marx, çalışma koşullarında işçinin sırtından yapılan tasarruflar konusunda çarpıcı bir örnek oluşturan kömür ocaklarındaki duruma dikkat çeker. Onun dönemin raporlarından aktardığı satırlar, kömür ocaklarında çalışan işçilerin dünden bugüne değişmeyen çilesini gözler önüne serer. Raporlarda, kömür ocakları sahipleri arasında hüküm süren rekabet koşullarında, en gözle görülür fiziksel güçlükleri yenmek için en minimum düzeyde harcama yapılarak işçilerin hayatının tehlikeye atıldığından söz edilmektedir. Üstelik “sayıları genellikle yapılacak işin gerektirdiğinden fazla olan kömür işçileri arasındaki rekabet koşullarında, işçiler, civardaki tarım işçilerininkinden bir parça daha yüksek olan bir ücret karşılığında, önemli tehlikelere ve en zararlı etkilere memnuniyetle göğüs gerer; çünkü bu iş onlara, ayrıca, çocuklarını kazançlı bir şekilde kullanma olanağını sağlar”. Bu çifte rekabet ocakların büyük bir kısmının en yetersiz drenaj ve havalandırmayla işletilmesini sağlamıştır. Madenlerde ocaklar çoğunlukla kötü açılmış, direkler kötü konulmuş, yetersiz mühendisler çalıştırılmış, galeriler ve yollar kötü yapılmıştır. Dönemin ilgili raporlarının ortaya koyduğu üzere, 1860 yılı dolaylarında İngiliz kömür ocaklarında haftada ortalama 15 kişi hayatını kaybetmiştir. 1851-1861 yılları arasındaki 10 yıllık sürede toplam 8466 kişi ölmüştür. Gerçek kaza ve ölüm sayıları, gösterilen resmi rakamlardan çok daha yüksektir ve Marx’ın satırları kapitalizmin vahşi yüzünü sergiler: “Bu insan kayıplarının çoğunun nedeni, maden ocağı sahiplerinin kirli açgözlülükleriydi; bunlar, örneğin sıklıkla sadece bir maden kuyusu kazdırarak, yalnızca etkili bir havalandırmayı değil, bu tek kuyu kapandığında kaçış yolu bulunmasını da olanaksızlaştırıyordu.” 19. yüzyılda yazılan bu satırlar, sanki 21. yüzyıl Türkiye’sinde maden sahibi kapitalistlerin insan hayatını hiçe sayan kâr hırsları nedeniyle ocaklarda gerçekleşen işçi katliamlarını anlatır gibidir. Kapitalist üretim, dolaşım süreci ile rekabetin neden olduğu savurganlıklar dışında, en az emekle en çok üretimi gerçekleştirmek bakımından aslında son derece tutumludur. “Buna karşılık, bir insan savurganı, bir canlı emek savurganı olarak, yalnızca bir et ve kan savurganı değil aynı zamanda bir sinir ve beyin savurganı olarak, tüm diğer üretim tarzlarını açık arayla geride bırakır.” Marx, tarihin akışı içinde sosyalizmin yolunu döşeyen, fakat kapitalist düzen altında insan yaşamını alabildiğine israf eden toplumsal emek olgusuna vurgu yapar: “Gerçekten de, insan toplumunun bilinçli yeniden kuruluşunun hemen öncesindeki tarih çağında, genel olarak insanlığın gelişimi, ancak, bireysel gelişmenin en acımasız şekilde israf edilmesi yoluyla güvence altına alınıyor ve hayata geçiriliyor. Burada sözü edilen tüm tasarruflar emeğin toplumsal karakterinden kaynaklandığından, gerçekten de, işçinin yaşamının ve sağlığının israf edilmesine yol açan şey, tam da emeğin bu dolaysız toplumsal karakteridir.” İşçilerin güvenlik, rahatlık ve sağlığıyla ilgili tüm tedbirler genelde fabrikalarda da ihmal edilir ve bu durumun “Fabrikalar” başlığı altında ele alınması gerektiğini belirtir Marx. Fabrika raporlarının ortaya koyduğu üzere, sanayi ordusunun yaralılarını ve ölülerini sayan “savaş bültenlerinin” kaynağı büyük ölçüde bu ihmaldir. Söz konusu raporlar, çoğu ölümlere yol açan kazaların nedenlerini ve hiç de pahalı olmayan güvenlik önlemleriyle bunların önlenebileceğini çarpıcı biçimde kanıtlar. Buna rağmen fabrikatörler yasaların emrettiği koruyucu önlemleri almamakta ısrar etmişlerdir. Marx’ın satırları, dünden bugüne düzen güçlerinin nasıl da fabrikatörlerin yanında saf tuttuğunu açıklar. “Fabrikatörler, bunlara ya da başka yasal koşullara bu şekilde direndiklerinde, bu tür davalarda hüküm verme yetkisine sahip olan ve çoğu örnekte kendileri de fabrikatör ya da fabrikatör dostu olan maaşsız sulh yargıçları tarafından açıkça destekleniyordu.” O dönemde fabrikatörler fabrika yasalarına karşı çıkmak için, Manchester’da, “Fabrika Yasalarının Değiştirilmesi için Ulusal Birlik” adlı bir sendika kurmuşlardır. Bu patron sendikası, Mart 1855’te, fabrika müfettişlerinin suç duyuruları karşısında üyelerinin yargılanma giderlerini karşılamak ve bu davaları birlik adına takip etmek için elli bin sterlinden fazla para toplamıştır. Marx’ın deyişiyle, amaçları, kâr için gerçekleştiriliyorsa “öldürmek cinayet değildir”i kanıtlamaktır. “Öldürmek cinayet değildir” deyişini burada Marx, 1657’de İngiltere’de Leveller (Eşitleyiciler) örgütünün yayınladığı bir broşürün başlığına atfen kullanmıştır. Broşürün yazarı, Devlet Koruyucu Lord ünvanlı Oliver Cromwell’ın acımasız bir zorba olması nedeniyle öldürülmesi çağrısında bulunmuş ve bu tür bir eylemin yurtseverlere özgü bir hizmet olacağını savunmuştur. İngiltere’de fabrikatörler 1844 tarihli iş yasasının fabrika müfettişlerinin iddia ettiği gibi koruyucu önlemler içermediğini hüküm altına aldırana dek huzur bulmadılar. “Sonunda, 1856 yılında, ikiyüzlü Wilson Patten (teşhir ettikleri dinleri, para babaları için kirli işler yapmaya her zaman hazır olan o sofulardan biri) sayesinde, o dönemin koşullarında kendilerini hoşnut edebilen bir parlamento yasasını kabul ettirmeyi başardılar. Bu yasa gerçekten işçileri her tür özel korumadan yoksun bırakıyor ve makinelerden kaynaklanan kazalarla ilgili tazminat talepleri için genel mahkemeleri yetkili kılıyordu.” “Öte yandan da, bilirkişi raporu alınmasını öngören ve çok ince bir şekilde kaleme alınmış bir hükmüyle fabrikatörlerin dava kaybetmesini hemen hemen olanaksızlaştırıyordu. Bunun sonucu olarak kazalar hızla arttı.” Fakat 1865 yılına doğru ilerlerken zamanla kaza sayısı ciddi derecede azaldı. “Sorunun çözülmesini sağlayan temel neden, daha başından itibaren güvenlik tertibatlarıyla donatılmış olan ve fabrikatörler için ek maliyetler çıkarmadıklarından onların da kabullendiği yeni makinelerin piyasaya sürülmesiydi. Ayrıca, bazı işçiler de kaybettikleri kolları için mahkemelerde ağır tazminatlar elde etmeyi ve bu tazminat hükümlerini en yüksek mahkemelerde onaylatmayı başarmıştı.” Marx konunun ilerleyişi içinde, “genel olarak kapalı yerlerde çalışma” sorununa da değinir. Marx’ın yıllar öncesinde vurguladığı ve günümüzde de pek değişmediği üzere, mekân tasarrufunun ve dolayısıyla binalardan yapılan tasarrufun, işçilerin dar yerlere tıkılmasına ne ölçüde yol açtığı bilinen bir şeydir. “Buna havalandırma araçlarından yapılan tasarruf da eklenir. Bu iki neden, uzun çalışma saatleriyle birlikte, solunum sistemi hastalıklarının büyük ölçüde artmasına ve bunun sonucu olarak ölüm hızının yükselmesine yol açar.” Hatırlayalım, makinelerin büyük ölçekli kullanımını, üretim araçlarının bir araya gelmesini ve bunların kullanımındaki tasarrufu mümkün kılan şey, işçilerin birleşmesi ve elbirliği yapmalarıdır. Ne var ki, kapitalistler için kâr kaynağı olan bu duruma, çalışma sürelerinin kısaltılması ve gereken koruyucu önlemlerin alınması gibi uygulamaların eşlik etmemesi, işçilerin yaşamlarının ve sağlıklarının israf edilmesine yol açar. Kapalı yerlerde işçilerin sağlığını gözetmeden yalnızca ürünün daha kolay bir şekilde üretilmesini sağlayan koşullar altındaki yığınsal birlikte çalışma, işçilerin ölüm ve ağır hastalıklara yakalanma hızını arttırır. Marx dönemin istatistiklerinin kanıtladığı bir hususu aktarır. “Bir bölgenin halkı, kapalı yerlerde birlikte çalışmaya hangi oranda zorlanırsa, diğer koşullar aynı kalırken, bu bölgedeki ölüm hızı, akciğer hastalıklarından ötürü, o oranda yükselir.” Bunun nedeni kötü havalandırmadır. Çarpıcı bir örnek olarak ipek sanayii bölgelerindeki durumdan söz edilir. Bu bölgelerde fabrikatörler, işletmelerindeki sözde istisnai derecede elverişli sağlık koşullarını gerekçe göstererek, 13 yaşından küçük çocuklar için istisnai derecede uzun çalışma saatleri talep etmişler ve bunu kısmen de elde etmişlerdir. Ayrıca, istatistiklerde terzi, dizgici ve matbaacılar için verilmiş olan ölüm hızları da çok yüksektir. Dizgicilerin durumu da terzilerinkine benzer; ama bunlar için, yetersiz havalandırmaya zehirli hava altında uzun çalışma saatleri ve yıpratıcı gece çalışması da eklenir. Buralarda normal çalışma süreleri 12-13 saattir, fakat bazen 15-16 saati bulur. Kapitalizmin tarihi, temel güdüsü daha fazla kâr elde etmek olan bu düzenin işçi sağlığına ve iş güvenliğine ilişkin önlemleri katlanılamaz bir maliyet olarak gördüğünü gözler önüne serer. Bu gerçeklik dünden bugüne değişmemiştir. Marx’ın döneminde işçilerin dayanılmaz çalışma koşullarını yakından gözlemleyen fabrika müfettişleri, doktorları ya da sağlık idaresi bürokratlarının aktardıkları bunu kanıtlar. Örneğin İngiliz sağlık idaresi başkanı, işçilerin teoride birinci hakları olan sağlık hakları üzerinde ısrar etmelerinin pratikte olanaksızlığını dile getirmiştir. Kâğıt üstünde bazı haklar görünmektedir. Ancak işçiler “bu sağlık adaletini” kendi kendilerine sağlayabilecek durumda olmadıkları gibi, sağlık koruma yasalarını uygulamakla görevli memurlardan da etkili herhangi bir yardım görmemişlerdir.

III. Güç Üretiminde, Güç Aktarımında ve Binalarda Tasarruf

Marx’ın döneminde 1840’lardan 1850’lere ilerleyen süreçte buhar makinelerinde iyileştirmeler gerçekleştirilmiş, yoğuşturmalı buhar makinelerinin işletilme tarzında çok önemli bazı değişiklikler sağlanmıştır. Sonuç, aynı makinelerle eskisinden çok daha büyük miktarda iş yapılması ve ayrıca yakıt tüketiminin çok önemli miktarda azalması olmuştur. Bu iyileştirme ve geliştirmeler sayesinde çoğu örnekte %100 oranında daha fazla iş sağlanmıştır. Örneğin 1840 yılı dolaylarında, İngiltere’deki Cornwall bölgesinde maden ocaklarında buhar makineleriyle olağanüstü ucuzlukta güç elde edilmesi dikkatleri çekmeye başlamıştır. Pamuk ipliği sanayiindeki rekabet, fabrikatörleri kârlarının ana kaynağını “tasarruflar”da aramaya zorlamıştır. Güç üretimi üzerine söylenenler güç aktarımı ve iş makineleri için de geçerli olmuştur. Marx’ın belirttiği üzere, “Makinelerdeki bu iyileştirmeler, tam etkilerini, ancak, yeni ve amaca uygun şekilde düzenlenmiş fabrika binalarında kullanılmaya başladıklarında gösterir”.

IV. Üretim Dışkılarının Kullanımı

Kapitalist üretim tarzı, üretim ve tüketim artıkları kullanımının boyutlarını genişletir. Üretim artıklarıyla sanayi ve tarım artıkları kastedilir. Tüketim artıkları ise, kısmen insanların doğal metabolizmasından kaynaklanan artıkları ve kısmen de nesnelerin tüketimlerinden sonra geriye kalan biçimleri anlatır. Örneğin kimya sanayiinde üretim artıkları, küçük ölçekli üretimde kaybolup giden yan ürünlerdir; metalurjide makine yapımı sırasında dökülen ve hammadde olarak yeniden demir üretimine giren demir talaşlarıdır vb. Tüketim artıkları, insanların doğal yollarla dışarıya attıkları maddeler, paçavra biçimindeki giysi artıklarıdır vb. Tüketim artıkları kullanımının en önemli olduğu alan tarımdır. Fakat kapitalist ekonomide bunların kullanımı konusunda muazzam bir israf söz konusudur. Hammaddelerin pahalılaşması, hiç kuşkusuz, artık kullanımını teşvik etmiştir. Fakat bu artıkların tekrar kullanılması için genel bazı koşullar vardır. En başta, ancak büyük ölçekli üretimde görülebilen büyük miktarda artık gerekir. Verili biçimleriyle daha önce kullanılamaz olan maddeleri yeni üretimde işe yarayacakları bir biçime sokan makine iyileştirmeleri olmalıdır. Bilimde ve özellikle kimyada, bu tür artıkların yararlı özelliklerini ortaya çıkaran ilerlemeler kaydedilmelidir. Dönemin fabrika raporlarının gösterdiği gibi, artıklar hemen her sanayide önemli bir rol oynar. Marx’ın döneminde yünlü sanayii, artıklardan yararlanma konusunda pamuklu sanayiinden daha iyi durumdaydı. Zaman içinde artıkların kullanımı sayesinde yün ve pamuk karışımı “yapay yün” dokumaların üretimi ve tüketimi yaygınlaştı. Örnekse, bu şekilde yeni bir canlılık kazanan yapay yün, daha 1862 yılının sonunda, İngiliz sanayisinin toplam yün tüketiminin üçte birini karşılıyordu. İngiliz ipekli sanayii de aynı inişli yolu izledi. “Gerçek ham ipek tüketimi 1839-1862 yılları arasında biraz azaldı; buna karşılık ipek artıkları tüketimi iki katına çıktı. İyileştirilmiş makinelerle, başka durumlarda hayli değersiz olan bu malzemeden birçok amaç için kullanılabilen bir ipek imal edilebiliyordu.” Artıklardan yararlanmanın en çarpıcı örneğini kimya sanayiinde gördüğümüzü belirtir Marx. “Bu sanayi, onlar için yeni kullanım alanları bularak kendi atıklarını kullanmakla kalmaz, aynı zamanda diğer pek çok sanayinin atıklarını da kullanır ve örneğin, eskiden hemen hemen hiçbir yararı olmayan gaz katranını anilin boyalara, kökboyasına (alizarin), hatta bir süredir ilaçlara dönüştürür.” Marx burada bir ayrım noktasına dikkat çeker. Şöyle ki, üretim artıklarının yeniden kullanılmaları yoluyla sağlanan tasarrufu, üretim artıklarının en alt düzeylerine indirilmeleri ve üretime giren tüm ham ve yardımcı maddelerden en üst düzeyde yararlanılması sayesinde kaydedilen tasarruftan ayırmak gerekir. Artıkların azaltılması, kısmen ve en önemlisi, kullanılan makinelerin kalitesine bağlıdır. Çünkü üretim sürecinde hammaddelerin daha büyük bir bölümünün mü yoksa daha küçük bir bölümünün mü artıklara dönüşeceği, kullanılan makinelerin ve aletlerin kalitesine bağlıdır. Makine parçalarının daha dikkatli şekilde imal edilmesi ve daha iyi perdahlanması oranında da yağdan, sabundan vb. tasarruf edilir. Bu kısım, yardımcı maddelerle ilgili olan bir tasarruftur. Artıkların azaltılması, son olarak, hammaddenin kendisinin kalitesine bağlıdır. Bu da kısmen, hammadde üreten tarım ile doğal maddeleri sağlayan sanayideki gelişmeye (asıl anlamıyla uygarlığın ilerlemesine), kısmen de hammaddenin imalat aşamasına girmeden önce geçtiği süreçlerdeki iyileştirmelere bağlıdır.

V. Buluşlarla Sağlanan Tasarruflar

Sabit sermayenin kullanımında sağlanan tasarruflar, çalışma koşullarının büyük ölçekli olarak düzenlenmesinden ileri gelir. Kısacası, bunlar toplumsallaştırılmış emeğin ya da üretim süreci içindeki dolaysız elbirliğinin koşulları olarak iş görmelerinin sonucudur. Bu, bir yandan, mekanik ve kimyasal buluşların, metanın fiyatını yükseltmeden kullanılmalarını sağlayan tek koşuldur ve her zaman olmazsa olmaz koşuldur. Diğer yandan, ortaklaşa üretken tüketimden kaynaklanan tasarruflar, ancak büyük ölçekli üretimle gerçekleştirilebilir. Ama son olarak, nerede ve nasıl tasarruf sağlanacağını, yapılmış olan buluşların en basit şekilde nasıl uygulanacağını, teorinin üretim sürecinde uygulamaya koyulması sırasında hangi pratik engellerin aşılması gerektiğini vb. ancak birleşik işçinin deneyimi keşfeder ve gösterir. Marx, yeri gelmişken evrensel emek ile ortak emek arasındaki farka dikkat edilmesi gerektiğini belirtir. “İkisi de üretim sürecinde rol oynar, ikisi de diğeriyle iç içe geçer, ama aynı zamanda farklıdırlar. Her tür bilimsel emek, her tür keşif, her tür buluş, evrensel emektir. Kısmen canlı emekle el birliğine, kısmen geçmiş emeklerin kullanımına bağlıdır. Ortak emek, bireylerin dolaysız el birliği demektir.” Sık yapılan şu gözlemler, yukarıda söylenenlerin doğrulamalarını sağlar: 1. Yeni bir makinenin ilk modelinin maliyeti ile daha sonra yapılanların maliyeti arasındaki büyük fark. 2. Yeni buluşlara dayalı bir kuruluşun, daha sonraki, onun yıkıntıları üzerinde, onun kemiklerinden yükselen kuruluşlarınkiyle karşılaştırıldığında çok daha yüksek olan maliyetleri. Bu öylesine doğrudur ki, ilk girişimciler çoğu zaman iflas eder ve ancak sonradan gelenler, binaları, makineleri vb. daha ucuza elde edenler başarıya ulaşır. Marx, kapitalizmin tıynetini sergileyen şu veciz ifadeyle bölümü sona erdirir: “Bu nedenle, insan zihninin evrensel emeğinin tüm yeni gelişmelerinden ve bunların birleşik emek aracılığıyla toplumsal olarak kullanımından en büyük kârları elde edenler, çoğunlukla, en değersiz ve en sefil para kapitalistleridir.” (devam edecek)

30 Aralık 2023
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /6

kapital_c-3-on.png

Bölüm 6: Fiyat Değişimlerinin Etkisi

I. Hammadde Fiyatlarındaki Dalgalanmalar, Bunların Kâr Oranı Üzerindeki Doğrudan Etkileri Marx bu maddede artı-değer oranında hiçbir değişikliğin olmadığı varsayımından hareketle, diğer faktörlerdeki değişimin kâr oranını nasıl etkileyeceği hususunu ele alır. Makinelerin iyileştirilmesi ve hammaddelerdeki fiyat değişimleri, verili bir sermaye tarafından çalıştırılan işçilerin sayısı ya da işçi ücretlerinin düzeyi üzerinde eş zamanlı olarak etkide bulunabilir. Bu durumda sonucun ne olacağını anlayabilmek için şu iki hususa bakmak gerekir: 1. Değişmeyen sermayedeki değişimin kâr oranı üzerinde yarattığı etki, 2. İşçi ücretlerindeki değişimin kâr oranı üzerinde yarattığı etki. Genel olarak vurgulanması gereken önemli nokta şudur: Değişmeyen sermayedeki tasarruflar ya da hammadde fiyatlarındaki dalgalanmalar nedeniyle değişmeler olursa, bunlar işçi ücretlerini ve artı-değer oranıyla artı-değer miktarını hiçbir şekilde etkilemese bile, kâr oranı üzerinde her zaman etkide bulunurlar. Bu değişimlerin hangi üretim alanlarında gerçekleştiği ve söz konusu değişimlerin etkide bulunduğu sanayi dallarının işçiler için geçim araçları ya da bu tür geçim araçlarının üretimine yönelik değişmeyen sermaye üretip üretmedikleri tümüyle önemsizdir. Buradaki açıklamalar lüks malların üretimindeki değişimler için de aynı şekilde geçerlidir ve bununla emek gücünün yeniden üretimini gerektirmeyen her tür üretim kastedilir. Buradaki hammaddeler, çivit, kömür, gaz vb. gibi yardımcı maddeleri de içerir. Bu başlığın altında ele alınan makineler söz konusu olduğunda ise, bunların kendi hammaddeleri demir, tahta, deri vb. gibi nesnelerden oluşur. Bu makinelerin fiyatı üretimlerine katılan hammaddelerin ve yardımcı maddelerin fiyatlarındaki dalgalanmalardan etkilenir ve bunların fiyatlarındaki dalgalanmalar nedeniyle fiyatları yükseldiğinde, kâr oranı o miktarda düşer. Tersi olduğunda ise kuşkusuz kâr oranı yükselir. Marx bu kısımdaki incelemeler sırasında, yalnızca, bir metanın üretim sürecine giren hammaddelerin fiyatlarındaki dalgalanmalarla ilgilenileceğini belirtir. Dolayısıyla, emek araçları olarak iş gören makinelerin hammaddelerinin ve makinelerin işletilmeleri için gerekli olan yardımcı maddelerin fiyatlarındaki dalgalanmalar üzerinde durulmayacağını belirtir. Kâr oranının, artı-değerin toplam sermayeye oranıyla belirlendiğini hatırlayalım. O nedenle, değişmeyen sermaye miktarının değişmesi neticesinde toplam sermayeyi değiştiren her şeyin, (artı-değer oranı ve değişen sermaye büyüklüğü aynı kalsa bile) kâr oranında da bir değişime yol açacağı açıktır. Hammaddeler ve yardımcı maddeler değişmeyen sermayenin bileşenlerinden olduğuna göre, bunların fiyatlarındaki dalgalanmalar kâr oranını o miktarda etkiler. Buradan çıkan sonuçlardan biri, düşük hammadde fiyatlarının sanayi ülkeleri için ne kadar önemli olduğudur. Ayrıca, dış ticaretin de (zorunlu geçim araçlarını ucuzlatarak işçi ücretleri üzerinde yarattığı her tür etkiden bağımsız olarak) kâr oranını etkileyeceği açıktır. “Çünkü dış ticaret, özellikle, sanayide ya da tarımda kullanılan ham ya da yardımcı maddelerin fiyatlarını etkiler.” Hammadde fiyatlarının kâr oranı üzerindeki etkisi pratik deneyimler sayesinde saptanan kesin bir olgudur. Buna rağmen, Ricardo gibi iktisatçılar bile dünya ticaretinin kâr oranı üzerindeki etkisini görememişlerdir. Marx’ın belirttiği üzere, bunun nedeni, bu iktisatçıların kâr oranının doğasını ve artı-değer oranıyla arasındaki özgül farkı yeterince anlamamış olmalarıdır. Yukarıdaki açıklamalardan hareketle, hammaddelerden alınan gümrük vergilerinin kaldırılmasının ya da azaltılmasının sanayi açısından ne kadar büyük önem taşıdığını anlamak mümkündür. O nedenle, İngiltere’de bunların ithalatının olabildiğince serbestleştirilmesi, akılcı bir şekilde geliştirilmiş olan koruyucu gümrük sisteminin bile temel öğretisi olmuştur. İngiltere’deki serbest ticaret taraftarları ise, pamuktan alınan gümrük vergilerinin kaldırılması için çaba harcamanın yanı sıra, tahıldan alınan gümrük vergilerinin kaldırılmasını da amaçlamışlardır. Yalnızca hammadde olarak kullanılmakla kalmayıp, aynı zamanda beslenmenin de temel öğesi olan bir maddenin fiyatının düşmesinin önemi büyüktür. O nedenle, Marx dönemi İngiltere’sinde büyük fabrikatörler dikkatli ve hesaplarını bilen işadamları olarak, tahıldan alınan gümrük vergilerinin kaldırılmış olması durumunda günde 10 saat çalışmanın tümüyle yeterli olacağını ifade etmişlerdir. Daha sonra tahıldan, pamuktan ve başka hammaddelerden alınan gümrük vergileri kaldırılmıştır. Fakat bu sonuçlar elde edilir edilmez, fabrikatörlerin On Saatlik İşgünü Tasarısına muhalefetleri her zamankinden şiddetli hale gelmiştir. Buna rağmen on saatlik fabrika çalışması yasalaştığında ise, fabrikatörler ücretlerin genel olarak düşürülmesine yönelik girişimlerde bulunmuşlardır. Hatırlayalım, ham ve yardımcı maddelerin değerleri üretiminde kullanıldıkları ürünün değerine oldukları gibi ve bir kerede girer; oysa sabit sermaye öğelerinin değerleri üründe ancak aşınma ve yıpranmaları ölçüsünde, yani ancak parça parça yer alır. Buradan çıkan sonuç, ürün fiyatının hammadde fiyatından, sabit sermayenin fiyatına oranla çok daha yüksek bir derecede etkileneceğidir. Ama şurası da açıktır ki, piyasanın genişlemesi ya da daralması tek tek metaların fiyatlarına bağlıdır ve bu fiyatların yükselmesiyle ya da düşmesiyle ters yönde ilişkilidir. Dolayısıyla, gerçek yaşamda, hammadde fiyatı yükselirken sınaî ürün fiyatının aynı oranda yükselmemesiyle ve hammadde fiyatı düşerken aynı oranda azalmamasıyla da karşılaşılır. Ayrıca, emeğin üretici gücünün artışıyla birlikte, genelde kullanılan makinelerin miktarı ve değeri artar. Fakat buna rağmen hammaddenin değeri, emeğin üretici gücünün gelişmesi oranında, meta-ürün değerinin sürekli olarak büyüyen bir bileşenini oluşturur. Diğer bir nokta ise şudur: Üretim sürecinde makineler söz konusu olduğunda, değerin oluşumuna yalnızca onların aşınma ve yıpranma payı girer. Oysa ham ve yardımcı maddeler, tıpkı işçi ücretleri gibi döner sermayenin bileşenleridir ve sürekli olarak ürünlerin satışından sonra birer bütün olarak yerlerine koyulmak zorundadırlar. Dolayısıyla bu yenileme için gereken faktörlerden birinin (örneğin hammadde fiyatındaki bir yükseliş ya da makinelerin bir bölümünün çalışamaması gibi) eksikliğinin tüm yeniden üretim sürecini nasıl budayabileceği ya da köstekleyebileceği açıktır. Son bir nokta olarak atıklar konusuna bakılabilir. “Atıklar aracılığıyla ortaya çıkan maliyetler, ham madde fiyatlarındaki dalgalanmalarla doğru orantılı olarak değişir; ham madde fiyatları yükseldiğinde yükselir ve düştüğünde düşerler.” II. Sermayenin Değer Kazanması ve Değersizleşmesi, Serbest Kalması ve Bağlanması Marx, bu bölümde incelenen olguların eksiksiz olarak gelişebilmelerinin, kredi sistemini ve dünya pazarındaki rekabeti gerekli kıldığını vurgular. “Bunlardan ikincisi, kapitalist üretim tarzının temelini ve onun yaşayabileceği atmosferi oluşturur.” Bu hususu akılda tutmak koşuluyla, Marx başlıkta ifade edilen olguların burada genel bir şekilde ele alınabileceğini belirtir. Bunlar hem kendi aralarında hem de kârın oranı ve miktarıyla ilişkilidir. Marx konuyu açımlarken iki soru sorar: 1. Sermayenin serbest kalması ve bağlanması ile değer kazanması ve değersizleşmesi farklı olgular olarak mı ele alınmalıdır? 2. Her şeyden önce, sermayenin serbest kalması ve bağlanmasından ne anlıyoruz? Öncelikle, sermayenin değer kazanması ve değersizleşmesinin zaten kendiliklerinden anlaşılacağını belirtmek gerekir. Sermayenin bağlanması, ürünün toplam değerinin bazı kısımlarının (şayet üretim önceki ölçeğinde devam edecekse), yeniden değişmeyen ya da değişen sermaye öğelerine dönüştürülmek zorunda olmasını ifade eder. Sermayenin serbest kalması ise, ürünün toplam değerinin şu ana dek yeniden değişmeyen ya da değişen sermayeye dönüştürülmek zorunda olan bir bölümünün, üretimin eski ölçekte devam ettirilmesine rağmen başka yerde kullanılabilir ya da fazlalık haline gelmesini anlatır. Marx’ın dikkat çektiği üzere, “sermayenin serbest kalması ya da bağlanması, gelirin serbest kalması ya da bağlanmasından farklıdır”. Ayrıca, değer kazanma ya da değersizleşme, değişmeyen sermayenin ya da değişen sermayenin ya da her ikisinin başına gelebilir. Değişmeyen sermaye söz konusu olduğunda da, benzer şekilde onun sabit ya da döner kısmını ya da her ikisini ilgilendirebilir. Yukarıda değinildiği üzere, genel yasa şudur: “Diğer koşullar aynı kalırken, kâr oranı, ham madde değerinin yüksekliğiyle ters yönde değişir.” Bu, bir işletmeye yeni yatırılan sermaye-paranın üretken sermayeye dönüşümünün ilk kez gerçekleştiği durumlarda kesin olarak doğrudur. Yeni bir yatırım için kullanılan sermaye bir yana bırakılırsa, halihazırda faal olan sermayenin büyük bir bölümü dolaşım alanında, bir başka bölümü ise üretim alanında bulunur. “Sermayenin bir bölümü meta olarak piyasada bulunur ve paraya dönüştürülmeyi bekler; bir başka bölüm, hangi biçimde olursa olsun para olarak elde bulunur ve bir kez daha üretimin koşullarına dönüştürülmeyi bekler; son olarak üçüncü bir bölüm, kısmen başlangıçtaki biçimi olan üretim araçları, yani ham maddeler, yardımcı maddeler, piyasadan satın alınan yarı işlenmiş ürünler, makineler ve diğer sabit sermaye biçiminde, kısmen henüz üretim aşamasında bulunan ürün biçiminde olmak üzere, üretim alanında bulunur.” Açıktır ki, değer artışının veya değersizleşmenin buradaki etkisinin ne olacağı, çok büyük ölçüde, bu bileşenlerin birbirlerine oranlarına bağlıdır. Marx sorunu basitleştirmek için, tüm sabit sermayeyi şimdilik tümüyle bir yana bırakacağını ve değişmeyen sermayenin yalnızca hammaddelerden, yardımcı maddelerden, yarı işlenmiş ürünlerden, imal edilmekte olan ve bitmiş olarak piyasada bulunan bu tür metalardan oluşan kısmını ele alacağını belirtir. Önemli bir nokta, hammadde fiyatlarındaki yükselişin geriye dönük etkisidir. Hammaddenin, örneğin pamuğun fiyatı yükselirse, daha ucuz pamukla üretilmiş olan pamuklu metaların fiyatları da yükselir. Hem henüz işlenmemiş yani depoda bulunan, hem de henüz işlenmekte olan pamuğun değeri de aynı şekilde yükselir. “Bu sonuncusu, geriye dönük etkide bulunarak, daha fazla emek-zamanı temsil eder duruma geldiğinden, bir bileşen olarak katıldığı ürüne, başlangıçta sahip olduğundan ve kapitalistin kendisi için ödediğinden daha yüksek bir değer ekler.” O halde, hammadde fiyatında bir yükselme olduğunda, piyasada büyük miktarda bitmiş meta kütlesi bulunuyorsa bu metanın değeri yükselir ve dolayısıyla elde bulunan sermayenin değerinde bir artış gerçekleşir. Üreticilerin elinde bulunan hammadde vb. stokları için de aynısı geçerlidir. Bu değer artışı, tek bir kapitalistin ya da bütün bir sektörün, hammadde fiyatındaki artışı izleyen kâr oranı düşüşü nedeniyle uğradığı zararı karşılayabilir ya da karşılamanın ötesine geçebilir. Marx, burada rekabetin etkileri üzerinde ayrıntılı şekilde durulmayacağını belirtir. Buna rağmen, tartışmayı eksik bırakmamak için iki husus üzerinde durur: “1. depolarda önemli miktarda hammadde stokları bulunuyorsa, bunlar, hammaddenin üretildiği yerde ortaya çıkan fiyat artışı üzerinde karşıt yönde etkide bulunabilir; 2. piyasada çok büyük miktarda yarı işlenmiş ürün ya da bitmiş meta bulunuyorsa, bunlar, bitmiş metanın fiyatının ve yarı işlenmiş ürünün fiyatının, ham maddelerinin fiyatıyla aynı oranda yükselmesini engeller.” Hammadde fiyatı düştüğünde ise bu söylenenlerin tersi geçerli olur. Diğer koşullar aynı kalırken kâr oranı yükselir. Fakat yanı sıra, piyasada bulunan metalar, henüz imal edilme aşamasında olan mallar ve hammadde stokları değersizleşir ve böylece kâr oranının yükselişini azaltan bir etkide bulunur. Marx, bu inceleme boyunca fiyatlardaki yükselme veya alçalmaların, gerçek değer dalgalanmalarının ifadeleri oldukları varsayımına dayandığını belirtir. “Ama burada bu fiyat dalgalanmalarının kâr oranı üzerindeki etkisi üzerinde durulduğundan, bunların temelinde neyin bulunduğu gerçekte hiç önemli değildir; dolayısıyla, buradaki açıklamalar, fiyatlar, değer dalgalanmaları nedeniyle değil, kredi sisteminin, rekabetin vb. etkileri nedeniyle yükseldiğinde ya da düştüğünde de geçerli olur.” Kâr oranının, artı-değerin yatırılmış olan toplam sermayeye bölünmesiyle elde edildiğini hatırlayalım. O nedenle, yatırılmış sermayedeki bir değersizleşmeden kaynaklanabilecek olan bir kâr oranı artışı, sermaye değerindeki bir kayıpla birlikte olabilir. Tersine, yatırılmış sermayenin değer kazanmasından kaynaklanabilecek olan bir kâr oranı azalması ise muhtemelen elde edilen bir kazanca yol açar. Marx takiben, değişmeyen sermayenin diğer parçasında, yani makinelerde ve genel olarak sabit sermayede gerçekleşen değer dalgalanmalarına değinir. Burada gerçekleşen ve özellikle binalarla, gayrimenkul mallarla vb. ilgili olan değer artışlarının, toprak rantı öğretisi olmadan tartışılamayacağını ve bu nedenle bunları ele almanın yerinin burası olmadığını belirtir. Değişmeyen sermayenin söz konusu bileşenlerinde değersizleşme konusuna gelince, bunun genel bir öneme sahip olduğunu vurgulayarak aşağıdaki hususlar üzerinde durur:  “1. Eldeki makinelerin, fabrika tesislerinin vb. kullanım değerlerini ve dolayısıyla aynı zamanda değerlerini göreli olarak azaltan sürekli iyileşmeler. Bu süreç, özellikle makinelerin kullanıma yeni sokulduğu ilk dönemde, bunların belirli bir olgunluk derecesine ulaşmalarından önce ve dolayısıyla kendi değerlerini yeniden üretmeye zaman bulamadan sürekli olarak demode oldukları durumlarda şiddetli bir etkiye sahiptir.” Makinelerin değerlerinin kısa bir zaman dilimi içinde, bunların aşınma ve yıpranmasının yüksek maliyetlerine katlanılmasına gerek kalmadan yeniden üretilmesi için çalışma süresinin ölçüsüzce uzatılmasının, vardiyalar halinde gece gündüz çalışılmasının nedenlerinden biri de budur. Buna karşılık, makinelerin öngörülen iyileştirmelere göre kısalan ömrü bu şekilde telafi edilemezse, manevi aşınma ve yıpranma için ürüne değerlerinin o kadar büyük bir parçasını aktarırlar ki, böylece el emeğiyle bile rekabet edemezler. Makineler, binalardaki donanımlar, yani genel olarak sabit sermaye uzun bir süre boyunca temel yapısı bakımından değişmeden kalabilir. Bu durumda, bu sabit sermayenin yeniden üretilme yöntemlerindeki iyileştirmeler nedeniyle de bir değersizleşme gerçekleşir. Makinelerin değeri bu kez, artık daha ucuza yeniden üretilebildikleri için düşer. Pek çok örnekte, büyük işletmelerin ancak ikinci sahiplerinin elinde (birinci sahipleri iflas ettikten ve onları ucuza satın alan ikinci sahipleri bu sayede kendi üretimlerine başından itibaren daha sınırlı sermaye harcamalarıyla başladıktan sonra) başarıya ulaşmalarının nedenlerinden biri de budur. Ürünün fiyatını yükselten ya da düşüren aynı nedenlerin sermayenin değerini de yükselttikleri ya da düşürdükleri tarımda, burada değinilen hususlar özellikle göze çarpar. Çünkü burada sermayenin kendisi büyük ölçüde onun ürününden, yani tahıldan, büyükbaş hayvanlardan vb. oluşur. Marx’ın bu bölümdeki incelemesinde sırada bir de değişen sermaye vardır. Emek gücünün değeri, onun yeniden üretilmesi için gerekli olan geçim araçlarının değeri yükseldiğinde yükselir, düştüğünde ise düşer. İşgününün uzunluğu aynı kalırken, artı-değerin düşmesi bu değer artışına ve artı-değerin büyümesi bu değersizleşmeye karşılık gelir. Ama bunlar, şu ana dek incelenmeyen ve şimdi kısaca değinilecek olan bazı başka durumlarla, örneğin sermayenin serbest kalması veya bağlanmasıyla da ilgili olabilir. İşçi ücretleri emek gücü değerindeki bir düşüş nedeniyle düşerse, sermayenin daha önce işçi ücretlerine yatırılmış olan bir bölümü (yani değişen sermayenin bir bölümü) serbest kalır. Böyle bir durumda yeni yatırılacak olan sermaye için bunun tek etkisi, daha yüksek bir artı-değer oranıyla çalışılmasıdır. “Eskisine göre daha az parayla aynı miktarda emek harekete geçirilir ve böylece emeğin karşılığı ödenmeyen bölümü, karşılığı ödenen bölümü aleyhine yükselir.” Fakat şimdiye kadar kullanılmakta olan sermaye için artı-değer oranı yükselmekle kalmaz, ayrıca şimdiye kadar ücretlere yatırılan sermayenin bir kısmı da serbest kalır. Serbest kalan sermaye kısmı ister aynı işin genişletilmesi için, isterse bir başka üretim alanında iş görmesi için yeni bir sermaye yatırımı olarak kullanılabilir. Değişen sermayenin bir kısmının serbest kalması ya da bağlanması, emek gücünün yeniden üretim maliyetlerinin değersizleşmesinin veya değer kazanmasının sonucudur. Fakat üretici gücün gelişimi sonucunda ve işçi ücretleri aynı kalırken, aynı değişmeyen sermaye kütlesini harekete geçirmek için daha az işçiye gerek duyulsa, değişen sermaye yine serbest kalabilir. Tersi olursa ve üretici gücün azalması sonucunda aynı değişmeyen sermaye kütlesi için daha fazla işçiye gerek duyulursa, gereken miktarda ek değişen sermaye bağlanabilir. Daha önce görmüş olduğumuz gibi, değişmeyen sermaye de, aynı şekilde, kendisini oluşturan öğelerin değer kazanması ya da değersizleşmesi nedeniyle bağlanabilir ya da serbest kalabilir. Bu durum bir yana bırakılırsa, değişmeyen sermayenin bağlanması, yalnızca, emeğin üretici gücü artarsa, yani aynı emek kütlesi daha fazla ürün yaratır ve dolayısıyla daha fazla değişmeyen sermayeyi harekete geçirirse mümkün olabilir. Metaların satılıp paraya dönüştürülmesinin ardından, bu paranın belirli bir bölümünün yine değişmeyen sermayenin maddi öğelerine dönüştürülmek zorunda olduğunu ve bunun da verili her bir üretim alanının belirli teknik karakterinin gerektirdiği oranlara uygun olarak gerçekleşeceğini daha önce görmüştük. Burada tüm dallar için en önemli öğe yardımcı maddeler dahil olmak üzere hammaddelerdir. Fiyatın makinelerdeki aşınma ve yıpranmayı yerine koyması gereken bölümü, makineler iş görmeye devam ettiği sürece hesaplamalara amortisman payı olarak dahil edilir. “Bu bölümün, bugün mü yarın mı, ya da sermayenin devir zamanının hangi aşamasında ödeme yapılarak paraya çevrildiği o kadar da önemli değildir.” Ama hammaddeler için durum farklıdır, hammadde fiyatı yükselirse onu satılan metanın değeriyle tam olarak yerine koymak olanaksız olabilir. “Bundan dolayı, şiddetli fiyat dalgalanmaları yeniden üretim sürecinde kesintilere, büyük karışıklıklara ve hatta felaketlere yol açar.” Kredi sistemi bir yana bırakılırsa, özellikle tarımsal ürünler bu gibi fiyat dalgalanmalarından fazlasıyla etkilenir. Kapitalist üretim ne kadar gelişkinse ve dolayısıyla değişmeyen sermayenin makinelerden vb. oluşan bölümünün birdenbire ve kalıcı bir şekilde büyütülmesinin araçları ne kadar çoksa, birikim ne kadar hızlıysa, makinelerin ve diğer sabit sermaye öğelerinin göreli aşırı üretimi o kadar büyük olur. “Dolayısıyla, yeniden üretim sürecinin temel öğelerinden birinin fiyatındaki şiddetli dalgalanmalardan kaynaklanan sarsıntılar o kadar sıklaşır.” Çeşitli nedenlerle hammadde fiyatlarının birdenbire çökmesi, onların yeniden üretimlerinin önüne bir engel çıkarır. “Böylece uygun koşullar altında üretim yapan ilk üretici ülkelerin tekeli, belki belirli sınırlamalara tabi olmakla birlikte, yeniden kurulur.” Fakat genelde verilmiş olan itki nedeniyle, hammaddelerin genişlemiş ölçekli yeniden üretimi, özellikle bunların üretiminde az çok tekel oluşturan ülkelerde de devam eder. Öte yanda, makinelerdeki artış sonrasında ise, üzerinde üretimin gerçekleştiği ve bazı dalgalanmaların ardından yeni çıkış noktası olacak temel, son devir çevrimi sırasındaki gelişmeler nedeniyle çok fazla genişler. Ne var ki, daha yeni arttırılmış olan yeniden üretim, ikincil tedarik kaynaklarının bir bölümünde yine ciddi engellerle karşılaşır. Ama üretimi teşvik eden genel itki geride kalır kalmaz, gereken maddeleri “en ucuz piyasadan satın almak” şeklindeki genel rekabet ilkesi yeniden mutlak iktidarını kurar ve arzı düzenleme işi yine “fiyatlara” bırakılır. Hammaddelerin üretimi üzerindeki genel, kapsamlı ve öngörülü bir denetim hakkındaki her tür düşünce, yerini arz ile talebin karşılıklı olarak birbirlerini düzenleyecekleri inancına bırakır. Zaten böyle bir denetim kapitalist üretim yasalarına aykırıdır ve yalnızca büyük tehlike ve karışıklık zamanlarında görülebilen bir istisnadır. Değişen talep düzeylerine bağlı olarak hammaddelerin üretim alanı kesintili olarak bazen birdenbire genişler, ardından şiddetli bir şekilde yeniden daralır. “1861-1865’teki, yeniden üretimin en temel öğelerinden biri olan bir ham maddenin bir süreliğine hiç bulunamaz hale gelmesi anlamını taşıyan pamuk kıtlığı, tüm bunların ve genel olarak kapitalist üretimin ruhunun incelenmesi için çok iyi bir örnektir.” Marx önemli bir noktaya değinir. Kapitalist gelişme ilerledikçe, özellikle belirleyici sanayi dallarında organik doğadan sağlanan hammaddelerin göreli pahalılaşması ile bundan kaynaklanan sonraki değersizleşmesi arasındaki sürekli yinelenen yer değişiminin o kadar düzenlileştiğini görürüz. Tarımla ilgili çeşitli gözlemlerden çıkartılabilecek tarihsel ders, kapitalist sistemin akılcı bir tarıma karşı işlediği ya da bu sistemin tarımın teknik gelişmesini teşvik etmesine rağmen, akılcı bir tarımın kapitalist sistemle bağdaşmadığı şeklindedir. İngiltere’de Marx döneminin fabrika raporları burada değinilen gerçeklikleri açıkça gözler önüne sermiştir. (devam edecek)

4 Şubat 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /7

kapital_c-3-on.png

Bölüm 7: Tamamlayıcı Açıklamalar

Marx, burjuvazinin kârın asıl kaynağı hakkındaki inkârını çürütmek için bir varsayımda bulunur. Diyelim ki, herhangi bir üretim alanındaki kâr miktarı bu alana yatırılmış olan toplam sermaye tarafından üretilen artı-değer miktarına eşittir. Burjuva bu durumda bile kârı, artı-değerle (yani karşılığı ödenmemiş artı-emekle) bir ve aynı şey olarak görmeyecektir. Bunun nedenleri şunlardır: 1. Burjuva, dolaşım sürecinde, üretim sürecini unutur. Kârın, metaların değeri piyasada gerçekleştirildiği zaman meydana geldiğini düşünür ve o değerin aslında artı-değeri de içerdiğini görmezden gelir. 2. Emeğin sömürülme derecesinin aynı kaldığı varsayımı altında, kredi sisteminden kaynaklanan tüm değişiklikleri, kapitalistlerin kendi aralarındaki tüm karşılıklı hileler ve dolandırıcılıkları ve piyasanın her tür elverişli seçimini bir yana bırakalım. Bu durumda, kâr oranının, hammaddenin daha ucuz ya da pahalı olmasına, alıcının deneyimine, kullanılan makinelerin üretkenlik, etkinlik ve ucuzluğuna, üretim sürecinin çeşitli aşamalarının ne derece etkin biçimde düzenlendiğine, malzeme israfının önlenmesine, yönetim ve gözetimin basit ve etkili olmasına vb. bağlı olarak çok farklı olabileceğini biliyoruz. Kısacası, belirli bir değişen sermaye için artı-değer veriliyken bile, aynı artı-değerin daha büyük ya da daha küçük miktarda bir kâr sağlayacağı kapitalistin veya onun yöneticileri ile satış elemanlarının bireysel iş becerilerine fazlasıyla bağlıdır. Bu gibi faktörler kapitalisti yanıltır ve elde ettiği kârın emeğin sömürüsünden değil de, bundan bağımsız koşullardan ve hepsinden önemlisi de kendi kişisel faaliyetlerinden ileri geldiğine inandırır. Bu kısımdaki açıklamalar, bireysel bir sermayenin büyüklüğündeki bir değişikliğin kâr oranı üzerinde hiçbir etkisinin olamayacağı şeklindeki görüşün (örneğin Rodbertus’un görüşü) yanlışlığını ortaya koyar. Bu, yalnızca iki durumda doğrudur. Birincisi, tüm diğer koşulların (özellikle artı-değer oranının) aynı kaldığı varsayıldığında, para-meta olan metanın değerinde bir değişim gerçekleşirse. İkincisi, değerin büyüklüğünde gerçek bir değişim olmakla birlikte, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranının aynı kalması durumudur. “Burada sermayenin bileşimi aynı kaldığından ve büyüklüğündeki değişimden etkilenmediğinden, kâr oranı değişmeden kalır. Dolayısıyla, kâr kütlesinin büyümesi ya da küçülmesi, burada, yalnızca, kullanılan sermayenin büyüklüğündeki artışı ya da azalmayı gösterir.” Kâr oranındaki dalgalanmalar, yatırılmış sermayenin değerinde onun yeniden üretimi için gerekli olan emek-zamandaki bir uzama ya da kısalmanın yol açtığı bir yükselme ya da düşme nedeniyle de meydana gelebilir. Hatırlayalım, sermayeyi oluşturan metalar dahil her tür metanın gerçek değeri aslında kendi içerdiği gerekli emek-zamanla değil, kendi yeniden üretiminin gerektirdiği toplumsal olarak gerekli emek-zamanla belirlenir. Bu yeniden üretim, başlangıçtaki üretim koşullarından farklı olarak, zorlaştırıcı ya da kolaylaştırıcı koşullar altında gerçekleşebilir. Değişmiş koşullar altında, aynı maddi sermayeyi yeniden üretmek için diyelim eskisinin iki katı kadar ya da tersine yarısı kadar zamana gereksinim duyulsa, paranın değeri değişmezken, eskiden 100 sterlin değerinde olan bir sermayenin değeri şimdi 200 sterlin ya da 50 sterlin olur. Bu değer artışı ya da kaybı sermayenin tüm parçalarını eşit şekilde etkilese, kâr da aynı şekilde iki katına çıkmış ya da yarıya düşmüş bir para tutarıyla ifade edilir. Ama sermayenin organik bileşiminde bir değişim olursa, değişen sermaye parçasının değişmeyen sermaye parçasına oranı yükselir ya da düşer ve bu durumda (diğer koşullar aynı kalmak kaydıyla) kâr oranı değişir; değişen sermayedeki nispi artışla yükselir, nispi düşüşle düşer. Eğer yalnızca yatırılmış sermayenin para-değeri yükselir ya da düşerse, artı-değerin parasal ifadesi de aynı oranda yükselir ya da düşer ama kâr oranı değişmeden kalır.

İKİNCİ KISIM: KÂRIN ORTALAMA KÂRA DÖNÜŞMESİ

Bölüm 8: Farklı Üretim Dallarındaki Farklı Sermaye Bileşimleri ve Bunlardan Kaynaklanan Kâr Oranı Farklılıkları

Bu bölümdeki varsayım, verili bir ülkede toplumsal emeğin dağıldığı tüm üretim alanlarında emeğin sömürülme derecesinin ve işgününün uzunluğunun aynı büyüklükte olduğudur. Daha önce değinildiği üzere, farklı alanlarda çalışan emekçilerin kaderini eşitleyen bileşik emek ve farklı alanlarda çalışan işçilerin ücretlerinin farklı olabileceğini yansıtan basit emek konusunu hatırlayalım. “Örneğin, bir kuyumcunun emeğine bir gündelikçi işçininkine göre daha fazla para ödeniyorsa, kuyumcunun artı-emeğinin ürettiği artı-değer, gündelikçi işçininkinin ürettiğinden aynı oranda büyüktür.” Fakat bir ülkede farklı üretim alanlarındaki ve hatta aynı üretim alanındaki farklı sermaye yatırımlarındaki işçi ücretlerinin ve işgünlerinin ve dolayısıyla artı-değer oranlarının eşitlenme süreci, genelde kapitalist üretimin ilerlemesiyle ve tüm iktisadi ilişkilerin bu üretim tarzına tabi hale gelmesiyle giderek daha fazla ilerler. Farklı ülkelerdeki artı-değer oranlarının ve dolayısıyla emeğin ulusal sömürü derecelerinin farklılığının ise, burada yapılacak inceleme için tümüyle önemsiz olduğunu belirtir Marx. Zira bu kısımda asıl gösterilmek istenen, bir ülkenin sınırları içinde genel bir kâr oranının ne şekilde oluştuğudur. Artı- değer oranı sabit kabul edildiğinde, belirli bir sermayenin getirdiği kâr oranının sermayenin bileşimini değiştiren koşullara bağlı olarak yükseleceğini ya da düşeceğini biliyoruz. Ayrıca, sermayenin devir zamanını uzatan veya kısaltan koşulların da kâr oranını benzer şekilde etkileyebileceğini hatırlayalım. Fakat kâr miktarı artı-değer miktarına özdeş olduğundan, kâr oranından farklı olarak kâr miktarı yukarıda değinilen değer dalgalanmalarından etkilenmez. Ne var ki, söz konusu değer dalgalanmaları neticesinde sermayenin bağlanması ya da serbest kalması gerçekleşirse, bu durum yalnızca kâr oranını değil, kârın kendisini de etkileyebilir. Yine hatırlanacak olursa, böyle bir durum yeni sermaye yatırımları için değil, yalnızca hâlihazırda kullanılmakta olan sermaye için geçerlidir. Bir de, kâr miktarının artması ya da azalması, aynı sermayeyle hangi ölçüde daha fazla ya da daha az emeğin harekete geçirilebildiğine, yani artı-değer oranı aynı kalırken, aynı sermayeyle hangi ölçüde daha büyük ya da daha küçük bir artı-değer miktarının üretilebildiğine bağlıdır. Marx, daha önce aynı sermayenin zaman içinde art arda uğradığı değişiklikler olarak ele alınan durumların, şimdi farklı üretim alanlarında yan yana var olan sermaye yatırımları arasındaki eş zamanlı farklılıklar olarak ele alınacağını belirtir. “Bu durumda incelememiz gereken şeyler şunlar: 1. sermayelerin organik bileşimlerindeki farklılık, 2. sermayelerin devir zamanlarının farklılığı.” İnceleme boyunca, belirli bir üretim dalındaki sermayenin bileşiminden ya da devrinden söz edildiğinde, her zaman, bu üretim dalına yatırılmış olan sermayenin normal ortalama oranlarından söz edildiği varsayılmıştır. Ayrıca karşılaştırmalarda, kullanılan değişen sermaye büyüklüğündeki farklılıklar, kullanılan emek gücü miktarındaki farklılıkların göstergesi kabul edilir. Örnekse, 100 sterlin haftada 100 işçiyi ve haftada 60 saat çalışılması durumunda 6 bin çalışma saatini temsil ediyorsa, 200 sterlin 12 bin çalışma saatini ve 50 sterlin yalnızca 3 bin çalışma saatini temsil eder. Marx, daha önce açıklamış olduğu bir hususu hatırlatır. Sermayenin yapısı söz konusu olduğunda, aynı derecede önemli olmayan iki oran söz konusudur. “Birinci oran teknik temele dayanır ve üretici gücün belirli bir gelişme aşamasında verili kabul edilmesi gerekir.” Belirli bir ürün miktarını örneğin bir günde üretmek ve dolayısıyla belirli bir üretim araçları, makineler, hammaddeler vb. kütlesini harekete geçirmek için, belirli sayıda işçiyle temsil edilen belirli bir emek gücü miktarı gerekir. Belirli bir üretim araçları niceliğine belirli sayıda işçi niceliği denk düşer. Bu demektir ki, belirli miktarda canlı emek, üretim araçlarında maddeleşmiş olan belirli miktarda cansız emeğe karşılık gelir. Bu ikisi arasındaki oran, genelde, farklı üretim alanlarında ve hatta sıklıkla aynı sanayinin farklı dallarında çok farklıdır. Bu oran, sermayenin teknik bileşimini oluşturur. Sermayenin teknik bileşiminin farklı sanayi kollarında aynı olması mümkündür. Örneğin bakır ve demir işçiliğinde sermayenin teknik bileşimi aynı olabilir. Fakat bakır demirden pahalı olduğundan bu iki farklı üretim alanında değişen sermaye ile değişmeyen sermaye arasındaki değer ilişkisi farklı olacaktır ve dolayısıyla iki farklı alandaki toplam sermayenin değer bileşimleri de farklılaşacaktır. Sermayenin değer bileşimi dendiğinde, sermayenin aktif bileşeni ile pasif bileşenini (yani değişen sermaye ile değişmeyen sermaye arasındaki oranı) anlarız. O halde sermayenin değer bileşimi ile teknik bileşimi birbirinden farklı olgulardır. Sermayenin teknik bileşimi sermayenin değer bileşimini belirler ve sermayenin değer bileşimi, sermayenin organik bileşimi diye adlandırılır. Marx burada değişen sermaye ile ilgili çok önemli bir ayrım yapmanın gerekli olduğunu vurgular. İşçi ücretlerine yatırılan sermaye değeri (yani işçi ücretlerinin toplamı) belirli bir nesnelleşmiş emek niceliğini temsil eder. Bu değer, yalnızca, harekete geçirdiği canlı emek kütlesinin göstergesidir. Fakat canlı emek miktarı artı-emek miktarını da içerdiğinden, aslında her zaman değişen sermayenin içerdiği emekten daha büyüktür. Bu daha büyük olan değer, bir yandan değişen sermaye tarafından harekete geçirilen işçilerin sayısıyla ve diğer yandan bu işçilerin sağladığı artı-emek niceliğiyle belirlenir. Sermayelerin farklı organik bileşimleri bunların mutlak büyüklüklerinden bağımsızdır. Çünkü sermayenin organik bileşimini belirleyen faktör, her 100 birimden ne kadarının değişen sermaye ve ne kadarının değişmeyen sermaye olduğudur. Dolayısıyla, farklı büyüklüklerdeki sermayeler, işgünü ve emeğin sömürülme derecesi aynıyken, çok farklı miktarlarda artı-değer ve çok farklı miktarlarda kâr üretir. Zira farklı üretim alanlarındaki farklı organik sermaye bileşimleri nedeniyle bu sermayelerin değişen kısımları ve dolayısıyla onlar tarafından harekete geçirilmiş olan canlı emek miktarları farklıdır. Netice olarak, el koyulan artı-değerin ve dolayısıyla kârın özünü oluşturan artı-emeğin miktarları da farklı olur. Farklı üretim alanlarında, eşit büyüklükteki toplam sermaye parçaları içerdikleri değişen sermaye miktarı farklıysa eşit olmayan büyüklükteki artı-değer kaynaklarını içerir. Unutulmasın ki, artı-değerin tek kaynağı canlı emektir. Emeğin sömürülme derecesi aynıyken, 100’e eşit bir sermaye tarafından harekete geçirilen emeğin ve dolayısıyla aynı zamanda onun tarafından el koyulan artı-emeğin kütlesi, değişen sermaye bileşeninin büyüklüğüne bağlıdır. Farklı üretim alanlarındaki diyelim eşit büyüklükteki sermayeler, değişmeyen ve değişen öğelere eşit olmayan şekillerde bölündüklerinden, eşit olmayan canlı emek niceliklerini harekete geçirirler. Bu nedenle de eşit olmayan miktarlarda artı-değer ve dolayısıyla kâr üretirler ve dolayısıyla farklı miktarlardaki artı-değerin toplam sermayeye oranlanmasıyla elde edilen kâr oranları farklı olur. Buradan, farklı üretim alanlarındaki kârların, kendileri için kullanılmış olan sermayelerin büyüklükleriyle orantılı olmadığı sonucu çıkar. Kâr miktarları, yalnızca, sermayenin organik bileşimi veriliyken, aynı üretim alanında ya da sermayenin organik bileşiminin aynı olduğu farklı üretim alanlarında, kullanılan sermayenin miktarıyla doğru orantılıdır. Marx, buradaki açıklamaların metaların değerlerine satıldıkları varsayımı altında geçerli olduğunu belirtir. Bir metanın değeri, içerdiği değişmeyen ve değişen sermaye değeri + üretilen artı-değere eşittir. Artı-değer oranı aynıyken, artı-değer miktarının değişen sermaye miktarına bağlı olacağı açıktır. Diyelim 100’lük bir sermayenin ürününün değeri bir durumda 90c + 10v + 10m =110; diğer durumda ise 10c + 90v + 90m = 190 olsun. Metalar değerlerine satılırsa, birinci ürün 10 birimi karşılığı ödenmeyen emeği temsil eden 110’a, ikinci ürün ise 90 birimi karşılığı ödenmeyen emeği temsil eden 190’a satılır. Marx’ın vurguladığı üzere, bu açıklama özellikle ulusal kâr oranları birbirleriyle karşılaştırılırken önemlidir. Örnekse, bir Avrupa ülkesinde artı-değer oranının %100 olduğunu, bir Asya ülkesinde ise aynı oranın %25 olduğunu kabul edelim. Avrupa ülkesinde ulusal sermayenin bileşimi 84c + 16v olsun. Daha az makine vb. kullanılan ve daha az hammadde tüketilen Asya ülkesindeki bileşimi ise 16c + 84v kabul edelim. Bu durumda ürün değerleri aşağıdaki gibi farklı olacaktır. Avrupa ülkesindeki ürün değeri = 84c + 16v + 16m = 116; kâr oranı = 16/100 = %16. Asya ülkesindeki ürün değeri = 16c + 84v + 21m = 121; kâr oranı = 21/100 = %21. Görüleceği üzere, Asya ülkesindeki artı-değer oranının Avrupa ülkesindekinin dörtte biri kadar olmasına karşın, Asya’daki kâr oranı Avrupa’dakinden %25 daha yüksektir. Marx, döneminin pek çok ünlü iktisatçısının yanlış yaklaşımları nedeniyle tam tersi sonuca ulaşacaklarını belirtir. Kâr oranlarının eşitsizliği, sermayelerin farklı organik bileşimleri dışında, sermaye devrinin uzunluğunun farklı üretim alanlarında farklı olmasına da dayanır. Sermaye bileşimleri aynıyken ve diğer koşullar aynı kalırken kâr oranları devir zamanlarıyla ters orantılıdır. Ayrıca, aynı değişen sermayenin farklı süreler içinde devir yapması durumunda, eşit olmayan yıllık artı-değer kütleleri yarattığını da hatırlayalım. Sermaye bileşimindeki sabit sermaye ile döner sermaye arasındaki orana gelince, bu oran kendi başına kâr oranını hiçbir şekilde etkilemez. Söz konusu oran, kâr oranını, yalnızca, sabit ve döner bileşenler arasındaki farklı oranların, kârın gerçekleştirildiği devir zamanında fark yaratması durumunda etkileyebilir. “Sermayelerin sabit ve döner sermayelere bölünme oranları farklı olduğunda, bunun her zaman devir zamanını etkileyeceği ve onda bir farklılaşmaya yol açacağı doğrudur. Fakat bundan, söz konusu sermayelerin kârlarını gerçekleştirdikleri devir zamanlarının farklı olduğu sonucu çıkmaz.” Marx bir örnekleme ile bu konuyu açıklar. Diyelim A, sürekli olarak ürünün daha büyük bir bölümünü hammaddelere vb. çevirmek zorundayken, B ise daha uzun bir süre boyunca daha az hammaddeyle aynı makineleri vb. kullanmaktadır. İkisi de üretimde bulundukları sürece, biri hammaddelerde (yani döner sermayede), diğeri makinelerde vb., (yani sabit sermayede) olmak üzere, sermayelerinin bir bölümünü sürekli olarak bağlı tutar. A, döner sermayenin özelliği nedeniyle sürekli olarak sermayesinin bir bölümünü meta biçiminden para biçimine ve bu biçimden yeniden hammadde biçimine dönüştürebilir. B ise sabit sermayenin durağanlığı yüzünden sermayesinin bir bölümünü bu tür bir dönüşüm olmadan daha uzun bir süre boyunca emek araçları biçiminde kullanır. İkisinin de aynı miktarda emek kullanması durumunda, yıl içinde eşit olmayan değerde ürün kütleleri satacak olmalarına karşın, ikisinin ürün kütleleri aynı miktarda artı-emek içerecektir. Ayrıca, hem sabit ve döner sermaye bileşimleri hem de devir zamanları farklı olsa bile, yatırdıkları toplam sermayeye göre hesaplanan kâr oranları aynı olacaktır. İki sermayenin devir zamanları farklıdır, ama örneğe göre aynı sürelerde aynı kârları gerçekleştirebilirler. “Devir zamanı farklılığı, özünde, yalnızca, aynı sermaye tarafından verili bir zamanda el koyulabilen ve gerçekleştirilebilen artı-emek kütlesini etkilemesi ölçüsünde önem taşır.” Değişmeyen sermayenin döner ve sabit parçalarının bileşiminin farklı sanayi dallarında farklı olması, kendi başına, kâr oranı için herhangi bir anlam taşımaz. Çünkü belirleyici olan, değişmeyen sermayenin bileşimi (döner ve sabit) değil, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranıdır. Buna karşın, sabit sermayenin ciddi şekilde geliştiği yerler üretimin büyük ölçekte yürütüldüğünü, bu nedenle değişmeyen sermayenin değişen sermayeye göre çok büyük bir ağırlık kazandığını ve kullanılan canlı emek gücünün, onun tarafından harekete geçirilen üretim araçlarının kütlesine oranla sınırlı kaldığını gösterir. Marx bu inceleme neticesinde varılan sonucu özetler. Şöyle ki, farklı sanayi dallarında sermayelerin farklı organik bileşimlerine ve farklı devir zamanlarına da uygun olarak, eşit olmayan kâr oranları hüküm sürer. Artı-değer oranı aynıyken, kârlar sermayelerin büyüklüğüyle orantılı olur. Bu nedenle eşit büyüklükteki sermayelerin aynı sürelerde aynı büyüklükte kâr elde edeceğini öngören yasa (genel bir eğilim olarak), yalnızca aynı organik bileşime sahip olan sermayeler için (devir zamanlarının da eşit olması koşuluyla) geçerlidir. Buradaki açıklamalar, daha önce de belirtildiği gibi, metaların değerlerine satılıyor olması varsayımı temelinde geçerlidir. Marx bölümü bitirirken önemli bir noktaya dikkat çeker. Şöyle ki, önemsiz, rastlantısal ve birbirlerini götüren farklılıklar göz ardı edilirse, ortalama kâr oranlarının farklı üretim dallarında farklı olması durumuyla gerçek yaşamda karşılaşılmaz. “Yani, görünüşe göre, burada değer teorisinin gerçek hareketle, üretimin gerçek görüngüleriyle bağdaştırılması mümkün değildir ve bu nedenle, bu görüngüleri kavramaktan tümüyle vazgeçilmelidir.” Ayrıca, daha önce üzerinde durulan hususlardan çıkan sonuca göre, farklı üretim alanlarındaki, üretimleri için eşit büyüklükte sermaye parçalarının yatırıldığı ürünlerin maliyet fiyatları, söz konusu sermayelerin organik bileşimleri ne kadar farklı olursa olsun aynıdır. Marx’ın vurguladı üzere, kapitalist için, değişir ve değişmez sermaye ayrımı, maliyet fiyatında gözden kaybolur. Örneğin, üretimine 100 sterlin yatırmak zorunda olduğu bir metanın kapitaliste maliyeti “90c + 10v” olsa da “10c + 90v” olsa da aynıdır. İki örnekte de kapitalist için ürünün maliyeti hep 100 sterlindir; ne eksik ne fazla. “Üretilen değerler ve artı-değerler çok farklı olabilse bile, farklı alanlardaki eşit büyüklükteki sermaye yatırımları için maliyet fiyatları aynıdır.” İşte maliyet fiyatlarının bu eşitliği, sermaye yatırımları arasında ortalama kâr oranını ortaya çıkaran rekabetin de temelini oluşturur. (devam edecek)

2 Mart 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /8

kapital_c-3-on.png

Bölüm 9: Genel Bir Kâr Oranının (Ortalama Kâr Oranının) Oluşması ve Meta Değerlerinin Üretim Fiyatlarına Dönüşmesi

Marx, verili olan her anda sermayenin organik bileşiminin iki koşula bağlı olduğunu vurgular. Birincisi, kullanılan emek gücü ile kullanılan üretim araçlarının miktarı arasındaki teknik orandır; ikincisi ise bu üretim faktörlerinin fiyatıdır. Örneğin, 100 birim üzerinden 4/5’i değişmeyen ve 1/5’i değişen sermayeden oluşan bir sermayenin organik bileşimini 80c+20v formülüyle gösterebiliriz. Ayrıca, karşılaştırma yapabilmek için sabit bir artı-değer oranı alınır ve bu herhangi bir oran, diyelim %100 olabilir. Bu durumda, 80c+20v’lik sermaye 20m’lik bir artı-değer sağlar ve bu da toplam sermaye üzerinden %20’lik bir kâr oranı anlamına gelir. Yatırılan sermayenin ürününün gerçek değerinin büyüklüğü, değişmeyen sermayenin sabit kısmının büyüklüğüne ve bunun ne kadarının aşınma ve yıpranma payı olarak ürüne girdiğine bağlıdır. Bu kâr oranı ve dolayısıyla buradaki inceleme açısından tümüyle önemsiz olduğundan, basitlik sağlamak için bir varsayımda bulunur Marx. Şöyle ki, değişmeyen sermayenin her yerde bu sermayelerin yıllık ürünlerine bir bütün olarak girdiği varsayılacaktır. Ayrıca, farklı üretim alanlarındaki sermayelerin kendi değişen kısımlarının büyüklüğüyle orantılı olarak, her yıl aynı miktarda artı-değer gerçekleştirdiği de varsayılacaktır. Devir zamanlarının farklılığının bu konuda yaratabileceği farklılık da geçici olarak göz ardı edilecektir. Marx rakamlarla örnekleyerek, artı-değer oranı hepsinde %100 olmak üzere, diyelim beş farklı üretim alanı için sermayelerin farklı organik bileşimlerine karşılık gelen çok farklı kâr oranlarıyla karşılaşacağımızı gösterir. Bu farklı alanlarda üretilen metalar kendi değerlerinden fazlasına ya da azına satılabilir. Ama toplamda bakıldığında, metaların bir bölümü değerlerinden ne ölçüde fazlasına satılıyorsa, bir başka bölümünün değerlerinden o ölçüde azına satıldığı, yani artı ve eksi farkların birbirini götürdüğü varsayılır. Marx buradan hareketle, üretim fiyatları diye adlandırdığı olguyu açıklar. Farklı üretim alanlarında çeşitli kâr oranlarının ortalamasının alınarak, bu ortalamanın metaların kendi maliyet fiyatlarına eklenmesi yoluyla ortaya çıkan fiyatlar, üretim fiyatlarıdır. Bu varsayımın ön şartı, genel bir kâr oranının varlığıdır ve bu da tek tek tüm üretim alanlarındaki kâr oranlarının, ortalama kâr oranına indirgenmiş olmasını gerektirir. Tekrar vurgulanacak olursa, metanın üretim fiyatı, onun maliyet fiyatı ile ortalama kârın toplamına eşittir. Farklı üretim dallarına yatırılan sermayelerin farklı organik bileşimleri (bu sermayelerin değişen kısımlarının farklı oluşu) nedeniyle, aynı büyüklükteki sermayeler tarafından harekete geçirilen emek miktarları farklıdır. Dolayısıyla, bunlar tarafından el koyulan artı-emek miktarları ya da bunlar tarafından üretilen artı-değer miktarları da çok farklıdır. Bu yüzden, farklı üretim dallarında hüküm süren fiili kâr oranları aslında çok farklıdır. Fakat bu farklı kâr oranları, rekabet yoluyla, bunların ortalaması olan genel bir kâr oranına doğru eşitlenir. İşte, organik bileşimi ne olursa olsun, verili büyüklükteki bir sermayeye bu genel kâr oranına uygun olarak düşen kâra ortalama kâr denir. Farklı üretim alanlarının kapitalistleri, metaların üretimi sırasında tüketilen sermaye değerlerini bu metaların satışı sayesinde geri çeker, artı-değeri gerçekleştirir ve kâr elde ederler. Genel işleyiş açısından bakıldığında, aslında elde ettikleri kâr bir başka şekilde açıklanabilir. Bu kâr, toplumun toplam sermayesi tarafından belirli bir süre içinde tüm üretim alanlarında üretilen toplam kârın, toplam sermayeye bölünmesi yoluyla bulunan birim kârdan kendi sermaye ölçeklerine göre elde ettikleri miktardır. Buradan bakıldığında, kapitalistler, kâr paylarının her 100 birime eşit olarak dağıtıldığı bir anonim şirketin hissedarları gibi hareket ederler. Fakat kapitalistler birbirlerinden, her birinin toplam girişime soktuğu sermayenin büyüklüğüne, toplam girişimdeki göreli katılımına, hisselerinin sayısına göre de ayrılırlar. Tüm üretim dallarının bütünlüğü ele alındığında, sonuçta o toplumda üretilen metaların üretim fiyatlarının toplamı, metaların değerlerinin toplamına eşit olur. Bu önerme, ilk bakışta bazı açılardan çelişkili gelebilir. Ne var ki, bir ülkenin tüm metalarının maliyet fiyatlarının toplamına kârlarının (ya da artı-değerlerinin) toplamını eklersek, hesabın doğru çıkmak zorunda olacağı açıktır. Tek tek kapitalistlerin yaptıkları alım-satımlar, üretim harcamaları vb. açısından akıl yürütmeye kalkışıldığında bu konu karışık görünebilir. Ancak kapitalist işleyişin bütünü açısından bakıldığında durum netleşir, çünkü metaların üretim fiyatlarının onların kendi öz değerlerinden sapmaları karşılıklı olarak birbirlerini götürürler. “Zaten, kapitalist üretimin bütününde, genel yasa kendisini her zaman, yalnızca çok çapraşık ve yaklaşık bir şekilde, sonsuz dalgalanmaların hiçbir zaman sabitlenemeyecek olan ortalaması olarak, egemen eğilim haline getirir.” Genel kâr oranı, yatırılmış olan sermayenin her 100 birimine belirli bir zaman aralığında düşen farklı kâr oranlarının ortalamasıyla oluştuğundan, farklı sermayelerin devir zamanlarının farklılığından kaynaklanan farklılık da bu oranın içinde silinir. Her bir üretim alanında üretilen artı-değerlerin gerçek miktarları, kullanılan sermayelerin büyüklüğüne bağlıdır. Ayrıca da, genel ortalama her ne olursa olsun, her ayrı üretim alanının kendisine özgü kâr oranı neyse odur. Biliyoruz ki, her ayrı yatırım noktasında üretilen toplam değer miktarı, diyelim A, B, C ve D’nin her birinde yatırılmış olan toplam sermayelerin farklı büyüklüklerine göre farklılaşır. Bu nedenle, genel kâr oranının oluşumunda önem taşıyan şey, yalnızca, farklı üretim alanlarındaki kâr oranlarının basit ortalaması değil, ortalamanın oluşumuna katılan bu farklı kâr oranlarının göreli ağırlıklarıdır. “Bu da, her bir alana yatırılmış olan sermayenin göreli büyüklüğüne ya da her bir üretim alanına yatırılmış olan sermayenin, toplumsal toplam sermayenin hangi özdeş parçasını oluşturduğuna bağlıdır. Kuşkusuz, toplam sermayenin daha büyük ya da daha küçük bir kısmının daha yüksek ya da daha düşük bir kâr oranı üretmesine bağlı olarak, çok büyük bir farklılık ortaya çıkacaktır.” Bu açıklamalardan sonra, Marx, genel kâr oranının iki etmenle belirlendiğini vurgular: 1. Farklı üretim alanlarındaki sermayelerin organik bileşimleriyle, yani tek tek alanların farklı kâr oranlarıyla; 2. Toplumsal toplam sermayenin söz konusu farklı alanlara dağılımıyla, yani toplumsal toplam sermayenin her bir üretim alanı tarafından yutulan göreli payıyla. Marx burgu gibi derinlere inen analiz yöntemi temelinde, daha önce metaların yalnızca değerleriyle ilgilenilmişken şimdi daha ileri bir noktaya varıldığını belirtir. Daha önceki açıklamalarda meta değerinin artı-değer haricindeki parçasını oluşturan maliyet fiyatı üzerinde durulmuştur. Şimdiyse, değerin dönüşmüş bir biçimi olarak metanın üretim fiyatı ortaya çıkmıştır. Emeğin toplumsal üretici gücünün özgül gelişmişlik derecesi, her bir üretim alanında belirli nicelikteki üretim araçlarının ne kadar büyük ya da küçük emek niceliğini gerektirdiğine bağlı olarak farklılaşır ve buna göre daha yüksek ya da daha düşük olur. Marx bu nedenle, ortalama toplumsal sermayeye göre yüzde cinsinden daha fazla değişmeyen ve daha az değişen sermaye içeren sermayelere yüksek bileşimli sermayeler denildiğini belirtir. Tersine, ortalama toplumsal sermayeye göre, değişmeyen sermayenin görece küçük ve değişen sermayenin daha büyük bir yer kapladığı sermayeler ise düşük bileşimli sermayeler olarak adlandırılır. Son olarak, bileşimleri ortalama toplumsal sermayenin bileşimiyle çakışan sermayelere ise ortalama bileşimli sermayeler denir. Bu üç farklı durumu ortalama %20 kâr oranı üzerinden bir örneklemeyle açıklar Marx. Böylece, toplumsal ölçekte oluşan ortalama kâr oranının farklı sermaye yatırımlarına aynı oranda etki etmesi neticesinde oluşan üretim fiyatlarının, metaların değerlerinden farklılaşabileceğini gösterir. I. 80c + 20v + 20m = 120 değer / Üretim fiyatı = 120 II. 90c + 10v + 10m = 110 değer / Üretim fiyatı = 120 III. 70c + 30v + 30m = 130 değer / Üretim fiyatı = 120 Bu örneklemeden çıkan sonuç şudur: Sermaye II tarafından üretilen metaların üretim fiyatı bunların değerinden büyük, Sermaye III tarafından üretilenlerin üretim fiyatı bunların değerinden küçük ve bileşimleri tesadüfen toplumsal ortalama olan Sermaye I tarafından üretilenlerin üretim fiyatları ise bunların değerleriyle aynı olurdu. Marx, bu açıklamaların daha önceki açıklamalara oranla değişik bir hususu gündeme getirdiğini belirtir. Şöyle ki, başlangıçta bir metanın maliyet fiyatının onun üretiminde tüketilmiş olan değişmeyen ve değişen sermaye değerinin toplamına eşit olduğu varsayılmıştı. Fakat piyasadaki işleyiş açısından bir metanın üretim fiyatı, alıcı için onun maliyet fiyatıdır ve böylece bu bir başka metanın fiyat oluşumuna maliyet fiyatı olarak girebilir ve bu böyle devam eder. Netice olarak, aslında metaların kendi değerleri aynı kalırken, her bir üretim alanındaki metaların üretim fiyatları genel kâr oranındaki bir değişimin ürünü olarak büyüklük değişimlerine uğrayabilir. Tek tek üretim alanlarının fiili kâr oranlarında ise sürekli olarak büyük değişimler gerçekleşir. İşte bununla, genel kâr oranındaki değişimi birbirinden ayırt etmek gerekir. Genel kâr oranındaki ani bir değişim, sıra dışı iktisadi gelişmeler tarafından istisnai şekilde ortaya çıkabilir. Bunun dışında, kendilerini sağlamlaştırana ve dengeleyene kadar çok fazla zamana gereksinim duyan dalgalanmaların çok geç bir eseri olabilir. Bu nedenle, her tür kısa dönemde üretim fiyatlarındaki bir değişimin nedeni, metaların değerlerindeki gerçek bir değişim, yani üretimleri için gerekli olan emek-zamanın toplam tutarındaki bir değişimdir. Toplam toplumsal sermaye söz konusu olduğunda, onun tarafından üretilen metaların değerlerinin toplamı şu şekilde ifade edilir: toplam değişmeyen sermayenin değeri + toplam değişen sermayenin değeri + toplam artı-değer. Emeğin sömürülme derecesi sabit kabul edildiğinde, artı-değer miktarı aynı kalırken, kâr oranı yalnızca değişmeyen ya da değişen sermayenin değerinin değişmesi ya da her ikisinin de değişmesi durumunda değişebilir. Demek ki, genel kâr oranındaki bir değişim, her durumda, değişmeyen sermayeyi ya da değişen sermayeyi oluşturan metaların değerlerindeki bir değişimi gerektirir. Genel kâr oranı, metaların değerleri aynı kalırken emeğin sömürülme derecesi değiştiğinde de değişebilir. Ya da emeğin sömürülme derecesi aynı kalırken, genel kâr oranı, emek sürecindeki teknik değişimler neticesinde kullanılan emek tutarı değişmeyen sermayeye oranla değiştiğinde değişebilir. Marx, daha önce gördüğümüz bir hususu hatırlatır. Artı-değer ve kâr, miktarları bakımından özdeştir. Ne var ki, hesaplanmasındaki farklılık nedeniyle kâr oranı artı-değer oranından farklıdır. Kapitalist, pratikte sadece kâr oranıyla ilgilenir. Bu bakış açısı artı-değerin gerçek kökenini tümüyle karanlıkta bırakır ve gizemlileştirir. Buraya kadar, kâr ile artı-değer arasındaki farklılık yalnızca bir biçim değişimiyle ilişkiliydi. Fakat genel kâr oranı ve kullanılan sermayenin farklı üretim alanlarındaki verili büyüklüğüne karşılık gelen ortalama kâr ortaya çıkar çıkmaz durum değişir. Belirli bir üretim alanında fiilen üretilen artı-değerin ve dolayısıyla kârın, metanın piyasadaki satış fiyatının içerdiği kârla çakışması, artık yalnızca bir rastlantı olabilir. Böylece gerçek işleyişe bakıldığında, yalnızca kâr oranı ve artı-değer oranı değil, kâr ve artı-değer de, kural olarak, gerçekten farklı büyüklüklerdir. Emeğin sömürülme derecesi veriliyken, artık, belirli bir üretim alanında üretilen artı-değer miktarı, o üretim dalındaki kapitalistler için olduğundan çok, toplumsal sermayenin ortalama toplam kârının unsuru olarak bütün kapitalist sınıf için önemlidir. İlgili üretim dalındaki kapitalist için ise, artı-değer oranı, yalnızca, kendi dalında üretilen artı-değer miktarının, ortalama kârın düzenlenmesinde pay sahibi olması ölçüsünde önem taşır. Ama bu, o kapitalistin haberi olmadan gerçekleşen, onun görmediği ve anlamadığı ve aslında onu ilgilendirmeyen bir süreçtir. Tek tek üretim alanlarında yalnızca kâr oranı ile artı-değer oranı arasında değil, fiili işleyişte aslında kâr ile artı-değer arasında gerçek bir büyüklük farkının bulunması, kârın gerçek doğasını ve kökenini işçiden de tümüyle gizler. “Değerlerin üretim fiyatlarına dönüşmesiyle birlikte, değerin belirlenmesinin temeli gözden uzaklaşır.” Kapitalistin gözünde, metanın üretiminin gerektirdiği toplam emek değil, toplam emeğin karşılığı ödenmeyen parçası hariç üretim araçlarına ve emek gücüne ödediği maliyet parçası bulunur. Bu nedenle de, kâr ona metanın içerdiği toplam değerin dışındaki bir şeymiş gibi görünür. Marx, değerin bu iç bağlantısının ilk kez burada açığa çıkarıldığını belirtir. Daha sonra da üstünde duracağı üzere, o güne kadarki iktisat, ya artı-değer ile kâr, artı-değer oranı ile kâr oranı arasındaki farklılıklardan inatla uzaklaşmış ya da göze çarpan farklılıklar karşısında zorlandığında her tür bilimsel yaklaşım zemininden vazgeçmiştir. Teorisyenlerin bu kafa karışıklığı, rekabet savaşında gözü kararmış, bunun ardındaki görüngüleri hiçbir şekilde sorgulamayan pratik kapitalistin, gözle görünür olanın ardında bu sürecin asıl özünü ve içyapısını kavramakta ne denli aciz kalacağının en iyi kanıtıdır. Kâr oranının yükselişi ve düşüşüyle ilgili olarak daha önce açıklanmış olan tüm yasaların aslında iki anlama geldiğini vurgular Marx. “1. Bir kere, bunlar, genel kâr oranı yasalarıdır. Yapılan açıklamalara göre kâr oranını yükselten ya da düşüren bu kadar çok sayıda farklı neden varken, genel kâr oranının her gün değişmesi gerektiği sanılabilir. Ama bir üretim alanındaki hareket bir başkasındakini götürecek, etkiler kesişecek ve birbirlerini felce uğratacaktır.” Dalgalanmaların en sonunda hangi tarafa yönelecekleri konusu daha sonra incelenecektir, ama şimdiden belirtilmesi gerekir ki bunlar yavaştır. Her bir üretim alanında, belirli bir zaman aralığı içinde birbirlerini dengeleyen ve bu nedenle genel kâr oranı üzerinde etkide bulunmayan sapmalar olur. Genel kâr oranı yalnızca her bir alandaki ortalama kâr oranıyla değil, aynı zamanda toplam sermayenin her bir farklı alana dağılımıyla belirlenmektedir. Bu dağılım sürekli olarak değiştiğinden, bu da yine genel kâr oranındaki değişmenin sürekli bir nedeni olur. Ama bu değişim nedeni, söz konusu hareketin kesintisizliği ve çok yönlülüğü nedeniyle çoğu zaman kendi kendisini felce uğratır. 2. Her bir üretim alanının içinde, kâr oranının dalgalanacağı ve söz konusu dalgalanmanın yükseliş ya da düşüşün ardından, genel kâr oranı üzerindeki etkisini giderme yönünde kararlı hale geleceği kısa ya da daha uzun bir süre dalgalanma aralığı bulunur. Bu nedenle kâr oranı yasaları, bu tür mekânsal ve zamansal sınırlar içinde de geçerlidir. Dar görüşlü bireysel kapitalist, kârının, tek başına onun çalıştırdığı ya da onun dalında çalıştırılan emekten kaynaklanmadığına inanır. Ortalama kâr söz konusu olduğunda onun bu algısı anlaşılabilir. Çünkü emeğin toplam sermaye, yani tüm kapitalist arkadaşları tarafından toplam sömürüsünün bu kâra ne ölçüde aracılık ettiği onun için tam bir gizemdir. “Burjuva teorisyenlerinin, yani politik iktisatçıların bile onu şu ana dek açığa çıkaramamış olması, bu durumu daha da pekiştirir.” Emek tasarrufu (yalnızca belirli bir ürünü üretmek için zorunlu olan emekte değil, aynı zamanda çalıştırılan işçilerin sayısında yapılan tasarruf) ve ölü emeğin (değişmez sermayenin) daha fazla kullanılması, iktisadi açıdan tümüyle doğru bir işlem olarak görünür. Ve bunun genel kâr oranını ve ortalama kârı hiçbir şekilde etkilemeyeceği sanılır. Bu gibi nedenlerle kapitalist, canlı emeğin kârın tek kaynağı olduğunu görmez ve buna inanmaz. Verili bir üretim alanında, maliyet fiyatının değişmeyen sermaye değerini temsil eden parçasının değeri yükselir ya da düşerse, bu parça metanın üretim sürecine değeri büyümüş ya da küçülmüş olarak girer. Öte yandan, aynı sayıda işçi kullanılırken aynı süre içinde daha fazla ya da daha az üretim gerçekleştirilirse, yani işçilerin sayısı aynı kalırken belirli bir miktarda metanın üretilmesi için gerekli olan emek miktarı değişirse, maliyet fiyatının değişen sermayenin değerini temsil eden parçası aynı kalabilir. Ama neticede toplam ürünü oluşturan metaların her birine daha fazla ya da daha az emek ve dolayısıyla aynı zamanda bu emek için yapılan harcamanın daha büyük ya da daha küçük bir bölümü düşer. “Kapitalistin ödediği ücretlerin toplamı aynı kalır, ama her bir parça meta başına ücret farklılaşır.” Yani sonuç olarak her bir metanın maliyet fiyatının değişen sermaye parçasında bir değişim olur. Kapitalist aynı çalışma süresi içinde aynı sayıda işçiyi aynı değişen sermaye ödemesiyle çalıştırdığında, üretilen meta miktarının değişmesi neticesinde meta başına düşen değişen sermaye maliyetinin değişmesi, kapitalist sömürüyü gizleyen faktörlerden birisidir. Zira burada kapitalistin ve dolayısıyla aynı zamanda politik iktisatçının gördüğü tek şey, yalnızca karşılığı ödenmiş emeğin her bir adet metaya düşen parçasının, emeğin üretici gücüyle birlikte değişmesidir. Fakat onlar, burada aslında her bir adet metanın içerdiği karşılığı ödenmemiş emek için de aynı değişimin geçerli olduğunu görmezler. Böylece, metaların değerlerini düşündüklerinde hesaba yalnızca değişen sermaye harcamasını yani yalnızca karşılığı ödenmiş emek parçasını katarlar. Son olarak belirtmek gerekir ki, kapitalistin zenginleşmesiyle ilişkisini perdeleyen her şey, sistemin bütününü gizemlileştirir. (devam edecek)

1 Nisan 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /9

kapital_c-3-on.png

Bölüm 10: Genel Kâr Oranının Rekabet Yoluyla Eşitlenmesi. Piyasa Fiyatları ve Piyasa Değerleri. Artı Kâr

Marx, daha önce tek tek metalar düzeyinde ele aldığı üretim fiyatı/değer, kâr/artı-değer analizini bu bölümde toplam toplumsal sermayeyi oluşturan parçaların karşılıklı hareketi temelinde sürdürür. Bütünsel düzeyde bakıldığında, piyasanın toplam ve fiili işleyişinde kapitalist rekabet nedeniyle metaların üretim fiyatlarını onların piyasa değerine ve kendilerine ait artı-değer parçalarını ortalama kâra dönüştürme eğilimi hüküm sürer. Toplam toplumsal sermaye üzerinden ortaya çıkan toplam artı-değerin, eşit büyüklükteki sermaye miktarlarına, bunların bileşimleri nasıl olursa olsun, eşit büyüklükte paylar olarak düştüğü varsayılabilir. Netice olarak, bu temelde tüm sermayeler piyasada metalarının kendi maliyet+artı-değerlerinden oluşan fiyatları değil, ortalama kârı içeren üretim fiyatlarını gerçekleştirmeye çalışırlar. Fakat son tahlilde ortalama kâr nedir? Ortalama kârın, toplam artı-değer kütlesinden her bir üretim alanındaki sermaye parçalarına bunların büyüklükleriyle orantılı olarak dağılan artı-değer miktarından başka bir şey olamayacağı açıktır. Toplam artı-değere eşit olduğu varsayılan toplam ortalama kâr ise, gerçekleştirilmiş olan karşılığı ödenmemiş emeğin toplamıdır. Bu toplam kütle, tıpkı karşılığı ödenmiş ölü ve canlı emek gibi, kendisini, kapitalistlere düşen metaların ve paranın toplam kütlesiyle ortaya koyar. Peki, ortalama kâr oranı bir çıkış noktası olmayıp bir sonuç olduğuna göre, farklı kârların ortalama kâr oranı içinde eşitlenmesi nasıl olmaktadır? Piyasadaki gerçek işleyişte, işçiler arasındaki rekabet ve sürekli olarak bir üretim alanından bir başkasına göç etme nedeniyle kâr oranında eşitlenme eğilimi hükmünü icra eder. Bu temelde ortalama bir kâr oranının oluşumu yalnızca teorik bir varsayım ya da eğilim değil, bazı faktörlerce az ya da çok engellenmesine karşın, kapitalist üretim tarzının fiili ön koşuludur. “Ancak teoride, kapitalist üretim tarzının yasalarının saf halleriyle geliştikleri varsayılır. Gerçek yaşamda her zaman yalnızca yaklaşıklık söz konusu olur; ama kapitalist üretim tarzı ne kadar gelişmişse ve eski iktisadi koşulların kalıntılarıyla kirlenmişliği ve karışmışlığı ne kadar aşılmışsa, bu yaklaşıklık o kadar fazladır.” Konuya tekil sermayeler açısından bakıldığında, kuşkusuz farklı büyüklük ve bileşimdeki sermayeler farklı artı-değer miktarları ve oranlarına sahiptir. Fakat kapitalist üretimin bütünsel işleyişi göz önünde bulundurulduğunda, ortaya toplam değişen sermaye ve yaratılan toplam artı-değer miktarı üzerinden genel bir artı-değer oranı çıkacaktır. Ama bu genellemeye rağmen, farklı sermayelerin kendileri için elde ettiği artı-değer ve kâr oranı kuşkusuz farklı olacaktır. Ne var ki, neticede önemli olan meta mübadelesinin yasalarıdır ve uluslararası ticarette farklı ulusların kâr oranlarının farklılığı onlar arasındaki meta mübadelesi açısından önemsizdir. Marx burada önemli bir noktaya işaret eder. Şöyle ki, metaların tam ya da yaklaşık olarak kendi değerleri üzerinden mübadele edilmesi, kapitalist gelişmenin ancak düşük bir aşaması için düşünülebilir. Kapitalist gelişme belirli bir düzeye ulaştığında ise mübadelede esas olan üretim fiyatlarıdır. “Farklı metaların fiyatları başlangıçta karşılıklı olarak ne şekilde saptanmış ya da düzenlenmiş olursa olsun, bunların hareketini değer yasası yönetir. Diğer koşullar aynı kalırken, üretimleri için gerekli olan emek zaman kısaldığında fiyatları düşer, uzadığında ise fiyatlar yükselir.” Fakat sonuçta, metaların değerleri, yalnızca teorik değil tarihsel olarak da üretim fiyatlarının öncülüdür. Marx bu gerçeğin, hem eski zamanlarda üretim araçlarının emekçiye ait olduğu durumlarda, hem de modern dünyada kendi başına çalışan toprak sahibi köylü ve zanaatçı için geçerli olduğunu belirtir. Ayrıca Marx, bu gerçekliğin, ürünlerin metalara evrilmesinin bir ve aynı topluluğun üyeleri arasındaki mübadeleden değil, fakat farklı topluluklar arasındaki mübadeleden kaynaklandığı görüşüyle de uyumlu olduğunu belirtir. Metaların mübadele fiyatlarının yaklaşık olarak meta değerlerine karşılık gelmesi için bazı koşullar gerekir: 1. farklı metaların mübadelesinin tümüyle rastlantısal ya da yalnızca ara sıra gerçekleşir olmaktan çıkması; 2. doğrudan meta mübadelesi söz konusu olduğunda, bu metaların her iki tarafta da yaklaşık olarak karşılıklı gereksinimlere denk miktarlarda üretilmesi (bu ticarette, karşılıklı satış deneyimleri tarafından öğrenilen bir şey olup, sürüp giden alışverişlerin doğal bir ürünüdür); ve 3. satışı ilgilendirdiği kadarıyla, taraflardan birilerine metalarını değerlerinden fazlasına satma olanağı sağlayan ya da onları ucuza satmaya zorlayan doğal ya da yapay bir tekelin bulunmaması. Bu belirtilen durumlar dışında, alıcının ya da satıcının, arz ve talebin rastlantısal durumu sayesinde elde ettiği tekel durumu oluşabilir ki Marx bunu “rastlantısal tekel” olarak adlandırır. Farklı üretim alanlarının metalarının değerlerine satıldıkları varsayımı yalnızca şu anlama gelir: “Bu metaların değerleri, birer çekim noktasıdır; metaların fiyatları onların çevresinde döner ve fiyatlardaki sürekli yükseliş ve düşüşlerinin eşitlendiği noktayı oluştururlar.” Fakat mesele bununla bitmez, her zaman, farklı üreticiler tarafından üretilen tek tek metaların kendi değerlerinden ayırt edilmesi gereken bir de piyasa değeri olacaktır. Bu metalardan bazılarının kendi değeri piyasa değerinin altında kalacak, bazılarınınki ise onun üzerine çıkacaktır. Fiili işleyişte oluşan piyasa değeri, belirli bir alanda üretilen metaların ortalama değeridir ve ilgili alanın ortalama koşulları altında üretilen metaların tek tek kendi değeri olarak görülür. Bu piyasa değeri, aynı türdeki metalar için aynı olan piyasa fiyatlarının dalgalanma merkezini oluşturur. Ortalama piyasa değeri, iki uç tarafından, yani en kötü koşullarda ya da en avantajlı koşullarda üretilen metalar tarafından belirlenmiş olur. Bu temelde netice olarak, kendi öz değeri piyasa değerinin altında kalan metalar bir ekstra artı-değer ya da artı-kâr gerçekleştirirken, kendi öz değerleri piyasa değerinin üzerinde olan metalar, içerdikleri artı-değerin bir bölümünü gerçekleştiremezler. “Burada piyasa değeri için söylenenler, piyasa değerinin yerini aldığı anda, üretim fiyatı için de geçerli olur.” Marx, “fiyatlar nasıl düzenleniyor olursa olsun, şu sonuçlara ulaşmış bulunuyoruz” diyerek önemli olan hususları vurgular: l. Fiyat hareketleri, üretim için gerekli olan emek-zamanın azalmasının ya da artmasının üretim fiyatlarını yükseltmesi ya da düşürmesi yoluyla, değer yasasının hükmü altındadır. 2. Üretim fiyatlarını ortalama kâr belirler. Neticede metaların toplam değeri toplam artı-değeri, bu da ortalama kârın ve dolayısıyla ortalama (genel) kâr oranının düzeyini belirlediğine göre, üretim fiyatlarını da aslında değer yasası düzenler. Marx kapitalist işleyişte ortalamaların oluşmasında rekabetin rolüne vurgu yapar. Birincisi, rekabetin ilk olarak başardığı şey, metaların farklı bireysel değerlerinden tek bir piyasa değeri ve piyasa fiyatı türetmektir. İkincisi, farklı üretim alanlarındaki kâr oranlarını eşitleyerek üretim fiyatını meydana getiren ise farklı alanlardaki sermayelerin rekabetidir. Bu ikinci süreç, kapitalist üretim tarzının birinci süreçten daha yüksek düzeyde gelişmesini gerektirir. Aynı üretim alanına ait, aynı türden ve yaklaşık olarak aynı kalitedeki metaların değerlerine satılması için, bu metalar tek bir toplumsal değere (piyasa değerine) eşitlenmiş olmak zorundadır. “Bu da, hem aynı türden metaların üreticileri arasındaki rekabeti, hem de metalarını birlikte sundukları bir piyasanın varlığını gerekli kılar.” Özdeş ama az da olsa farklı bireysel koşullar altında üretilen metaların piyasa fiyatının bunların piyasa değerinden sapmaması için bir koşul vardır. Bunun için, farklı satıcıların birbirlerine uyguladıkları baskının, bunların toplumdaki talebi karşılayacak miktarda metayı piyasaya sürmelerini sağlayacak kadar kuvvetli olması gerekir. Şayet piyasaya sürülen ürün kütlesi toplumdaki talebi aşarsa metaların piyasa değerlerinden azına satılması, tersi durumda ise piyasa değerlerinden fazlasına satılması söz konusu olur. “Dolayısıyla, eğer arz ve talep, piyasa fiyatını ya da daha doğrusu piyasa fiyatlarının piyasa değerinden sapmalarını düzenliyorsa, piyasa değeri de, arz ile talep arasındaki ilişkiyi ya da arz ile talepteki dalgalanmalar yüzünden salınan piyasa fiyatlarının merkezini düzenler.” Kapitalist üretim, başından itibaren seri üretimdir. Daha az gelişmiş başka üretim tarzlarında da, en azından temel metalar çok sayıda küçük üretici tarafından ayrı ayrı ürünler olarak küçük miktarlarda üretilseler bile, bütün bir üretim dalının ortak ürünleri olarak, büyük miktarlarla ve görece az sayıdaki tüccarların elinde toplanır, birikir ve satışa sunulur. Marx burada geçerken önemli bir hususa dikkat çeker. “Toplumsal talep”, yani talep ilkesini düzenleyen etmen, temelde, farklı sınıfların karşılıklı ilişkilerine ve bunların her birinin iktisadi konumlarına bağlıdır. Daha açık ifadesiyle, birincisi toplam artı-değerin işçi ücretlerine oranına ve ikincisi artı-değerin bölündüğü farklı parçalar (kâr, faiz, toprak rantı, vergiler vb.) arasındaki oranlara bağlıdır. Marx, arz ile talep arasındaki ilişkinin dayandığı temel açıklanmadan, yalnızca arz-talep ilişkisiyle hiçbir şeyin açıklanamayacağını vurgular. Piyasada bulunan meta kütlesinin değerinin, onun içerdiği toplumsal emeğin niceliğiyle eşit, aşkın ya da altında olması gibi durumları ele alarak farklı ihtimalleri gözden geçirir Marx. Teoride toplam meta kütlesinin toplam piyasa değeri, bu metaların kendi öz değerlerinin toplamına eşittir. Fakat piyasa değeri burada bir soyutlama temelinde belirlenmiştir. Gerçek piyasada ise, örneğin talebin meta kütlesini bu şekilde belirlenmiş olan değer üzerinden emebilecek kadar büyük olması koşuluyla, piyasa değeri satıcılar arasındaki rekabet aracılığıyla gerçekleşir. Sorunun bir de metaya ait toplumsal talebin miktarı boyutu vardır. Marx, üretilmiş olan metaların bir bölümünün bir süreliğine piyasadan geri çekilmesi ihtimalini dışlayarak, söz konusu talep miktarının mevcut arz miktarına karşılık geldiğini varsayar. Bu durumda, şayet piyasaya arz edilen kütleye yönelik talep de varsayılan düzeyde kalırsa, söz konusu meta piyasa değerine satılır. Buna karşılık, piyasaya sunulan meta miktarı ona yönelik talepten küçük ya da büyük olduğunda, piyasa fiyatı piyasa değerinden artı ya da eksi yönde sapmalar gösterir. Üretilen metaların miktarı ile piyasa değerlerine satılan metaların miktarı arasındaki fark, iki ayrı nedenden kaynaklanabilir. Birincisi, yeniden üretim o sıradaki piyasa değerini düzenleyen ölçekten farklı bir ölçekte (daha büyük veya küçük) gerçekleşebilir. “Bu durumda, talebin aynı kalmasına karşın arz değişmiş ve bu yüzden göreli aşırı üretim ya da eksik üretimle karşılaşılmış olur. İkincisi, yeniden üretim, yani arz aynı kalır, ama talep, farklı nedenlerle gerçekleşebileceği üzere, düşer ya da yükselir.” Marx buradaki incelemesinde ilk olarak arzı, yani piyasada bulunan ya da piyasaya gönderilebilecek olan ürünü ele alır. Tümüyle yararsız ayrıntılara takılmamak için, burada, her bir sanayi dalındaki yıllık yeniden üretim kütlesini hesaba katar ve diyelim bir sonraki yılın tüketimi için depolanabilir olma özelliğini göz ardı eder. Bu yıllık yeniden üretim, söz konusu meta kütlesinin ölçülmesine bağlı olarak ağırlık ya da sayıyla gösterilen belirli bir miktarı ifade eder. Ayrıca, bu meta miktarı belirli bir piyasa değerine sahiptir. Piyasada bulunan metaların nicel hacmi ile bunların piyasa değeri arasında zorunlu bir bağlantı bulunmaz, çünkü bazı metalar özellikle yüksek bir değere, başkaları özellikle düşük bir değere sahip olur. “Piyasada bulunan malların niceliği ile bu malların piyasa değeri arasında yalnızca şu bağlantı vardır: Verili bir emek üretkenliği temeli üzerinde, her bir üretim alanında, belirli bir miktarda malın üretimi belirli bir miktarda toplumsal emek-zaman gerektirir.” Her bir mal ya da bir meta türünün her bir belirli miktarı yalnızca kendi üretimi için gerekli olan toplumsal emeği içerebilecek olsa bile, şayet söz konusu meta mevcut toplumsal gereksinimi aşan bir miktarda üretilmişse, toplumsal emek-zamanın bir bölümü israf edilmiş olur. Toplum, belirli malların üretimi için kullanılan toplumsal emek-zamanın hacmi ile bu mallarla karşılanacak olan toplumsal gereksinimlerin hacmi arasındaki bağlantıyı, yalnızca, üretimin toplumsal denetim altındaki planlamayla düzenlendiği bir durumda kurabilir. Netice olarak, kapitalizmde metalar toplumun onları talep edebileceğinden fazla üretilmişse piyasa değerlerinden azına elden çıkarılmak zorundadır. Ayrıca, bunların bir bölümünün tümüyle satılamaz hale gelmesi bile mümkündür. Toplumsal talep üretilen miktarı aştığında ise tersi olur ve metalar piyasa değerlerinin üstünde bir fiyatla satılırlar. “Metaların değerlerine mübadele edilmeleri ya da satılmaları, akılcı olandır, yani dengelerinin doğal yasasıdır; yasa, sapmalardan hareketle açıklanamaz; sapmaların yasadan hareketle açıklanması gerekir.” “Şimdi diğer tarafa, yani talebe bakalım” der Marx. Hatırlayalım, metalar, üretken ya da bireysel tüketime girmek üzere, üretim araçları ya da geçim araçları olarak satın alınırlar ve bazı meta türlerinin her iki amaca da hizmet edebilmesi burada hiçbir şeyi değiştirmez. Demek ki, metalar sanayici kapitalistler ve bireysel ihtiyaçları karşılama bağlamında tüm tüketiciler tarafından talep edilirler. Kapitalistler tarafında üretken talep için söz konusu metanın yıllık yeniden üretim ölçeği esas olur. Kapitalistlerin satın alacağı geçim araçları ise onların bireysel talep toplamını belirler. İşçi sınıfı, alışılagelmiş ortalama yaşamını sürdürecekse, en azından daha önceki miktardaki zorunlu geçim araçlarını yeniden temin edebilmek ve yıllık nüfus artışı nedeniyle ek bir miktarı da bulabilmek zorundadır. “Diğer sınıflar için de, az ya da çok değişiklikle, aynısı geçerlidir.” Konunun talep tarafında, giderilmesi için piyasada bir malın belirli bir miktarının bulunmasını gerektiren, belirli bir büyüklükteki belirli bir toplumsal ihtiyaç olduğu açıktır. Ama nicel olarak bu ihtiyaç tümüyle çok esnek ve dalgalıdır ve onun sabitliği yalnızca görünüştedir. Talep edebilecekleri şeyler ve bunların miktarı fiziksel gereksinimlerinin en dar sınırlarının bile altında kalan yoksulları tümüyle bir yana bırakalım. Bunun dışında, şayet geçim araçları daha ucuz ya da parasal ücretler daha yüksek olsaydı, işçiler bunların daha fazlasını satın alırdı ve söz konusu meta türlerine yönelik daha büyük bir “toplumsal ihtiyaç” ortaya çıkardı. Diğer yandan, diyelim pamuk ucuzlasaydı, kapitalistlerin pamuk talebi artar, pamuk sanayiine daha fazla ek sermaye yatırılırdı vb. “Üretken tüketim talebinin varsayımımıza göre kapitalistin talebi olduğu ve onun asıl amacının artı-değer üretimi olduğu, dolayısıyla da belirli bir meta türünü yalnızca bu amaca ulaşmak için ürettiği burada kesinlikle unutulmamalıdır.” Kapitalistin üretken tüketim temelindeki pamuk ihtiyacı, gerçekte bu taleple onun yalnızca kâr yapma arzusu içinde olduğu gerçeğini gizler. Marx burada önemli bir tespitte bulunur: “Arz ve talep dengesizliklerini ve bunların sonucu olarak piyasa fiyatlarının piyasa değerlerinden sapmalarını görmekten kolay bir şey yoktur. Asıl güçlük, arz ile talebin denkliğinden ne anlamak gerektiğinin belirlenmesindedir.” Arz ve talep ilişkisi, şayet belirli bir üretim dalının meta kütlesinin piyasa değerinden fazlasına ya da azına değil de piyasa değerine satılmasını sağlıyorsa, dengede olur. “İlk duyduğumuz şey budur” der Marx. İkincisi ise, metalar kendi piyasa değerlerine satılabiliyorsa, arz ile talep dengededir. Arz ve talep eşit olduğunda bunların hareketleri durur ve meta tam da bu nedenle piyasa değerine satılır. “Karşıt yönlü iki kuvvet aynı etkiye sahip olduklarında, bunlar birbirlerini götürür, dışarıya doğru hiçbir etkide bulunmazlar ve bu durumda bazı hususların söz konusu iki kuvvetin müdahalesi dışındaki nedenlerle açıklanması zorunlu olur. Buradan hareketle, arz ve talep karşılıklı olarak birbirlerini götürüp piyasa değeri üzerinde etkide bulunmuyorlarsa, piyasa değerinin neden tam da böyle olduğu konusu demek ki karanlıkta kalmaktadır.” Marx, kapitalist üretimin gerçek iç yasalarının arz ile talebin etkileşimiyle açıklanamayacağını vurgular. Kapitalist üretimin iç yasaları, arz ile talep birbirlerini dengeleyip etkide bulunmadıklarında, saf halleriyle gerçekleşmiş görünür. “Arz ve talep gerçekte hiçbir zaman denkleşmez ya da günün birinde denkleşirlerse, bu, rastlantısaldır, dolayısıyla da bilimsel açıdan 0’a eşit, yani gerçekleşmemiş sayılmalıdır.” Gerçekte arz ve talep verili hiçbir durumda denkleşmez ve piyasa fiyatları piyasa değerlerinden sapar. Piyasa değerlerinden sapan piyasa fiyatları, sapmaların artılar ve eksiler olarak birbirlerini götürmesi yoluyla, ancak ortalama sayılar açısından bakıldığında piyasa değerlerine eşitlenir. Ve bu ortalama yalnızca teorik bir öneme değil, yatırımı az çok belirli bir dönemdeki dalgalanmalara ve dengelenmelere göre hesaplanan sermaye için pratik bir öneme sahiptir. Arz ve talep bağıntısı bir yandan piyasa fiyatlarının piyasa değerlerinden gösterdiği sapmaları açıklarken, diğer yandan bu sapmaların etkisinin yok edilmesi eğilimini açıklar. Arz ve talep eşitsizliklerinin yol açtığı etki çok farklı biçimlerde ortadan kaldırabilir. Örneğin talebin ve dolayısıyla piyasa fiyatının düşmesi, sermayenin o alandan çekilmesine ve böylece arzın daralmasına yol açabilir. Veya arz-talep dengesizliği, o metanın piyasa değerinin gerekli emek-zamanı kısaltan buluşlar aracılığıyla düşürülmesine ve böylece piyasa fiyatıyla eşitlenmesine de yol açabilir. Ya da talebin artması ve böylece piyasa fiyatının piyasa değerinin üzerine çıkması, bu üretim dalına çok fazla sermayenin akmasına yol açabilir. Böylece üretim öylesine genişler ki, piyasa fiyatı piyasa değerinin bile altına düşebilir. Arz ve talep piyasa değerini değil fakat o değerin etrafında dans eden piyasa fiyatını belirler. Piyasa fiyatı ise neticede arz ve talebi belirler. “Talep söz konusu olduğunda bu söylenen apaçıktır, çünkü talep, fiyatlarla ters yönde hareket eder; fiyatlar düştüğünde artar ve yükseldiğinde azalır. Ama arz için de aynısı geçerlidir.” Çünkü arz edilen metalara giren üretim araçlarının fiyatları, bu üretim araçlarına yönelik talebi ve dolayısıyla bunlarla üretilen metaların arzını da belirler. Örneğin pamuk fiyatları, pamuklu ürünlerin arzı için belirleyicidir. Bir metanın piyasa değerine, yani içerdiği toplumsal olarak gerekli emek miktarına orantılı şekilde satılması için, bu meta türünün toplam kütlesi için kullanılan toplumsal toplam emek miktarı bu metaya duyulan efektif toplumsal talebe karşılık gelmek zorundadır. Rekabet mekanizması, arz-talep ilişkisindeki dalgalanmalara karşılık gelen piyasa fiyatı dalgalanmaları aracılığıyla, sürekli olarak, her bir meta türü için kullanılan toplam emek miktarını bu düzeye indirmeye çalışır. Arz belli bir tür metanın satıcılarının ya da üreticilerinin toplamına, talep ise aynı tür metanın (hem üretken ve hem de bireysel) alıcılarının ya da tüketicilerinin toplamına eşittir. Bu toplamlar birbirleri üzerinde, birimler halinde bir araya gelmiş kuvvetler olarak etkide bulunurlar. Birey burada ancak, toplumsal gücün bir parçası, genel kitlenin bir atomu sayılır ve işte rekabet bu biçim içersinde üretim ve tüketimin toplumsal niteliğini ortaya çıkartır. İster arz ister talep tarafı söz konusu olsun, toplamı oluşturan bireylerin birbirlerine bağımlılığı ancak bu biçim içersinde kendisini gösterir ve arz ya da talebin kuvvetli tarafı daima hasmına karşı az çok birleşmiş bir bütün olarak hareket etmiş olur. Belirli meta türüne yönelik talep arzdan büyükse, rekabet temelinde bir alıcı (belirli sınırlar içinde) bir başkasından yüksek fiyat verir ve böylece metanın fiyatını tüm alıcılar için piyasa değerinin üzerine yükseltir. Diğer tarafta ise satıcılar hep birlikte yüksek bir piyasa fiyatıyla satış yapmaya çalışırlar. Tersine arz talepten büyükse, biri daha ucuza satmaya başlar ve diğerleri onu izlemek zorunda kalırken, alıcılar hep birlikte piyasa fiyatını piyasa değerinin altına düşürmeye çalışırlar. “Ortak taraf, her bir bireyi, yalnızca, onunla birlikte olduğunda ona karşı olacağı duruma göre daha fazla kazandığı sürece ilgilendirir.” İlgili taraf daha zayıf hale geldiği an, hareket birliği sona erer ve herkes kendi başına hareket ederek mevcut durumdan mümkün olan en iyi şekilde sıyrılmaya çalışır. Bir taraf daha avantajlı bir durum elde edince, o tarafta olan herkes kazanır ve bunlar sanki ortak bir tekel kurmuş gibi olurlar. Taraflardan biri daha zayıf duruma düşerse, herkes daha güçlü olmak (örneğin daha düşük üretim maliyetleriyle çalışmak) ya da en azından mevcut durumdan mümkün olan en iyi şekilde kurtulmak için çaba harcayabilir. Bu gibi durumlarda attığı her adım yalnızca kendisini değil, aynı zamanda bütün kader arkadaşlarını da etkileyeceği halde, ben kendimi kurtarayım da geriye kalanın canı cehenneme der. Kapitalist üretimde önemli olan şey, dolaşımdan, üretime yatırılan sermayenin büyüklüğüyle orantılı bir artı-değeri (kârı) çekmektir. Burada önemli olan, metaları ortalama kârı sağlayan fiyatlarla, yani üretim fiyatlarıyla satmaktır. “Sermaye, her bir kapitalistin toplumsal toplam sermayedeki payıyla orantılı olarak katıldığı bir toplumsal güç olarak kendi bilincine bu biçimde ulaşır.” Kapitalist üretim, özünde, ürettiği metanın kullanım değeri karşısında kayıtsızdır; kapitalist için önemli olan tek şey, artı-değer üretmek, emeğin ürününde yer alan belirli bir miktardaki karşılığı ödenmemiş emeğe el koymaktır. “Ve aynı şekilde, emeğinin özgül karakteri karşısında kayıtsız olması, sermayenin gereksinimlerine göre kendisini dönüştürmesi ve bir üretim alanından bir başkasına savrulmasına izin vermek zorunda olması, sermayenin boyunduruğu altına sokulmuş olan ücretli emeğin doğasından kaynaklanır.” Metalar kendi değerlerine satılırsa, farklı üretim alanlarında bunlara yatırılmış olan sermaye kütlelerinin farklı organik bileşimlerine bağlı olarak çok farklı kâr oranları ortaya çıkar. Ne var ki sermaye, daha düşük kâr oranlı bir alandan çekilip daha yüksek kâr getiren bir başkasına yönelir. Sermaye, kâr oranlarının farklı yerlerdeki yükselip alçalmalarına bağlı bu hareketi aracılığıyla öyle bir arz-talep ilişkisi yaratır ki, farklı üretim alanlarındaki ortalama kâr eşitlenmeye başlar ve böylece metaların kendi değerleri üretim fiyatlarına dönüşür. “Verili bir ulusal toplumda kapitalist gelişme düzeyi ne kadar yüksekse, yani ilgili ülkenin koşulları kapitalist üretim tarzıyla ne kadar uyumlu hale geldiyse, sermaye de bu eşitlenmeyi az çok gerçekleştirebilecek duruma gelmiş demektir. Kapitalist üretimin ilerlemesiyle birlikte onun koşulları da gelişir ve kapitalist üretim, üretim sürecini çerçeveleyen tüm toplumsal ön koşulları kendi özgül karakterine ve kendisine içkin olan yasalara tabi kılar.” Sürekli eşitsizliklerin sürekli olarak dengelenmesi, gerek sermaye gerek emek gücü bir üretim noktasından bir başkasına ne denli hızlı biçimde kaydırılabiliyorsa, o kadar hızlı bir şekilde gerçekleşir. Sermayenin hareket özgürlüğü, toplumun sınırları içinde eksiksiz ticaret özgürlüğünü ve kapitalist üretim tarzının kendisinden kaynaklananlar dışındaki tüm tekellerin ortadan kaldırılmasını şart koşar. Bu koşul, ayrıca, kredi sisteminin gelişmesini ve son olarak da, farklı üretim alanlarının kapitalistlere tabi hale gelmesini gerektirir. Son olarak, büyük bir nüfus yoğunluğu gereklidir. Emek gücünün hareket özgürlüğü ise, “işçilerin bir üretim alanından bir başkasına ya da bir yerel üretim merkezinden herhangi bir başkasına geçmesini engelleyen tüm yasaların kaldırılmasını; işçinin kendi emeğinin içeriğine kayıtsızlığını; emeğin tüm üretim alanlarında mümkün olduğu ölçüde basit emek düzeyine düşmesini; işçiler arasındaki her tür mesleki önyargının ortadan kalkmasını; son olarak ve özellikle, işçinin kapitalist üretim tarzının boyunduruğu altına sokulmasını gerektirir”. Ortalama kâr, sermayenin her 100 birimi başına ürettiği ortalama artı-değerle aynıdır. Ortalama kâr söz konusu olduğunda, kâr oranının belirleyici öğelerinden biri olarak yatırılmış sermayenin değeri önemlidir. “Bir kapitalistin ya da belirli bir üretim alanının sermayesinin doğrudan doğruya kendisi tarafından istihdam edilen işçilerin sömürülmesiyle sağladığı özel çıkar, ya istisnai derecede fazla çalışma ya da ücretin ortalamanın altına düşürülmesi ya da kullanılan emeğin istisnai üretkenliği sayesinde, bir ekstra kazancın, ortalama kârı aşan bir kârın elde edilebilmesiyle sınırlıdır.” Emeğin sömürülme derecesi, işgünü veriliyken ortalama emek yoğunluğuna ve yoğunluk veriliyken işgününün uzunluğuna bağlıdır. Emeğin sömürülme derecesi, artı-değer oranının yüksekliğini, yani değişen sermayenin toplam kütlesi veriliyken artı-değerin büyüklüğünü ve dolayısıyla kârın büyüklüğünü belirler. Tek tek her bir kapitalistin kendi faaliyet alanının bütününden ayrı olarak, kendisi tarafından sömürülen işçilerin sömürüsüne karşı duyduğu özel ilgi ve çıkarı aynıdır. Belirli bir alanın ya da bu alanın içindeki tek bir işletmenin kendine özgü emek üretkenliği, ona toplam sermayeden farklı olarak ekstra bir kâr elde etme olanağı sağlıyorsa bu yalnızca onu ilgilendirir. “Dolayısıyla, burada, kapitalistlerin, her ne kadar kendi aralarındaki rekabet sırasında yalancı biraderler olarak davransalar da, işçi sınıfının bütünü karşısında neden gerçek bir mason örgütü oluşturduklarının matematiksel olarak kesin bir kanıtıyla karşı karşıyayız.” Hatırlayalım, üretim fiyatı ortalama kârı içerir. Burjuva iktisatçılarının hiçbiri üretim fiyatı ile meta-değer arasındaki farkı açıklamamıştır. Fakat metaların değerlerinin emek-zamanla, yani bunların içerdikleri emek miktarı ile belirlendiğine karşı çıkan iktisatçılar, piyasa fiyatlarının çevrelerinde dalgalandığı merkezler olarak üretim fiyatlarından söz etmişlerdir. Marx bunun nedenini açıklar. Çünkü üretim fiyatı, meta değerinin fazlasıyla dışsallaşmış ve rekabette ortaya çıkan, dolayısıyla bayağı kapitalistin ve aynı zamanda bayağı iktisatçının bilincinde var olan bir biçimdir. Marx’ın incelemeleri, piyasa değerinin nasıl olup da her bir üretim alanında en iyi koşullarda üretimde bulunanlar için bir artı-kârı içerdiğini göstermiştir. “Bunalım ve genel olarak aşırı üretim durumları bir yana bırakıldığında, bu, piyasa değerlerinden ya da piyasa üretim fiyatlarından ne kadar saparlarsa sapsınlar, tüm piyasa fiyatları için geçerlidir. Çünkü metalar çok farklı bireysel koşullar altında üretilmiş ve bu nedenle çok farklı maliyet fiyatlarına sahip olsalar bile, piyasa fiyatları aynı tür metalar için aynı fiyatların ödendiği anlamına gelir. Fakat burada, ister yapay olsunlar ister doğal, kelimenin alışılagelmiş anlamıyla tekellerin ürünü olan artı-kârlardan söz edilmediğini de unutmamak gerekir. (devam edecek)

2 Mayıs 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /10

kapital_c-3-on.png

Bölüm 11: Genel Ücret Dalgalanmalarının Üretim Fiyatları Üzerindeki Etkileri

Marx bu bölümde, harekete geçirilen emek miktarının aynı kaldığı fakat ücretlerin yükseldiği bir durumu rakamsal örnekler eşliğinde ele alır. Daha önceki açıklamalardan hatırlanacağı üzere, diğer her şey aynı kalırken ücretlerdeki genel bir yükselme artı-değer oranının düşmesi anlamına gelecektir. Öte yandan, ortalama sermaye için kâr ile artı-değerin aynı olduğu da hatırlanmalıdır. Ortalama bileşimli sermayenin ürettiği metaların üretim fiyatı bu metaların kendi değeriyle çakıştığından, kullanılan emek miktarı aynı kalırken ücretlerin yükselmesi durumunda söz konusu metaların üretim fiyatı değişmeyecektir. Çünkü bu durum kârın azalmasına yol açar, ama bu azalmayı değişen sermaye miktarındaki artış dengelediğinden metaların değerinde ve fiyatında herhangi bir değişim olmaz. Bileşimi ortalama toplumsal sermaye bileşiminden düşük olan bir sermaye içinse sonuç değişik olacak ve burada üretilen aynı tip metanın üretim fiyatı kendi değerinden yüksek bulunacaktır. Tersine, bileşimi ortalama sermayenin bileşiminden yüksek bir sermaye yatırımında, üretilen söz konusu metanın üretim fiyatı kendi değerinin altında kalacaktır. Ancak elde edilen bu sonuçlara toplam sermaye varsayımı açısından bakıldığında, yükseliş ve düşüşler birbirini götürür. Marx bu varsayım temelinde, ortalama bileşimli toplumsal sermayenin metalarının üretim fiyatının aynı kaldığını ve ayrı ayrı sermayelerin ürünlerinin üretim fiyatlarının toplamının, toplam sermaye tarafından üretilen değerlerin toplamına eşit olacağını belirtir. Marx daha sonra ise, işçi ücretlerindeki genel bir düşüş ve kâr oranındaki genel bir yükselişin, ortalama toplumsal bileşimden karşıt yönlerde sapan sermayelere ait metaların üretim fiyatları üzerinde ne şekilde etkide bulunduğu sorusunu ele alır. Bunun yanıtını bulabilmek için tek yapılması gereken, yukarıdaki açıklamayı tersine çevirmektir. Bu temelde gerekli değişiklikler yapıldığında, ücretlerdeki genel bir düşüşün, artı-değer oranında ve diğer koşullar aynı kalırken kâr oranında genel bir yükselişe yol açacağı görülür. Keza, daha düşük bileşimli sermayelerin meta-ürünleri için üretim fiyatlarında bir düşüşe ve daha yüksek bileşimli sermayelerin meta-ürünleri için üretim fiyatlarının yükselmesine neden olacaktır. Yukarıda incelenen her iki durumda da (işçi ücretlerinin yükselmesi ve düşmesi), hem işgününün hem de tüm geçim araçlarının fiyatlarının aynı kaldığı varsayılmıştır. Fakat ücretlerdeki yükseliş ya da düşüş zorunlu geçim araçlarının değerlerindeki değişimden kaynaklanıyorsa, yukarıda söylenenlerde değişiklik yapma gereksinimi, bu değişimin sermaye öğelerinin değerlerini de etkilemeleri durumunda gündeme gelebilir. “Ama söz konusu metalar sadece ücretleri etkiliyorsa, buraya kadarki açıklamalar, söylenmesi gereken her şeyi içerir.”

Bölüm 12: Tamamlayıcı Açıklamalar

1. Üretim fiyatında bir değişikliği gerekli kılan nedenler

Marx, bir metanın üretim fiyatının ancak iki nedenle değişebileceğini belirtir. Birincisi, genel kâr oranı değişir. Bu durum, yalnızca, ortalama artı-değer oranının değişmesi ya da ortalama artı-değer oranı aynı kalırken el koyulan artı-değerler tutarının yatırılmış olan toplam toplumsal sermaye tutarına oranının değişmesi yoluyla mümkün olabilir. “Her iki durum için de şu yasa geçerlidir: Bir metanın üretim fiyatı, genel kâr oranındaki bir değişim nedeniyle değişirse, bu metanın kendi değerinin değişmeden kalmış olması mümkün olsa bile, diğer metalarda bir değer değişimi gerçekleşmiş olmak zorundadır.” İkincisi, genel kâr oranı değişmez. Bu durumda, bir metanın üretim fiyatı, yalnızca, kendi değeri değiştiği için değişebilir. Örneğin pamuk ipliğinin fiyatı, ham pamuğun daha ucuza üretilmesi veya eğirme işindeki üretkenliğin daha iyi makineler sayesinde artması nedeniyle düşebilir. Fakat sonucu etkileyen faktörlerdeki artış ve azalmaların birbirini götürmesi durumunda, bazı metaların değeri değişse bile onların üretim fiyatları aynı kalabilir. Zira unutmamak gerekir ki, üretim fiyatı, yalnızca ilgili metanın değeriyle değil, tüm metaların toplam değeriyle belirlenir. “Dolayısıyla, A metasındaki bir değişiklik, B metasındaki karşıt yönlü bir değişiklikle, genel ilişkinin aynı kalmasını sağlayacak şekilde dengelenebilir.”

II. Ortalama bileşimli metaların üretim fiyatı

Ortalama bileşimli sermayeler tarafından üretilmiş olan metalarda da, bazı metalar için üretim fiyatı o metaların kendi değerinden sapabilir. “Ne var ki, bu olasılık, ortalama bileşimli metalar için ileri sürülmüş olan önermelerin doğruluğundan hiçbir şey eksiltmez.” Çünkü bu metalara düşen kâr miktarı, kendi içerdikleri artı-değer miktarına eşittir.

III. Kapitalistin telafi gerekçeleri

Rekabetin, farklı üretim alanlarının kâr oranlarını ortalama kâr oranına eşitlediğini ve tam da bu yolla söz konusu farklı alanların ürünlerinin değerlerini üretim fiyatlarına dönüştürdüğünü hatırlayalım. “Bu da, sermayenin, sürekli olarak, bir alandan, kârın o an için ortalamanın üzerinde olduğu bir başkasına aktarılmasıyla gerçekleşir; ne var ki, burada, belirli bir dönemde belirli bir sanayi dalında kötü ve iyi yılların birbirlerini izlemesinden kaynaklanan kâr dalgalanmalarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Sermayenin farklı üretim alanları arasındaki bu kesintisiz giriş ve çıkışları, kâr oranında, karşılıklı olarak birbirlerini az çok dengeleyen ve dolayısıyla kâr oranını her yerde aynı ortak ve genel düzeye indirgeme eğilimine sahip olan yükseliş ve düşüş hareketlerine yol açar.” Marx burada, çok tutulan belirli mallarda birdenbire ortaya çıkan spekülasyon nöbetlerinin gösterdiği üzere, sermaye kütlelerini sıra dışı bir çabuklukla bir işkolundan çekip aynı çabuklukla bir başkasına fırlatabilen tüccar sermayesinin şimdilik hesaba katılmadığını belirtir. Ayrıca, gerçek üretim alanlarında (sanayi, tarım, madencilik vb.) sermayenin bir alandan bir başkasına aktarılması, özellikle de elde bulunan sabit sermaye nedeniyle, ciddi zorluklar içerir. Rekabetin ortalama kârın ve üretim fiyatlarının oluşumundaki etkisine karşın, rekabet üretim hareketine hükmeden değer belirlenimini göstermez. Oysa üretim fiyatlarının farklı oluşunun arkasında yatan ve son çözümlemede onları belirleyen şey içerdikleri değerdir. Bu gerçekliğe rağmen, piyasa fiyatlarının çeşitli nedenlerle dalgalanması benzeri durumlar, hem değerin emek-zamanla belirlenmesiyle, hem de artı-değerin karşılığı ödenmemiş artı-emekten oluşan doğasıyla çelişir gibi görünür. “Dolayısıyla, rekabette her şey tersine dönmüş görünür.” Ayrıca, kapitalist üretim belirli bir gelişme derecesine ulaşıp, ortalama fiyatlar ve bunlara karşılık gelen piyasa fiyatları belirli bir süreliğine istikrar kazandıktan sonra, bu eşitlenme sırasında belirli farklılıkların birbirlerini götürdüğü tek tek kapitalistlerin bilincine çıkar. Böylece kapitalistler bu hususu karşılıklı hesaplamalarına da dahil ederler. Buradaki temel düşünce, ortalama kârın kendisidir, yani eşit büyüklükteki sermayelerin aynı süreler içinde eşit büyüklükte kârlar getirmek zorunda oldukları düşüncesidir. “Kapitalistin, örneğin, metalarının üretim sürecinde daha uzun bir süre boyunca kalması ya da daha uzak piyasalarda satılmak zorunda olması nedeniyle daha yavaş devir yapan bir sermayenin, bu nedenle yitirdiği kârı da hesaba katacağı, yani fiyat artışı yoluyla zararını telafi edeceği şeklindeki değerlendirmesi de bu düşünceye dayanır.” Gemi işletmeciliğinde görüldüğü üzere, daha büyük risklerle karşı karşıya olan sermaye yatırımlarının daha yüksek fiyatlar aracılığıyla bir tazminat elde edecekleri değerlendirmesi için de aynısı geçerlidir. Marx bu bağlamda, kapitalist üretimin gelişimiyle birlikte sigortacılık da gelişir gelişmez riskin tüm üretim alanları arasında dağıtıldığına dikkat çeker. Fakat daha yüksek risklerle karşı karşıya olanlar daha yüksek sigorta primleri öder ve bunları kendi metalarının fiyatlarıyla tazmin ederler. Pratikte, tüm bunların anlamı, bir sermaye yatırımını daha az ve bir başkasını daha fazla kârlı kılan her bir koşulun, kapitalistler tarafından geçerli bir telafi gerekçesi olarak hesaba katılacağıdır. Ancak, piyasadaki rekabet mekanizmasıyla oluşan ortalama kâr, kârın gerçek kaynağı olan artı-değer sömürüsünü gizler. Bu nedenle, kapitalistler piyasa işleyişinde ortalamayı yaratan telafi gerekçelerinin, toplam artı-değerden alınan payları eşitlediğini değil de kârın kendisini yarattığını düşünürler.

ÜÇÜNCÜ KISIM: KÂR ORANININ DÜŞME EĞİLİMİ YASASI

Bölüm 13: Yasanın Kendisi

Marx bu önemli konunun açıklamasına, artı-değer oranıyla kâr oranı arasındaki farkı hatırlatarak başlar. İşçi ücreti ve işgünü uzunluğu veriliyken, örneğin 100 sterlinlik değişen sermaye 100 işçinin bir haftalık ücreti olsun. Bu 100 işçi bir işgünü içinde eşit miktarda gerekli emek ve artı-emek harcıyorsa, bu durumda haftalık toplam değer-ürünleri 200 sterline eşit olur ve onlar tarafından üretilen artı-değer haftalık100 sterlin tutar. Ama daha önce görmüş olduğumuz gibi, kâr oranı artı-değerin toplam sermayeye oranına eşittir. O nedenle, değişmeyen sermayenin farklı büyüklükleri toplam sermaye büyüklüğünü de değiştirir ve farklı büyüklükler kendilerini çok farklı kâr oranlarıyla ifade eder. Daha da önemlisi, eğer sermayenin bileşimindeki bu tedrici değişim yalnızca bazı üretim alanlarında değil de az çok tüm ya da en azından belirleyici üretim alanlarında gerçekleşirse (yani toplam sermayenin ortalama organik bileşimi değişirse), ortaya çıkan sonuç şu olur: Değişmeyen sermaye değişen sermayeye oranla adım adım büyür ve artı-değer oranı aynı kalırken, gidişat genel kâr oranındaki tedrici bir düşüşle sonuçlanır. Bu noktada unutulmaması gereken bir husus vardır. Kapitalist üretim tarzının gelişimiyle birlikte, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye ve dolayısıyla da harekete geçirilen toplam sermayeye oranla göreli bir azalma sergilemesi kapitalist üretim tarzının bir yasasıdır. Çünkü kapitalist üretimin emek üretkenliğini artıran yöntemleri sayesinde, verili bir değer büyüklüğündeki değişen sermaye tarafından harekete geçirilen aynı nicelikte emek gücü, aynı süre içinde sürekli büyüyen bir emek araçları, makineler ve her türden sabit sermaye, ham ve yardımcı maddeler kütlesini (yani sürekli büyüyen bir değişmeyen sermayeyi) harekete geçirebilir. Değişmeyen sermayenin bu artan değer büyüklüğüne rağmen, üretilen meta miktarının artması neticesinde parça başına düşen değişmeyen ve değişen sermaye harcaması azalacaktır. Kapitalizm geliştikçe, her bir ayrı ürün, emeğe yatırılan sermayenin üretim araçlarına yatırılan sermayeye oranla çok daha büyük olduğu daha alt üretim aşamalarına kıyasla daha küçük bir emek miktarı içerecektir. Bu olgular kapitalist üretimin gerçek eğilimini ifade eder. Kapitalist üretim, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranla giderek azalmasıyla, toplumsal sermayenin giderek daha yüksek bir organik bileşime sahip olmasına yol açar. Bunun dolaysız sonucu ise, emeğin sömürülme derecesi aynı kalır ve hatta yükselirken, artı-değer oranının kendisini sürekli olarak azalan bir genel kâr oranıyla ifade etmesidir. Marx, bu azalmanın neden mutlak biçimde değil de aşamalı bir düşme eğilimi olarak ortaya çıktığını ilerleyen bölümde ele alacağını belirtir. “Genel kâr oranının aşamalı olarak azalması eğilimi, emeğin toplumsal üretici gücünün giderek gelişmesinin kapitalist üretim tarzına özgü bir ifadesinden başka bir şey değildir.” Kâr oranı başka nedenlerle geçici olarak düşebilir. Fakat kapitalist üretim tarzının gelişim sürecinde genel ortalama artı-değer oranının kendisini düşen bir genel kâr oranıyla ifade etmek zorunda olması apaçık bir gerekliliktir. Kullanılan canlı emek kütlesi, onun tarafından harekete geçirilen üretim araçları kütlesine oranla sürekli olarak azaldığından, bu canlı emeğin karşılığı ödenmeyen ve kendisini artı-değerde nesnelleştiren kısmı da, kullanılan toplam sermayenin değer büyüklüğüne oranla sürekli olarak azalmak zorundadır. Artı-değer kütlesinin kullanılan toplam sermayenin değerine oranı kâr oranını oluşturduğuna göre, bu oran sürekli olarak düşmek zorundadır. Marx buradaki açıklamalar temelinde söz konusu yasa ne kadar basitçe anlaşılabiliyorsa, burjuva iktisadın onu keşfetmek konusunda o kadar başarısız olduğunu vurgular. “Bugüne kadarki iktisat, bu görüngünün farkına vardı ve onu açıklamak için çelişkili girişimlerde bulunurken büyük acılar çekti. Bu yasanın kapitalist üretim açısından taşıdığı büyük önem göz önünde bulundurulduğunda, onun, Adam Smith’ten beri tüm ekonomi politiğin çözmeye çalıştığı temel gizem olduğu ve A. Smith’ten beri, farklı okullar arasındaki ayrımın, onun çözümüne yönelik girişimlerin farklılığından kaynaklandığı söylenebilir.” Ama diğer taraftan, ekonomi politik, değişmeyen sermaye ile değişen sermaye arasındaki ayrımın çevresinde dolanmış, ne var ki onu hiçbir zaman kesin şekilde formüle edememiştir. Artı-değeri hiçbir zaman kârdan ayrı olarak ve kârın kendisini de onun farklı ve birbirlerinden bağımsızlaşmış (sınai kâr, ticari kâr, faiz, toprak rantı gibi) bileşenlerinden farklı, saf haliyle ortaya koyamamıştır. Sermayenin organik bileşimindeki farklılıkları ve dolayısıyla da genel kâr oranının oluşumunu hiçbir zaman kapsamlı şekilde çözümleyememiştir. Marx, kendisinin bu yasayı kasıtlı olarak, kârın birbirlerinden bağımsızlaşmış olan farklı kategorilere bölünmesini göstermeden sunduğunu vurgular. Böylece söz konusu yasanın, kârın sınai kâr, ticari kâr, faiz, toprak rantı gibi farklı kategorilerdeki kişilere düşen farklı parçalara bölünmesinden bağımsız olarak, genelliği içinde ortaya konulduğu en baştan kanıtlanmış olur. Burada sözü edilen kâr, yalnızca, artı-değer için kullanılan bir başka isimdir. Kâr oranı söz konusu olduğunda ise, artı-değer, kaynağında yer alan değişen sermayeyle ilişkisi yerine, yalnızca toplam sermayeyle ilişkisi içinde gösterilir. O halde, kâr oranının düşmesi, artı-değerin yatırılmış toplam sermayeye oranındaki düşüşü ifade eder ve bu nedenle de söz konusu artı-değerin farklı kategorilere hangi şekilde dağıldığından tümüyle bağımsızdır. Marx burada önemli bir noktaya dikkat çeker ve söz konusu yasanın farklı ülkelerde nasıl işlediğine dair fikir verir. Örneğin daha az gelişmiş olan ülkede emek daha az üretken olsaydı ve bu nedenle daha büyük bir emek miktarı gelişmiş ülkeye oranla aynı metanın daha az bir miktarını temsil etseydi durum farklı olurdu. Şöyle ki, daha az gelişmiş ülkede işçi üretim zamanının daha büyük bir bölümünü kendi geçim araçlarını üretmek için ve daha küçük bir bölümünü artı-değer üretmek için kullanırdı. Böyle olduğunda, toplam sermaye içinde değişen sermaye oranı büyüdüğünden, karşılaştırılan iki tip ülkedeki kâr oranları arasındaki fark ortadan kalkabilir ve hatta tersine dönebilirdi. Marx, kendi döneminde farklı gelişme aşamalarındaki ülkeleri (örneğin İngiltere ile Hindistan) karşılaştırır. Hindistan’da henüz diyelim tefeci faizinin yüksekliği nedeniyle, ulusal kâr oranının yüksekliğini örneğin ulusal faiz oranının yüksekliğiyle ölçmenin çok yanlış olacağını belirtir. Çünkü az gelişmiş ülkelerde tefeci faizi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki gibi üretilen artı-değerin ya da kârın özdeş bir parçasından ibaret değildir; tüm kârı ve kârdan fazlasını içerir. “Diğer yandan, faiz oranı burada, asıl olarak, kârla hiçbir ilişkileri bulunmayan ve bunun yerine, yalnızca, tefeciliğin toprak rantına hangi ölçüde el koyacağını gösteren ilişkiler (tefecinin toprak rantını elde eden büyük toprak sahiplerine verdiği öndelikler) tarafından belirlenir.” Kapitalist üretimin farklı gelişme aşamalarında bulunan ve dolayısıyla sermayenin organik bileşimlerinin farklı olduğu ülkelerde, artı-değer oranı (kâr oranını belirleyen etmenlerden biri), olağan işgününün daha kısa olduğu bir ülkede, bunun daha uzun olduğu bir başkasındakine göre daha yüksek olabilir. Marx’ın kendi döneminden örneklediğine göre, diyelim daha yoğun olması nedeniyle İngiltere’deki 10 saatlik bir işgünü, Avusturya’daki 14 saatlik bir işgününe eşit olsun. Her ikisinde de işgünü gerekli emek ve artı-emek bakımından yarı yarıya bölündüğünde, İngiltere’deki 5 saatlik artı-emek, dünya pazarında Avusturya’daki 7 saatlik artı-emeğe göre daha yüksek bir değeri temsil edebilir. Marx, aynı veya yükselen bir artı-değer oranını ifade eden kâr oranının düşmesi yasasının, ortalama toplumsal sermayenin örneğin 100’lük bir parçasının giderek daha büyük bir bölümünün emek araçlarından ve giderek daha küçük bir bölümünün canlı emekten oluştuğu anlamına da geldiğini belirtir. Dolayısıyla, karşılığı ödenmemiş emek ve bunu temsil eden değer parçası da, yatırılmış olan toplam sermayenin değerine oranla azalır. Bir başka deyişle, yatırılmış olan toplam sermaye, kendi büyüklüğüne oranla giderek daha az artı-emek soğurur. Değişen ve değişmeyen sermayenin mutlak olarak büyümesine karşın, değişen sermayenin göreli olarak küçülmesi ve değişmeyen sermayenin göreli olarak büyümesi, emek üretkenliğindeki artışın farklı bir ifadesinden başka bir şey değildir. Kâr oranının giderek düşmesi yasası, toplumsal sermayenin ya da tek tek kapitalist sermayelerin büyüyen bir emek ve dolayısıyla artı-emek kütlesine komuta etmelerini hiçbir şekilde engellemez. Kâr oranının düşmesinin nedeni, canlı emek kütlesinin azalması değil, onun harekete geçirdiği ölü emeğin (daha önce üretilmiş üretim araçlarında nesnelleşmiş emeğin) kütlesinin artmasıdır. Marx konuyla ilgili önemli bir vurgu yapar: “Azalma mutlak değil görelidir ve gerçekten de, harekete geçirilen emek ve artık emek kütlesinin mutlak büyüklüğüyle bir ilgisi yoktur. Kâr oranının düşmesi, toplam sermayenin değişir bileşenindeki mutlak bir azalmadan değil yalnızca göreli bir azalmadan, bu bileşenin değişmez bileşene oranla azalmasından kaynaklanır.” Bu noktaya kadar yapılan açıklamalar temelinde, örneğin artı-değer kütlesi yarı yarıya büyürken, kâr oranının eskisinin yarısına kadar düşebileceği rahatlıkla anlaşılabilir. Keza, aynı temelde, kâr kütlesinin toplam sermayeye oranla muazzam şekilde azalmasına rağmen, kârın mutlak büyüklüğünün artmış olabileceği hususu da hatırlanabilir. Kısacası, sermayenin kullandığı işçilerin sayısı, bir başka deyişle onun harekete geçirdiği emeğin mutlak kütlesi, dolayısıyla da onun emdiği artı-emeğin mutlak kütlesi yani onun ürettiği artı-değerin kütlesi, nihayetinde onun ürettiği kârın mutlak kütlesi, kâr oranının artan oranlı düşüşüne rağmen büyüyebilir. “Ve bu, yalnızca olası bir durum olamaz. Geçici dalgalanmalar bir yana bırakılırsa, kapitalist üretim temeli üzerinde, ortaya çıkması zorunlu olan durum budur.” Marx’ın altını çizdiği bu husus konunun kavranması açısından son derece önemlidir. Zira bu, Marx’ın azalan kâr oranı eğilimi yasasını derinden kavramayıp, yalnızca yıllık kâr miktarları veya oranları üzerinden karşılaştırmalarla kapitalizmin gidişatını kestirmeye çalışanların yanılgısını çarpıcı biçimde gözler önüne serer. (devam edecek)

2 Haziran 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /11

kapital_c-3-on.png

Bölüm 13: Yasanın Kendisi (devam)

Kapitalist üretim süreci özünde bir birikim sürecidir. Emeğin toplumsal üretici gücünün gelişimiyle birlikte, bir bölümünü üretim araçlarının oluşturduğu üretilmiş meta-değer miktarı daha da büyür. Bu sayede yaratılan ek servetin yeniden sermayeye dönüştürülmesini mümkün kılacak ek emek de, söz konusu üretim araçlarının (geçim araçları dahil) miktarına bağlıdır. Birikim ve ona eşlik eden sermaye yoğunlaşması, üretici güç artışının maddi bir aracıdır. Ne var ki, üretim araçlarının bu artışı işçi nüfusunun büyümesini ve fakat sermaye artışının gerektirdiğini aşan bir işçi nüfusunu beraberinde getirir. Kapitalist gelişmeyle birlikte nispi artı-değeri yaratan yöntemlerin kullanılması (makinelerin devreye sokulması ve iyileştirilmesi), çok daha büyük bir hızla yapay, nispi bir aşırı nüfus yaratır. Dolayısıyla, kapitalist birikim sürecinin doğasından kendiliğinden çıkan sonuç, yeniden sermayeye dönüştürülecek olan artmış üretim araçları kütlesinin, ona karşılık gelecek şekilde artmış ve hatta fazlalık içeren sömürülebilir bir işçi nüfusunu her zaman elinin altında bulmasıdır. “Demek ki, üretim ve birikim sürecinin gelişimi içinde, el koyulabilir ve el koyulan artık emek kütlesi ve dolayısıyla da toplumsal sermayenin el koyduğu kârın mutlak kütlesi artmak zorundadır.” Ne var ki, aynı üretim ve birikim yasaları, değişmeyen sermayenin kütlesiyle birlikte onun değerini de, sermayenin değişen kısmına oranla giderek artan miktarlarda daha hızlı bir şekilde yükseltir. “Demek ki, aynı yasalar, toplumsal sermaye için büyüyen bir mutlak kâr kütlesi ve düşen bir kâr oranı üretir.” Kapitalist üretimin ve birikimin gelişimi, giderek daha büyük ölçekli ve dolayısıyla giderek daha büyük boyutlu emek süreçlerini ve buna uygun olarak da tek tek her bir kuruluş için giderek artan sermaye yatırımlarını gerekli kılar. “Bu nedenle, sermayelerin artan yoğunlaşması (buna, aynı zamanda, daha sınırlı bir ölçüde de olsa, kapitalistlerin sayısındaki artış eşlik eder), hem söz konusu gelişmenin maddi koşullarından biri, hem de onun tarafından üretilen sonuçlardan biridir.” Bu gelişim, küçük üreticilerin giderek artan mülksüzleşmeleriyle el ele gider ve karşılıklı etkileşim içinde gerçekleşir. Marx burada çok önemli bir noktaya işaret eder. Şöyle ki, tek tek kapitalistlerin (değişen sermayeleri değişmeyen sermayelerine oranla azalsa bile) giderek büyüyen işçi ordularına komuta etmeleri, el koydukları artı-değer ve dolayısıyla kâr kütlesini büyütür. Fakat buna eş zamanlı olarak kâr oranlarındaki düşüş eşlik eder. Çünkü “işçi ordusu yığınlarını tek tek kapitalistlerin komutası altında toplayan nedenler, tam da, aynı zamanda, kullanılan canlı emeğin kütlesiyle karşılaştırıldığında, hem kullanılan sabit sermayenin hem de ham ve yardımcı maddelerin kütlelerini giderek artan oranlarda şişiren nedenlerdir”. Marx bu noktada önemli bir soru sorar: “Peki, aynı nedenlerden dolayı kâr oranının azaldığını ve mutlak kâr kütlesinin eş zamanlı olarak arttığını ifade eden bu iki yönlü yasa, kendisini hangi biçimde ortaya koymalıdır?” Örnekler üzerinden konuyu açımlar Marx. Emeğin sömürülme derecesi aynı kalır ve hatta yükselirken, toplam sermaye içinde değişen sermaye oranının azalışına bağlı olarak kâr oranı ya da artı-değer oranı düşer. Ne var ki düşen yalnızca bu oranlar değildir, 100’lük toplam sermayenin soğurduğu artı-değerin veya kârın büyüklüğü de mutlak olarak düşer. Diyelim artı-değer oranı %100’ken, 60c + 40v’lik bir sermaye 40’lık bir artı-değer kütlesi ve dolayısıyla kâr kütlesi üretir. 70c + 30v’lik bir sermaye ise 30’luk bir kâr kütlesi üretir. Oysa 80c + 20v’lik bir sermaye söz konusu olduğunda kâr 20’ye düşer. Bu düşme, artı-değer kütlesiyle ve dolayısıyla kâr kütlesiyle ilgilidir. 100’lük toplam sermayenin, sömürü derecesi aynı kalırken daha az artı-emeği harekete geçirmesinin ve bu nedenle daha az artı-değer üretmesinin sonucudur. Örneklere bakılacak olursa, artı-değerin göreli düşüşü ile mutlak düşüşü genel olarak özdeştir. Yukarıdaki örneklerde kâr oranı %40’tan %30’a ve %20’ye iner, çünkü aynı miktar sermayenin ürettiği artı-değer kütlesi ve dolayısıyla kâr kütlesi mutlak olarak 40’tan 30’a ve 20’ye düşer. Örneklerle de sergilenen söz konusu azalmanın ortaya çıkması, daha önce gösterilmiş olduğu üzere, kapitalist üretim sürecinin gelişiminin doğasından kaynaklanır. Ancak söz konusu kapitalist gelişme sürecinde konunun gözden kaçırılmaması gereken bir diğer yönü de vardır. Şöyle ki, verili bir sermayeye göre artı-değerin ve dolayısıyla kârın ve aynı zamanda kâr oranının mutlak olarak azalmasına yol açan aynı nedenler, toplumsal sermayenin (yani bir bütün olarak kapitalistlerin) el koyduğu artı-değerin ve dolayısıyla kârın mutlak kütlesinde bir büyüme yaratır. Peki, görünürdeki bu çelişkinin işaret ettiği koşullar hangileridir? Konu bütünsel olarak düşünüldüğünde açıktır ki, kapitalist gelişmeyle birlikte toplumsal toplam sermayenin büyüklüğü de, varsayılmış olan koşullara karşılık gelmesi için, değişen kısmının azalmasıyla ters orantılı olarak değişmek zorunda olan bir büyüklüktür. Burada kastedilen, daha önce üzerinde durulduğu üzere, toplam sermaye içinde değişen sermaye oranının giderek azalmasına rağmen, genişleyen sermaye birikimine bağlı olarak toplam sermayenin artmasıdır. Marx tüm bu açıklamalardan ortaya çıkan sonuca işaret eder: “Demek ki, emeğin toplumsal üretici gücündeki aynı gelişme, kapitalist üretim tarzının ilerlemesiyle birlikte, kendisini, bir yandan kâr oranının giderek düşmesi yönündeki bir eğilimle ve diğer yandan el koyulan artık değerin ya da kârın mutlak kütlesinin sürekli olarak büyümesiyle ifade eder.” Bu çift taraflı etki, kendisini, yalnızca, toplam sermayenin kâr oranındaki düşüşe göre daha hızlı bir şekilde büyümesiyle ortaya koyabilir. “Buradan, kapitalist üretim tarzı ne kadar gelişirse, büyüyen bir emek gücü bir yana, aynı emek gücünü istihdam etmek için bile giderek daha büyük bir sermaye niceliğine gereksinim duyulacağı sonucu çıkar. Demek ki, emeğin artan üretici gücü, kapitalist temel üzerinde, kaçınılmaz ve sürekli olarak, görünüşte bir işçi nüfusu fazlası yaratır.” Marx’ın derinlemesine ele aldığı bu önemli konu, onun vurguladığı üzere, politik iktisadın inceleme alanına girmemiştir. “Kâr oranının düşmesi yasasını açıklayamayan bugüne kadarki iktisat, tek tek kapitalistler için ya da toplumsal sermaye için artan kâr kütlesini, kârın mutlak büyüklüğündeki büyümeyi, bir tür teselli gerekçesi olarak gösterir; ama bu da, yalnızca basmakalıp sözlere ve olasılıklara dayanır.” Kâr oranını düşüren nedenlerin birikimi, yani ek sermaye oluşumunu birlikte getirdiğini ve her bir ek sermayenin ek emek çalıştırarak ek artı-değer ürettiğini düşünelim. Diğer taraftan, sırf kâr oranındaki bir düşmenin, değişmeyen sermayede ve dolayısıyla da toplam sermayede bir büyüme anlamına geldiğini buna ekleyelim. İşte böylece bütün bu süreç gizemli olmaktan çıkar. Marx, bazı iktisatçıların, kâr kütlesinin artmasıyla eş zamanlı olarak kâr oranının azalması olasılığını örtbas etmek için hangi kasıtlı hesap hilelerine başvurduğunu ise daha sonra ele alacağını belirtir. Şimdiye kadar ortaya konan örnekler temelinde, büyük bir sermayeye sahip olan bir kapitalistin, görünüşte yüksek kârlar elde eden küçük bir kapitaliste göre daha büyük bir kâr kütlesi elde ettiği açıktır. “Ayrıca, rekabet hakkındaki en yüzeysel bir inceleme bile, belirli koşullar altında, daha büyük kapitalistin, bunalım dönemlerinde olduğu üzere, piyasada kendisine yer açmak, daha küçük kapitalistleri yerlerinden etmek istediğinde, bundan fiilen yararlandığını, yani daha küçük kapitalistleri ortadan kaldırmak için kendi kâr oranını kasıtlı olarak düşürdüğünü gösterir.” Ayrıca tüccar sermayesi de, kârdaki azalmanın işlerdeki ve dolayısıyla sermayedeki genişlemeden kaynaklanıyormuş gibi görünmesine yol açan görüngüler sergiler. Serbest rekabet rejimine ya da tekel rejimine tabi olabilen farklı iş dallarında elde edilen kâr oranlarının karşılaştırılması da benzer yüzeysel görüşler üretir. Marx, rekabeti yürütenlerin kafalarında yer alan tümüyle sığ düşünceyi Alman iktisatçı Friedrich Roscher gibilerde bulduğumuzu belirtir. “Ona göre, kâr oranının bu şekilde düşürülmesi «daha akıllıca ve daha insani»dir. Kâr oranının azalması, burada, sermayenin büyümesinin ve bununla bağlantılı olarak, kapitalistin, kâr oranı daha küçükken onlar tarafından cebe indirilen kâr kütlesinin daha büyük olacağı şeklinde hesap yapmasının sonucu olarak görünür.” Marx, bu tür düşüncelerin, kapitalist üretime içkin olan yasaların, rekabetin sınırları içinde kendilerini çarpık bir tarzda ortaya koymalarının kaçınılmaz birer ürünü olduğunu vurgular. Marx önemli bir hususa değinir. Şöyle ki, konuyu üretici gücün gelişmesinin yol açtığı kâr oranı düşüşüne, toplam kâr kütlesindeki bir artışın eşlik etmesi yasası olarak da ifade edebiliriz. Üretici gücün gelişimi, sürekli olarak azalan bir emek niceliği aracılığıyla sürekli olarak artan bir üretim araçları niceliğinin harekete geçirilmesi anlamına gelir. Böylece, tek tek her bir meta ya da üretilen toplam kütlenin belirli meta miktarlarının her biri, daha az canlı emek soğurur. Dahası, hem kullanılan sabit sermayedeki aşınma ve yıpranma hem de tüketilen ham ve yardımcı maddeler cinsinden daha az nesnelleşmiş emek içerir. “Demek ki, her bir meta, üretim araçlarında nesnelleşmiş ve üretim sırasında yeni eklenmiş olan emeğin daha küçük bir toplamını içerir.” Bundan dolayı, genelde tek tek metaların fiyatları ucuzlar. Fakat mutlak ya da göreli artı-değer oranı yükselirse, tek bir metanın içerdiği kâr kütlesi buna rağmen büyüyebilir. Genel işleyiş açısından bakıldığında, üretici gücün gelişmesiyle birlikte, her bir metaya yeni eklenen canlı emek toplamı mutlak olarak muazzam ölçülerde azalır. Fakat bu canlı emeğin içindeki karşılığı ödenmemiş emek, karşılığı ödenmiş kısma oranla göreli olarak ne kadar büyümüş olursa olsun, bu gelişmeyle birlikte mutlak olarak azalacaktır. Toplamları sermayenin toplam ürününü oluşturan tek tek metaların fiyatlarının düşmesi, verili bir emek niceliğinin kendisini daha büyük bir meta kütlesinde gerçekleştirmesi, yani her bir metanın eskisine göre daha az emek içermesi anlamına gelir. Değişmeyen sermayenin, hammaddeler vb. gibi bir kısmının fiyatı yükselse bile bu söylenen geçerlidir. Artı-değer oranının yükselmiş olmasına karşın, üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte toplam sermaye içindeki değişmeyen sermaye oranının artması nedeniyle kâr oranının düşmesi genel eğilimdir. Ne var ki, kâr oranı yalnızca tek bir metanın fiyat öğeleri üzerinden hesaplansa, kendisini gerçekte olduğundan farklı bir şekilde gösterecektir. Bu husus, konuya ilişkin yanlış yaklaşımların başlıca nedenidir. Marx, kapitalizmde tek bir metanın ya da herhangi bir zaman diliminin meta-ürününün,toplam üründen yalıtılmış şekilde, yani kendi başına ele alınmasının yanlışlığına işaret eder. Konunun yalnızca tekil meta olarak değil, yatırılan toplam sermayenin ürünü metalar ve toplam sermayeyle ilişkili olarak ele alınmasının ne kadar önemli olduğunun burada da görüldüğünü vurgular. “Sanayinin üretkenliği artarsa, tek tek metaların fiyatları düşer. Bunlar, daha az emek, daha az karşılığı ödenmiş ve karşılığı ödenmemiş emek içerir. Aynı emek, örneğin öncekinin üç katı kadar ürün üretse, tek bir ürüne 2/3 oranında daha az emek düşer.” Bu örnekte kâr tek bir metanın içerdiği bu emek kütlesinin yalnızca bir kısmını oluşturabileceğinden, bu tek metadaki kâr kütlesi azalmak zorundadır. Fakat genelde sermaye, eskisiyle aynı sayıda işçiyi aynı sömürü derecesiyle kullandığı sürece, kâr kütlesi hiçbir durumda başlangıçtaki kâr kütlesinin altına inmez. Ancak daha az sayıda işçi daha yüksek bir sömürü derecesiyle kullanılırsa, bu da olabilir. Kâr kütlesi, yalnızca, aynı miktarda emek kullanılırken karşılığı ödenmeyen artı-emek büyürse ya da emeğin sömürülme derecesi aynı kalırken işçilerin sayısı artarsa büyüyebilir. Ya da, bu ikisinin birlikte gerçekleşmesi aynı sonucu doğurur. Soyut olarak ele alındığında, tek bir metanın fiyatı üretici güç artışı nedeniyle düşerken ve bundan dolayı söz konusu daha ucuz metaların sayısı eş zamanlı olarak artarken, kâr oranı aynı kalabilir. Hatta artı-değer oranındaki yükselişe, değişmeyen sermaye ve özellikle de sabit sermaye öğelerinin değerlerindeki ciddi bir azalma eşlik ederse, kâr oranı yükselebilir. Meta fiyatlarının düşmesi ve ucuzlamış metaların büyümüş olan kütlesine karşılık gelen kâr kütlesinin artması, gerçekte yalnızca kâr kütlesinin artışıyla eş zamanlı olarak kâr oranının düşmesi yasasının bir başka ifadesidir. İyileştirilmiş, ama henüz genelleşmemiş olan üretim yöntemlerini kullanan kapitalist, piyasa fiyatından düşük ama kendi bireysel üretim fiyatından yüksek bir fiyatla satış yapar. Böylece, rekabet fiyatları eşitleyene kadar onun kâr oranı yükselir. Bu eşitlenme dönemi sırasında ikinci gereklilik, yani yatırılan sermayenin büyümesi kendisini gösterir. Bu büyümenin derecesine bağlı olarak, kapitalist, daha önce istihdam edilen işçi kitlesinin bir bölümünü, hatta belki de onun tamamını ya da daha büyük bir işçi kitlesini yeni koşullar altında istihdam edebilecek, dolayısıyla aynı ya da daha yüksek bir kâr kütlesini üretebilecek duruma gelir. Değişik olasılıkları gözden geçirdiği bu bölümde Marx, nihayetinde ulaştığı sonucu vurgulayacaktır: “Ama görmüş olduğumuz üzere, gerçek yaşamda, kâr oranı uzun dönemde düşecektir. Tek bir metanın fiyatının düşmesi, hiçbir durumda, kâr oranı hakkında bir sonuca varılmasına yetmez.” Her şey metaların üretiminde yer alan toplam sermayenin büyüklüğüne bağlıdır. Marx’ın kapitalist işleyişin derinlerine inen analizleriyle ortaya çıkarttığı bu gerçekler, yüzeydeki görüngülerle yetinen burjuva iktisadın konusu bile olmamıştır. Marx bu bağlamda, kapitalistin yanılsamalarıyla bunlara teorik kılıflar uyduran bayağı iktisat arasındaki ilişkiyi açık bir şekilde gözler önüne serer. Rekabette her şey kendisini yanlış bir şekilde, yani baş aşağı gösterir. Bu nedenle, bireysel kapitalist, fiyat düşürerek tek bir metaya düşen kârını azalttığını, ama sattığı meta kütlesinin daha büyük olması sayesinde daha büyük bir kâr elde ettiğini düşünebilir. İşte “bayağı iktisatçı, gerçekte, rekabetin tutsağı olan kapitalistin tuhaf tasavvurlarını, görünürde daha teorik, genelleştirilmiş bir dile çevirmekten ve bu tasavvurların doğruluğunu kanıtlamaya çalışmaktan başka bir şey yapmaz”.

2 Temmuz 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /12

kapital_c-3-on.png

Bölüm 14: Karşıt Yönde Etkide Bulunan Nedenler

Kâr oranlarındaki düşüşle ilgili olarak, toplumsal emeğin üretken güçlerinde zaman içinde gerçekleşen büyük gelişmeler ve toplumsal üretim sürecine giren muazzam sabit sermaye kitlesi hesaba katılmalıdır. Bu yapıldığında, kâr oranının düşmesini açıklama güçlüğü yerini bunun tersine, yani bu düşüşün neden daha büyük ya da daha hızlı olmadığını açıklama güçlüğüne bırakır. Marx bu önemli hususla ilgili olarak, “işin içinde, genel yasanın etkisini bozan ve ortadan kaldıran ve ona sadece bir eğilim olma niteliğini veren karşıt yönlü etkiler de bulunmalıdır” der. Zaten genel kâr oranının düşmesini bir düşme eğilimi olarak tarif etmesinin nedeni de budur. Söz konusu karşıt yönlü etkenlerin en genel olanları ise şunlardır:

I. Emeğin sömürülme derecesinin yükselmesi

Emeğin sömürülme derecesi ve el koyulan artı-değer miktarı, özellikle işgününü uzatarak ve çalışmayı yoğunlaştırarak yükseltilir. Emeği, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranla büyümesine ve dolayısıyla kâr oranının düşmesine neden olacak şekilde yoğunlaştırmanın pek çok yolu bulunur. Örneğin, bir işçinin daha çok sayıda makineyi idare etmek zorunda bırakılması bunlardan biridir. Ancak, burada artı-değer oranında büyümeye yol açan nedenler, kullanılan toplam sermayeye oranla aynı zamanda artı-değer kütlesindeki bir düşüşü beraberinde getirebilir. Ama yoğunlaşmanın, örneğin makinelerin aynı süre içinde daha yüksek hızlarla çalıştırılması gibi başka yolları da vardır. Kullanılan emek gücü miktarını ciddi şekilde değiştirmeden, el koyulan artı-değer kütlesini arttıran ve aynı zamanda değişmeyen sermayeyi çoğu zaman görece azaltan bir yol da mevcuttur. Bu, “her şeyden önce, modern sanayinin şu buluşudur: iş gününün uzatılması”. Bunun dışında, emeğin sömürülme derecesini yükselten yolların, aynı toplam sermaye içinde değişmeyen sermaye miktarını arttırarak kâr oranının düşme eğiliminin gerçek sırrını oluşturduğu unutulmamalıdır. Kısacası, artı-değer oranını yükselten söz konusu durumlar, aynı zamanda verili bir sermayenin ürettiği artı-değer miktarında ve dolayısıyla kâr oranında düşme eğilimi yaratan karşıt yönlü eğilimlerdir. Ayrıca, kadın ve çocuk emeğinin yığınsal olarak işe koşulması sermayeye eskisine göre daha büyük bir artı-emek miktarı sağlasa bile, sermaye için eskisinden daha fazla emek gücü ödemesi demektir. Verili büyüklükteki bir sermayenin ürettiği artı-değerin miktarı, artı-değer oranı ile bu oranla çalıştırılan işçilerin sayısının çarpımına eşittir. Dolayısıyla bu miktar, artı-değer oranı veriliyken işçi sayısına ve işçi sayısı veriliyken artı-değer oranına bağlıdır. Ortalamada görülür ki, nispi artı-değer oranını yükselten aynı nedenler kullanılan emek gücü miktarını azaltır. Marx bu hususun, söz konusu çelişkili hareketin kesin gerçekleşme oranına bağlı olarak daha yüksek ya da daha düşük bir düzeyde geçerli olacağını belirtir. Ayrıca, kâr oranının düşme eğilimi, özellikle işgününün uzatılmasından kaynaklanan mutlak artı-değer oranı artışıyla zayıflatılır. Toplumun toplam değişen sermayesi tarafından üretilen artı-değer üretilen kâra eşittir. Toplumun kullandığı emek gücü kütlesi büyüdüğünde artı-değerin mutlak kütlesi büyür, emeğin sömürülme derecesi yükseldiğinde ise artı-değer oranı da yükselir. Artı-değer oranının yükselişi değişen sermayeyle karşılaştırıldığında, değişmeyen sermayede herhangi bir artış ya da göreli bir artış olmadığında bile bu gerçekleşebilir. Bu faktör, artı-değer kütlesini ve dolayısıyla aynı zamanda kâr oranını belirleyen bir etmendir. Artı-değer oranında yükseliş olması, kâr oranının düşüş yasasını geçersiz kılmaz. “Ama onun daha çok bir eğilim olarak, yani mutlak olarak hayata geçişi karşıt yönde etkide bulunan koşullar tarafından durdurulan, yavaşlatılan, zayıflatılan bir yasa olarak işlemesine yol açar.” Kapitalist gelişme sürecinde artı-değer oranını yükselten nedenler (çalışma süresinin uzaması bile büyük sanayinin bir sonucudur), verili bir sermayenin kullandığı emek gücünün azalması yönünde etkide bulunur. Yine aynı nedenler, kâr oranının azalması ve bu azalmanın daha yavaş bir şekilde gerçekleşmesi yönünde bir etki yaratır. Örnekse, bir işçi rasyonel olarak yalnızca iki işçinin yapabileceği miktarda iş yapmak zorunda bırakılırsa ve fakat bu durum onun üç işçinin yerini alabileceği koşullar altında gerçekleşirse, bu işçi eskiden iki işçinin sağladığı kadar artı-emek sağlayacak ve buna bağlı olarak artı-değer oranı yükselmiş olacaktır. Ama bu işçi eskiden üç işçinin sağladığı kadar artı-emek sağlamayacak ve böylece artı-değer kütlesi azalacaktır. “Ne var ki, kütledeki bu azalma artık değer oranındaki yükselmeyle telafi edilir veya sınırlanır. Toplam nüfus daha yüksek bir artık değer oranıyla istihdam edilirse, nüfus aynı kalsa bile artık değer kütlesi büyür.” Nüfus artarken bu büyüme daha fazla olur ve aynı zamanda toplam sermayenin büyüklüğüne oranla istihdam edilen işçilerin sayısında bir düşüş gerçekleşir. Fakat bununla birlikte yükselmiş olan artı-değer oranı da bu düşüşü sınırlandırır ya da durdurur.

II. Ücretin, değerinin altına düşürülmesi

“Buna burada yalnızca ampirik olarak değiniliyor, çünkü gerçekte, burada sayılabilecek olan bazı başka şeyler gibi, sermaye hakkındaki genel bir çözümlemeyle hiçbir ilgisi yoktur ve bu eserde yer almayan rekabet çözümlemesinin kapsamına girer. Yine de, kâr oranının düşme eğilimini sınırlandıran en önemli nedenlerden biridir.”

III. Değişmez sermaye ögelerinin ucuzlaması

Marx, kâr oranını yükselten nedenler hakkında daha önce söylenmiş olan her şeyin, değişmeyen sermaye öğelerinin ucuzlaması bağlamında da geçerli olduğunu belirtir. “Dolayısıyla, toplam sermaye söz konusu olduğunda, değişmez sermayenin değerinin, onun maddi hacmiyle aynı oranda büyümemesi de bu başlığın altına girer. Örneğin, Avrupalı tek bir iplik işçisinin modern bir fabrikada işlediği pamuğun miktarı, geçmişte Avrupalı bir iplikçinin çıkrıkla işlediği pamuğun miktarına göre muazzam derecede artmıştır. Ama işlenen pamuğun değeri, onun miktarıyla aynı oranda artmamıştır. Makineler ve diğer sabit sermaye ögeleri için de aynı şey geçerlidir.” Kısacası, değişen sermayeye oranla değişmeyen sermaye kütlesini arttıran gelişme, emeğin üretici gücündeki yükselişin ürünü olarak, değişmeyen sermaye öğelerinin değerini azaltır. Bu durum, değişmeyen sermaye değerinin üretim araçlarının artan maddi hacmiyle aynı oranda büyümesine engel olur. Hatta tek tek bazı durumlarda, değişmeyen sermaye öğelerinin kütlesi, değeri aynı kalır ya da düşerken artabilir. Sanayinin gelişimiyle birlikte eldeki sermayenin maddi öğelerinin değer yitirmesi, yukarıda söylenenlerle ilişkilidir. Bu da, sürekli olarak etkide bulunan ve belirli koşullar altında kâr kütlesini küçültebilen bir faktör olmasına karşın, kâr oranının düşüşünü sınırlandıran nedenlerden de biridir. “Burada bir kez daha görüldüğü üzere, kâr oranının düşme eğilimini üreten aynı nedenler, bu eğilimin etkilerini de hafifletir.”

IV. Göreli aşırı nüfus

Bir ülkede kapitalist üretim tarzı ne denli gelişmişse, göreli aşırı nüfus da o denli belirgin hale gelir. Bu durum, kullanılabilir durumdaki ya da işten çıkarılmış olan ücretli emekçilerin ucuzluğu ile bolluğunun ürünüdür. Diğer yandan, özellikle lüks tüketime yönelik olanlar da içinde olmak üzere yeni üretim dalları açılır. Bu üretim dalları, sıklıkla başka üretim dallarında değişmeyen sermayenin ağır basmasıyla serbest kalan göreli nüfusu kendine çeker. Bu yeni üretim dallarında başlangıçta canlı emek egemendir ama sonrasında bunlar da adım adım diğer üretim dallarının izlediği yolun aynısını izlerler. Bu üretim dallarında değişen sermaye, hem artı-değer oranının hem de artı-değer kütlesinin olağan dışı derecede yüksek olmasına yol açacak şekilde toplam sermayenin önemli bir kısmını oluşturur ve ücretler ortalamanın altındadır. Genel kâr oranı tek tek üretim dallarındaki kâr oranlarının eşitlenmesiyle oluştuğundan, bu üretim dallarındaki durum kâr oranının düşme eğiliminin etkilerini az çok felce uğratan bir karşı ağırlık üretir.

V. Dış ticaret

Dış ticaret, kısmen değişmeyen sermaye öğelerini ve kısmen de değişen sermayenin dönüştüğü zorunlu geçim araçlarını ucuzlatan bir unsurdur. Böyle olduğu ölçüde, artı-değer oranını yükselterek ve değişmeyen sermayenin değerini düşürerek kâr oranını yükseltici etkide bulunur. Dış ticaret, genel olarak, üretim ölçeğinin genişletilmesine de izin vererek yine bu yönde bir etki yaratır. Fakat diğer yandan, sermaye birikimini ve değişmeyen sermayeye oranla değişen sermayenin azalmasını ve dolayısıyla kâr oranının düşmesini hızlandırır. Dış ticaretin genişlemesi kapitalist üretim tarzının çocukluğunda onun temelini oluşturmuştur. Fakat kapitalizmin sürekli daha geniş bir piyasaya duyduğu gereksinim nedeniyle, onun gelişimi içinde kendi ürünü haline gelmiştir. Marx, dış ticarete yatırılan sermayelerin daha yüksek bir kâr oranı elde edebileceğini belirtir. Çünkü daha ileri olan ülkeler, kendi metalarını rakip ülkelere göre daha ucuza ama buna rağmen kendi değerlerinden fazlasına satarlar ve kâr oranı yükselir. Bu durum, kendisinin üreteceği duruma göre metayı daha ucuza elde eden ülke için de geçerli olabilir. “Tıpkı, yeni bir buluşu genelleşmesinden önce kullanan, rakiplerine göre daha ucuza satan ve yine de metasını bireysel değerinden fazlasına satan, yani kendi kullandığı emeğin özgül olarak daha yüksek üretici gücünü artık emek olarak değerlendiren fabrikatör gibi.” Bu fabrikatör, böylece bir artı-kâr elde eder. Marx bu bağlamda sömürgelere yatırılan sermayeler açısından da durumu ele alır. Sömürgelerde genel olarak kâr oranı az gelişmişlik nedeniyle yüksektir ve kölelerin, Doğu Asyalı gündelikçilerin vb. kullanılması nedeniyle emeğin sömürülme derecesi de yüksek seyreder. Bu nedenle, sömürgelere yatırılan sermayeler daha yüksek kâr oranlarına ulaşabilirler. Burada ele alınan konunun diğer bir yönü de vardır. Dış ticaret, yurt içinde kapitalist üretim tarzını geliştirir ve böylece değişmeyen sermayeye oranla değişen sermayenin daha da azalmasına yol açar ve yurt dışıyla ilişkili olarak aşırı üretime neden olur. Bu nedenle, dış ticaret de bir yandan kâr oranını yükselten bir etkiye sahipken, öte yandan karşıt yönlü bir etkide bulunur. Marx bu açıklamalardan sonra vardığı sonucu ortaya koyar: “Ve böylece genel olarak görüldü ki, genel kâr oranının düşmesine yol açan aynı nedenler, bu düşüşü zorlaştıran, yavaşlatan ve kısmen felce uğratan karşı etkiler de doğurur. Bunlar yasayı ortadan kaldırmaz, ama etkisini zayıflatır. Böyle olmasaydı, genel kâr oranının düşmesini kavramak değil, tersine, söz konusu düşüşün yavaşlığını kavramak olanaksız olurdu. Böylece, yasa, yalnızca, etkisi sadece belirli koşullar altında ve daha uzun dönemlerde çarpıcı bir şekilde ortaya çıkan bir eğilim olarak işler.” Ele aldığı detaylar konusunda incelemelerini en derinlere kadar sürdüren Marx, kâr oranlarının düşmesine ilişkin yanlış anlamaların önüne geçmek için, pek çok kez açıklanmış olan iki önermeyi hatırlatır. Birincisi, kapitalist üretimin gelişimi sırasında metaların ucuzlamasına yol açan süreç, metaların üretimi için kullanılan toplumsal sermayenin organik bileşiminde bir değişikliğe ve bunun sonucu olarak kâr oranının düşmesine neden olur. İkincisi, toplumsal üretkenliğin gelişimiyle birlikte metaların üretimi daha az emek gerektirdiğinden, onlarda nesnelleşen ek canlı emek miktarı sürekli olarak azalır. Böylece metaların içerdiği ek canlı emeğin toplam miktarı azalırken, karşılığı ödenmeyen emek kısmı karşılığı ödenen kısma oranla büyür. Bir metadaki ek canlı emeğin toplam miktarını azaltan kapitalist üretim tarzına, mutlak ve göreli artı-değer artışı eşlik eder. “Kâr oranının azalma eğilimi, artık değer oranının, dolayısıyla da emeğin sömürülme derecesinin artma eğilimiyle bağlantılıdır.” Marx’ın vurguladığı üzere, kâr oranının azalmasını ücret haddindeki bir yükselişle açıklamaktan daha saçma bir şey olamaz. “İstatistik, ancak kâr oranını oluşturan ilişkilerin anlaşılması yoluyla, farklı çağlardaki ve ülkelerdeki ücret haddi hakkında gerçek çözümlemeler yapabilecek duruma gelir. Kâr oranı, emek üretkenliğinin azalması nedeniyle değil artması nedeniyle düşer.” Artı-değer oranı yükselirken kâr oranının düşmesi, emek üretkenliği artışının kendisini kapitalist yolla ifade etmesinden başka bir şey değildir.

VI. Hisse senetli sermayenin büyümesi

Marx, yukarıda ele aldığı hususlara, şimdilik derinlemesine incelenemeyecek olsa bile bir başka hususun daha eklenebileceğini belirtir. “Hızlandırılmış birikimle el ele giden kapitalist üretimin ilerlemesiyle birlikte, sermayenin bir bölümü, yalnızca faiz getiren sermaye sayılır ve bu şekilde kullanılır.” Sermaye ödünç veren her kapitalist faiz elde ederken, sanayici kapitalist girişimci kârını cebe indirir. Bununla genel kâr oranının yüksekliği arasında hiçbir ilişki yoktur, çünkü bu husus elde edilen artı-değerin paylaşımıyla ilgilidir. Artı-değerin paylaşımında “Kâr = Faiz + Her Tür Kâr + Toprak Rantı” denklemi geçerlidir ve elde edilen kârın söz konusu özel kategorilere ne şekilde bölündüğü kâr oranı bahsi açısından hiçbir önem taşımaz. Demiryolları örneğinde olduğu gibi, bu sermayeler büyük üretken girişimlere yatırılmış olmalarına karşın, maliyetlerin düşülmesinden sonra yalnızca büyük ya da küçük faizler, yani “kâr payları” bırakır. “Dolayısıyla, ortalama kâr oranından daha düşük kâr oranları getirdiklerinden, bunlar, genel kâr oranının eşitlenmesine katılmaz. Katılsaydılar, genel kâr oranı çok daha aşağılara düşerdi. Teorik açıdan bakıldığında, bunlar da hesaba katılabilir ve bu durumda, görünürde var olan ve kapitalistleri gerçekten belirleyen kâr oranına göre daha düşük bir kâr oranı elde edilir.” Çünkü değişen sermayeye oranla değişmeyen sermayenin en büyük olduğu girişimler tam da bu girişimlerdir. (devam edecek)

2 Ağustos 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /13

kapital_c-3-on.png

Bölüm 15: Yasanın İç Çelişkilerinin Açımlanması

I. Genel Açıklamalar

Marx’ın bölümün başında belirttiği üzere, kâr oranının artı-değer oranını her zaman olduğundan düşük ifade ettiğini daha önce görmüştük. Önceki bölümde ise, yükselen bir artı-değer oranının bile kendisini düşen bir kâr oranıyla ifade etme eğiliminde olduğunu gördük. Kâr oranı, eğer değişmeyen sermaye “sıfır” olsaydı, yani tüm sermaye ücretlere yatırılsaydı artı-değer oranına eşit olurdu. Marx, incelenen konu bağlamında Ricardo’nun hatasına da işaret eder. Ricardo, kâr oranını inceleme bahanesiyle gerçekte yalnızca artı-değer oranını incelemiş ve bunu da işgününün yoğunluk ve uzunluk açısından değişmez bir büyüklük olduğu varsayımı altında yapmıştır. Marx’ın kapitalizmin işleyişini açıklayan son derece detaylı analizi, bu sistemin içsel çelişkilerini gözler önüne serer. Bu sayede, kapitalist gelişme sürecinin aynı zamanda bu üretim tarzının çelişkilerinin derinleştiği bir süreç olduğunu kavrayabiliriz. Bu konuda Marx’ın ortaya koyduğu en çarpıcı hususlardan biri, sermaye birikimi ile kâr oranı arasındaki ters ilişkidir. Kâr oranının düşmesi ve hızlandırılmış birikim, üretici gücün gelişim sürecinin farklı ifadelerinden başka bir şey değildir. Birikim, çalışmanın büyük ölçekte yoğunlaşması ve böylece sermaye bileşiminin yükselmesi anlamına gelir ve kâr oranının düşüşünü hızlandırır. “Diğer yandan, kâr oranının düşmesi de, küçük kapitalistlerin ve ellerinde hâlâ el koyulacak bir şeyler bulunan son dolaysız üreticilerin mülksüzleştirilmesi yoluyla, sermayenin yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini hızlandırır.” Böylece, kâr oranıyla birlikte birikim oranının düşmesine karşın, birikim miktar bakımından hızlanır. Öte yandan, sermayenin değerlenmesi kapitalist üretimin temel dürtüsüdür ve toplam sermayenin değerlenme oranının (yani kâr oranının) düşmesi, yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlatır. Bu durum kapitalist üretim sürecinin gelişimi için bir tehdit olarak görünür ve gereksiz nüfusun yanı sıra aşırı üretimi, spekülasyonu, bunalımları teşvik eder. Marx, kapitalist üretim tarzını mutlak sayan Ricardo gibi iktisatçıların, burada, söz konusu üretim tarzının kendisine bir engel yarattığını hissettiklerini belirtir. Bu nedenle de onlar, kendilerinin rant öğretisinde olduğu gibi, bu engeli üretim tarzına değil doğaya atfetmişlerdir. Marx’ın belirttiği üzere, onların düşen kâr oranı nedeniyle kapıldıkları asıl dehşet, kapitalist üretim tarzının üretici güçleri geliştirirken, zenginliğin üretimiyle hiçbir ilgisi olmayan bir engelle karşılaştığı hissidir. “Ve bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını ve yalnızca tarihsel, geçici bir nitelik taşıdığını doğrular; zenginlik üretimi için mutlak üretim tarzı olmak şöyle dursun, belirli bir aşamada, bunun daha fazla gelişmesiyle bağdaşmazlığa düştüğünü doğrular.” Ricardo ve okulunun temel eksikliklerinden biri de, yalnızca, faizi de içerisine alan sınaî kârı incelemiş olmalarıdır. Oysa Marx, burada üzerinde duramayacağımız formüller eşliğinde, toprak rantının oransal olarak sınaî kâra göre daha fazla büyüyebileceğini ama neticede düşme eğilimine sahip olduğunu belirtir. Ayrıca, Ricardo’nun, sınaî karın (ve faizin) tüm artı-değeri içerdiği şeklindeki varsayımı, tarihsel ve kavramsal olarak yanlıştır. Çünkü toprak rantı da toplam sermayenin ürünü olan toplam artı-değerin bir parçasıdır. Ama kapitalist üretimin ilerlemesi, tüm kâr sanki yalnızca sınaî ve ticari kapitalistler arasında bölüştürülüyormuş algısını yaratır. Gerekli üretim araçları yani yeterli sermaye birikimi mevcutsa, artı-değer oranı veri iken artı-değer yaratılması yalnızca emekçi nüfus ile sınırlıdır. Eğer emekçi nüfus veri ise, sömürünün yoğunluğundan başka bir sınır söz konusu değildir. Kapitalist üretim süreci özünde artı-değer üretimidir ve artı-değer de, artı-ürünle ya da üretilmiş metaların içerdiği karşılığı ödenmemiş emek parçasıyla temsil edilir. Bu artı-değerin üretiminin, kapitalist üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. “Bu nedenle, hiçbir zaman, kapitalist üretimi olmadığı bir şey olarak, yani dolaysız amacı haz olan ya da kapitalistler için haz araçları imalatı olan üretim olarak sunmamak gerekir. Böyle yapılırsa, kapitalist üretimin, iç özsel biçiminin bütünü tarafından ortaya koyulan özgül karakteri tümüyle gözden kaçırılmış olur.” Artı-değerin elde edilmesi dolaysız üretim sürecini oluşturur. Üretim sürecinde ele geçirilebilen miktardaki artı-emek metalarda nesnelleşir nesnelleşmez, artı-değer üretilmiş olur. Ama artı-değerin bu üretimiyle, kapitalist üretim sürecinin yalnızca birinci perdesi, yani dolaysız üretim süreci sona erer. Üretim sürecinde sermaye belirli bir miktarda karşılığı ödenmemiş emek emmiştir. Kâr oranının düşmesi temelinde ilerleyen kapitalist üretim sürecinin gelişimiyle birlikte, üretilen artı-değerin miktarı muazzam boyutlara ulaşır. Üretim aşamasının tamamlanmasından sonra sürecin ikinci perdesi başlar. Bu aşamada, harcanan değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan kısmıyla artı-değeri temsil eden kısmından oluşan toplam ürün satılmak zorundadır. Bu satış gerçekleşmezse ya da yalnızca kısmen veya yalnızca üretim fiyatlarının altında kalan fiyatlarla gerçekleşirse, işçi sömürülmüş olsa bile kapitalist açısından bu sömürü realize edilmemiş olur. Bu durumda kapitalist sermayesini kısmen ya da tümüyle yitirebilir. O halde açık ki, dolaysız sömürünün koşulları ile onun gerçekleşmesinin koşulları özdeş değildir. “Bunlar, yalnızca zaman ve yer açısından değil, kavramsal olarak da farklıdır. Birincileri yalnızca toplumun üretici gücü, ikincileri ise farklı üretim dalları arasındaki oransal ilişkiler ve toplumun tüketim gücü sınırlandırır.” Marx burada önemli bir noktaya işaret eder. Kapitalizmde toplumun tüketim gücü, “mutlak üretim gücüyle ya da mutlak tüketim gücüyle değil, toplumun büyük kesiminin tüketimini yalnızca az çok dar sınırlar içinde değiştirilebilir olan bir minimuma indiren, uzlaşmaz bölüşüm ilişkilerine dayalı tüketim gücüyle belirlenir”. Keza kapitalizmde toplumun tüketim gücü, ayrıca, sermayenin birikim dürtüsüyle, sermayeyi büyütme ve genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsüyle sınırlanır. “Bu, üretim yöntemlerinin kendilerindeki sürekli devrimlerin, eldeki sermayenin bunlarla her zaman bağlantılı olan değer yitiminin, genel rekabet savaşının ve yalnızca bir korunma aracı olarak ve çöküş tehdidine karşı üretimi iyileştirme ve onun ölçeğini genişletme zorunluluğunun dayattığı kapitalist üretim yasasıdır.” Bu nedenle, piyasa, kapitalist işleyişin iç bağlantılarının ve onu düzenleyen koşulların, üreticiden bağımsız bir doğa yasası biçimini giderek daha fazla almalarını, daha fazla denetlenemez olmalarını sağlayacak şekilde durmadan genişletilmek zorundadır. Bu iç çelişki, üretimin dışa dönük alanlara doğru yayılması yoluyla çözümlenmeye çalışılır. Ama üretici güç ne kadar gelişirse, tüketim ilişkilerinin dayandığı dar temele o kadar ters düşer. “Çelişkilerle dolu bu temel üzerinde, sermaye fazlasının büyüyen bir nüfus fazlasıyla el ele gitmesi, kesinlikle bir çelişki değildir.” Fakat bu ikisinin birlikte artması, bir yandan üretilen artı-değer kütlesini arttırırken diğer yandan bu artı-değerin üretilmesinin koşulları ile gerçekleştirilmesinin koşulları arasındaki çelişkiyi yoğunlaştırır. Belirli bir kâr oranı verilmişse, kâr miktarı her zaman yatırılmış olan sermayenin büyüklüğüne bağlıdır. Sermaye birikimi ise, üretim neticesinde büyüyen bu sermaye miktarının yeniden sermayeye dönüştürülen kısmıyla belirlenir. Bu kısmın belirlenmesinde kapitalistin tükettiği gelir de rol oynar. O nedenle, ücretler veri olarak kabul edildiğinde yeniden sermayeye dönüştürülecek kısım, kısmen kapitalistin tüketimine (yani gelirine) kısmen de değişmeyen sermayesine dahil olan metaların ucuzluğuna bağlı olur. İşçinin harekete geçirdiği, emeği aracılığıyla değerini koruduğu ve üründe yeniden görünmesini sağladığı sermaye miktarı önemlidir. Bu miktar sermaye birikiminde belirleyici bir rol oynar. Emeğin yeterince üretken olmamasına rağmen yüksek kâr oranlarının elde edilmesi, ancak işgünü çok uzunsa mümkün olur. Bunu mümkün kılan, emeğin üretken olmamasına karşın işçinin gereksinimlerinin çok sınırlı, bu nedenle de ortalama ücretin çok düşük olmasıdır. Ücretin düşüklüğü, işçinin enerjisizliğine karşılık gelecektir. İşte böyle bir durumda, yüksek kâr oranlarına rağmen sermaye yavaş birikir. Ayrıca, nüfus durağandır ve ürüne harcanan emek-zaman, işçiye ödenen ücretin küçük olmasına rağmen büyüktür. Marx önemli bir noktaya dikkat çeker: “Kâr oranı, işçinin daha az sömürülmesi nedeniyle değil, genel olarak kullanılan sermayeye oranla daha az sayıda işçinin kullanılması nedeniyle düşer.” Ayrıca, daha küçük kâr oranlarıyla bile, kâr miktarı yatırılan sermayenin büyüklüğüyle birlikte büyür. “Ne var ki, bu, sermayenin eş zamanlı olarak yoğunlaşmasına yol açar, çünkü üretim koşulları artık daha büyük ölçekli sermaye kullanımını gerektirir. Kâr kütlesinin sözü edilen şekilde büyümesi, aynı zamanda, sermayenin merkezileşmesine, yani küçük kapitalistlerin büyükler tarafından yutulmasına ve birincilerin sermayesizleştirilmesine de yol açar.” İlk birikimle başlayan, ardından sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecinde kalıcı bir süreç olarak görünen ve sonunda var olan sermayelerin az sayıda elde merkezileşmesini ve çok sayıda sermayenin sermaye olmaktan çıkmasını ifade eden sermaye kavramını oluşturan şey, bir taraftaki çalışmanın koşulları ile diğer taraftaki üreticilerin ayrılmasıdır. “Karşıt yönlü eğilimler, merkezileşme yönündeki gücün yanında sürekli olarak yeniden merkezilikten uzaklaşma yönünde etkide bulunmasaydı, söz konusu süreç kapitalist üretimi kısa sürede yıkıma sürüklerdi.”

II. Üretimin Genişlemesi ile Değerlenme Arasındaki Çatışma

Emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişme, kendisini iki şekilde ortaya koyar. Birincisi, o zamana kadar üretilmiş olan üretici güçlerin büyüklüğüyle, yeni üretimin tâbi olduğu üretim koşullarının değer ve kütle cinsinden hacimleriyle ve biriktirilmiş olan üretken sermayenin mutlak büyüklüğüyle gösterir. İkincisi, toplam sermayeye oranla işçi ücretlerine yatırılmış olan sermayenin göreli küçüklüğüyle kendini ortaya koyar. Bu, verili bir sermayenin yeniden üretimi ve değerlenmesi ve seri üretim için gerekli olan canlı emeğin göreli küçüklüğü demektir. Emeğin toplumsal üretici gücünün gelişmesi, aynı zamanda, sermayenin yoğunlaşması anlamına gelir. Üretkenlikteki gelişme, kullanılan emek gücüyle ilişkili olarak da kendisini yine iki şekilde gösterir: Birincisi, artı-emeğin artması, yani emek gücünün yeniden üretimi için gereksinim duyulan gerekli emek zamanın azalması ile. İkincisi, belirli büyüklükteki bir sermayeyi harekete geçirmek için genellikle kullanılan emek gücü miktarındaki (işçi sayısındaki) azalma ile. Üretici gücün gelişmesi, kullanılan emeğin karşılığı ödenen kısmını küçültmesi ölçüsünde artı-değeri arttırır. Fakat verili bir sermayenin kullandığı emeğin toplam kütlesini küçültmesi ölçüsünde de, artı-değer miktarını azaltabilir. Marx bu hususu bir örnekle açıklar. Günde 12 saat çalışan iki işçi, havayla yaşayabilecek olsalar ve bu nedenle kendileri için hiç emek harcamak zorunda olmasalar bile, her biri sadece 2 saat çalışan 24 işçiyle aynı artı-değer miktarını sağlayamaz. İşte bu açıdan bakıldığında, işçi sayısındaki azalmanın emeğin sömürülme derecesini yükselterek telafi edilmesinin belirli aşılamaz sınırları vardır. Bu nedenle, sömürü derecesinin yükseltilmesi kâr oranının düşüşünü yavaşlatabilir, ama ortadan kaldıramaz. Kapitalist üretim tarzının gelişimiyle birlikte, kâr miktarı kullanılan sermayenin artan miktarıyla artar ama kâr oranı düşer. Üretici güç artışı her zaman elde bulunan sermayenin değer yitirmesiyle el ele gider. Buna rağmen sermayenin değer büyüklüğünün artabilmesi, yalnızca kâr oranının yükseltilmesi ve böylece yıllık ürünün yeniden sermayeye dönüştürülen değer parçasının büyütülmesi durumunda mümkündür. Ayrıca, kâr oranı artışı emek talebi artışına yol açtığı ölçüde, işçi nüfusunun ve dolayısıyla da sermayeyi sermaye haline getiren sömürülebilir malzemenin artmasına neden olur. Emeğin üretici gücünün gelişmesi, değişmeyen sermayeyi doğrudan doğruya ve değişen sermayeyi en azından dolaylı olarak oluşturan maddi nesnelerin miktarını ve çeşitliliğini artırarak, eldeki sermaye değerinin büyümesine katkıda bulunur. Mübadele değerlerinden bağımsız olarak, aynı sermaye ve aynı emek miktarıyla, sermayeye dönüştürülebilecek olan daha fazla şey yaratılır. Böylece, kullanılan emeğin ve dolayısıyla aynı zamanda artı-emeğin kütlesi büyürken, yeniden üretilen sermayenin değeri ve ona yeni eklenen artı-değer de büyür. Sermaye birikim sürecinde sermayenin değerini arttıran ve azaltan etkenler çatışmalar içinde eş zamanlı olarak birbirleri üzerinde karşıt yönlü etkilerde bulunurlar. “Bu farklı etkiler kendilerini kâh mekânda yan yana, kâh zamanda art arda gösterir; uzlaşmaz etmenlerin çatışması dönemsel olarak bunalımlar sırasında kendisini açığa vurur. Bunalımlar, her zaman, eldeki çelişkilerin şiddetli anlık çözümlerinden, bozulmuş olan dengeyi o an için yeniden kuran şiddetli patlamalardan ibarettir.” Kapitalizm kendi içsel çelişkileri temelinde yol alan bir üretim tarzıdır. Genel bir deyişle çelişki, kapitalist üretime özgü toplumsal koşulların yarattığı sınırlara rağmen, üretici güçlerin mutlak bir gelişmeye doğru bir eğilim taşımasından ileri gelir. “Onun özgül karakteri, eldeki sermaye değerini, bu değerin mümkün olan en üst düzeyde değerlenmesinin aracı olarak kullanmaya yönelik olmasıdır.” Bunu başarmak için başvurduğu yöntemler, kâr oranında düşmeye, mevcut sermayenin değer kaybına ve emeğin üretken gücünü daha önce üretilmiş olan üretici güçler aleyhine geliştirmeye neden olur. Eldeki sermayenin belirli aralıklarla değer yitirmesi, kâr oranı düşüşünü yavaşlatmanın ve yeni sermaye oluşturma yoluyla sermaye değeri birikimini hızlandırmanın kapitalist üretim tarzına içkin olan araçlarından biridir. Fakat bu durum diğer yandan, “içlerinde sermayenin dolaşım sürecinin ve yeniden üretim sürecinin gerçekleştiği verili ilişkilere zarar verir ve bu nedenle de ona, üretim sürecindeki ani duraklamalar ve bunalımlar eşlik eder”. Değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranla üretici güçlerin gelişimiyle el ele giden azalması, sürekli olarak yapay aşırı nüfus yaratır ve işçi nüfusunun büyümesine itki sağlar. Sermayenin değer cinsinden birikimi, kâr oranının düşüşü tarafından yavaşlatılır ama aynı zamanda kullanım değerlerinin birikimi daha da hızlanır. Kullanım değerlerinin birikimi de, değer cinsinden birikime yeni bir ivme kazandırır. Marx, kapitalizmin işleyişine dair son derece önemli bir tespitte bulunur: “Kapitalist üretim, sürekli olarak, ona içkin olan bu engelleri aşmaya çalışır, ama söz konusu engelleri, yalnızca, onları kendi karşısına yeniden ve daha da zorlu olacakları şekilde diken araçlar yardımıyla aşar.” Marx’ın özlü ifadesiyle, kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir. Kapitalist üretim tarzı sermaye birikimini üretimin başlangıç noktası ve son noktası olarak, dürtüsü ve amacı olarak görür. Kapitalizmde üretim, yalnızca sermaye için üretimdir ve üretim araçlarının işlevi, üreticiler toplumu için yaşam sürecinin sürekli olarak genişletilmesini, iyileştirilmesini sağlamak değildir. Bu nedenle, sermaye değerinin korunması ve değerlenmesi üreticilerin büyük bölümünün mülksüzleşmesine ve yoksullaşmasına dayanır. Sermaye birikimi süreci, üretimin sınırsız şekilde artırılmasına, kendinde bir amaç olarak üretime ve emeğin toplumsal üretici güçlerinin koşulsuz gelişimine hizmet eden üretim yöntemleriyle sürekli olarak çelişkiye düşer. “Araç (toplumsal üretici güçlerin kısıtlanmamış gelişimi), eldeki sermayenin değerlenmesiyle sınırlı olan amaçla sürekli olarak çatışır. Dolayısıyla, eğer kapitalist üretim tarzı, bir yandan, maddi üretici gücü geliştirmenin ve ona karşılık gelen dünya pazarını yaratmanın tarihsel bir aracıysa, diğer yandan da, söz konusu tarihsel görevi ile kendisine karşılık gelen toplumsal üretim ilişkileri arasındaki sürekli çelişkidir.”

III. Nüfus Fazlalığının Varlığında Sermaye Fazlalığı

Kâr oranının düşmesiyle birlikte, emeği üretken şekilde kullanabilmeleri için tek tek kapitalistlerin ellerinde bulunması gereken asgari sermaye büyür ve eş zamanlı olarak yoğunlaşma artar. Çünkü belirli sınırların ötesine geçildiğinde, daha küçük kâr oranına sahip daha büyük bir sermaye, daha büyük kâr oranına sahip daha küçük bir sermayeye göre daha çabuk birikir. Fakat bu artan yoğunlaşmanın kendisi de, belirli bir noktaya ulaştığında, kâr oranında yeni bir düşüşe yol açar. Böylece, dağınık küçük sermayeler yığını, zorla spekülasyon, kredi dolandırıcılıkları, hisse senedi dolandırıcılıkları ve bunalımlarla dolu maceralı bir yola itilmiş olurlar. “Sermaye fazlalığı denen şey, her zaman, öz olarak, kâr oranındaki düşüşü kütlesiyle telafi edemeyen sermayenin fazlalığıyla”; “ya da kendi başlarına hareket etme yeteneğine sahip olmayan bu sermayeleri kredi biçiminde büyük iş dallarının yöneticilerinin emrine veren sermaye fazlalığıyla ilgilidir”. Bu sermaye fazlalığıyla, göreli bir aşırı nüfusu yaratan aynı koşullardır. Bu ikisinin karşı kutuplarda yer almasına karşın (bir tarafta kullanılmayan sermaye ve diğer tarafta kullanılmayan işçi nüfusu), bu durum göreli aşırı nüfusu tamamlayan bir olgudur. Marx, tek tek metaların değil sermayenin aşırı üretiminin, sermayenin aşırı birikiminden başka bir anlama gelmediği gerçeğini vurgular. Sermayenin mutlak anlamda aşırı üretimi varsayımı ise, üretimin şu ya da bu alanına veya birkaç önemli alanına uzanmakla kalmayan ve tüm üretim alanlarını kapsayan bir aşırı üretim halidir. Fakat kapitalist üretimin amacı, sermayenin değerlenmesidir, yani artı-değere el koyulmasıdır, artı-değer üretimidir, kâr üretimidir. O halde sermayenin aşırı üretimi, sermayenin işçi nüfusuna oranla, ne bu nüfus tarafından sağlanan mutlak emek-zamanı ne de nispi artı-emek-zamanı daha fazla arttıramayacak kadar büyümesi anlamına gelir. Bu söylenen durum gerçek yaşamda, ancak sermayenin bir bölümünün tümüyle ya da kısmen atıl kalması ve diğer bölümün ise, kullanılmayan ya da kısmen kullanılan sermayenin baskısı nedeniyle kendisini daha düşük bir kâr oranıyla değerlendirmesi şeklinde görünür. Varsayımlara göre, kullanılan emek gücünün miktarı ve artı-değer oranı yükseltilemeyeceğinden, dolayısıyla artı-değer miktarı da arttırılamaz ve kâr oranının düşmesine kâr kütlesinin mutlak bir azalması eşlik eder. Ve böyle bir durumda, azalmış olan kâr kütlesinin büyümüş olan bir toplam sermayeye göre hesaplanması gerekir. Marx, eski sermayenin bu fiili değer yitiminin sermayeler arası rekabet mücadelesi olmadan gerçekleşemeyeceğini de ekler. Fakat bu temelde her ne olursa olsun, neticede “eski sermayenin bir kısmı atıl kalmak zorunda kalır, sermaye olarak iş görmesini ve kendisini değerlendirmesini gerektirdiği kadarıyla sermaye olma özelliğini yitirir”. Bu atıl kalma durumundan en çok hangi kısmın etkileneceğini ise rekabet mücadelesi belirler. Marx burada rekabet temelinde kapitalistler arası ilişki hususuna da değinir. “İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının belirlenmesi örneğinde de görüldüğü üzere, ortak ganimeti hep birlikte, her birinin eklediği payın büyüklüğüyle orantılı şekilde paylaşmalarını sağlayacak şekilde, kapitalistler sınıfının pratik kardeşliği olarak iş görür. Ama kârın paylaşımı yerine zararın paylaşımı söz konusu olur olmaz, herkes zarardan payına düşecek olan miktarı mümkün olduğunca azaltmaya ve başkasının sırtına yüklemeye çalışır. Sınıf açısından zarar kaçınılmazdır. Ama o zaman, tek tek her birinin omuzlarına ne kadarının düşeceği, her birinin zarara ne ölçüde ortak olacağı, güce ve kurnazlığa bağlı hale gelir ve o zaman, rekabet, düşman kardeşler arasındaki bir mücadeleye dönüşür.” Her bireysel kapitalistin çıkarları ile kapitalistler sınıfının çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, nasıl ki daha önce aralarındaki çıkar özdeşliği pratikte rekabet aracılığıyla kendisini kabul ettiriyorduysa, şimdi de bu çıkarlar arasındaki karşıtlık olarak kendisini ortaya koyar. Peki, bu çatışma nasıl çözüme kavuşur ve kapitalist üretimin “sağlıklı” işlemesine uygun koşullar nasıl yeniden kurulur? “Çözümü aranan çatışmanın sadece ifade edilmesi bile, çözüm yolunu içinde barındırır.” Çözüm yolu, rekabet temelinde yenik düşen belirli miktarda sermayenin tamamı ya da en azından bir kısmı tutarındaki bir sermayenin atıl bırakılmasını ve hatta kısmen yok edilmesini içerir. Söz konusu zararın tek tek kapitalistlere kesinlikle eşit şekilde dağılmayacağı açıktır. Bu noktada, zararın özel avantajlara ya da önceden elde edilmiş konumlara bağlı olarak çok eşitsiz şekillerde ve çok farklı biçimlerde bölünmesini içeren bir rekabet mücadelesi belirleyici olur. Böylece, bir sermaye atıl bırakılırken bir başkası yok edilir, bir üçüncüsü nispeten az bir kayıpla kurtulur ya da yalnızca geçici değer kaybına uğrar. Her ne olursa olsun, yeni denge, ancak şu ya da bu miktarda sermayenin çekilmesi hatta yok olması neticesinde kurulabilir. Bu durum kısmen, sermayenin maddi varlığına kadar uzanabilir. “Yani, üretim araçlarının, sabit ve dolaşır sermayenin bir bölümü iş görmez, sermaye olarak hareket etmezdi; faaliyete geçmiş olan üretim tesislerinden bir bölümünde üretim dururdu. Bu taraftan bakıldığında, zamanın tüm üretim araçlarını (toprak hariç) olumsuz etkilemesine ve kötüleştirmesine karşın, burada, işlevlerdeki duraklama nedeniyle, üretim araçları, çok daha şiddetli gerçek zararlar görürdü. Ne var ki, yine bu taraftan bakıldığında, asıl etki, söz konusu üretim araçlarının üretim araçları olarak iş görmekten uzaklaşması olurdu.” Marx, söz konusu durumlarda asıl ve en akut karaktere sahip olan yıkımın, sermaye değerleri için söz konusu olacağını vurgular ve bu temelde gelişecek şiddetli bunalımlara işaret eder. Sermaye değerinin, üretime dayalı olarak düzenlenen ve farklı biçimler taşıyan yığınla borç senedinden oluşan kısmı, hesaplanmasına temel oluşturan gelirlerin düşmesiyle birlikte hemen değer yitimine uğrar. “Altın ve gümüş külçelerinin bir kısmı atıl kalır, sermaye olarak iş görmez. Piyasada bulunan metaların bir kısmı, dolaşım ve yeniden üretim sürecini, ancak, fiyatlarındaki muazzam bir düşüşle, yani temsil ettikleri sermayenin değer yitirmesiyle tamamlayabilir. Sabit sermaye öğeleri de aynı şekilde az ya da çok değer yitirir.” Fiyatlardaki genel düşüşe bağlı olarak fiyat ilişkileri de felce uğrar. Bu karışıklık ve durgunluk, paranın ödeme aracı olma işlevini felce uğratır. Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermayeyle eş zamanlı olarak gelişmiş bulunan kredi sisteminin çökmesiyle daha da büyür. Bu durum, “şiddetli ve akut bunalımlara, ani ve zor yoluyla gerçekleşen değer yitimlerine ve yeniden üretim sürecinin gerçekten bozulmasına ve duraklamasına ve dolayısıyla da yeniden üretimin gerçekten daralmasına yol açar”. Üretimin duraklaması, işçi sınıfının bir kısmını atıl bırakır ve böylece,sınıfın istihdam edilen kısmı ücretlerin düşürülmesine ve hatta ortalamanın altına düşürülmesine katlanmak zorunda kalacağı bir duruma sokulur. Diğer yandan, fiyatların düşmesi ve rekabet mücadelesi, her bir kapitalisti, yeni makineler, yeni ve iyileştirilmiş çalışma yöntemleri, yeni kombinasyonlar kullanarak kendi toplam ürününün bireysel değerini onun genel değerinin altına düşürmeye teşvik eder. Kapitalistler bu temelde verili bir emek miktarının üretici gücünü yükseltmeye çalışırken, değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranı düşer ve işçiler işten çıkartılır. Marx burada periyodik kriz mekanizmasını açıklarken, tüm faktörlerin karşılıklı etkileşimi nedeniyle krizin çöküntülerle birlikte daha sonra yeni bir genişleme fazına nasıl itki vereceğine de ışık tutar. Şöyle ki, değişmeyen sermaye öğelerinin değer yitirmesi kâr oranını yükselten bir öğe olur. Ortaya çıkan üretim duraklaması, üretimin daha sonraki (kapitalist sınırlar içinde kalacak) bir genişlemesini hazırlar. Böylece çemberin başlangıç noktasına dönülmüş olur. Sermayenin işlevlerdeki duraklama nedeniyle değer yitirmiş olan bir kısmı, eski değerini yeniden kazanır. Ve genişlemiş üretim koşullarıyla, genişlemiş bir piyasayla ve artmış üretici güçlerle aynı kısır döngü yeniden tekrarlanır. (devam edecek)

1 Eylül 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /14

kapital_c-3-on.png

Bölüm 15: Yasanın İç Çelişkilerinin Açımlanması (devam)

Bir önceki bölümün devamı olarak, Marx burada sermayenin aşırı üretimi üzerinde durur. En uç varsayımlar altında bile sermayenin aşırı üretimi, üretim araçlarının toplumun ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayacağı anlamında bir mutlak aşırı üretim değildir. Bu yalnızca, üretim araçlarının sermaye olarak iş görmek ve sermaye için ek değer üretmek bakımından kapitalist üretim sürecinde tıkanıklığa sebep olacak mahiyette bir aşırı üretimdir. Bu mahiyetteki aşırı üretim olduğunda, sermaye, emeği, kapitalist üretimin “sağlıklı”, “normal” gelişiminin gerektirdiği bir sömürü derecesiyle sömürmeyi başaramayacak duruma gelir. Söz konusu sömürü derecesinin belli bir noktanın altına düşmesi, kapitalist üretim sürecindeki bozulmalara ve duraklamalara, bunalımlara, sermaye yıkımına yol açar. “Sermayenin bu aşırı üretimine az çok büyük bir göreli aşırı nüfusun eşlik etmesi bir çelişki değildir.” Böyle bir durumda sermaye yurt dışına da gönderilebilir. “Sermaye yurt dışına gönderiliyorsa, bunun nedeni, yurt içinde kullanılmasının mutlak olanaksızlığı değil, yurt dışında daha yüksek kâr oranlarıyla kullanılabilmesidir.” Kapitalist sistemin mantığı açısından, ülke içinde kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu kârlılığı sağlayamayan sermaye o ülke için mutlak olarak fazla sermayedir. Bu “fazla” sermaye, göreli fazla nüfusa ek olarak, istihdam edilen işçi nüfusunu da olumsuz etkileyen bir sermaye olarak var olur. Sermaye birikimi yoğunlaştıkça kâr oranının düştüğünü biliyoruz. “Kâr oranının birikimle bağlantılı düşüşü, zorunlu olarak bir rekabet mücadelesine yol açar. Kâr oranındaki düşüşün kâr kütlesindeki yükselişle telafi edilmesi, yalnızca toplumun toplam sermayesi ve büyük, tümüyle hazırlıklı kapitalistler için söz konusudur.” Bu güce sahip olmayan kapitalistler ise henüz bu gücü kazanma çabası içindedir. Dolayısıyla sermayeler arasındaki rekabet mücadelesi kâr oranının düşmesine değil, kâr oranının düşmesi sermayeler arasındaki rekabet mücadelesine yol açar. Bu rekabet mücadelesine işçi ücretlerinin geçici yükselişi ve kâr oranında bundan kaynaklanan ek bir geçici azalma da eşlik edebilir. Sermayenin amacı ihtiyaçların giderilmesi değil kâr üretimidir ve sermaye bu amaca, üretim ölçeğini toplumun ihtiyaç duyduğu üretim miktarına uyarlayarak ulaşamaz. Tersine, sermaye amacına, üretim miktarını kendisine kâr sağlayacak bir üretim ölçeğine uyarlayan yöntemlerle ulaşabilir. Bu nedenle, “kapitalist temele dayanan tüketimin sınırlı boyutları ile sürekli olarak kendisine içkin olan bu engelin ötesine geçmeye çalışan bir üretim arasında durmadan bir uyuşmazlığın ortaya çıkması zorunludur”. Diğer yandan, sermaye metalardan oluştuğu ölçüde, sermayenin aşırı üretimi, metaların aşırı üretimi anlamına gelir. Marx bu noktada, metaların aşırı üretimini inkâr eden iktisatçıların, sermayenin aşırı üretimini kabul etmeleri şeklindeki tuhaflıklarını hatırlatır. Kimileri genel bir aşırı üretimden değil, olsa olsa farklı üretim dalları arasında orantısızlıktan söz edilebileceğini söyler. Fakat kapitalist üretimde tek tek üretim dallarının orantılılığı, kendisini zaten ancak sürekli orantısızlıktan çıkan bir süreç olarak ortaya koyabilir. Çünkü kapitalizm planlı bir ekonomi değildir vetoplam üretimin bütünlüğü, üretim süreci üzerinde kapitalistlerin ortak denetimi yerine, üretimin yürütücülerine kendisini kör bir yasa olarak dayatarak ortaya çıkar. Aşırı üretimin ancak nispi olduğu söylenebilir ve bu doğru olur, fakat zaten tüm kapitalist üretim tarzı sınırları mutlak olmayan nispi bir üretim tarzıdır. Ve kapitalizmde “mutlak”, toplumun ihtiyaçları vb. noktasında değil bu üretim tarzının dayandığı temel üzerinde mutlaktır. “Yoksa, tam da halkın büyük bölümünün yoksun olduğu metalara dönük talep nasıl yetersiz kalabilirdi ve yurt içindeki işçilere zorunlu geçim araçlarının ortalamasını ödeyebilmek için bu talebi yurt dışında, uzak pazarlarda aramak zorunda kalınması nasıl mümkün olabilirdi?” Kapitalizm temelinde “aşırı üretim”, halkın büyük çoğunluğu satın alma güçleri yetmediği için ihtiyaç maddelerine talepte bulunamazken metaların yığılması halidir. Kimileri de kapitalistlerin metalarını yalnızca kendi aralarında mübadele etmelerinin ve tüketmelerinin yeterli olacağını iddia edebilir. Fakat böyle söylenirse, “kapitalist üretimin tüm karakteri unutulmuş ve burada sermayenin tüketilmesinin değil değerlenmesinin söz konusu olduğu unutulmuş olur”. Kapitalist üretim tarzının çelişkisi, tam da, sermayenin içerisinde hareket ettiği özgül üretim koşullarıyla sürekli uyuşmazlığa düşen üretici güçleri geliştirme eğilimine sahip olmasındadır. Fakat “eldeki nüfusa oranla çok fazla geçim aracı üretilmez. Tersi doğrudur. Nüfusun çoğunluğunun gereksinimlerinin düzgünce ve insana yaraşır şekilde giderilmesi hedefi açısından bakıldığında, çok az geçim aracı üretilir”. Kapitalizmde kârlılığı yükseltme ve realize etme dışında mantık aranmaz ve bu üretim tarzı daima kendi içsel çelişkileri temelinde yol alır. Bu nedenle, örneğin nüfusun çalışabilir durumdaki bölümünü istihdam edebilecek çoklukta üretim aracı üretilmez. Ayrıca, “çalışabilir durumdaki tüm nüfusun en üretken koşullarda çalışmalarını, yani çalışma süresi sırasında kullanılan değişmez sermayenin kütlesi ve etkililiği sayesinde mutlak çalışma sürelerinin kısaltılmasını sağlamaya yetecek miktarda üretim aracı üretilmez”. Marx, kapitalizmin içsel çelişkilerini gözler önüne seren noktalardan bir diğerine burada işaret eder. İşçilerin belirli bir kâr oranıyla sömürülmelerini sağlayan araçlar olarak kullanılmak üzere, zaman zaman gereğinden çok emek aracı ve geçim aracı üretilir. “İçerdikleri değerin ve onun bir parçasını oluşturan artık değerin, kapitalist üretimin verili bölüşüm koşulları ve tüketim ilişkileri altında gerçekleştirilmesine ve yeniden yeni sermayeye dönüştürülmesine, yani bu sürecin durmadan yinelenen patlamalar olmadan yürütülmesine izin vermeyecek kadar fazla meta üretilir.” Çok fazla toplumsal servet üretilmez. “Ama dönemsel olarak, servetin kapitalist, çelişkili biçimlerine sahip olan çok fazla servet üretilir.” Böylece kapitalist üretim tarzının sınırı ortaya çıkar: 1. Kâr oranı düşerken emeğin üretici gücünün gelişmesi, belirli bir noktada bu gelişmenin karşısına en düşmanca şekilde çıkan ve bu nedenle sürekli olarak bunalımlar yoluyla aşılmak zorunda olan bir yasa yaratır. 2. Üretimin genişlemesi ya da daralması, toplumsal gereksinimlerle değil, kapitalistlerin arzuladığı düzeyde bir kâr oranı ile belirlenir. Bu nedenle süreç kapitalist üretimin belirli gelişme aşamasında engellerle karşılaşır ve toplumsal ihtiyaçların karşılandığı bir noktada değil, kâr üretiminin ve gerçekleştirilmesinin belirlediği bir noktada duraklar. Kâr oranı düştüğünde, sermaye bir yandan, tek tek kapitalistlerin gelişmiş yöntemler vb. ile kendi metalarının değerini onların toplumsal ortalamalarının altına düşürüp böylece ekstra kâr elde etmeleri için çabalar. Diğer yandan, genel ortalamadan bağımsız ve onu aşan herhangi bir ekstra kâr elde etmek için yeni üretim yöntemlerine, yeni sermaye yatırımlarına, yeni maceralara ateşli bir şekilde başvurulması yolunun önü açılır. Marx, kâr oranının, yani sermayenin göreli büyümesinin, her şeyden önce sermayenin tüm yeni, bağımsız gruplar oluşturan sürgünleri için önemli olduğunu belirtir. Şayet tüm sermaye oluşumu, kâr oranındaki düşüşü artan kâr kütlesiyle telafi edebilen az sayıdaki bazı yerleşik büyük sermayelerin eline düşecek olsaydı, üretimin canlandırıcı ateşi tümüyle sönerdi. “Bu ateş ölürdü. Kapitalist üretimde kâr oranı itici güçtür ve yalnızca, kârlı bir şekilde üretilebildikleri sürece, kârlı bir şekilde üretilebilen şeyler üretilir.” İşte, İngiliz iktisatçıların kâr oranının azalması hakkındaki korkusunun nedeni de budur. Sadece kâr oranının azalması olasılığı bile Ricardo’yu kaygılandırmıştır ve bu husus, Marx’ın belirttiği üzere, Ricardo’nun kapitalist üretimin koşulları hakkındaki derin kavrayışını gösterir. Ricardo, kapitalist üretimi incelerken yalnızca üretici güçlerin gelişimiyle ilgilenmekle ve insanları umursamamakla suçlanır. “Oysa bu, tam da onun önemli olan yanıdır.” Marx, bu değerlendirmesiyle Ricardo’nun kapitalizmin tarihsel rolünü doğru kavradığını anlatır. Çünkü “toplumsal emeğin üretici güçlerinin geliştirilmesi, sermayenin tarihsel görevi ve meşruiyet kaynağıdır. Daha yüksek bir üretim biçiminin maddi koşullarını farkında olmadan tam da bu yolla yaratır”. İşte bu temelde Ricardo’yu huzursuz eden gerçek, kapitalist üretimin gelişmesinin bizzat kendisinin, kapitalist üretimin dürtüsü ve birikimin hem koşulu hem de itici gücü olan kâr oranını tehlikeye düşürmesidir. “Aslında burada, onun yalnızca sezdiği daha derin bir temel vardır. Burada, kapitalist üretimin sınırı, onun göreliliği, mutlak bir üretim tarzı değil yalnızca tarihsel, maddi üretim koşullarının belirli bir sınırlı gelişim dönemine karşılık gelen bir üretim tarzı olduğu, tümüyle iktisadi bir şekilde, yani burjuvazinin bakış açısıyla, kapitalist kavrayışın sınırları içinde, kapitalist üretimin kendisinin durduğu noktadan görülebilir duruma gelir.”

IV. Tamamlayıcı Açıklamalar

Emeğin üretici gücünün gelişimi farklı sanayi dallarında çok eşitsiz şekillerde gerçekleştiğinden ortaya şu sonuç çıkar: Ortalama kâr kütlesi, üretici gücün en gelişkin sanayi dallarındaki gelişmişliğinden hareketle beklenebilecek olan düzeyin çok altında kalmak zorundadır. Üretici gücün farklı sanayi dallarındaki gelişimi yalnızca çok farklı oranlara sahip olmakla kalmayıp, sıklıkla karşıt yönlerde gerçekleşir. Bu durum sadece rekabet anarşisinden ve burjuva üretim tarzının kendine özgülüğünden kaynaklanmaz. Emeğin üretkenliği pek çok örnekte toplumsal koşullara bağımlı olduğu ölçüde, üretkenlik ne kadar artarsa verimlilikleri o kadar azalan doğal koşullara da bağlıdır. Bu farklı alanlardaki karşıt yönlü hareketler nedeniyle, bir yerde ilerleme gerçekleşirken bir başkasında gerileme görülür. Örnekse, tüm hammaddelerin çok büyük bölümünün bağımlı olduğu saf mevsimsel etkiler, ormanların, kömür ve demir madenlerinin tükenmesi vb. hatırlanabilir. Burada, Engels’in özgün elyazmasındaki bir nottan hareketle yazmış olmasına karşın, bazı açıklamaların özgün metinde bulunan malzemenin ötesine geçtiğini belirtip parantez içine aldığı bir bölüm yer alır. {Bir metanın değeri, kendisinde maddeleşmiş bulunan geçmiş ve canlı emeğin toplam emek-zamanı ile belirlenir. Emeğin üretkenliğinin yükselmesi, canlı emeğin payının azalması ve geçmişteki emeğin payının artması demektir. Bir metanın değerinde cisimleşmiş olan geçmişteki emek (sermayenin değişmeyen kısmı), kısmen sabit sermayenin aşınma ve yıpranmasından, kısmen de değişmeyen sermayenin metaya tümüyle girmiş olan döner kısmından (ham ve yardımcı maddelerden) oluşur. Ham ve yardımcı maddelerden kaynaklanan değer parçası, emeğin üretkenliğindeki artış neticesinde küçülmek zorundadır, çünkü bu maddeler bakımından üretkenlik kendisini bunların değerindeki azalma ile ifade eder. Buna karşılık, değişmeyen sermayenin sabit kısmının ve onunla birlikte aşınma ve yıpranma yoluyla metalara taşınan değer parçasının çok güçlü bir büyüme yaşaması, tam da emeğin üretici gücündeki artışın karakteristik özelliğidir. Yeni bir üretim yöntemi üretkenlikteki gerçek bir artış anlamına geliyorsa, metanın değerini azaltmak zorundadır. Ayrıca, canlı emeğin azalmasından kaynaklanan değer azalması, değere diğer unsurlar nedeniyle yapılan tüm eklemeleri dengelemenin ötesine geçmelidir. “Metaya giren toplam emek miktarındaki bu azalma, üretimin hangi toplumsal koşullar altında gerçekleştirildiğinden bağımsız olarak, emeğin üretici gücündeki artışın temel ayırıcı özelliği olarak görünür. Üreticilerin üretimlerini önceden hazırlanan bir plana göre düzenledikleri bir toplumda ve hatta basit meta üretiminde, emek üretkenliği gerçekten de kesinlikle bu ölçekle ölçülürdü.” Ama kapitalist üretimde acaba durum nasıldır? Bu husus bir örnekle açıklanabilir. “Her bir adet için gerekli olan canlı emeği yarı yarıya azaltan, ama buna karşılık sabit sermayenin aşınma ve yıpranmasından oluşan değer parçasını üç katına çıkaran bir makinenin icat edildiğini varsayalım.” Hesaplama yapıldığında anlaşılacağı üzere, kapitalist koşullar altında üretim yapan bir toplum için meta ucuzlamamıştır, yeni makine bir iyileştirme değildir. “Dolayısıyla, yeni makineyi kullanıma sokmak, kapitalistin çıkarına değildir. Ve onu kullanıma soksa, o zamana kadarki, henüz aşınıp yıpranmamış olan makinelerini basitçe değersiz kılacak, bunları hurda demire dönüştürecek, yani pozitif bir zararla karşılaşacak olduğundan, kendisini, onun açısından ütopik olan bu aptallıktan fazlasıyla sakınır.” O halde, emeğin artan üretkenliği yasası sermaye için mutlak olarak geçerli değildir. Daha önce açıklandığı gibi, sermayeyi ilgilendirdiği kadarıyla üretkenlik genellikle canlı emekte sağlanan bir tasarrufla artmaz. Bu ancak, canlı emeğin karşılığı ödenen kısmında geçmişte harcanan emeğe kıyasla bir tasarruf sağlandığında artar. İşte bu noktada, kapitalizmin tarihsel gidişatına dair çok önemli bir gerçeklik kendini ortaya koyar: “Burada kapitalist üretim tarzı yeni bir çelişkiye düşer. Onun tarihsel görevi, insan emeğinin üretkenliğini, hiçbir sınır tanımadan geometrik dizi içersinde geliştirmektir. Burada olduğu gibi, üretkenliğin gelişiminin önündeki bir engele dönüşür dönüşmez, bu tarihsel görevine ihanet eder. Böylece o, gittikçe yaşlandığını ve miyadını doldurduğunu bir kez daha göstermiş olur.”} Sermayenin büyümesi, bu büyümeyle birlikte sermayenin organik bileşiminde değişen sermayenin oranının azalması durumunda kâr oranının azalması anlamına gelir. “Sermayenin bu sürekli büyümesi ve dolayısıyla aynı zamanda, biraz ötede yeni yöntemler çoktan kullanılmaya başlamışken, üretimin, huzur içinde varlığını sürdüren eski üretim yöntemine dayalı olarak genişlemesi de, kâr oranındaki azalmanın, toplumun toplam sermayesindeki büyümeyle aynı oranda olmamasının bir nedenidir.” İşçi ücretlerine yatırılan değişen sermayedeki göreli azalmaya rağmen işçi sayısının mutlak olarak artması, tüm üretim dallarında ve aynı şekilde gerçekleşmez. Örneğin tarımda, canlı emek öğesindeki azalma mutlak olabilir. Ayrıca, bu göreli azalmaya rağmen ücretli emekçilerin sayısının mutlak olarak artması, sadece kapitalist üretim tarzına özgüdür. Bu noktada Marx’ın kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığına ilişkin satırları dikkatle okunmalıdır: “Üretici güçlerdeki, işçilerin mutlak sayısını azaltacak, yani aslında tüm ulusun kendi toplam üretimini daha sınırlı bir süre içinde gerçekleştirmesini mümkün kılacak olan bir gelişme, nüfusun çoğunluğunu devre dışı bırakacağından, devrime yol açardı. Burada, kapitalist üretimin özgül sınırı ve bu üretim tarzının, hiçbir şekilde üretici güçlerin gelişmesinin ve zenginliğin yaratılmasının mutlak bir biçimi olmayıp, aksine belirli bir noktada bunlarla çatıştığı gerçeği bir kez daha görünür. Bu çatışma, kısmen, işçi nüfusunun eski istihdam edilme tarzı içinde gerçekleşen ve bu nüfusun kâh bu kâh şu kısmının gereksizleştirilmesinden kaynaklanan dönemsel bunalımlarda ortaya çıkar. Kapitalist üretimin sınırı, işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu ilgilendirmez. Onun açısından, üretici gücün gelişmesi, genel olarak maddi üretimin gerektirdiği emek-zamanı azalttığı için değil, yalnızca, işçi sınıfının artık emek-zamanını artırdığı için önemlidir; bu nedenle çelişkilere doğru yol alır.” Sermaye birikimindeki artış sermaye yoğunlaşmasındaki bir artış anlamına gelir ve böylece sermayenin gücü toplumsal üretim koşullarının tek tek kapitalistlerde kişileşen durumundan da bağımsızlaşarak artar. “Sermaye, kendisini, giderek daha ileri derecelerde olmak üzere, görevlisi kapitalist olan bir toplumsal güç olarak gösterir; bu toplumsal güç, tek bir bireyin emeğinin yaratabilecekleriyle artık olası hiçbir ilişki içinde değildir; aksine, yabancılaşmış, bağımsızlaşmış bir toplumsal güç olarak, toplumun karşısına, bir şey olarak ve kapitalistin bu şey sayesinde elde ettiği güç olarak çıkar.” Sermayenin dönüştüğü genel toplumsal güç ile tek tek kapitalistlerin söz konusu toplumsal üretim koşulları üzerindeki kişisel güçleri arasındaki çelişki giderek daha fazla göze batar. Bu çelişki, aynı zamanda üretim koşullarının genel, ortak, toplumsal üretim koşullarına dönüşmesini de birlikte getirdiği için, sorunun çözümünü de kendi içinde taşır. “Bu dönüşüm, üretici güçlerin kapitalist üretim koşulları altındaki gelişmesinden ve bu gelişmenin gerçekleşme tarzından kaynaklanır.” Normalde hiçbir kapitalist, ne ölçüde daha üretken olursa olsun ya da artı-değer oranını ne kadar yükseltirse yükseltsin, kâr oranını azaltan bir yeni üretim yöntemini kendi isteğiyle kullanmaz. Ama onun isteminin dışında başkalarının kullandığı her yeni üretim yöntemi metaları ucuzlatır. Bu yöntemi uygulayabilen kapitalist, başlangıçta metasını üretim fiyatlarından ve belki de değerlerinden fazlasına satar ve bu sayede elde ettiği farkı cebe indirir. Bunu yapabilir, çünkü onun üretim yöntemi toplumsal ortalamanın üzerindedir. “Ne var ki, rekabet bu yöntemi genelleştirir ve onu genel yasaya tabi kılar. O zaman, kâr oranındaki (belki öncelikle bu üretim alanında gerçekleşen ve sonrasında diğerleriyle dengeye kavuşan) bir düşmeyle karşılaşılır; dolayısıyla, bu düşme, kapitalistin iradesinden tümüyle bağımsızdır.” Söz konusu yasa, ürünleri doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak işçinin tüketimine girmeyen ve dolayısıyla emek gücünü ucuzlatamayacak üretim alanlarında da hüküm sürer. Yeni üretim yöntemleri yaygınlaşmaya başlar başlamaz, eski üretim koşulları altında çalışan kapitalistler kendi ürünlerini üretim fiyatlarından azına satmak zorunda kalırlar. Çünkü ürünlerinin değeri düşmüştür ve ilgili kapitalistler tarafından üretilmeleri için gerekli olan emek-zaman, toplumsal olarak gerekli olan emek-zamandan fazladır. Kısacası, rekabetin bir sonucu olarak görülen şey şudur ki, söz konusu kapitalistler de değişen sermayenin değişmeyen sermayeye oranının daha düşük olduğu yeni üretim tarzını kullanıma sokmak zorunda kalırlar. Ancak, neticede kâr oranının düşmesine rağmen sermaye biriktirme nedenleri ve olanakları artar. “Çünkü birincisi, göreli aşırı nüfus büyür. İkincisi, emeğin üretkenliğinin artmasıyla birlikte, aynı mübadele değerlerince temsil edilen kullanım değerlerinin kütlesi, yani sermayenin maddi öğeleri büyür. Üçüncüsü, üretim dalları çeşitlenir. Dördüncüsü, kredi sistemi, anonim şirketler vb. gelişir ve böylece, parayı, bir sanayici kapitalist durumuna gelmeden sermayeye dönüştürmek kolaylaşır. Beşincisi, gereksinimler ve zenginleşme tutkusu artar. Altıncısı, sabit sermaye yatırımlarının kütlesi büyür, vb.” Marx bu noktada kapitalist üretimin üç temel olgusunu sıralar: 1. Üretim araçlarının az sayıda elde toplanması ve böylece bunların, bunları doğrudan kullanan üreticilerin mülkiyetinden çıkıp toplumsal üretim güçlerine dönüşmesi. Bu söylenen, üretim araçlarının başlangıçta kapitalistlerin özel mülkleri olması durumunda bile geçerlidir. Kapitalistler burjuva toplumunun mutemetleridir, ama söz konusu mutemetliğin tüm nimetlerini ceplerine indirirler. 2. Emeğin kendisinin elbirliği, işbölümü ve emeğin doğa bilimiyle birleşmesi yoluyla toplumsal emek olarak örgütlenmesi. Kapitalist üretim tarzı bu iki yolla, karşıt biçimler altında bile olsa, özel mülkiyeti ve özel emeği ortadan kaldırır. 3. Dünya pazarının yaratılması. Kapitalist üretim tarzının sınırları içinde nüfusa oranla muazzam bir üretici gücün ortaya çıkması ve aynı oranda olmamakla birlikte, sermaye değerlerinin nüfusa göre çok daha büyük bir hızla büyümesi söz konusudur. Bu durum, büyüyen zenginliğe oranla giderek daralan ve söz konusu muazzam üretici gücün hizmet ettiği temelle çelişir. Bunlar aynı zamanda, bu büyüyen sermayenin kendini değerlendirme koşullarıyla da çelişir. Bunalımlar da bundan kaynaklanır. (devam edecek)

30 Eylül 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /15

kapital_c-3-on.png

DÖRDÜNCÜ KISIM: META-SERMAYE ile PARA-SERMAYENİN META TİCARETİ SERMAYESİ ile PARA TİCARETİ SERMAYESİNE DÖNÜŞMESİ (Ticaret Sermayesi)

Bölüm 16: Meta Ticareti Sermayesi

Tüccar veya ticaret sermayesi, meta ticareti sermayesi ve para ticareti sermayesi olmak üzere iki alt bölüme ayrılır. Marx, modern iktisadın ve hatta onun en iyi temsilcilerinin, ticaret sermayesini doğrudan doğruya sanayi sermayesiyle aynı kefeye koyduğunu ve ticaret sermayesinin karakteristik özelliklerini tümüyle gözden kaçırdığını vurgular. Bu durum ticaret sermayesi üzerinde durmayı çok daha gerekli kılmaktadır. Kapital ikinci ciltte ele alındığı üzere, toplumun toplam sermayesinin bir kısmı her zaman paraya çevrilmek üzere meta olarak, bir başka kısmı da metaya çevrilmek üzere para olarak piyasada bulunur. Meta ve para, daima bu çevrilme hareketinin, bu biçimsel başkalaşımların içindedir. “Genel olarak dolaşım sürecinde bulunan sermayenin bu işlevinin, özel bir sermayenin özel bir işlevi olarak bağımsızlaşması, iş bölümünün ürünü olarak özel bir kapitalistler grubuna devredilen bir işlev olarak sabitlenmesi ölçüsünde, meta- sermaye, meta ticareti sermayesi ya da ticaret sermayesi haline gelir.” Kapital ikinci ciltte “dolaşım maliyetleri” kısmında açıklanan, metaların dağıtıma uygun bir biçimde saklanmasının ve dağıtılmasının dolaşım süreci içinde devam eden üretim süreçleri sayılabileceği hususu hatırlanacaktır. Marx, aslında meta-sermaye dolaşımına ait olan bu olayların, tüccar sermayesine ya da meta ticareti sermayesine özgü işlevlerle karıştırıldığına dikkat çeker. Oysa toplumsal işbölümünün gelişimiyle birlikte tüccar sermayesi saf, yani söz konusu işlevlerden ayrı ve bağımsız bir biçim kazanmıştır. Buna karşın söz konusu olaylar, pratikte, ticaret sermayesine özgü işlevlerle kısmen bir birliktelik içinde bulunur ve bu nedenle saf biçimiyle ortaya çıkmaz. Fakat ticaret sermayesinin özgül farklılığını belirleyebilmek için, söz konusu işlevlerin bir kenara bırakılması gerekir. “Bu işlevleri ayırıp uzaklaştırdığımızda, onun saf biçimini elde ederiz.” Meta-sermaye ve para-sermaye, aynı sermayenin iki farklı ve ayrışmış varlık biçimidir. Piyasada bulunan meta-sermaye öğeleri, meta piyasasından sürekli olarak çekilerek ve yeniden üretim sürecinin gerekli öğeleri biçiminde sürekli ona geri verilerek hiç durmadan değişim geçirir. Buna karşın, toplumsal sermayenin bir bölümü sürekli olarak dolaşım sermayesi biçiminde piyasada bulunur ve para-meta / meta-para şeklindeki başkalaşım sürecinden geçer. Meta ticareti sermayesi, sürekli olarak piyasada (dolaşım alanında) söz konusu başkalaşım süreci içinde bulunan dolaşım sermayesinin bir kısmının dönüşmüş biçiminden başka bir şey değildir. “Bir kısmının, diyoruz, çünkü meta alım satımının bir kısmı her zaman doğrudan doğruya sanayici kapitalistler arasında gerçekleşir.” Marx, tüccar sermayesinin özgül doğasının anlaşılmasına katkıda bulunmadığından ve Kapital ikinci ciltte enine boyuna ele alındığından, bu incelemede bu kısmı tümüyle dışarıda bıraktığını belirtir. Meta tüccarı, piyasada yatırdığı para tutarını ona eklenen kâr ile fazlalaştırmak isteyen bir kapitalisttir. Ama yalnızca genel olarak kapitalist değil, özel olarak da meta tüccarı olduğundan, onun sermayesi başlangıçta piyasada para-sermaye biçiminde görünmek zorundadır. “Çünkü o, meta üretmek yerine, sadece onların ticaretini yapar, onların hareketine aracılık eder ve onların ticaretini yapabilmek için, önce onları satın almak, yani para-sermaye sahibi olmak zorundadır.” Örnekse, bir meta tüccarının ticaret sermayesi olarak değerlendirdiği 3000 sterline sahip olduğunu varsayalım. Tüccarımız bu 3000 sterlinle, diyelim, bir keten bezi fabrikatöründen metresi 2 şilinden 30 bin metre keten bezi satın alır. Sonra bu 30 bin metre bezi piyasada satar. Yıllık ortalama kâr oranı %10 olsa her tür ek masraf çıkarıldıktan sonra %10’luk bir yıllık kâr elde etse, yılın sonunda 3000 sterlinini 3300 sterline dönüştürmüş olur. “Bu kârı nasıl elde ettiği, üzerinde daha sonra duracağımız bir sorudur. Burada öncelikle sermayesinin hareketinin yalnızca biçimini inceleyeceğiz.” Tüccarımız 3000 sterlinle durmadan keten bezi satın alır ve bu keten bezini durmadan satar. Bu satmak için satın alma işlemini (P-M-P'), üretim süreciyle kesintiye uğratılmaksızın tümüyle dolaşım süreci içinde büründüğü biçimiyle durmadan yineler. Peki, meta ticareti yapan bu sermayenin, sadece sanayi sermayesinin bir varlık biçimi olarak meta-sermaye ile ilişkisi nedir? Keten bezi fabrikatörü açısından bakıldığında, o, tüccarın parasıyla kendi keten bezinin değerini gerçekleştirmiş ve meta-sermayesinin başkalaşımının ilk evresini (M-P) tamamlamıştır. Artık, diğer koşullar aynı kalırken, parayı yeniden ipliğe, kömüre, işçi ücretlerine ve ayrıca gelirini tüketmek için geçim araçlarına çevirebilir. Böylece sanayici kapitalist, gönlünce yapacağı gelir harcamaları bir yana bırakılırsa, yeniden üretim sürecinde yoluna devam edebilir. Keten bezi üreticisi sanayici kapitalist, keten bezinin tüccara satışını gerçekleştirerek metasını paraya çevirmiştir, ama tüccarın satın aldığı keten bezi piyasada henüz meta-sermaye olarak durmaktadır. “Sahibi olan kişinin değişmesi dışında, keten bezine hiçbir şey olmamıştır. Kendi amacı bakımından, süreçteki konumu bakımından, daha önce olduğu gibi meta-sermayedir, yani satılabilir durumdaki metadır; tek fark, daha önce üreticinin elindeyken şimdi tüccarın elinde olmasıdır.” Kısacası, sanayici kapitalistin keten bezini üretme işlevi tamamlandıktan sonra yine onun gerçekleştirmesi gereken metayı satma işlevi, tüccar tarafından sanayici kapitalistin elinden alınmış ve tüccarın özel işine dönüştürülmüştür. Keten bezi üreticisi kapitalist piyasaya yeniden 3000 sterlin değerinde 30 bin metre keten bezi sürme ihtiyacı duyduğunda, şayet bizim tüccar elindeki 30 bin metre bezi henüz satamamışsa, sanayici kapitalistin ikinci partide ürettiği keten bezini satın alamaz. Çünkü tüccarın deposunda hâlâ satılmamış 30 bin metre keten bezi vardır ve bu meta-sermaye henüz para-sermayeye çevrilmemiştir. Tüccarın yeni satın almasının böylece duraklamasıyla, üretim sürecinde de bir kesinti yaşanır. Kuşkusuz, keten bezi üreten sanayici kapitalistin elinde ikinci parti üretimi gerçekleştirecek bir ek sermaye bulunabilir ve bu ek sermaye sayesinde üretim sürecinin devam etmesini sağlayabilir. Fakat Marx, bu varsayımın herhangi bir değişikliğe yol açmayacağını belirtir. Zira ilk 30 bin metre bez için yatırılmış olan sermaye açısından bakıldığı sürece, bu sermayenin yeniden üretim süreci kesintiye uğramıştır ve kesintiye uğramış olarak kalır. Dolayısıyla burada gerçekten de, tüccarın işlemlerinin, üretici kapitalistin meta-sermayesini paraya çevirecek işlevlere aracılık etmekten başka bir şey olmadığı açıkça görülür. Demek ki, aslında meta ticareti sermayesi, üretici kapitalistin piyasada paraya çevrilme sürecinden geçmesi gereken meta-sermayesinden başka hiçbir şey değildir. “Tek fark, bu işlevin, şimdi, üreticinin geçici bir işlemi olarak değil, sadece kapitalistlerin özel bir türü, yani meta tüccarı tarafından gerçekleştirilen bir işlem olarak görünmesi, özel bir sermaye yatırımının işi olarak bağımsızlaşmasıdır.” Ayrıca, meta ticareti sermayesinin özgül dolaşım biçimi de bunu gösterir. Tüccar metayı satın alır ve sonra onu satar: P-M-P' ve böylece artan parasıyla tüccar işlevine devam eder. Oysa sanayici kapitalist ürettiği metasını kendisi satarsa, paraya çevirdiği sermayesiyle yeniden üretmek için gereken üretim araçlarını satın alır. Sanayici kapitalist için esas hareket ürettiği metayı paraya çevirmek iken (M-P), tüccar için hareket P-M-P' şeklindedir, yani ticari faaliyette yatırdığı para-sermayesindeki özel bir değerlenmedir. O halde tüccar söz konusu olduğunda metaların başkalaşımının ifadesi kendisini, sermayenin ayrı bir türünün evrimi olarak gösterir. Peki, “meta ticareti sermayesine bağımsız şekilde iş gören bir sermaye karakterini kazandıran şey nedir?” Birincisi, meta-sermayenin, nihai olarak paraya dönüşümünü kendi üreticisinden farklı bir aracının elindeyken gerçekleştirmesidir. Meta-sermayenin bu dönüşüm işlevine, tüccarın işleminin yani onun alım ve satımının aracılık etmesi ve böylece bu işlemin kendine özgü, sanayi sermayesinin diğer işlevlerinden ayrı ve bu nedenle de bağımsızlaşmış bir iş görünümünü almasıdır. “Burada toplumsal iş bölümünün özel bir biçimi söz konusudur.” Bu nedenle, sermayenin yeniden üretim sürecinin dolaşım evresinde gerçekleştirilen işlevin bir kısmı, kendine özgü ve üreticiden farklı bir dolaşım aracısının işlevi olarak görünür. Ama bu birinci unsur, söz konusu özel işin yeniden üretim süreci içinde bulunan sanayi sermayesinden farklı ve ondan bağımsız bir sermayenin işlevi olarak görünmesini tek başına açıklayamaz. “Gerçekten de, meta ticaretinin sadece gezgin satıcılar ya da sanayici kapitalistin başka doğrudan görevlileri tarafından yürütüldüğü durumlarda böyle görünmez.” O nedenle, işin içine ikinci bir açıklayıcı unsurun katılması gerekir. Konuyu açıklayıcı ikinci unsur, bağımsız dolaşım aracısı olan tüccarın kendisine ait ya da ödünç alınmış para-sermaye yatırmasıdır. Tüccar bu para-sermayesiyle sanayiciden keten bezi satın aldığında, keten bezi fabrikatörünün üretmiş olduğu meta-sermayenin nihai satışı gerçekleşmiş olur. Keten bezi fabrikatörü elde ettiği bu parayla diyelim iplik üreticisi fabrikatörün ipliğini satın alır. O halde tüccarın P-M-P' işlevi, yalnızca, iki üretici arasındaki meta-para dönüşümüne aracılık eden bir süreçtir. Tüccarın yatırdığı para-sermaye, sermaye olarak iş görmeyi, yalnızca, meta-sermayenin paraya çevrilmesine aracılık etmesi sayesinde başarır. Bunu da sürekli olarak meta alıp satarak yapar ve bu süreç aracılığıyla meta-sermayeyi meta ticareti sermayesine çevirir. Toplumsal toplam sermayenin yeniden üretim süreci açısından bakıldığında, meta ticareti sermayesi, sanayi sermayesinin henüz piyasada meta-sermaye olarak kendi başkalaşım sürecini yaşayan kısmından başka bir şey değildir. Dolayısıyla, yalnızca, tüccarın yatırmış olduğu, sadece alım satıma yönelik olup hiçbir zaman üretken sermaye biçimini almayan ve her zaman sermayenin dolaşım alanının sınırları içinde kalan para-sermayedir. Aracı tüccar olmasaydı ve keten bezi üreticisi sanayici, keten bezi son alıcıya yani üretken ya da bireysel tüketiciye ulaşmasına kadar beklemek zorunda olsaydı, onun yeniden üretim süreci kesintiye uğramış olurdu. Ya da, üretim sürecini kesintiye uğratmamak için, sermayesinin bir bölümü meta olarak piyasada bulunurken bir başka bölümünü üretim sürecini devam ettirmek üzere para rezervi olarak elinde tutmak zorunda kalırdı. Tüccar sayesinde sanayici kapitalist, sermayesinin daha büyük bir kısmını sürekli olarak gerçek üretim sürecinde, daha küçük bir bölümünü ise para rezervi olarak kullanabilir. Marx, eğer tüccar sermayesi kendi gerekli oranlarını aşmıyorsa ulaşılabilecek sonuçları sıralar. 1) Sadece alım satımla uğraşan sermayeye, metaların satın alınması için gerekli olan paranın dışında, ticari işin yürütülmesi için gerekli olan emeğe, tüccarın değişmez sermayesine, depo binalarına, ulaştırmaya vb. yatırılması gereken para da dahildir. Bunları da içermek üzere ticari sermaye, yine de, şayet sanayici kapitalist işinin tüm ticari kısmını kendi başına yürütmek zorunda kalsaydı ulaşacağı miktardan küçüktür. 2) Tüccar sadece bu işle uğraştığından, sanayicinin metasının paraya çevrilmesi, sanayici kapitalistin kendi ticaret işini yaptığı durumla karşılaştırıldığında daha hızlı bir şekilde gerçekleşir. 3) Tüccar sermayesinin devri, yalnızca bir üretim alanındaki çok sayıda sermayenin devirlerini değil, farklı üretim alanlarındaki çok sayıda sermayenin devirlerini temsil edebilir. Marx bazı genel hususları sıralar. “Sanayi sermayesinin devri, sadece dolaşım zamanı tarafından değil, aynı zamanda üretim zamanı tarafından sınırlanır. Yalnızca belirli bir meta türünün ticaretiyle ilgilenen bir tüccar sermayesinin devri, sadece tek bir sanayi sermayesinin devri tarafından değil, aynı üretim dalındaki tüm sanayi sermayelerinin devirleri tarafından sınırlanır.” Örnekse, tüccar, bir üreticinin keten bezini satın alıp sattıktan sonra, bu üretici piyasaya yeniden meta sürmeden önce, bir başkasının keten bezini satın alıp satabilir. O nedenle, aynı tüccar sermayesi, arka arkaya, belirli bir üretim dalına yatırılmış olan sermayelerin farklı devirlerine aracılık edebilir. Böylece, onun devri tek bir sanayi sermayesinin devirleriyle özdeş olmaz ve tek bir sanayi sermayesinin hazırda tutmak zorunda olacağı tek bir para rezervinin yerini almanın ötesine geçer. Tüccarın bir üretim dalındaki devri, doğal olarak, bu üretim dalının toplam üretimi tarafından sınırlanır, fakat o daldaki tek bir sermayenin devir zamanı tarafından sınırlanmaz. Örneğin tüccar A, üretimi üç ay süren bir meta sağlıyor olsun. Tüccar A bu metayı satın alıp diyelim bir ayda sattıktan sonra, o daldaki bir başka üreticinin metasını satın alıp satabilir. “Ama aynı tüccar sermayesinin devrinin, farklı üretim dallarındaki sermayelerin devirlerine aracılık etmesi de aynı derecede mümkündür.” Tüccar sermayesinin devri, eşit büyüklükteki bir sanayi sermayesinin devriyle özdeş değildir; ister aynı ister farklı üretim dallarında olsunlar, böyle birkaç sermayenin devirlerinin toplamına eşittir. Tüccar sermayesi ne kadar hızlı devir yaparsa, toplam para sermayenin tüccar sermayesi olarak iş gören kısmı o kadar küçük olur. Tersine, ne kadar yavaş devir yaparsa, toplam para sermayenin tüccar sermayesi olarak iş gören kısmı o kadar büyür. Üretim ne kadar az gelişmiş olursa, tüccar sermayesinin toplamı, piyasaya sürülen metaların toplamına oranla o kadar daha büyük olur; fakat gelişmiş durumlara oranla ise o kadar daha küçük olur. “Bu nedenle, bu tür gelişmemişlik durumlarında gerçek para-sermayenin büyük bölümü tüccarların ellerinde bulunur ve böylece bunların servetleri başkalarının karşısında parasal serveti oluşturur.” Tüccar tarafından yatırılan para-sermayenin dolaşım hızı ise, birincisi üretim sürecinin yenilenme ve farklı üretim süreçlerinin birbirlerine bağlanma hızına; ikincisi tüketim hızına bağlıdır. Tüccar sermayesinin tüm değer büyüklüğüyle önce meta satın alıp sonra onu satması gerekmez. “Tüccar, bunun yerine, her iki hareketi eş zamanlı olarak gerçekleştirir. Bu durumda sermayesi iki kısma ayrılır. Bunlardan biri meta-sermayeden ve diğeri de para-sermayeden oluşur. Bir yerde alım yapar ve böylece parasını metaya çevirir. Bir diğer yerde satış yapar ve böylece meta-sermayesinin bir kısmını paraya çevirir. Bir yanda sermayesi kendisine para-sermaye olarak geri dönerken, diğer yanda meta-sermaye elde eder. Bir biçimdeki kısım ne kadar büyük olursa, diğer biçimdeki kısım o kadar küçük olur. Bu, karşılıklı olarak değişir ve dengelenir.” Dolaşım aracı olarak fiilen para kullanımına, ödeme aracı olarak para kullanımı ve buna dayanarak büyüyen kredi sistemi eklenir. Kapitalist gelişme bu noktaya ulaştığında, tüccar sermayesinin para-sermayeden oluşan kısmı, söz konusu tüccar sermayesinin gerçekleştirdiği işlemlerin büyüklüğüne oranla daha da küçülür. Ayrıca, yeniden üretim süreci ne kadar hızlanırsa ve paranın ödeme aracı olma işlevi yani kredi sistemi ne kadar gelişirse, tüccar sermayesi toplam sermayeye oranla o kadar küçülür. Bazı iktisatçılar kasıtlı olarak tüccar sermayesini üretim sermayesi olarak sınıflandırabilmek için, ticareti metaların bir yerden bir diğer yere taşınması şeklinde sunarak ulaştırma sanayiiyle karıştırmışlardır. Ticareti, “tam anlamıyla bir üretim eylemi” olarak sunmuşlardır. Marx bu tür görüşlerin temelden yanlış olduğunu belirtir. “Tüccar sermayesi, dolaşım alanında iş gören sermayeden başka bir şey değildir. Dolaşım süreci toplam yeniden üretim sürecinin bir evresidir. Ne var ki, dolaşım sürecinde değer ve dolayısıyla artık değer üretilmez.” Dolaşım alanında sadece aynı değer kütleleri metadan paraya ve paradan metaya dönüşerek biçim değişikliklerine uğrar. “Aslında burada olan şey, metaların başkalaşımından başka bir şey değildir ve bunların da değer yaratımıyla veya değer değişikliğiyle hiçbir ilgisi yoktur.” Üretilmiş metaların satışı sayesinde, yalnızca üretim sürecinde üretilmiş olan artı-değer gerçekleştirilebilir. Söz konusu artı-değer gerçekleştiriliyorsa, bunun nedeni, artı-değerin bu metalarda zaten var olmasıdır. Konunun diğer yönüne de bakalım. İkinci eylemde, yani metanın satışıyla elde edilen para-sermayenin yeniden üretim öğeleri şeklindeki metalarla mübadele edilmesi eyleminde, alıcı herhangi bir artı-değer gerçekleştirmez. Burada sanayici kapitalist, yalnızca paranın üretim araçlarıyla ve emek gücüyle mübadelesi yoluyla yeniden artı-değer üretimini başlatır. Ticareti üretim faaliyeti diye yutturmak isteyen iktisatçıların iddialarının aksine, dolaşım zamanı boyunca sermaye hiçbir üretimde bulunmaz ve dolayısıyla artı-değer de üretmez. Alım-satımların, meta-para, para-meta başkalaşımlarının gerçekleştiği dolaşım süreci yeni değer yaratımını engeller. O nedenle, artı-değer oranının ifadesi olarak kâr oranı, tam da dolaşım zamanının süresiyle ters orantılıdır. “Dolayısıyla, tüccar sermayesi, en azından doğrudan doğruya, ne değer yaratır ne de artı-değer. Dolaşım zamanının kısalmasına katkıda bulunduğu ölçüde, sanayici kapitalist tarafından üretilen artı-değerin artmasına dolaylı olarak yardımcı olabilir.” Tüccar sermayesi, piyasanın genişlemesine yardımcı olabilir, sermayeler arasında işbölümünü sağlayabilir ve dolayısıyla sermayeyi daha büyük ölçekte çalışabilecek duruma getirebilir. Böyle olduğu ölçüde tüccar sermayesinin işlevi, sanayi sermayesinin üretkenliğini ve onun birikimini teşvik etmektir. Dolaşım zamanını kısalttığı ölçüde, artı-değerin yatırılan sermayeye oranını, yani kâr oranını yükseltir. “Sermayenin dolaşım alanında para-sermaye olarak bağlı bulunan kısmının küçülmesini sağladığı ölçüde, sermayenin doğrudan doğruya üretimde kullanılan kısmını büyütür.” (devam edecek)

1 Kasım 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /16

kapital_c-3-on.png

Bölüm 17: Ticari Kâr

Sermayenin dolaşım alanındaki saf işlevlerinin, yani meta-sermayenin metadan paraya ve paradan metaya dönüşümünü sağlayan alım ve satım işlemlerinin, yeni değer de artı-değer de yaratmadığını Kapital ikinci ciltte görmüştük. Dolaşımda geçen zamanın yeni meta üretimi ve artı-değer üretimi için sınırlar yarattığını da hatırlayalım. “Meta-sermayenin bir kısmının meta ticareti sermayesi şeklini alması ya da meta-sermayenin başkalaşımına aracılık eden işlemlerin, kapitalistlerin özel bir kesiminin özel işi ya da sadece ve sadece para-sermayenin bir kısmının bir işlevi olarak görünmesi, doğal olarak, meta-sermayenin başkalaşımı için özünde geçerli olan şeyi hiçbir şekilde değiştirmez.” Metaların sanayici kapitalistlerin kendileri tarafından alım satımı yeni değer ya da artı-değer yaratan işlemler olmadığına göre, şu kişiler yerine başka kişiler tarafından gerçekleştirilmeleri de bu durumu farklılaştırmaz. Ayrıca, yeniden üretim sürecinin dolaşım süreci tarafından kesintiye uğratılmadan sürekli olabilmesi için toplumsal toplam sermayenin bir kısmının para-sermaye olarak her zaman elde bulunması gerektiği açıktır. Bu para-sermaye kısmı dolaşım işlevlerini yerine getirmek üzere sanayici kapitalist yerine tüccar kapitalistlerin elinde bulunup durmadan dolaşıma sokulabilir. O halde, (saklama, gönderme, taşıma, dağıtma, perakende ticaretini yapma gibi onunla bağlantılı olabilecek olan tüm heterojen işlevlerden arındırılmış ve satmak için satın almak şeklindeki gerçek işleviyle sınırlandırılmış olan) meta ticareti sermayesi artı-değer yaratmaz. Ama yaratılmış değerin gerçekleştirilmesine ve dolayısıyla da metaların fiili mübadelesine, bir elden bir başkasına geçmelerine, toplumsal metabolizmaya aracılık eder. Ancak, sanayi sermayesinin dolaşım evresi de yeniden üretim sürecinin bir evresini oluşturur ve dolaşım sürecinde iş gören sermaye, tıpkı üretimin farklı dallarında iş gören sermaye gibi yıllık ortalama kârı getirmek zorundadır. Marx burada önemli bir gerçekliğe işaret eder: “Tüccar sermayesi sanayi sermayesine göre daha yüksek bir ortalama kâr yüzdesi sağlasaydı, sanayi sermayesinin bir kısmı tüccar sermayesine dönüşürdü. Daha düşük bir ortalama kâr yüzdesi sağlasaydı, bunun tersi gerçekleşirdi. Tüccar sermayesinin bir kısmı sanayi sermayesine dönüşürdü. Sermayenin hiçbir türü, amacını, işlevini, tüccar sermayesine göre daha kolay bir şekilde değiştiremez.” Tüccar sermayesinin kendisi yeni bir artı-değer üretmediğinden, ortalama kâr biçiminde cebe indirdiği artı-değer payının, toplam üretken sermayenin ürettiği artı-değerin bir kısmını oluşturduğu açıktır. “Ama bu durumda soru şudur: Tüccar sermayesi, üretken sermayenin ürettiği artık değerin ya da kârın kendisine düşen kısmını kendisine nasıl çeker?” Marx’ın, burjuva iktisatçıların ticari kâr konusundaki çarpıtmalarını esastan çürüten analizleri neticesinde ortaya koymuş olduğu gerçeklik şudur: Ticari kârın, metaların fiyatlarına, onların değerlerini aşan bir ekten ya da nominal bir artıştan ibaret olduğu düşüncesi tam bir hayaldir. Doğrusu şudur: Tüccarın metaları satarak elde ettiği kâr, satın alma fiyatı ile satış fiyatı arasındaki farka, yani birincisine göre ikincisindeki fazlalığa eşittir. Çünkü diğer faktörlerden soyutlandığında, meta ister doğrudan sanayici ister tüccar tarafından satılsın, satış fiyatı metanın içerdiği artı-değerle birlikte gerçek değerinin realize edilmesi anlamına gelir. Sanayici kapitalist ile meta tüccarı arasındaki farkbilinmelidir. Sanayici kapitalist piyasaya satılabilir meta sürmeden önce sermayesiyle üretim araçları, emek gücü satın alır ve bunlar yeni metalara dönüşmek üzere üretim sürecinden geçerler. Üretilen metaların fiyatlarının daha sonra piyasada kâr olarak gerçekleştirilecek olan bileşeni yalnızca bu süreçte üretilir. “Oysa meta tüccarı için durum farklıdır.” Metalar ancak kendi dolaşım süreçleri içindeyken tüccarın elinde bulunur. Tüccar, üretilen metaların, üretim sürecinde üretilen artı-değeri de içeren fiyatlarının gerçekleştirilmesine aracılık eder. Tüccarın bu faaliyeti metaların yeniden artı-değer emecekleri herhangi bir ara süreçten geçmelerine yol açmaz. Tüccarın dolaşım aracılığıyla kendi tüccar kârını elde edebilmesi için, sanayici kapitalistin ona metaları üretim fiyatları ile satmış olması gerekir. Sanayici kapitalist metaları tüccara üretim fiyatlarından fazlasına satarsa, bunun anlamı ürettiği metaların fiyatlarını nominal olarak arttırmasıdır; toplam meta-sermaye açısından bakıldığında, onları değerlerinden fazlasına satarak aradaki fazlayı cebe indirmesi demektir. Böyle bir örnek, ticari kârın, metaların fiyatlarının arttırılmasından kaynaklandığı şeklinde algılanabilir. Bu tür yanlış düşünceler, bir bütün olarak ticari sermayenin bakış açısından kaynaklanmıştır. Marx toplumda genel geçer bir algı olarak varlığını sürdüren bu yaklaşımı çürütmüştür. Şöyle der: “Ne var ki, daha yakından bakıldığında, bunun bir görüntüden ibaret olduğu ve kapitalist üretim tarzının egemen üretim tarzı olduğu varsayıldığında, ticari kârın kendisini bu şekilde gerçekleştirmediği kısa sürede anlaşılır.” Kuşkusuz, vurguladığı üzere, burada önemli olan şey tek tek bazı örnekler değil, her zaman ve yalnızca ortalamalardır. Teoride meta tüccarının elde ettiği kârın açıklaması, sanayici kapitalistin metayı tüccara üretim fiyatlarıyla sattığı varsayımından kaynaklanır. Bu varsayım Marx’ın soyutlamalarında, genel kâr oranının oluşumunu kavrayabilmek için, henüz işin içine ticaret sermayesinin katılmaması bağlamında kullanılmıştır. Fakat şimdi tüccar sermayesi söz konusudur ve üretimine katılmadığı kâra ortak olan bir sermayeyle karşı karşıya bulunuruz. İşin aslında, tüccar metaları sanayici kapitalistten üretim fiyatlarından bile azına satın alabilir. Toplam işleyişte sanayici kapitalistin kârı, metanın üretim fiyatının onun maliyet fiyatını aşan kısmına eşittir. Ticari kâr ise, metanın satış fiyatının, tüccarın satın alma fiyatı olan üretim fiyatını aşan kısmına eşittir. Toplam işleyiş açısından bakıldığında, metaların piyasadaki fiyatının, onların üretim fiyatı + ticari kâr’a eşit olduğu açıktır. Sanayici kapitalist metasını tüccara sattığında, metanın değerinde artı-değer olarak saklı olan kârı, tüccar payı hariç gerçekleştirmiş olur. Tüccar sermayesi artı-değer üretimine dahil olmasa bile, artı-değerin ortalama kâra eşitlenmesine katılır. Bu nedenle sınai kâr oranı, artı-değerden tüccar sermayesinin payına düşen bir kesintiyi, yani sanayici kapitalistin kârından yapılan bir kesintiyi içerir. Buraya kadar belirtilenlerden şu sonuçlar çıkar: Birincisi, “tüccar sermayesi sanayi sermayesine oranla ne kadar büyük olursa, sınai kâr oranı o kadar küçük olur ve bunun tersi de doğrudur”. “İkincisi, doğrudan doğruya sömüren kapitalistin ortalama kâr oranı, kâr oranını, gerçekte olduğundan küçük gösterir.” Tüm diğer koşulların aynı kaldığı varsayıldığında, tüccar sermayesinin göreli hacmi, onun devir hızıyla ters orantılıdır. “Bilimsel çözümleme sırasında, genel kâr oranının oluşumu, sanayi sermayelerinden kaynaklanıyor ve ancak daha sonra tüccar sermayesinin araya girmesiyle düzeltiliyor, tamamlanıyor ve değiştiriliyor görünür.” Oysa “tarihsel gelişme sırasında tam tersi söz konusu olur”. Kapitalizmin gelişme sürecinde metaların fiyatlarını az çok değerleriyle belirleyen, ilk olarak, ticaret sermayesidir. “Genel bir kâr oranının ilk oluştuğu alan, yeniden üretim sürecine aracılık eden dolaşım alanıdır. Başlangıçta, sınai kârı ticari kâr belirler.” Ticari kâr, ancak kapitalist üretim tarzı yaygınlaştıktan ve üreticinin kendisi tüccar olduktan sonra, toplam artı-değerden ticaret sermayesine düşen paya indirgenir. Dolaşım maliyetleri, ister yalnızca tüccar işletmesinden kaynaklansınlar; ister dolaşım sürecine eklenen kargoculuk, taşıma, saklama gibi üretim süreçlerinden kaynaklansınlar, bir ek sermayenin varlığını gerektirir. Bu ek sermaye, meta satın alımı için yatırılmış olan para-sermayenin dışında, söz konusu dolaşım araçlarının satın alınması ve karşılıklarının ödenmesi için yatırılmak zorundadır. Bu maliyet öğesi, döner sermayeden oluştuğu kadarıyla bir bütün olarak, sabit sermayeden oluştuğu kadarıyla da aşınması ve yıpranması ölçüsünde metanın satış fiyatına ek bir öğe olarak katılır. Ancak bunu, tıpkı saf ticari dolaşım maliyetlerinde olduğu gibi, metaya herhangi bir gerçek değer eklemese bile nominal değer oluşturan bir öğe olarak yapar. Döner ya da sabit, bu ek sermayenin tümü genel kâr oranının oluşumuna katılır. “Saf (yani kargo, taşıma, saklama vb. maliyetleri hariç) ticari dolaşım maliyetleri, metanın değerini gerçekleştirmek, onu metadan paraya ya da paradan metaya dönüştürmek, meta mübadelesine aracılık etmek için gerekli olan maliyetlerden ibarettir.” Marx burada, dolaşım eylemi sırasında sürebilecek olan ve ticaret işinden tümüyle ayrılan muhtemel bazı üretim süreçlerini tümüyle inceleme dışı bıraktığını belirtir. Örneğin asıl ulaştırma sanayii ile kargoculuk, ticaretten tümüyle farklı sanayi dallarıdır. Ayrıca, alınıp satılacak metalar doklarda ve kamuya ait başka yerlerde saklanabilir ve bundan kaynaklanan giderler, tüccarın payına düştüğü ölçüde ondan talep edilebilir. Tüccar sermayesinin en saf ve diğer işlevlerle en az iç içe geçmiş şekilde göründüğü gerçek toptan ticaret alanında bile bunların tümü gerçekleşir. Taşıma şirketi sahibi, demiryolu yöneticisi ve armatör, birer “tüccar” değildir. Nitelikleri açısından bu gibi örnekler dışarıda bırakılacak olursa, ticari dolaşım maliyetleri aslında alım satım maliyetleridir. Bu maliyetler defter tutma, muhasebe, pazarlama, yazışma gibi unsurları içerir. Bunlar için gerekli olan değişmeyen sermaye, bürolardan, kâğıttan, posta ücretlerinden vb. oluşur. Diğer maliyetler ise, ücretli ticaret emekçilerinin kullanımı için yatırılan değişen sermayeden ibarettir. Tüm bu maliyetler, metaların kullanım değerlerinin üretimi sırasında değil, değerlerinin gerçekleştirilmesi sırasında ortaya çıkar; bunlar, saf dolaşım maliyetleridir. Dolaşım maliyetleri, ürünün iktisaden meta biçimine sahip olmasından kaynaklanır. Sanayici kapitalistlerin kendilerinin, metalarını birbirlerine doğrudan doğruya satmak için yitirdikleri emek-zaman (yani metaların dolaşım zamanı), söz konusu metalara kesinlikle hiçbir değer eklemez. O halde, aynı emek-zamanın sanayici kapitalist yerine tüccarın payına düşmesi nedeniyle farklı bir nitelik kazanmayacaktır. “Metaların (ürünlerin) paraya ve paranın metalara (üretim araçlarına) çevrilmesi, sanayi sermayesinin gerekli bir işlevi ve bu nedenle de, gerçekte yalnızca kişileşmiş, kendi bilincine ve iradesine sahip kılınmış sermaye olan kapitalistin gerekli bir işlemidir.” Ne var ki, bu işlevler ne değeri artırır ne de artı-değer üretir. Tüccar bu dolaşım işlemlerini gerçekleştirerek, bir başka ifadeyle üretken sermayenin dolaşım alanındaki işlevlerine aracılık etmeyi sürdürerek, yalnızca, sanayici kapitalistin yerini almış olur. “Bu işlemlerin gerektirdiği emek-zaman, sermayenin yeniden üretim sürecindeki gerekli işlemler için kullanılır, ama ek değer yaratmaz.” Tüccar bu işlemleri gerçekleştirmeseydi (dolayısıyla, bunların gerektirdiği emek-zamanı da kullanmasaydı), sanayi sermayesinin kesintiye uğramış olan dolaşım işlevini sürdüremezdi. Bu nedenle de, sanayici kapitalistler sınıfı tarafından üretilen kâr kütlesinden, ticari kapitalist olarak yatırmış olduğu sermayeyle orantılı bir pay da alamazdı. Tüccar kapitalistin, artı-değer kütlesinden pay almak, birikimini sermaye olarak değerlendirmek için, illa ki ücretli emekçi kullanması gerekmez. “İşletmesi ve sermayesi küçükse, kullandığı tek işçi kendisi olabilir. Ona yapılan ödemenin kaynağı, kârın, metaların satın alma fiyatları ile gerçek üretim fiyatları arasındaki fark sayesinde kendisine düşen kısmıdır.” Fakat tüccarın yatırdığı sermayenin hacmi küçükse, onun gerçekleştirdiği kârın, vasıflı bir işçiye ödenen ücretten daha yüksek olmaması, hatta ondan küçük olması mümkündür. Ayrıca, üretken kapitalistin yanında, ister ücret biçiminde ister her bir satıştan elde edilen bir kâr payı (komisyon, ikramiye) biçiminde olsun, küçük bir tüccardan daha yüksek gelir elde eden alıcılar, satıcılar, gezginler gibi doğrudan ticari aracıları faaliyet gösterir. Şayet söz konusu olan bağımsız tüccar ise, bu durumda o bağımsız bir kapitalist olarak ticari kârı tahsil eder. Diğer durumda ise, sanayici kapitalistin yardımcı elemanına, kârın bir kısmı ya işçi ücreti biçiminde ya da sanayici kapitalistin kârından orantılı bir pay biçiminde ödenir ve bu durumda sanayici patron hem sınai hem de ticari kârı cebine indirir. Ama dolaşım aracısının karşılığı ister ücret ister kâr payı şeklinde ödensin, bu durumların tümünde elde edilen gelirin tek kaynağı ticari kârdır. “Bunun nedeni, onun emeğinin değer yaratan bir emek olmamasıdır.” Dolaşım işleminin uzaması, sanayici kapitalist için, birincisi, üretim sürecinde kendi işlevini yerine getirmesini engellemesi ölçüsünde kişisel zaman kaybıdır. İkincisi, ürünün, dolaşım sürecinde para ya da meta biçiminde beklediği, yani değerlenmediği ve dolaysız üretim sürecinin kesintiye uğradığı bir süreçte daha uzun süre kalması demektir. Şayet dolaysız üretim sürecinin kesintiye uğramaması isteniyorsa, ya üretimin sınırlanması ya da üretim sürecinin sürekli olarak aynı ölçekte devam etmesi için daha fazla para- sermayenin yatırılması gerekir. Bu gibi durumlar, ya o zamana kadarki sermayeyle daha küçük bir kârın elde edilmesi ya da o zamana kadarki kârın elde edilebilmesi için daha fazla para-sermayenin yatırılması gerektiği anlamına gelir. “Sanayici kapitalistin yerini tüccar aldığında, tüm bunlar aynı kalır. Sanayici kapitalistin dolaşım sürecinde daha fazla zaman harcaması yerine, bu zaman tüccar tarafından harcanır.” Dolaşım için sanayici kapitalist yerine tüccar ek sermaye yatırmak zorunda kalır ve sanayi sermayesinin daha büyük bir kısmının sürekli olarak dolaşım sürecinde oyalanması yerine bir bütün olarak tüccarın sermayesi bu sürece hapsolur. Bu durumda sanayici kapitalist daha küçük bir kâr elde etmek yerine, kârının bir kısmını tümüyle tüccara bırakmak zorunda kalır. Tüccar sermayesi, gerekli sınırlar içinde kaldığı sürece, sermayenin işlevlerinin sanayici kapitalist ile tüccar arasında bölünmesi, sanayici kapitaliste şu avantajları sağlar: Dolaşım sürecinde kullanılan zaman ve dolayısıyla ek sermaye yatırımı azalır; toplam kârdan tüccara verdiği ticari kâr nedeniyle uğradığı kayıp, ticari işlemi kendisi yapsaydı uğrayacağı kayıptan küçük olur. Peki, ticari kapitalistin çalıştırdığı ücretli ticaret emekçilerinin durumu nedir? “Bir taraftan bakıldığında, bu tür bir ticaret işçisi, herhangi bir ücretli emekçi gibidir.” Birincisi, emek gücü, tüccarın gelir olarak harcanan parasıyla değil değişen sermayesiyle, dolayısıyla da kişiye özel hizmetler için değil sermayenin değerlenmesi için satın alınır. İkincisi, ticaret işçisinin emek gücünün değeri ve dolayısıyla onun ücreti, tüm diğer ücretli emekçiler için geçerli olduğu üzere, onun emeğinin karşılığıyla değil, onun özgül emek gücünün üretim ve yeniden üretim maliyetleriyle belirlenir. Bununla birlikte, sanayi sermayesi ile ticaret sermayesi arasında ve dolayısıyla sanayici kapitalist ile tüccar arasında var olan ayrımın aynısını, ticaret işçisi ile sanayi sermayesi tarafından üretim için çalıştırılan işçiler arasında da yapmak zorundayız. Tüccar sadece dolaşımın bir yürütücüsü olarak, değer de artı-değer de üretmez. Dolayısıyla, ticaret işlevlerini yerine getiren ticaret işçilerinin de tüccar için dolaysız olarak bir artı-değer yaratması olanaksızdır. Marx burada, üretken işçiler örneğinde varsayıldığı gibi ticaret işçisinin ücretinin de emek gücünün değeriyle belirlendiğini varsayar. Yani tüccarın, bu şekilde belirlenen ücretten kesinti yaparak zenginleşmediği, bir başka deyişle, yardımcı elemanlarını vb. dolandırarak zenginleşmediği varsayılır. Marx önemli bir hususa işaret eder. Ticaret işçileriyle ilgili olarak zorluk çıkaran şey, onların artı-değer üretmiyor olmalarına rağmen, kendi patronları için nasıl kâr ürettiklerinin açıklanması değildir. “Gerçekten de, bu soru, ticari kâr hakkındaki genel çözümlemeyle zaten cevaplanmış bulunuyor. Tüccar açısından da durum, sanayici kapitalistin metaların içinde saklı bulunan karşılığı ödenmemiş emeği satarak kâr elde etmesine benzer.” Tüccar, sanayici kapitaliste metalarda saklı bulunan karşılığı ödenmemiş emeğin tamamı için ödeme yapmaz. Fakat metaları satarken alıcıya bu kısım için de ödeme yaptırarak kâr elde eder. Ancak tüccar sermayesi ile artı-değer arasındaki ilişki, sanayi sermayesiyle artı-değer arasındaki ilişkiden farklıdır. Sanayi sermayesi, artı-değeri, başkalarının karşılığı ödenmemiş emeğine doğrudan doğruya el koyarak üretir. Tüccar sermayesi ise, bu artı-değerin bir kısmının sanayi sermayesinden kendisine aktarılmasını sağlayarak bir pay edinir. Hatırlanacağı gibi, yeniden üretim süreci dolaysız üretim süreci ile dolaşım sürecinin toplamından oluşur. Ticaret sermayesi, yeniden üretim sürecinde yalnızca üretilmiş değerleri gerçekleştirme işlevi sayesinde sermaye olarak iş görür ve bu nedenle toplam sermayenin ürettiği artı-değerden pay alır. Tüccar sermayesinin ticari emek gücü satın almak için yatırdığı değişen sermaye türü, sermaye olarak iş görmesini kendi satın alma ve satma işlerini yerine getirtmesine borçludur. İşte tam da bu yüzden ve bu yolla sanayi sermayesinin ürettiği artı-değerin bir kısmını elde eder. “Tek bir tüccarın kârının kütlesi, bu süreçte kullanabildiği sermaye kütlesine bağlıdır ve yardımcı elemanlarının karşılığı ödenmeyen emeği ne kadar büyükse, alıp satmak için kullanabileceği sermaye kütlesi o kadar fazla olur.” Tüccarın parasını sermaye haline getiren işlev, büyük ölçüde, çalıştırdığı işçiler tarafından yerine getirilir. Bu işçilerin karşılığı ödenmeyen emeği artı-değer yaratmaz, fakat tüccarın sattığı metalarda saklı artı-değerin bir kısmına el koymasını sağlar. Dolayısıyla ticaret işçisi bu dolayımla, ticaret sermayesi için kârın kaynağıdır. “Böyle olmasaydı, ticaret işi hiçbir zaman büyük ölçekli, kapitalist bir iş olarak yürütülemezdi.” Marx, tüccar sermayesinin kapitalizmdeki gerçekliğini gözler önüne sermek için bir irdelemede bulunur. “Her bir tüccar, yalnızca, kişisel olarak kendi emeğiyle devir yaptırabileceği kadar sermayeye sahip olsaydı, tüccar sermayesi sonsuza dek parçalanırdı; bu parçalanma, kapitalist üretim tarzının ilerlemesiyle birlikte üretken sermayenin daha büyük ölçeklerde üretim gerçekleştirmesi ve daha büyük kütlelerle iş görmesi oranında artardı. Dolayısıyla, bu ikisi arasındaki oransızlık büyürdü. Sermaye, üretim alanında ne oranda merkezileşirse, dolaşım alanında merkezilikten o oranda uzaklaşırdı.” Böyle bir durum olsaydı ne olurdu? Sanayici kapitalistin saf ticari giderleri muazzam ölçüde büyürdü, çünkü böyle bir durumda diyelim yüz tüccar yerine bin tüccarla iş yapmak zorunda kalırdı. Böylece, bağımsız iş gören tüccar sermayesinin sağladığı yararlar da büyük ölçüde kaybolurdu. Ayrıca, yalnızca saf ticari giderler artmakla kalmaz, depolama, gönderme vb. gibi öteki dolaşım giderleri de artardı. Toplam yeniden üretim süreci açısından bakıldığında, tüccar sermayesi, dolaşım sürecinde faal olan sanayi sermayesinin bir kısmının bağımsızlaşmış biçiminden başka hiçbir şey değildir. Bu nedenle, ticaret sermayesiyle ilgili bütün sorunlar, sanayi sermayesinin bir dalı olarak göründükleri biçimde formüle edilerek çözülmek zorundadır. Ticaret sermayesi, sürekli olarak dolaşım sürecinde ve sınai atölye yerine büro şeklinde iş görür. Dolayısıyla, tartışma konusu olan bu büro, ilk olarak ticari işi kendisi yürütüyormuş gibi sanayici kapitalistin kendi bürosunda incelenmelidir. “Bu büro, başından itibaren, sınai atölyeyle karşılaştırıldığında her zaman yok denecek kadar küçüktür. Bunun dışında, şunlar açıktır: Üretimin ölçeği ne kadar genişlerse, hem meta-sermaye şeklinde elde bulunan ürünü satmak hem de elde edilen parayı yeniden üretim araçlarına çevirmek ve tüm bunlar hakkındaki hesapları tutmak üzere, sanayi sermayesinin dolaşımı için sürekli olarak gerçekleştirilmesi gereken ticari işlemler de o kadar artar. Fiyatların hesaplanması, defterlerin tutulması, kasanın tutulması, haberleşme gibi faaliyetlerin tümü bu başlığın altına girer.” Üretim ölçeği ne kadar gelişirse, sanayi sermayesinin ticari işlemleri ve dolayısıyla değer ve artı-değerin gerçekleştirilmesine yönelik emek ve diğer dolaşım giderleri de, aynı oranda olmasa bile, o kadar büyür. Böylece, asıl büro personelini oluşturan ücretli ticaret emekçilerinin kullanılması gerekli hale gelir. Bunlar için yapılan harcama artı-değeri arttırmadan, sanayici kapitalistin harcamalarını ve yatırılması gereken sermaye kütlesini arttırır. Çünkü bu, sadece daha önce yaratılmış olan değerlerin gerçekleştirilmesi amacıyla kullanılan emek gücü için yapılan bir harcamadır. Artı-değer büyümeden yatırılan sermaye büyüdüğünden, bu türdeki tüm diğer harcamalar gibi bu harcama da kâr oranını azaltır. Bu yüzden sanayici kapitalist, tıpkı değişmeyen sermaye harcamalarında olduğu gibi, bu dolaşım maliyetlerini de en aza indirmeye çalışır. Marx, buradan çıkan önemli bir sonuca dikkat çeker. “Demek ki, sanayi sermayesinin kendi ücretli ticaret emekçileriyle ilişki kurma tarzı, ücretli üretken emekçileriyle ilişki kurma tarzıyla aynı değildir.” Diğer koşullar aynı kalırken, kullanılan üretken işçilerin (artı-değer üreten işçiler) sayısı ne kadar artarsa, üretim o kadar artar, artı-değer ya da kâr o kadar büyür. Buna karşılık, üretimin ölçeği ne kadar büyür ve gerçekleştirilmesi gereken değer ve dolayısıyla artı-değer ne kadar büyürse, büro maliyetleri, göreli olarak olmasa bile mutlak olarak o kadar artar ve bir tür işbölümüne neden olurlar. Büyüklükleri üretilen ve gerçekleştirilecek olan değerlerin miktarına bağlı olan ara işlemlerden oluşan ticari emeğin, söz konusu değerlerin göreli büyüklükleri ve miktarları üzerinde, doğrudan doğruya üretken olan emek gibi bir etkide bulunmaması ticari işlemlerin doğasından kaynaklanır. “Diğer dolaşım maliyetlerinin durumu da buna benzer. Çok fazla ölçmek, tartmak, paketlemek, taşımak için elde çok fazla şey olmalıdır; paketleme emeğinin, taşıma emeğinin vb. miktarı, bu etkinliklerin nesneleri olan metaların kütlesine bağlıdır.” Ticaret işçisi doğrudan doğruya artı-değer üretmez, ama bu işçinin ücreti onun emek gücünün değeriyle, yani onun üretim maliyetiyle belirlenir. “Bu emek gücünün, çabalama, güç harcama ve aşınıp yıpranma şeklindeki kullanımı ise, tüm diğer ücretli emekçiler için de geçerli olduğu üzere, hiçbir şekilde onun emek gücünün değeriyle sınırlanmaz. Bu nedenle, ücreti ile kapitalistin gerçekleştirmesine yardımcı olduğu kâr kütlesi arasında hiçbir zorunlu oran bulunmaz. Kapitaliste maliyeti ile ona kazandırdıkları, farklı büyüklüklerdir.” Ticaret işçisi karşılığı ödenmemiş emek harcaması ölçüsünde, kapitaliste doğrudan doğruya artı-değer yaratarak değil, fakat artı-değerin gerçekleştirilmesinin maliyetlerini azaltmasına yardımcı olarak kapitaliste kazandırır. “Ticaret işçisi, daha yüksek ücretler alan, emekleri hünerli emek olan ve ortalama emeğin üzerinde duran ücretli emekçiler arasında yer alır. Ne var ki, bu ücret, kapitalist üretim tarzının ilerlemesiyle birlikte, ortalama emeğe oranla bile düşme eğilimi gösterir.” Bunun birinci nedeni, büro içinde gelişen işbölümüdür ve bu işbölümü nedeniyle, onun iş yapma yeteneği yalnızca tek yanlı olarak gelişir. İkinci neden ise, kapitalist üretim tarzının öğretim yöntemlerini vb. pratik amaçlara yöneltmesi ölçüsünde, ön eğitimin, ticaret bilgisinin, yabancı dil bilgisinin vb. giderek daha hızlı, daha kolay, daha evrensel bir şekilde ve daha ucuza yeniden üretilmesidir. Halk eğitiminin yaygınlaşması, geçmişte bu tür işlere giremeyen ve daha kötü bir yaşam düzeyinde bulunan emekçilerin işe alınmasını mümkün kılar. Bu durum işçi arzını ve dolayısıyla rekabeti de artırır. Bu nedenle, kapitalist üretimin ilerlemesiyle birlikte bu işçilerin emek gücü genelde değer yitirir; çalışma yetenekleri artarken ücretleri düşer. Kapitalistler, gerçekleştirilecek olan değer ve kâr arttığında, bu işçilerin sayısını arttırırlar. Bu artış, hiçbir zaman artı-değerdeki artışın nedeni değil, daima onun bir sonucudur. Ticaret sermayesi açısından bakıldığında, ticari işlevler ve dolaşım maliyetleri, yalnızca bağımsızlaşmış biçimleriyle var olur. Böylece daha önce sanayici kapitalistin üretim yapılan atölyesinin dışında ele aldığımız büro, ticaret sermayesine ait olarak bağımsızlaşır. Büyük tüccar söz konusu olduğunda, sermayenin dolaşım maliyetleri biçiminde kullanılan kısmı, sanayicide olduğundan çok daha büyük görünür. Çünkü daha önce tek tek sanayici kapitaliste ait bürolarda yapılan ticari iş, şimdi pek çok sanayicinin işini kapsamak üzere tüccarların elinde toplanır. “Bu tüccarlar, dolaşım işlevlerinin sürmesini sağladıkları gibi, dolaşım maliyetlerindeki bundan kaynaklanan ek maliyetleri de karşılar.” Dolaşım maliyetleri sanayi sermayesine üretken olmayan maliyetler olarak görünür ve öyledirler. Aynı maliyetler, tüccara ise, yapılan işin büyüklükleriyle orantılı bir kâr kaynağı olarak görünür. Dolayısıyla ticaret sermayesi açısından dolaşım maliyetleri için yapılacak harcama, artı-değerden pay almasını sağlayan bir yatırımdır. Bu nedenle, onun satın aldığı ticaret emeği de bu payı almasını sağlayan bir emektir. (devam edecek)

2 Aralık 2024
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /17

kapital_c-3-on.png

Bölüm 18: Tüccar Sermayesinin Devri

Fiyatlar

Daha önceki bölümlerde üzerinde durulduğu üzere, sanayi sermayesinin devri kendi üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliğinden oluşur. Oysa tüccar sermayesinin devri yalnızca meta ve para başkalaşımlarını içerir. Marx, tüccar sermayesinin devri ve fiyatlar konusundaki analizine bir varsayımla başlar: “Burada, satın alma fiyatı ile satış fiyatı arasındaki farkın içinde yer alabilecek olan maliyetleri tümüyle göz ardı ediyoruz, çünkü bu maliyetler, şu aşamada, burada inceleyeceğimiz biçim üzerinde hiçbir değişikliğe yol açmaz.” Belirli bir tüccar sermayesinin devirlerinin sayısı, paranın yalnızca dolaşım aracı olarak yinelenen devirlerine benzer. Örneğin tüccarın 100 birimlik para-sermayesi on devir yaparsa, kendi değerinin on katı değere sahip metalar satın alır; ya da kendi değerinin on katı değere sahip (1000 birim değerinde) meta-sermayeyi piyasada realize etmiş olur. Paranın piyasada yalnızca dolaşım aracı olarak dolaşmasıyla, tüccar sermayesinin devri arasında bir fark vardır. Dolaşım aracı olarak paranın devrinde aynı para parçaları çeşitli ellerden geçerler ve bunların dolaşım hızları temelinde dolaşımdaki para parçaları kitlesi oluşur. Tüccar söz konusu olduğunda ise, tekrar tekrar kendi değeri tutarında meta-sermaye alıp satan ve tüccara tekrar tekrar “değer+artı-değer” olarak dönen şey onun para-sermayesidir. Sermaye devri olarak tüccar sermayesinin devrini karakterize eden şey budur. “Sürekli olarak, dolaşıma sürdüğünden daha fazla parayı dolaşımdan çeker. Bunun dışında, tüccar sermayesinin devrinin hızlanmasıyla (gelişkin bir kredi sisteminin varlığında paranın ödeme aracı olma işlevi de ağır basacağından), aynı para kütlesinin daha hızlı dolaşacağı da apaçıktır.” Meta ticareti sermayesinin yinelenen devri, hiçbir zaman, alım satımın yinelenmesinden başka bir anlama gelmez. Sanayi sermayesinin yinelenen devri ise, (tüketim süreci dahil olmak üzere) toplam yeniden üretim sürecinin belirli aralıklarla yinelenmesi ve yenilenmesi anlamına gelir. Bu durum tüccar sermayesine yalnızca dışsal bir koşul olarak görünür. Oysa tüccar sermayesinin hızlı bir şekilde devir yapabilmesi için, sanayi sermayesinin sürekli olarak piyasaya metalar sürmesi ve onları piyasadan geri çekmesi gerekir. “Genel olarak yeniden üretim süreci yavaşsa, tüccar sermayesinin devri de yavaş olur. Tüccar sermayesi, üretken sermayenin devrine aracılık ediyor olsa bile, bunu, yalnızca, onun dolaşım zamanını kısaltması ölçüsünde yapar. Sanayi sermayesinin devir zamanının bir başka engelini oluşturan üretim zamanı üzerinde doğrudan bir etkiye sahip değildir.” Üretken tüketimin oluşturduğu bu engel bir yana bırakılırsa, tüccar sermayesinin devri toplam bireysel tüketimin hızıyla ve hacmiyle sınırlanır. Çünkü meta-sermayenin tüketim fonuna dahil olan kısmının tümü bu hız ve hacme bağımlıdır. Ticaret dünyasında gerçekleşen spekülatif olaylar bir yana bırakılacak olursa, tüccar sermayesi, birincisi, üretken sermaye için M-P evresini kısaltır. “İkincisi, modern kredi sisteminin varlığında, tüccar sermayesi, toplumun toplam para-sermayesinin büyük bir kısmını elinin altında bulundurur ve böylece daha önce satın alınmış olanların nihai satışlarından önce alımlarını yineleyebilir.” Kapitalizm geliştiğinde verili her tür sınırın ötesine taşabilen yeniden üretim sürecinin muazzam esnekliği sayesinde, üretimin kendisi tüccar sermayesinin önüne herhangi bir engel çıkarmaz ya da yalnızca çok esnek bir engel çıkarır. “Tüccar sermayesinin hareketi, bağımsızlaşmasına rağmen, hiçbir zaman, sanayi sermayesinin dolaşım alanındaki hareketinden başka bir şey değildir. Ama tüccar sermayesi, bağımsızlaşması sayesinde, belirli sınırlar içinde, yeniden üretim sürecinin engellerinden bağımsız şekilde hareket eder ve bu nedenle, yeniden üretim sürecini, bu sürecin sınırlarının bile ötesine sürükler.” Dolayısıyla tüccar sermayesinin bağımsızlaşması durumu (dışsal bağımsızlık), onun sanayi sermayesine içsel bağımlılığını ortadan kaldırmaz. Bu içsel bağımlılık bazen onun hareketini, zor yoluyla yani bir bunalım aracılığıyla dengenin yeniden kurulacağı bir noktaya kadar kısıtlar. “Bunalımların kendilerini ilk gösterdikleri ve patlak verdikleri yerin, dolaysız tüketimle ilgili olan perakende ticaret alanı değil, toptan ticaret ve toplumun para-sermayesini toptan ticaretin hizmetine sunan bankacılık alanları olması görüngüsü bu nedenle ortaya çıkar.” Sanayici kapitalistler, ihracatçılar, ithalatçılar ve toptancı tüccarlar arasında cereyan eden alım satımları düşündüğümüzde, metaların görünmeyen herhangi bir noktada satılmamış olarak durmakta olduğunu da hesaba katmamız gerekir. Bazen, “tüm üreticilerin ve aracı tüccarların stokları adım adım aşırı birikme noktasına varır. Kısmen sanayici kapitalistin bir dizi başka sanayici kapitalisti harekete geçirmesi, kısmen de eksiksiz şekilde istihdam ettikleri işçilerin her zamankinden daha fazla para harcayabilmeleri nedeniyle, tüketim, genellikle tam da bu sırada en yüksek düzeyine ulaşmış olur. Kapitalistlerin gelirleriyle birlikte harcamaları da artar.” Ayrıca, değişen sermaye ile değişmeyen sermaye arasında sürekli bir dolaşım gerçekleşir. Bu dolaşım bireysel tüketime katılmasa da, yine de bireysel tüketimle kesin olarak sınırlanır. Değişmeyen sermaye üretimi hiçbir zaman kendi başına bir amaç değildir, yalnızca, ürünleri bireysel tüketime dahil olan üretim alanlarında daha fazla değişmeyen sermayeye gereksinim duyulduğu için bu üretim yapılır. “Gelecekteki talebin kışkırttığı bu dolaşım bir süre boyunca sarsıntısız bir şekilde devam edebilir ve bu nedenle söz konusu dallarda tüccarların ve sanayicilerin işleri tıkırında gidebilir. Uzak piyasalara satış yapan (ya da yurt içindeki stokları da birikmiş olan) tüccarlara para geri dönüşleri, bankaların ödeme baskısı yapmasına ya da satın alınmış metalar karşılığında verilen borç senetlerinin vadelerinin bu metaların yeniden satılmasından önce dolmasına yol açacak kadar yavaş ve seyrek hale gelir gelmez bunalım patlak verir. O zaman, ödeme yapabilmek için zoraki satışlar ve indirimli satışlar başlar. Ve böylece, görünüşteki gönenci birdenbire sona erdiren çöküş gerçekleşir.” Tüccar sermayesinin devri, yalnızca birkaç sanayi sermayesinin devirlerine eş zamanlı ya da arka arkaya aracılık etmekle kalmaz, aynı zamanda meta-sermayenin başkalaşımının M-P ve P-M şeklindeki karşıt evrelerini de hızlandırabilir. Bir metanın üretim fiyatı küçükse, kâr oranı belliyken, tüccarın bu daha ucuz metanın belirli miktarı üzerinden elde edeceği kârın tutarı da küçük olur; tersi olursa tersi olur. Bu bağlamda sonuç, tümüyle, tüccarın onun metalarıyla ticaret yaptığı sanayi sermayesinin üretkenliğinin daha büyük ya da daha küçük olmasına bağlıdır. Marx burada, 1602 yılında kurulan ve Hollanda hükümetinden Doğu Hindistan’la ticaret yapma tekelini alan Hollanda Doğu Hindistan Şirketinin oluşturduğu tekel durumuna değinir. Burada olduğu gibi, tekelci tüccarın aynı zamanda üretim üzerinde de tekel oluşturduğu örnekler vardır. Bu gibi örnekler dışında, metaların az ya da çok satılmasına veya satış fiyatına tüccarın karar vereceğini düşünmekten daha saçma bir şey olmayacaktır. İşin gerçeğinde, tüccarın meta satış fiyatının iki sınırı vardır. Birincisi, metanın tüccarın belirlemediği üretim fiyatı; ikincisi, yine onun belirlemediği ortalama kâr oranı. “Onun karar vereceği, ama kullanabileceği sermayenin büyüklüğünün ve başka koşulların da etkide bulunacağı tek şey, pahalı metaların mı yoksa ucuz metaların mı ticaretini yapmak istediğidir. Dolayısıyla, tüccarın nasıl hareket edeceği, onun keyfine değil, sadece ve sadece, kapitalist üretim tarzının gelişmişlik derecesine bağlıdır.” Örneğin üretim tekeline sahip olan eski Hollanda Doğu Hindistan Şirketi, kapitalist üretimin başlangıç dönemlerine karşılık gelen ticaret tekeli durumunu, tümüyle değişmiş koşullarda da sürdürmeyi hayal edebilmiştir. Fakat rakip ülkelerle mücadele ve Hollanda’nın eski gücünün ve siyasal öneminin gerilemesi nedeniyle 1798’de tasfiye edilmiştir. Kârın kaynağı örneğinde olduğu gibi, salt ticaretin bakış açısından ve tüccara özgü önyargıdan kaynaklanan çeşitli yanlış düşünceler vardır. Satış fiyatının belirlenmesi konusundaki yaygın önyargı da, çeşitli nedenler sayesinde varlığını sürdürür. Marx kısaca bu nedenlere değinir. Bunlardan biri, rekabet olgusu ve örneğin bir tüccarın rakiplerini piyasadan atmak için daha ucuza satış yapmasıdır. Bir diğeri, aslında tüccarın belirlemediği fakat neticede ona yarayan bir durumdur. Şöyle ki, üretim fiyatları emeğin artan üretici gücü nedeniyle düşerse, mevcut piyasa satış fiyatları ortalama kârdan daha fazlasını getirir. Ayrıca, “bir tüccar, daha büyük bir sermayenin daha hızlı bir şekilde devir yapmasını sağlamak için satış fiyatını indirebilir (bu da hiçbir zaman fiyata eklediği olağan kârı indirmesinden başka bir anlama gelmez)”. İşte bunların tümü, yalnızca tüccarların kendi aralarındaki rekabetle ilgili olan şeylerdir. “Her bir meta miktarının fiyatı, bunun değere karşılık gelmesi ölçüsünde, söz konusu metalarda nesnelleşmiş olan emeğin toplam miktarıyla belirlenir. Çok sayıda metada az miktarda emek nesnelleşirse, tek bir metanın fiyatı düşük ve onun içinde saklı bulunan artı-değer küçük olur.” Varsayımımıza göre fiyat o metanın toplam değerine eşittir. Bir metada cisimleşmiş olan emeğin karşılığı ödenmiş ve karşılığı ödenmemiş emeğe ne şekilde bölündüğünün ise metanın fiyatıyla hiçbir ilgisi bulunmaz. Ticari satış fiyatı söz konusu olduğunda üretim fiyatı verilidir ve ticarete dışsal bir ön koşuldur. Marx, ticari meta fiyatlarının geçmiş dönemlerde daha yüksek olduğunu belirtir. Bunun nedenlerinden biri, üretim fiyatlarının yüksekliği yani emeğin üretken olmamasıdır. Bir diğer neden, tüccar sermayesinin, henüz sermayelerin genel bir hareketliliğinin ve dolayısıyla genel bir kâr oranının oluşmadığı dönemlerde, daha yüksek bir artı-değer payını kendisine çekebilmesidir. “Dolayısıyla, bu durumun sona ermesi, iki açıdan bakıldığında da, kapitalist üretim tarzının gelişmesinin sonucudur.” Tüccar sermayesinin devirleri, farklı ticaret dallarında daha uzun ya da daha kısa sürer. “Aynı ticaret dalları içinde, devir, iktisadi çevrimin farklı evrelerinde daha hızlı ya da daha yavaş olur. Ama deneyimlerle bulunan belirli bir ortalama devir sayısı vardır.” Tüccar sermayesinin devri, sanayi sermayesininkinden farklıdır ve bu da konunun doğasından kaynaklanır. Ayrıca, tüccar sermayesinin devrinin, kârın ve fiyatın belirlenmesiyle ilişkisi de farklıdır. Sanayi sermayesinin devri, yeniden üretimin belirli aralıklarla yinelenmesini ifade eder ve belirli bir süre içinde piyasaya sürülen metaların miktarına bağlıdır. Ayrıca, devir zamanı üretim sürecinin hacmi üzerinde etkide bulunduğundan, değer ve artı-değer oluşumunu etkisi oranında sınırlandırır. Bu nedenle, devir, yıllık olarak üretilen artı-değer kütlesinin belirlenmesinde ve dolayısıyla da genel kâr oranının oluşumunda sınırlandırıcı bir rol oynar. Oysa ortalama kâr oranı tüccar sermayesi için verili bir büyüklüktür. “Tüccar sermayesi, kârın ya da artık değerin yaratılmasına doğrudan doğruya katılmaz ve genel kâr oranının oluşumunda, yalnızca, sanayi sermayesinin ürettiği kâr kütlesinden toplam sermayedeki kendi payıyla orantılı bir pay alması ölçüsünde, belirleyici bir rol oynar.” Bir sanayi sermayesinin devir sayısı ne kadar büyük olursa, oluşturduğu kâr kütlesi de ve kâr oranı da o kadar büyük olur. Tüccar sermayesinde ise durum farklıdır. Tüccar sermayesi için kâr oranı, bir yandan sanayi sermayesinin ürettiği kârın kütlesiyle, diğer yandan toplam ticaret sermayesinin göreli büyüklüğüyle belirlenir. Tüccar sermayesinin devirlerinin sayısı, onun toplam sermayeyle ilişkisi ya da dolaşım için gerekli olan tüccar sermayesinin göreli büyüklüğü üzerinde belirleyici bir etkide bulunur. Tüccar sermayesinin ortalama devrini kısaltan koşullar (örneğin ulaştırma araçlarının gelişmesi), tüccar sermayesinin mutlak büyüklüğünü o miktarda azaltır ve bu nedenle genel kâr oranını yükseltir. Tersi olursa, tersi olur. Geçmiş koşullarla karşılaştırıldığında, gelişmiş bir kapitalist üretim tarzı tüccar sermayesi üzerinde iki şekilde etkide bulunur. Birincisi, tüccar sermayesinin hızlı devri ve yeniden üretim sürecinin bunu mümkün kılan daha yüksek hızı nedeniyle tüccar sermayesinin sanayi sermayesine oranı küçülür. İkincisi, kapitalist üretim tarzının gelişimiyle birlikte her tür üretim meta üretimine dönüşür ve dolayısıyla tüm ürün dolaşım aracılarının eline geçer. Oysa eski üretim tarzlarında ticaret sermayesi devir yaptırdığı meta-sermayeye oranla daha büyük olmasına karşın mutlak olarak daha küçüktür. Çünkü toplam ürünün çok küçük bir kısmı meta olarak üretilir ve dolayısıyla tüccarların eline geçen toplam meta miktarı daha küçüktür. Kapitalist üretim tarzı geliştikçe daha büyük miktarda meta kütlesi üretilirve tahıl örneğinde olduğu gibi üretimin giderek daha büyük bir bölümü ticarete konu olur. “Ayrıca, bunun bir sonucu olarak, yalnızca tüccar sermayesinin kütlesi değil, dolaşıma (gemi taşımacılığına, demiryollarına, telgraf sistemlerine vb.) yatırılmış olan tüm sermaye büyür.” Tüccar sermayesinin toplam sermayeye oranla büyüklüğü verili kabul edildiğinde, farklı ticaret dallarındaki devirlerin farklılığı tüccar sermayesine düşen toplam kârın büyüklüğü ve genel kâr oranı üzerinde etkide bulunmaz. Tüccarın kârı, devir yaptırdığı meta-sermayenin kütlesiyle değil, söz konusu devre aracılık etmek için yatırdığı para-sermayenin büyüklüğüyle belirlenir. “Böyle olmasaydı, tüccar sermayesi, devirlerinin sayısına oranla, sanayi sermayesine göre çok daha yüksek bir kâr elde ederdi ve bu da genel kâr oranı yasasıyla çelişirdi.” Önemli nokta şu ki, tüccar sermayesinin farklı ticaret dallarındaki devirlerinin sayısı metaların ticari fiyatlarını doğrudan doğruya etkiler. Belirli bir ticari sermayenin kârının tek bir metanın üretim fiyatına düşen payı, farklı iş dallarındaki tüccar sermayelerinin devirlerinin sayısıyla ya da devir hızlarıyla ters orantılıdır. “Dolayısıyla, farklı ticaret dallarındaki aynı ticari kâr yüzdesi, bunların devir zamanlarındaki farklılıklara bağlı olarak, metaların satış fiyatlarını, söz konusu metaların değerlerine göre çok farklı oranlarda yükseltir.” Buna karşılık, sanayi sermayesinde devir zamanı, sömürülen emek gücü miktarını değiştirdiği için, verili bir sermayenin verili bir zamanda ürettiği değerlerin ve artı-değerlerin miktarını etkiler. Fakat üretilmiş olan tek tek metaların değer büyüklüklerini hiçbir şekilde etkilemez. Bazı durumlarda bazı metaların üretim fiyatları değerlerinden sapmış olsa da, bir bütün olarak üretim sürecine, toplam sanayi sermayesinin ürettiği meta kütlesine bakılır bakılmaz, genel yasanın doğrulandığı görülür. Marx sanayi ve ticari sermayelerin devir zamanlarının detaylı şekilde incelenmesinden sonra ulaşılan sonucu vurgular. “Demek ki, devir zamanının sanayi sermayesindeki değer oluşumu üzerindeki etkisinin daha yakından incelenmesi, bizi, metaların değerlerinin içerdikleri emek-zamanla belirlendiği şeklindeki genel yasaya ve ekonomi politiğin temeline geri götürür.” Oysa tüccar sermayesinin devirlerinin ticari fiyatlar üzerindeki etkisi, şayet ara bağlantılar çok kapsamlı bir şekilde çözümlenmezse, fiyatların tümüyle keyfi bir şekilde belirlendiği yanlışına çıkarır. Zaten, yeniden üretim süreci hakkındaki tüm yüzeysel ve çarpık görüşler, tüccar sermayesinin kendine özgü hareketlerinin tüccarların kafalarında uyandırdığı yanlış düşüncelerden kaynaklanır. Kapitalist üretimin gerçek iç bağlantılarının çözümlenmesi zor ve karmaşık bir iştir. Örneğin, “değerin ve artık değerin sınırları veriliyse, sermayeler arasındaki rekabetin değerleri üretim fiyatlarına ve sonrasında ticari fiyatlara, artık değeri de ortalama kâra nasıl dönüştürdüğünü anlamak kolaydır. Ama bu sınırların yokluğunda, rekabetin genel kâr oranını neden şu yerine bu sınıra, örneğin %1500 yerine %15’e indirdiği hiçbir şekilde anlaşılamaz. Rekabet, onu sadece bir düzeye indirebilir. Ama bu düzeyin kendisini belirlemesini sağlayabilecek olan hiçbir öğe barındırmaz.” Kapitalist işleyişin çözümlenmesinin devasa zorluğu karşısında yüzeysel ve çarpık düşüncelere sapanların durumunu ne güzel açıklar Marx. “Eğer, okurun acı çekerek farkına vardığı üzere, kapitalist üretimin gerçek, iç bağlantılarının çözümlenmesi, çok karmaşık bir şey ve çok kapsamlı bir işse; eğer sadece göze göründüğü biçimiyle yüzeydeki bir hareketin içsel olan gerçek harekete indirgenmesi bilimin bir eseriyse, kapitalist üretim ve dolaşım aracılarının kafalarında, üretim yasaları hakkında, söz konusu yasalardan tümüyle sapan ve sadece görünürdeki hareketin bilinçli ifadeleri olan düşüncelerin oluşmak zorunda kalacağı apaçıktır. Bir tüccarın, bir borsa spekülatörünün, bir bankacının düşünceleri kaçınılmaz olarak tümüyle çarpıktır. Fabrikatörlerin düşünceleri ise sermayelerinin tabi olduğu dolaşım eylemleri ve genel kâr oranının eşitlenmesi tarafından bozulur. Rekabet de bu kişilerin kafalarında tümüyle çarpık bir rol oynar.” (devam edecek)

1 Ocak 2025
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /18

kapital_c-3-on.png

Bölüm 19: Para Ticareti Sermayesi

Paranın ve meta ticareti sermayesinin sanayi sermayesine ait dolaşım sürecinde gerçekleştirdiği teknik hareketler, kapitalist gelişme ilerledikçe özel bir sermaye türünün işlevleri olarak bağımsızlaşır. Böylece bu özel sermaye türü, para ticaretiyle uğraşan sermaye şeklini almış olur. Bu durumda sanayi sermayesinin ve meta ticareti sermayesinin bir kısmı, söz konusu teknik işlevleri yerine getiren para-sermaye olarak var olur. “Toplam sermayenin belirli bir bölümü, tek kapitalist işlevi tüm sanayici ve tüccar kapitalistler için bu işlemleri gerçekleştirmek olan para-sermaye biçiminde kendisini ayırır ve bağımsızlaşır.” Para biçimindeki sermaye, yalnızca sermaye yeni yatırılıyorsa ve sermayenin yeni yatırılıyor olması ölçüsünde hareketin başlangıç noktası ve bitiş noktası olarak görünür. Fakat dolaşım sürecinde iş görmekte olan bütün sermayeler için, başlangıç noktası da bitiş noktası da yalnızca meta-para dönüşümünde birer geçiş noktası olarak görünür. Bir kez işe koyulmuş olup işlemlerini sürdüren bir ticaret sermayesi için gerçek süreç her zaman M-P-M' şeklindedir. Ticaret sermayesi, aynı anda hem M-P hem de P-M işlemlerini gerçekleştirir. Bunun anlamı, yalnızca, bir sermaye P-M aşamasındayken bir başkasının M-P aşamasında bulunmasından ibaret değildir. “Aksine, üretim sürecinin sürekliliği nedeniyle, aynı sermaye eş zamanlı olarak durmadan alır ve durmadan satar; söz konusu sermaye, her zaman, aynı anda her iki aşamada birden bulunur.” Marx, burada paranın dolaşım aracı olarak mı yoksa ödeme aracı olarak mı iş göreceği hususunun meta mübadelesinin biçimine bağlı olduğunu belirtir. “Her iki durumda da, kapitalist, sürekli olarak çok sayıda kişiye para ödemek ve sürekli olarak çok sayıda kişiden para tahsil etmek zorundadır. Para ödeme ve para tahsil etme şeklindeki bu tümüyle teknik işlem başlı başına bir iştir ve paranın ödeme aracı olarak iş görmesi ölçüsünde, bilanço hesaplamalarını, denkleştirme faaliyetlerini gerekli kılar. Bu iş, değer yaratan bir iş değil, bir dolaşım gideridir.” Bu iş zamanı, gerekli araçlar eşliğinde ayrı bir grup kapitalist tarafından geriye kalan kapitalistler adına yürütülmek suretiyle kısaltılmış olur. Hatırlanacağı üzere, sermayenin belirli bir kısmı sürekli olarak gömü biçiminde, yani potansiyel para-sermaye biçiminde elde bulunmak zorundadır. Bu atıl sermaye gerektiğinde satın almalar ve ödemeler için kullanılır. Potansiyel sermaye bu temelde sürekli olarak dolaşım araçlarına ve ödeme araçlarına çevrilirken, satışlar sırasında elde edilen paralarla ve vadesi gelen ödemelerle de sürekli olarak yeniden oluşturulur. “Sermayenin para biçiminde var olan kısmının sermaye işlevinin kendisinden ayrı bir şekilde gerçekleşen bu sürekli hareketi, bu tümüyle teknik işlem, ayrı bir işin ve ayrı maliyetlerin (dolaşım maliyetlerinin) varlığına yol açar.” Sermayenin işlevlerinin gerekli kıldığı bu teknik işlemler, kapitalistler sınıfının bütünü için yerine getirilmek üzere, işbölümü temelinde, aracılardan ya da kapitalistlerden oluşan bir kesimin tek başına üstlendiği işlevler haline gelir. Tüccar sermayesinde olduğu gibi burada da iki anlamda işbölümü vardır. Söz konusu iş ayrı bir iş haline gelir ve tüm sınıfın para mekanizması için yerine getirildiği için yoğunlaşır, daha büyük ölçekte yürütülür. Böylece ardından, hem birbirlerinden bağımsız farklı dallara bölünme yoluyla hem de söz konusu dallarda işyerlerinin oluşumu (büyük bürolar, çok sayıda muhasebeci, kasadar ve alabildiğine geniş bir işbölümü) yoluyla daha da ileri bir işbölümü gerçekleşir. Para ödeme, tahsil etme, bilançoların denkleştirilmesi, cari hesapların tutulması, paranın saklanması gibi bütün bu işler, bu teknik işlemleri gerekli kılan faaliyetlerden ayrılarak, bu işlevler için yatırılmış sermayeyi para ticareti sermayesi haline getirir. Bağımsızlaşmış para ticareti işletmelerini ortaya çıkaran farklı işlemler, para-sermayenin farklı kullanım amaçlarından ve işlevlerinden kaynaklanır. Para ticareti ilk olarak uluslararası ticarette ortaya çıkıp gelişir. “Farklı ulusal sikkeler ortaya çıkar çıkmaz, yabancı ülkelerde satın alımda bulunan tüccarların kendi ulusal sikkelerini yerel sikkelere çevirmeleri ve bunun tersini yapmaları ya da farklı sikkeleri dünya parası olarak sikke haline getirilmemiş saf gümüş ya da altına çevirmeleri gerekir.” İşte, modern para ticaretinin doğal temellerinden biri olan kambiyo işi (farklı ülkelerin paralarının birbirine çevrilmesi işi) bu nedenle ortaya çıkmıştır. Marx eski dönemleri hatırlatır. Şöyle ki, ticaretin yapıldığı her yerde yerel sikkelerin kullanılabilmesi için ticari işletmelere gereksinim duyulmuştur. Bu temelde, kambiyo işleri, sikkeye dönüştürülmemiş değerli metallerin yerel sikkelere çevrilmesi ve bunun tersi çok yaygın ve kazançlı işler haline gelmiştir. Kambiyo bankası, adını kambiyo senedinden değil, farklı para türlerinin takas edilmesinden almıştır. Kambiyo bankalarının kurulmasından çok önce bile Hollanda’nın ticaret şehirlerinde sarraflar ve kambiyo büroları vardır. Bu sarrafların işi, yabancı tüccarlar tarafından ülkeye getirilmiş olan çok sayıdaki farklı sikke türlerini resmi geçerliliği olan sikkelerle takas etmektir. Bunların faaliyet alanları zaman içinde genişlemiş ve bu sarraflar kendi dönemlerinin kasadarları ve bankacıları olmuşlardır. Ama Amsterdam hükümeti kasadarlık faaliyetleri ile kambiyoculuğun birleşmesini tehlikeli bulmuş ve bu tehlikeyle baş etmek için, hem kambiyoculuğu hem de kasadarlık işlerini resmi yetkiyle yürütecek olan büyük bir kuruluşun oluşturulmasına karar vermiştir. Böylece, 1609 yılında ünlü Amsterdam Kambiyo Bankası kurulmuştur. Venedik, Cenova, Stockholm, Hamburg kambiyo bankaları da ortaya çıkışlarını para türlerinin sürekli olarak birbirlerine çevrilmesi zorunluluğuna borçludur. Aktardığı tarihi bilgilerden sonra Marx önemli bir hususu vurgular. “Sadece bir ülkedeki sarrafın bir başka ülkedeki sarrafa yönelik olarak yolcular için ödeme emirleri çıkarması şeklindeki kambiyoculuk, daha Roma’da ve Yunanistan’da bile, gerçek kambiyoculuğun ürünü olarak ortaya çıkmıştı.” Lüks malların yapımının hammaddesi olan altının ve gümüşün alınıp satılması, değerli külçe ticaretinin ya da dünya parası olarak paranın işlevlerine aracılık eden ticaretin doğal temelidir. Bu işlevler ikiye ayrılır: “Bir yandan, uluslararası ödemelerin denkleştirilmesi için ve faiz arayışındaki sermayenin göçleri sırasında, farklı ulusal dolaşım alanlarındaki gidiş gelişler; diğer yandan, değerli metallerin üretim kaynaklarından başlayıp dünya pazarı aracılığıyla gerçekleşen hareketi ve arzın farklı ulusal dolaşım alanlarına dağılması. İngiltere’de, 17. yüzyılın büyük bölümünde kuyumcular hâlâ bankerlik işlevlerini yerine getiriyordu.” Dünya parasıolma niteliği kazanan ulusal para yerel karakterinden sıyrılır ve bir ulusal para bir başkasıyla ifade edilir. Böylece bu paraların tümü altın ya da gümüş cinsinden içeriklerine indirgenir. Altın ve gümüşün de, dünya parası olarak dolaşan iki meta olarak, durmadan değişen karşılıklı değer oranlarına indirgenmesi gerekir. “Para tüccarı, bu aracılığı kendi özel işi haline getirir. Dolayısıyla kambiyoculuk ve değerli külçe ticareti para ticaretinin başlangıçtaki biçimleridir ve paranın iki işlevinden kaynaklanırlar: ulusal sikke olarak para ve dünya parası olarak para.” Marx, ticaretin daha kapitalizm öncesinde de olduğu gibi, kapitalist üretim tarzında doğurduğu sonuçları vurgular. Bu sonuçlardan birincisi, paranın gömü olarak biriktirilmesidir. Kuşkusuz kapitalizmde bu, sermayenin ödeme ve satın alma araçlarının bir rezerv fonu olarak her zaman para biçiminde elde bulunması gereken kısmının biriktirilmesidir. “Gömünün, kapitalist üretim tarzı içinde yeniden ortaya çıkarken ve genel olarak ticaret sermayesinin gelişimi sırasında en azından bu sermaye için aldığı ilk biçim budur. Her ikisi de hem yurt içindeki dolaşım hem de uluslararası dolaşım için geçerlidir. Bu gömü sürekli olarak akıcıdır, hiç durmadan dolaşıma akar ve hiç durmadan ondan geri döner. Gömünün ikinci biçimi ise, yeni biriktirilmiş ve henüz yatırılmamış olan para-sermaye de dahil olmak üzere, atıl duran, o an için kullanılmayan para biçimindeki sermayedir. Bu şekildeki bir gömü oluşumunun gerekli kıldığı işlevler, saklama, muhasebe vb. ile başlar.” Söz konusu sonuçlardan ikincisi, satın alma sırasında paranın harcanması ve satış sırasında tahsil edilmesi; ödemelerin yapılması ve alınması, ödemelerin denkleştirilmesi vb. şeklindedir. “Para tüccarı, başlangıçta tüm bunları basit bir kasadar olarak tüccarlar ve sanayici kapitalistler için yapar.” Marx’ın burada aktardığı tarihi bilgiden öğrendiğimize göre, kasadarlık kurumu başlangıçtaki bağımsız karakterini belki de hiçbir yerde Hollanda’nın ticaret şehirlerindeki kadar bozulmamış şekilde korumamıştır. Ayrıca, kasadarlığın işlevleri, kısmen, eski Amsterdam Kambiyo Bankası’nın işlevleriyle örtüşür. Fakat asıl kasadarlık işi, ödemelere aracılık edilmesidir. Bu nedenle, sınaî girişimler, spekülasyonlar ve sınırsız kredilerin açılması bu işin kapsamına girmez. Marx’ın Alman tarihçi Hüllmann’dan aktardığı üzere: “Altın ve gümüş külçelerinin taşınmasının başka yerlere göre daha zahmetli olduğu Venedik’te, gereksinimler ve yerel özellikler, bu şehirdeki büyük tüccarları uygun güvenliğe, denetime ve yönetime sahip banka birlikleri kurmaya yöneltti; bu birliklerin üyeleri, belirli tutarları yatırıyor, bunlara dayalı olarak alacaklıları için ödeme talepleri veriyordu; ardından, ödenmiş olan tutar, borçlu için tutulan defterin ilgili sayfasında hesaptan düşülüyor ve alacaklının defterdeki hesabına ekleniyordu. Ciro bankaları denen kurumların ilk ortaya çıkışı bu şekilde olmuştu. Bu birlikler gerçekten de eskidir.” Bir ülkeden bir başkasına altın ya da gümüş aktarılması şeklinde gelişen külçe ticareti ise, kambiyo kuruyla belirlenen meta ticaretinin sonucundan başka bir şey değildir. Külçe tüccarları bu temelde sonuçlara aracılık etmekten başka bir şey yapmazlar. Para malzemesinin (altın ve gümüş) üretim kaynaklarından elde edilmesine gelince, bu doğrudan doğruya meta olarak altının ve gümüşün başka metalar ile değişimi yoluyla olur. “Dolayısıyla, tıpkı demirin ya da başka metallerin elde edilmesi gibi, bunun kendisi de meta mübadelesinin bir uğrağıdır.” Ama değerli metallerin dünya pazarındaki hareketlerine gelince, nasıl ki paranın yurt içindeki satın alma ve ödeme aracı olarak hareketi yurt içindeki meta mübadelesiyle belirleniyorsa, bu hareket de tümüyle aynı şekilde uluslararası meta mübadelesiyle belirlenir. Fakat değerli metallerin bir ulusal dolaşım alanından diğerine giriş-çıkışları, ulusal paradaki değer kaybı ya da çifte standart uygulanması neticesinde meydana gelmişse, para dolaşımına yabancı şeylerdir ve sapmaların devlet kararnameleri ile düzeltilmesini temsil ederler. Son olarak, değerli metaller ister iç isterse dış ticaret için olsun, satın alma ya da ödeme araçlarından oluşan rezerv fonlarını temsil ettiği kadarıyla bir gömü oluştururlar. Bu gömü her iki durumda da dolaşım sürecinin zorunlu bir tortusundan başka bir şey değildir. Hacmiyle, biçimleriyle ve hareketleriyle tüm para dolaşımı, meta dolaşımının bir sonucundan başka bir şey değildir. Kapitalist bakış açısına göre, meta dolaşımı sadece sermayenin dolaşım sürecini temsil eder. Para ticareti, meta dolaşımının sonucundan ibaret olan para dolaşımına aracılık etse de, işlevi onun ötesine geçer. “Onun aracılık ettiği şeyler, meta dolaşımının, onun tarafından yoğunlaştırılan, kısaltılan ve basitleştirilen teknik işlemleridir.” Tüm kapitalistler sınıfı için yönetildiklerinde, satın alma ve ödeme araçlarından oluşan rezerv fonlarının, her bir kapitalist tarafından ayrı olarak yönetilecekleri durumdaki kadar büyük olmaları gerekmez. İşte para ticareti, gömü oluşturmak yerine, isteğe bağlı gömü oluşumunu iktisadi açıdan mümkün olan en düşük düzeyine indirmenin teknik araçlarını sağlar. Para ticareti değerli metalleri satın almak yerine onların dağıtımına aracılık eder. Para ticareti, paranın ödeme aracı olarak iş görmesi ölçüsünde, bilançoların denkleştirilmesini kolaylaştırır. Bu denkleştirmeler aracılığıyla bunlar için gerekli olan para kütlesini azaltır; ama karşılıklı ödemelerin bağlantılarını da hacimlerini de belirleyemez. Örneğin bankalarda ve takas odalarında karşılıklı olarak mübadele edilen poliçeler ve çekler tümüyle bağımsız işleri temsil eder. Bunlar verili işlemlerin sonuçlarıdır ve burada söz konusu olan tek şey, söz konusu sonuçların teknik açıdan daha iyi şekillerde denkleştirilmesidir. “Para, satın alma aracı olarak dolaşıyorsa, alımların ve satışların hacimleri ve sayıları para ticaretinden tümüyle bağımsızdır.” Para ticareti ise, yalnızca, alımlarla ve satışlarla bir arada gerçekleşen teknik işlemleri kısaltabilir ve bu sayede metaların devri için gerekli olan nakit para miktarını azaltabilir. Marx burada saf, yani kredi sisteminden ayrı biçimiyle para ticaretini ele almıştır. Bu şekliyle para ticareti, yalnızca meta dolaşımının bir uğrağı olan para dolaşımının tekniğiyle ve paranın bundan kaynaklanan farklı işlevleriyle ilgilidir. Bu durum para ticaretini meta ticaretinden özsel olarak ayırır. Meta ticareti sermayesi, paranın iki kez el değiştirmesi ve böylece metanın iki kez yer değiştirip paranın geri dönmesi şeklinde özgün bir dolaşım sergiler. Oysa para ticareti sermayesi için bu tür bir özel biçimin varlığından söz edilemez. Para dolaşımının teknik aracılığı için kapitalistlerin ayrı bir kesimi tarafından para-sermaye yatırılması durumunda, sermayenin genel biçimi olan P-P' sonucuyla burada da karşılaşılır. “Para tüccarlarının faaliyetlerine konu olan para-sermaye kütlesinin, tüccarların ve sanayicilerin dolaşım alanında bulunan para-sermayeleri olduğu ve para tüccarlarının gerçekleştirdiği işlemlerin, yalnızca, tüccarların ve sanayicilerin para tüccarlarınca aracılık edilen işlemleri olduğu açıktır.” Para ticareti yapanlar zaten gerçekleştirilmiş olan değerlerle iş gördüklerinden, para tüccarlarının kârlarının artı-değerden bir pay olduğu da aynı şekilde açıktır. Ayrıca, meta ticaretinde olduğu gibi para ticaretinde de ikili bir işlev vardır. Zira para dolaşımıyla bağlantılı teknik işlemlerin bir kısmı, meta tüccarlarının ve meta üreticilerinin kendileri tarafından gerçekleştirilmek zorundadır. (devam edecek)

3 Şubat 2025
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak / III. Cilt /19

kapital_c-3-on.png

Bölüm 20: Tüccar Sermayesi Üzerine Tarihsel Bilgiler

Bu bölüme kadar yapılan açıklamalardan kolaylıkla anlaşılabileceği üzere, tüccar sermayesini sanayi sermayesinin özel bir türü olarak ele almaktan daha saçma bir şey yoktur. Her bir sanayi sermayesinin kendi yeniden üretim sürecinin dolaşım evresinde, aslında yalnızca tüccar sermayesine ait işlevleri yerine getirdiğini gözlemlemek bile bu saçma düşünceleri çürütür. Sanayi sermayesinin dolaşımdaki dönüşmüş biçimi ile farklı üretim dallarında henüz üretim yapan üretken sermayeler arasında dağlar kadar fark vardır. Marx, genelde iktisatçıların sergilediği saçmalıklar dışında, sıradan iktisatçı söz konusu olduğunda, yanlış anlayışın iki nedeni daha olduğunu belirtir. Bunlardan birincisi, bu tür iktisatçının, sanayicinin kârından farklı bir özelliğe sahip olan ticari kârı açıklayamamasıdır. İkincisi ise, kapitalist üretim tarzının özgül biçiminden kaynaklanan meta-sermaye ve para-sermaye biçimlerini ve ayrıca meta ticareti sermayesi ve para ticareti sermayesi biçimlerini üretken sermaye ile bir göstermeye yönelik özürcü çabalarıdır. Marx’ın belirttiği üzere, Smith ve Ricardo gibi büyük iktisatçılar sermayeyi sanayi sermayesi olarak ele almışlar ve dolaşım sermayesini de (para-sermayeyi ve meta-sermayeyi), gerçekte yalnızca, her bir sermayenin yeniden üretim sürecinde bir evre oluşturduğu kadarıyla incelemişlerdir. Bu nedenle de, özel bir tür olarak ticaret sermayesi karşısında zor duruma düşmüşlerdir. Oysa değer oluşumu ve kâr hakkında, sanayi sermayesinin incelenmesinden dolaysız olaraktüretilen önermeler tüccar sermayesine doğrudan doğruyauymaz. “Bu nedenle tüccar sermayesini gerçekte tümüyle bir yana bırakırlar ve ondan yalnızca sanayi sermayesinin bir türü olarak söz ederler.” Ricardo’nun yaptığı gibi, özel olarak dış ticaret üzerinde durduklarında ise, bu ticaretin değer ve dolayısıyla artı-değer yaratmadığını belirtmekle yetinirler. “Oysa dış ticaret için geçerli olanlar iç ticaret için de geçerlidir.” Marx, buraya kadar tüccar sermayesinin kapitalist üretim tarzının sınırları içinde ele alındığını belirtir. “Ama yalnızca ticaret değil ticaret sermayesi de kapitalist üretim tarzından eskidir ve aslında tarihsel açıdan sermayenin en eski serbest var olma biçimidir.” Para ticareti sermayesi daha önce ele alındığından, burada üzerinde durulacak husus meta ticareti sermayesidir. Meta ticareti sermayesi dolaşım alanına hapsolmuştur ve tek işlevi meta mübadelesine aracılık etmektir. O nedenle, onun var olması için basit meta dolaşımı ve para dolaşımına gerekli olanların dışında herhangi bir koşul bulunmaz. “Metalar olarak dolaşıma giren ürünler hangi üretim tarzına (ilkel komünler ya da kölelerin üretimi ya da küçük köylü ve küçük burjuva üretimi ya da kapitalist üretim) dayalı olarak üretilirse üretilsin, bunların meta olma niteliklerinde herhangi bir değişiklik olmaz ve metalar olarak mübadele sürecinden ve ona eşlik eden biçim değişikliklerinden geçmek zorundadırlar.” Tüccar sermayesi, yalnızca, kendisi için verili ön koşulları oluşturan uçların, yani metaların hareketine aracılık eder. “Ürünlerin ne kadarının ticaret konusu olacağı ve tüccarların ellerinden geçeceği üretim tarzına bağlıdır ve bu konudaki en üst düzeye, ürünlerin dolaysız geçim araçları olarak değil sadece metalar olarak üretildikleri, tam olarak gelişmiş kapitalist üretim aşamasında ulaşılır.” Ancak, her tür üretim tarzında ticaret, mübadele konusu olacak fazla ürünlerin üretilmesini teşvik eder. Bu temelde, üretime, mübadele değerine yönelik olma niteliğini giderek daha fazla kazandırır. Metaların başkalaşımı, maddi açıdan farklı metaların birbirleriyle mübadele edilmesinden ve biçimsel olarak da M-P (satış); P-M (satın alma) unsurlarından oluşur. Tüccar sermayesinin işlevi, metaların alım satım yoluyla mübadelesinden ibarettir. Tüccar sermayesi yalnızca meta mübadelesine aracılık eder fakat bu mübadelenin, eski dönemler dahil, yalnızca dolaysız üreticiler arasındaki bir meta mübadelesi olduğu düşünülmemelidir. “Kölelik, serflik ve haraç düzeni koşulları altında (ilkel topluluklar söz konusu olduğunda), ürünün sahipleri, yani satıcılar, köle sahibi, feodal bey ve haraç toplayan devlettir. Tüccar, çok sayıda insan için alıp satar. Alımlar ve satımlar onun elinde toplanır ve böylece alım satım, (tüccar olarak) alıcının dolaysız gereksinimine bağlı olmaktan çıkar.” Meta mübadelelerine tüccarın aracılık ettiği üretim alanlarının toplumsal örgütlenmesi ne şekilde olursa olsun, tüccarın serveti her zaman para cinsinden bir servet biçimindedir ve onun parası her zaman sermaye olarak iş görür. Bunun biçimi her zaman P-M-P' olarak ifade bulur; mübadele değerinin bağımsız biçimi olan para başlangıç noktasıdır ve satış sayesinde bu paranın arttırılması bağımsız amaçtır. Meta mübadelesinin kendisi ve ona aracılık eden işlemler, yalnızca zenginliği değil mübadele değeri olarak zenginliği arttırmanın araçlarından başka bir şey değildir. İtici güdü ve belirleyici amaç başlangıçtaki P’yi üzerine eklenen parayla P' değerine dönüştürmektir. “Tüccar sermayesinin karakteristik hareketi olan bu P-M-P', onu, üreticilerin kendi aralarında gerçekleşen ve nihai amacı kullanım değerlerinin mübadelesi olan meta ticaretinden (M-P-M) ayırır.” Üretim ne kadar az gelişmişse, para cinsinden servetin o kadar büyük bir bölümü tüccarların elinde toplanırya da tüccar servetinin özgül biçimi olarak görünür. Kapitalist üretim tarzı içinde tüccar sermayesi, sadece, özel bir işleve sahip bir sermaye olarak görünür. “Önceki tüm üretim tarzlarında ve üretimin dolaysız olarak üreticinin geçim araçlarının üretimi anlamına gelmesi ölçüsünde daha fazla geçerli olmak üzere, tüccar sermayesi, sermayenin en üst düzeyli işlevini yerine getiriyormuş gibi görünür.” Tüccar sermayesinin, kapitalist üretim tarzının gelişmesi için tarihsel bir koşul olduğunu vurgular Marx. Onun varlığı ve belirli bir düzeye kadar gelişmesi, birincisi, para cinsinden servet yoğunlaşmasının ön koşuludur. İkincisi, kapitalist üretim tarzı, ticaret için üretimi, tek tek müşterilere satış yapılması yerine büyük ölçekli satışların yapılması temelinde tüccarın varlığını şart koşar. “Diğer yandan, tüccar sermayesindeki her tür gelişim, üretimin giderek mübadele değerine yönelik bir karakter kazanmasına ve ürünlerin giderek metalara dönüşmesine yol açar.” Fakat kuşkusuz, tüccar sermayesinin gelişimi, diğer bazı faktörler olmaksızın, tek başına bir üretim tarzından bir başkasına geçişe aracılık etmeye de, onu açıklamaya da yetmez. Kapitalizm geliştikçe, tüccar sermayesinin geçmişteki bağımsız varlığına son verilerek genel olarak sermaye yatırımının özel bir uğrağına dönüştürülür ve kârların eşitlenmesi tüccar sermayesinin kâr oranını genel ortalamaya indirir. “Artık, yalnızca, üretken sermayenin aracısı olarak iş görür. Burada, tüccar sermayesinin gelişimiyle oluşan toplumsal koşullar belirleyici olmaktan çıkar; buna karşın, tüccar sermayesinin egemen olduğu yerlerde, eskimiş koşullar hüküm sürer. Bu söylenen, aynı ülkenin içinde bile geçerli olur; örneğin, saf ticaret şehirlerinin sanayi şehirlerine kıyasla geçmişteki koşullarla çok daha çarpıcı benzerlikler gösterdiği ülkelerde böyledir.” Bu duruma İngiltere’den örnek verir Marx. Şöyle ki, modern İngiliz tarihinde ticaret şehirleri, siyasal olarak gerici ve sanayi sermayesine karşı toprak aristokrasisiyle ve mali aristokrasiyle birlik halinde görünmüştür. İngiliz tüccar sermayesi ve mali aristokrasi, sanayi sermayesinin eksiksiz egemenliğini, ancak tahıldan alınan gümrük vergilerinin kaldırılmasından sonra tanımıştır. Sermayenin tüccar sermayesi olarak bağımsız ve egemen bir biçimde gelişmesi, üretimin sermayeye tabi olmaması ve dolayısıyla sermayenin kendisinden de bağımsız, yabancı bir toplumsal üretim tarzı temeli üzerinde gelişmesi demektir. Özetle, tüccar sermayesinin bağımsız gelişmesi, toplumun genel iktisadi gelişimiyle ters orantılıdır. Kapitalizmin gelişmediği dönemde ürün ticaret aracılığıyla meta olur. Böyle bir durumda ürünleri metalara dönüştüren şey, ticarettir. “Demek ki, sermayenin kendisi burada ilk olarak dolaşım sürecinde ortaya çıkar. Paranın sermayeye dönüşümü dolaşım sürecinde gerçekleşir. Ürünün, mübadele değerine, metalara ve paraya dönüşümü ilk olarak dolaşımda gerçekleşir.” Böyle bir durumda, “dolaşım, henüz üretime hükmetmeye başlamamıştır; aksine, onunla ilişkisi, onun verili bir ön koşulu olmasıdır. Diğer yandan, üretim süreci, henüz, dolaşım sürecini, sadece kendi uğraklarından biri olacağı şekilde kapsamamıştır”. Kapitalist üretimde ise dolaşım, üretimin yalnızca bir uğrağı, bir geçiş evresidir. “Yani yalnızca, meta olarak üretilen ürünün gerçekleştirilmesi ve onun metalar olarak üretilen üretim öğelerinin yerlerine koyulmasıdır. Burada, sermayenin dolaysız olarak dolaşımdan kaynaklanan biçimi (ticaret sermayesi), artık yalnızca kendi yeniden üretim hareketi içindeki sermayenin biçimlerinden biri olarak görünür.” Marx’ın belirttiği üzere, tüccar sermayesinin bağımsız gelişmesinin kapitalist üretimin gelişme derecesiyle ters orantılı olması yasası, kendisini en çok Venediklilerde, Cenevizlilerde ve Hollandalılarda göstermiştir. Bu örnekler kendisini, “asıl kazançların yurt içinde üretilen ürünlerin ihraç edilmesiyle değil, ticari ve başka iktisadi açılardan gelişmemiş toplulukların ürünlerinin mübadelesine aracılık ederek ve her iki üretici ülkeyi sömürerek elde edildiği taşımacılık ticaretinin (carrying trade) tarihinde gösterir.” Marx bu hususu açmak için A. Smith’in “Milletlerin Zenginliği” eserinden aktarır: “Ticaret şehirlerinin sakinleri, daha zengin ülkelerin gelişkin imalat sanayisi ürünlerini ve pahalı lüks mallarını ithal ederek, bunları kendi topraklarından elde edilen büyük miktarlarda ham ürünler vererek hevesli bir şekilde satın alan büyük toprak sahiplerinin kendilerini beğenmişliklerini besliyordu. Dolayısıyla, o dönemde, Avrupa’nın büyük bir bölümünde, ticaret, asıl olarak, bir ülkenin ham ürünlerinin daha uygar ülkelerin imalat sanayisi ürünleriyle mübadele edilmesinden oluşuyordu. Bu zevk, ciddi bir talebe yol açacak kadar genelleştiğinde, tüccarlar, taşıma maliyetlerinden tasarrufta bulunmak için, doğal olarak, kendi ülkelerinde aynı türden bazı manifaktürler kurma girişimlerinde bulunuyordu.” Bu gibi örneklerde tüccar sermayesi, aralarında aracılık ettiği üretim alanlarından ayrıdır, saftır. Marx bu durumun tüccar sermayesinin oluşumunun başlıca kaynaklarından biri olduğunu vurgular. “Ne var ki, bu taşımacılık ticareti tekeli ve dolayısıyla bu ticaretin kendisi, geçmişte her iki yönden sömürdüğü ve gelişmemişlikleri kendi varlık temeli olan halkların iktisadi gelişmişliklerinin ilerlemesiyle orantılı olarak ortadan kalkar. Bu, taşımacılık ticareti örneğinde, yalnızca özel bir ticaret dalının ortadan kalkması olarak değil, aynı zamanda yalnızca ticaretle uğraşan halkların üstünlüğünün ve genel olarak geçmişte söz konusu taşımacılık ticaretine dayanmış olan ticari zenginliklerinin ortadan kalkması olarak görünür. Bu, kapitalist üretimin gelişimiyle birlikte ticaret sermayesinin sanayi sermayesine tabi hale gelmesini ifade eden bir özel biçimden başka bir şey değildir. Tüccar sermayesinin üretime doğrudan doğruya egemen olduğu yerlerdeki yönetim tarzının çarpıcı örnekleri, yalnızca genel olarak sömürge ekonomisi (sömürge sistemi denen sistem) tarafından değil, çok özel olarak eski Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim tarzı tarafından sağlanır.” Tüccar sermayesinin hareketi para-meta-para şeklinde olduğundan, tüccarın kârı, birincisi, yalnızca dolaşım sürecinde gerçekleşen işlemlerle ve ikincisi, son işlem olan satım işlemiyle gerçekleştirilir. “Yani, tüccarın kârı, elden çıkarma yoluyla elde edilen kârdır.” Ürünler değerlerine satıldığı sürece, saf ve bağımsız ticaret kârı, ilk bakışta olanaksız görünür. Oysa “pahalıya satmak için ucuza satın almak, ticaretin yasasıdır. Dolayısıyla, ticaretin yasası, eş değerlerin mübadelesi değildir.” Tarihsel süreçte ürün mübadelelerindeki nicel oranlar başlangıçta tümüyle rastlantısaldır. “Meta biçimini, aynı üçüncü şeyle mübadele edilebilir olmaları, yani aynı üçüncü şeyin ifadeleri olmaları ölçüsünde alırlar. Süreklileşen mübadele ve mübadele için yeniden üretimin daha düzenli hale gelmesi, söz konusu rastlantısallığı giderek ortadan kaldırır.” Burada tüccar, kendi hareketi sayesinde eşdeğerliliği sağlar. Tüccar sermayesinin dolaşım biçimi (P-M-P'), kendisini yalnızca elden çıkarılma yoluyla koruyan ve çoğaltan bir şey olarak parayı, gömüyü ortaya çıkarır. Marx burada tarihten örnek verir. “Eski çağların ticaretle uğraşan halkları, daha çok Polonya toplumunun gözeneklerinde yaşayan Yahudiler gibi yaşıyordu. İlk bağımsız, büyük ölçüde gelişmiş ticaret şehirlerinin ve ticaretle uğraşan halkların ticareti, saf bir taşımacılık ticareti olarak, aralarında aracılık rolü oynadıkları üretici halkların barbarlıklarına yaslanıyordu.” Marx çok önemli bir noktaya, ticaretin eski ilişkileri çözen rolüne değinir. “Kapitalist toplumun ön aşamalarında ticaret sanayiye hükmeder; modern toplumda tersi olur. Ticaret, doğal olarak, aralarında yürütüldüğü topluluklar üzerinde az ya da çok etkide bulunacak; hazları ve geçinmeyi ürünlerin dolaysız olarak kullanılmasından çok satışa bağımlı kılarak, üretimi mübadele değerine giderek daha fazla tabi kılacaktır. Ticaret, bu yolla, eski ilişkileri çözer. Para dolaşımını artırır. Artık, üretim fazlasına el koymakla kalmaz, giderek üretimin kendisini ele geçirir ve birer bütün olarak üretim dallarını kendisine bağımlı kılar. Ne var ki, söz konusu çözücü etki, üretici topluluğun doğasına fazlasıyla bağımlıdır.” Gelişmemiş toplulukların ürünlerinin mübadelesine aracılık ettiği sürece, ticari kârın, hile ve dolandırıcılık olarak görünmekle kalmadığını ve büyük ölçüde de bunlardan kaynaklandığını vurgular Marx. Ticaret sermayesi farklı ülkelerin üretim fiyatları arasındaki farkı sömürür ve bu bağlamda meta değerleri üzerinde eşitleyici ve sabitleyici bir etkide bulunur. Ayrıca, üretimleri henüz temel olarak kullanım değerlerine yönelik olan ve iktisadi örgütlenmeleri açısından, genel olarak ürünlerin değerlerine satılmasının ikincil önem taşıdığı topluluklar arasında aracılık eder. “A. Smith’in doğru bir şekilde sezmiş olduğu üzere, eski üretim tarzlarında, tüccarın faaliyetlerine konu olan artık ürünün temel sahiplerinin, yani köle sahibinin, feodal toprak sahibinin, devletin (örneğin doğulu despotun), tüccarın tuzağa düşürdüğü tüketici zenginliği ve lüksü temsil etmesi nedeniyle, artık ürünün ağırlıklı bir bölümüne el koymasına yol açar.” Marx devam eder: “Dolayısıyla, ağırlıklı bir egemenliğe sahip olan ticaret sermayesi, her yerde bir yağma sistemini ortaya çıkarır ve hem eski hem de yeni dönemlerdeki gelişmesi doğrudan doğruya şiddete dayalı yağmalarla, deniz korsanlığıyla, kaçırılan insanların köleleştirilmesiyle, sömürgelerdeki fetihlerle bağlantılıdır; Kartaca’da, Roma’da, daha ileri tarihlerde Venediklilerde, Portekizlilerde, Hollandalılarda vb. böyle olmuştur.” “Ticaretin ve ticaret sermayesinin gelişmesi, her yerde, mübadele değerlerinin üretilmesi eğilimini güçlendirir, mübadele değerleri üretiminin hacmini artırır, onu çeşitlendirir ve kozmopolitleştirir, parayı dünya parasına dönüştürür. Bu nedenle, ticaret, her yerde, tüm farklı biçimleriyle asıl olarak kullanım değerlerinin üretilmesine yönelik olan mevcut üretim örgütlenmeleri üzerinde az ya da çok çözücü etkide bulunur. Ama eski üretim tarzı üzerinde ne ölçüde çözücü etkide bulunacağı, başlangıçta, söz konusu üretim tarzının sağlamlığına ve iç yapılanmasına bağlı olur. Ve bu çözülme sürecinin nereye doğru yol alacağını, yani eskisinin yerini hangi yeni üretim tarzının alacağını, ticaret değil, eski üretim tarzının karakteri belirler. Antik dünyada ticaretin etkisi ve tüccar sermayesinin gelişmesi her zaman bir köle ekonomisiyle sonuçlanır; başlangıç noktasına bağlı olarak, sadece, dolaysız geçim araçlarının üretimine yönelik, ataerkil bir köle sistemi, artık değer üretimine yönelik bir köle sistemine dönüşür. Buna karşılık, modern dünyada, aynı etki ve gelişme, kapitalist üretim tarzıyla sonuçlanır. Demek ki, bu sonuçlar da, ticaret sermayesinin gelişmesinden çok farklı koşulların ürünleriydi.” Kentsel sanayi tarımsal sanayiden ayrılır ayrılmaz, kentsel sanayinin ürünleri başından itibaren metalar olmuş ve dolayısıyla bunların satılması ticaretin aracılığını gerektirmiştir. “Buraya kadarıyla, ticaretin kentsel gelişmeye yaslanması ve diğer yandan kentsel gelişmenin ticarete bağımlı olması doğaldır.” Fakat sınaî gelişmenin bu gelişmeyle ne ölçüde el ele gideceği tümüyle farklı koşullara bağlıdır. “Eski Roma, geç cumhuriyet döneminde bile, zanaatlarda herhangi bir gelişme olmadan, tüccar sermayesini eski dünyada hiç ulaşmadığı kadar yüksek bir düzeye ulaştırırken, Korint’te ve Avrupa’nın ve Küçük Asya’nın diğer Yunan kentlerinde, ticaretin gelişmesine yüksek derecede gelişmiş zanaatlar eşlik etmişti. Diğer taraftan, kentsel gelişmenin ve onun koşullarının tam tersine, ticaret ruhu ve ticaret sermayesinin gelişmesi çoğu zaman tam da yerleşik olmayan, göçebe halklara özgüdür.” 16. ve 17. yüzyıllarda coğrafi keşiflerle birlikte ticaret alanında gerçekleşen ve tüccar sermayesinin gelişmesini fazlasıyla hızlandıran nitelikte büyük devrimler yaşanmıştır. Marx bu devrim niteliğindeki gelişmelerin, feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişi destekleyen başlıca uğraklardan biri olduğunu vurgular. Ve “tam da bu olgu, tümüyle yanlış görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır” der. “Dünya pazarının birdenbire genişlemesi, dolaşımdaki metaların çeşitlenmesi, Avrupa ulusları arasındaki Asya’nın ürünlerini ve Amerika’nın hazinelerini ele geçirme yarışı ve sömürge sistemi, üretimin önündeki feodal engellerin ortadan kaldırılmasına önemli katkılarda bulunmuştu. Buna karşın, modern üretim tarzı, ilk dönemi olan manifaktür döneminde, yalnızca, gelişmesinin koşullarının Orta Çağ’da ortaya çıkmış olduğu yerlerde gelişmişti. Örneğin, Hollanda ile Portekiz karşılaştırılabilir. Ve eğer 16. yüzyılda ve hatta kısmen 17. yüzyılda ticaretin birdenbire genişlemesi ve yeni bir dünya pazarının oluşumu, eski üretim tarzının yıkılması ve kapitalist üretim tarzının yükselişi üzerinde çok güçlü bir etkide bulunduysa, bu genişleme ve oluşum, tersine, bir kez yaratılmış olan kapitalist üretim tarzına dayalı olarak gerçekleşti. Dünya pazarının kendisi, bu üretim tarzının temelini oluşturur.” Diğer yandan, bu üretim tarzına özgü olan üretimin ölçeğini durmadan büyütme gerekliliği, dünya pazarının sürekli olarak genişlemesine yol açmıştır. “Böylece burada ticaretin sanayiyi durmadan devrimcileştirmesi değil, sanayinin ticareti durmadan devrimcileştirmesi söz konusu olur. Artık, ticari üstünlük de, büyük sanayinin koşullarının daha az ya da daha çok ağır basmasıyla bağlantılıdır. Örneğin, İngiltere ile Hollanda karşılaştırılabilir. Egemen tüccar ulus olarak Hollanda’nın çöküşünün tarihi, ticaret sermayesinin sanayi sermayesine bağımlı hale gelmesinin tarihidir. Kapitalist üretim tarzını önceleyen ulusal üretim tarzlarının iç sağlamlıklarının ve yapılanmalarının, ticaretin çözücü etkisinin önüne çıkardığı engeller, İngilizlerin Hindistan ve Çin’le ticaretinde çarpıcı bir şekilde görülür. Burada üretim tarzının geniş temeli, küçük ölçekli tarım ile ev sanayisinin birliği tarafından oluşturulur; Hindistan söz konusu olduğunda, buna, toprak üzerindeki ortak mülkiyete dayalı köy toplulukları biçimini eklemek gerekir; ayrıca, Çin’de de ilk biçim buydu.” İngilizler, Hindistan’da, bu küçük iktisadi toplulukları parçalamak için, egemenler ve toprak sahipleri olarak dolaysız siyasal ve iktisadi güçlerini aynı anda kullanmışlardır. Marx bu noktada sömürgeci İngiltere’nin Hindistan’daki yönetim şeklini eleştirir. “Eğer tarihi, başarısızlığa uğramış ve gerçekten aptalca (pratikte rezil) iktisadi denemelerin bir tarihi olan bir halk varsa, İngilizlerin Hindistan’daki yönetimi böylesi bir örnektir. Bengal’de, İngiliz büyük toprak mülkiyetinin bir karikatürünü, güneydoğu Hindistan’da parsel mülkiyetinin bir karikatürünü yarattılar; kuzeybatıda, ortak toprak mülkiyetine yaslanan Hint iktisadi topluluğunu, ellerinden geldiği kadarıyla, kendisinin bir karikatürüne dönüştürdüler.” Buna karşılık, İngiliz ticaretinin Hindistan’daki üretim tarzını devrimcileştirici etkisini de belirtir Marx. “İngiliz ticareti burada yalnızca, metalarının düşük fiyatları aracılığıyla sınaî ve tarımsal üretimin söz konusu birliğinin çok eski bir bütünleştirici parçasını oluşturan iplikçilik ve dokumacılığı parçalaması ve böylece yerel toplulukları parçalaması ölçüsünde, üretim tarzı üzerinde devrimcileştirici etkide bulunur. Burada bile, bu çözme işini ancak çok yavaş bir şekilde gerçekleştirebiliyorlar. Dolaysız siyasal gücün yardımından yoksun olunan Çin’de daha da yavaşlar. Tarım ile manifaktürün dolaysız bağlantılarından kaynaklanan büyük tasarruf ve zaman kazancı, burada, büyük sanayinin, fiyatlarına onları her yerde delik deşik eden dolaşım sürecinin üretici olmayan zorunlu giderlerinin eklendiği ürünlerine karşı çok katı bir direnç oluşturur. Buna karşılık, Rus ticareti, İngiliz ticaretinden farklı olarak, Asya tipi üretimin iktisadi temeline dokunmaz.” Engels buraya bir dipnot düşmüştür. “Rusya'nın, tümüyle kendi içindeki ve komşu Asya pazarına bağımlı olan kendi kapitalist üretimini geliştirmek için var gücüyle çabalamaya başlamasından bu yana, bu durum da değişmeye başladı.” Marxönemli bir noktaya işaret eder ve incelemesine konu olan Avrupa’da feodal üretim tarzından çıkışın farklı şekillerde gerçekleştiğini belirtir. “Doğal tarım ekonomisinden ve Orta Çağ’daki kent sanayisinin loncalara bağlı zanaatlarından farklı olarak, üretici, tüccar ve kapitalist olur. Gerçekten devrimcileştirici olan yol budur. Ya da, tüccar, üretim üzerinde dolaysız bir denetim kurar. Bu ikinci yol (örneğin, bağımsız olan dokumacıları kendi denetimi altına sokan, onlara yünlerini satan ve onlardan kumaşlarını satın alan 17. yüzyılın İngiliz kumaşçısının yaptığı gibi) tarihsel olarak bir geçiş işlevi görse de, söz konusu yol, özünde, eski üretim tarzını köklü bir şekilde dönüştürmek yerine onu korur ve kendi ön koşulu olarak devam ettirir. Örneğin, 19. yüzyılın ortalarında bile, Fransız ipek sanayisindeki, İngiliz çorap ve dantel sanayisindeki fabrikatör, çoğu zaman yalnızca kâğıt üzerinde fabrikatördü; aslında, dokumacıları eski dağınık tarzda çalıştırmaya devam eden ve gerçekte kendisi için çalışan dokumacılar üzerindeki tüccar egemenliğini hayata geçiren bir tüccardan başka bir şey değildi. Bu sistem her yerde gerçek kapitalist üretim tarzının önünde bir engel oluşturur ve bu üretim tarzının gelişmesiyle birlikte ortadan kalkar. Üretim tarzını köklü bir dönüşüme uğratmadan, yalnızca dolaysız üreticilerin durumunu kötüleştirir, onları doğrudan doğruya sermayeye bağlı olanlarla karşılaştırıldığında daha kötü koşullar altında salt ücretli emekçilere ve proleterlere dönüştürür ve artı-emeklerine eski üretim tarzına dayalı olarak el koyar.” Yukarıda verdiği örneklerden sonra, Marx, feodalizmden kapitalizme üçlü bir geçiş şeklinin söz konusu olduğunu belirtir. “Birincisi, tüccar, doğrudan doğruya sanayici olur; bu durum, ticarete dayalı olan zanaatlar ve özellikle de lüks tüketim malı sanayileri için geçerlidir; söz konusu mallar, tüccarlar tarafından, ham maddeler ve işçilerle birlikte yurt dışından ithal edilir; örneğin, on beşinci yüzyılda, İtalya’ya Konstantinopolis’ten ithal ediliyorlardı. İkincisi, tüccar, küçük ustaları kendi aracıları (middlemen) haline getirir ya da doğrudan doğruya bağımsız üreticiden satın alımda bulunur; küçük ustayı kâğıt üzerinde bağımsız ve onun üretim tarzını eskisi gibi bırakır. Üçüncüsü, sanayici, tüccar olur ve ticaret için doğrudan doğruya büyük ölçekli üretimde bulunur.” Orta Çağ’da tüccarın durumu nedir?“Orta Çağ’da tüccar, lonca üyelerinin ya da köylülerin ürettiği metaların «yatırımcı»sından başka bir şey değildir. Tüccar, sanayici olur ya da daha çok, el emeğine dayanan, özellikle kırsal alandaki küçük sanayiyi kendisi için çalıştırır. Diğer yandan, üretici, tüccar olur. Örneğin, kumaş dokuma ustası, yününü küçük miktarlarla ve sık aralıklarla tüccardan temin etmek ve kalfalarıyla birlikte onun için çalışmak yerine, kendi başına yün ya da iplik satın alır ve kumaşını tüccara satar. Üretim öğeleri, üretim sürecine, onun tarafından satın alınmış metalar olarak girer. Ve kumaş dokumacısı, artık, tek bir tüccar ya da belirli müşteriler için üretimde bulunmak yerine, ticaret dünyası için üretimde bulunur. Üreticinin kendisi bir tüccardır. Ticaret sermayesi artık yalnızca dolaşım sürecini yürütür.” Marx’ın belirttiği üzere, ticaret başlangıçta loncalara dayalı kırsal-evsel zanaatların ve feodal tarımın kapitalist işletmelere dönüşmesinin ön koşuluydu. “Yine ticaret, ürünü meta düzeyine yükseltir; bunu da, kısmen, ona bir pazar yaratarak, kısmen de yeni meta eş değerleri ve üretim için yeni ham ve yardımcı maddeler sağlayarak ve böylece, başından itibaren ticarete, yani hem pazar ve dünya pazarı için üretime hem de dünya pazarından kaynaklanan üretim koşullarına dayalı olan üretim dalları açarak gerçekleştirir.” Fakat kapitalizmin gelişmesi sürecinde manifaktür ve özellikle de büyük sanayi belirli bir ölçüde güçlenir güçlenmez, bu kez kendisi pazarı yaratır ve metalarıyla onu fetheder. “Bu noktada, ticaret, yaşamsal koşulu pazarın sürekli genişlemesi olan sınaî üretimin hizmetine girer. Sürekli olarak daha fazla genişleyen bir seri üretim eldeki pazarı doldurup taşırır ve dolayısıyla bu pazarı durmadan genişletir, onun önündeki engelleri durmadan parçalar. Bu seri üretimi, (sadece var olan talebi ifade ettiği kadarıyla) ticaret değil, faal sermayenin büyüklüğü ve emeğin gelişmiş üretici gücü sınırlandırır. Dünya pazarı her zaman sanayici kapitalistin önündedir ve sanayici kapitalist, kendi maliyet fiyatlarını, yurt içindeki maliyet fiyatlarıyla değil tüm dünyadaki maliyet fiyatlarıyla karşılaştırır ve durmadan karşılaştırmak zorundadır. Önceki dönemde bu karşılaştırma işi neredeyse tümüyle tüccarlara düşüyor ve böylece ticaret sermayesinin sanayi sermayesi üzerinde egemenlik kurmasını sağlıyordu.” Bu bölümde son olarak merkantilizmin niteliğine değinir Marx. “Modern üretim tarzının ilk teorik incelemesi (merkantilizm), kaçınılmaz olarak, ticaret sermayesinin hareketinde bağımsızlaştığı şekliyle dolaşım sürecinin yüzeysel görüngülerinden hareket etmiş ve bu nedenle yalnızca görüntüyü kavrayabilmişti. Bu, kısmen, ticaret sermayesinin genel olarak sermayenin ilk serbest var oluş biçimi olmasından, kısmen de, aynı sermayenin, feodal üretimin ilk köklü dönüşüm döneminde, yani modern üretimin ortaya çıkış döneminde çok büyük bir etkiye sahip olmasından kaynaklanır. Modern ekonominin gerçek bilimi, ancak, teorik incelemenin dolaşım sürecinden üretim sürecine geçtiği yerde başlar. Gerçi, faiz getiren sermaye de, sermayenin eski çağlardan kalma bir biçimidir. Ama merkantilizmin neden ondan hareket etmek yerine onunla polemik yaptığını daha sonra göreceğiz.” (devam edecek)

2 Mart 2025
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /20

kapital_c-3-on.png

BEŞİNCİ KISIM: KÂRIN FAİZ İLE GİRİŞİMCİ KAZANCINA BÖLÜNMESİ

Bölüm 21: Faiz Getiren Sermaye

Marx, farklı kâr oranlarına sahip sanayi sermayeleri temelinde gerçekleşen eşitlenmenin yanı sıra, incelemeye ticaret sermayesinin dahil edilmesiyle ortalama kâr oranının oluşumu konusunun tamamlandığını belirtir. “Ortalama oranı bundan böyle sanayi sermayesi ve ticaret sermayesi için aynı olduğundan, bu ortalama kâr söz konusu olduğu sürece, sınai kâr ile ticari kâr arasında herhangi bir ayrıma gitme gereği de kalmadı. Sermaye, ister sınai olarak üretim alanında isterse ticari olarak dolaşım alanında yatırılmış olsun, kendi büyüklüğüyle orantılı olarak aynı yıllık ortalama kârı sağlar.” Para, kapitalist üretim temelinde sermayeye dönüştürülebilir ve bu yolla verili bir değer olmaktan çıkarak kendi kendisini değerlendiren, kendisini çoğaltan bir değer olur. “Kâr üretir, yani, kapitaliste, belirli bir miktarda karşılığı ödenmemiş emeği, artık ürünü ve artık değeri işçiden söküp alma ve ona el koyma olanağını sağlar. Böylece, para olarak sahip olduğu kullanım değeri dışında, ek bir kullanım değerini, yani sermaye olarak iş görme kullanım değerini kazanır. Burada onun kullanım değeri, tam olarak, sermayeye dönüştürüldüğünde ürettiği kârdır.” İşte para bu potansiyel sermaye niteliği içinde kâr üretme aracı olarak kendine özgü bir meta halini alır, sermaye bu durumda sermaye olarak bir meta haline gelir. Marx bir örnekle konuyu açar. Diyelim bir kişinin elinde 100 sterlinlik bir potansiyel sermaye vardır ve ortalama kâr oranı %20’dir. Bu kişi 100 sterlini bir yıllığına onu gerçekten sermaye olarak kullanan birine verirse, bu kişiye 20 sterlinlik bir kâr, yani karşılığında hiçbir maliyeti olmayan bir artı-değer üretme gücünü vermiş olur. Bu kârı elde eden kişi 100 sterlinin sahibine yılsonunda örneğin 5 sterlin, yani üretilen kârın bir kısmını ödemiş olsa, bu ödeme ilk para sahibine verilen faizdir. Bu “faiz, kârın, faal sermayenin kendi cebine atmak yerine sermayenin sahibine ödemesi gereken bir kısmı için kullanılan özel bir isimden, özel bir başlıktan başka bir şey değildir.” Yukarıdaki örnekten anlaşılacağı üzere burada kâr ve faizin paylaşımında bir eşitlik yoktur ama Marx’ın vurguladığı gibi, zaten doğal adaletten vb. söz etmek saçmadır. “Üretimin yürütücüleri arasında gerçekleşen işlemlerin adilliği, bu işlemlerin, üretim ilişkilerinin doğal sonuçlan olarak ortaya çıkmalarına dayanır. Bu iktisadi işlemlerin, tarafların iradi eylemleri olarak, onların ortak iradelerinin ifadeleri olarak ve taraflara yasalar aracılığıyla kabul ettirilebilecek sözleşmeler olarak görünmesine aracılık eden hukuki biçimler, salt biçimler olarak, bu içeriği belirleyemez. Onu yalnızca ifade ederler. Bu içerik, ne zaman üretim tarzına karşılık düşse, onun için uygun olsa, adildir. Üretim tarzıyla ne zaman çelişse adaletsizdir. Kölelik, kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde, adaletsizdir; metaların kaliteleriyle ilgili olarak hile yapmak da öyledir.” Örneğimizdeki 100 sterlin 20 sterlinlik kârı, ister sınai ister ticari olsun ancak sermaye olarak iş görmesi sayesinde üretir. Sermaye olarak iş görmesinin olmazsa olmaz koşulu ise, 100 sterlinin ya sınai sermaye olarak üretim araçlarının ya da ticari sermaye olarak metaların satın alınması için kullanılmasıdır. Şayet 100 sterlinin sahibi olan A, onu kişisel tüketimi için harcamış olsa ya da gömü olarak saklasaydı, bu para faal B kapitalisti tarafından sermaye olarak kullanılamazdı. Dikkat edilirse, B kendi sermayesini değil A’nınkini harcar, fakat bu A’nın rızasıyla gerçekleşir. Başlangıçta 100 sterlini B kapitalistine vererek sermaye olarak harcayan kişi kapitalist A’dır. B ise, yalnızca, A’nın 100 sterlini ona bırakması ve dolayısıyla bu parayı sermaye olarak harcaması nedeniyle kapitalist olarak iş görür. Marx, ilk olarak faiz getiren sermayenin kendine özgü dolaşımını ele alacağını, ikinci olarak da onun meta olarak satılmasının özgün biçimini, yani ödünç verilmesini inceleyeceğini belirtir. İşin başlangıç noktası, A’nın B’ye yatırdığı paradır. Bu işlem güvenceli (poliçe, hisse senedi vb.) ya da güvencesiz çeşitli şekillerde gerçekleşebilecek olsa da, özel biçimlerin burada bizi ilgilendirmeyeceğini ve olağan biçimiyle faiz getiren sermaye üzerinde duracağını ekler Marx. Para, faal kapitalist B’nin elinde P-M-P' hareketini yaparak fiilen sermayeye dönüşür. Faizi ∆P simgesiyle ifade edecek olursak, P+∆P olarak paranın ilk sahibi olan A’ya döner. Marx, basitleştirmek için sermayenin daha uzun bir süre boyunca B’nin elinde kaldığı ve faizlerin düzenli aralıklarla ödendiği durumu burada şimdilik bir yana bıraktığını belirtir. Bu durumda hareket şudur: 1. paranın sermaye olarak harcanması, 2. paranın gerçekleşmiş sermaye olarak yani P' (P+∆P) olarak geri dönüşüdür. Ticaret sermayesinin hareketinde para ve meta arasındaki yer değiştirmeler meta başkalaşımını gösterir. Oysa faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda, paranın ilk yer değiştirmesi kesinlikle meta başkalaşımının ya da sermayenin yeniden üretiminin bir uğrağı değildir. “Bu özelliği ancak ikinci kez harcandığında, onunla ticaret yapan ya da onu üretken sermayeye dönüştüren faal kapitalistin elinde kazanır.” Burada paranın ilk yer değiştirmesi A kişisinden B kişisine aktarılmasından başka hiçbir şeyi ifade etmez. A parayı B’ye sermaye olarak vermiştir ve B bu sermaye tutarıyla elde ettiği kârın bir kısmını faiz adı altında A’ya öder. Kapital 2. cildin birinci bölümünde görüldüğü üzere, sermayenin dolaşım sürecinde meta-sermaye ve para-sermaye olarak iş görmesine ilişkin kısa bir hatırlatma yapar Marx. Hatırlanacağı gibi, meta-sermaye dolaşım eyleminde sermaye olarak değil yalnızca meta olarak iş görür. Aynı şekilde, para-sermaye olarak da gerçekte yalnızca basitçe para olarak, yani metaları (üretim öğelerini) satın alma aracı olarak iş görür. “Sermaye, gerçek hareket içinde, dolaşım sürecinde değil yalnızca üretim sürecinde, yani emek gücünün sömürülme sürecinde sermaye olarak var olur.” Fakat faiz getiren sermayede durum farklıdır ve onun özgül karakterini tam da bu farklılık oluşturur. Parasını faiz getiren sermaye olarak değerlendirmek isteyen para sahibi onu bir başka kişiye ödünç olarak verir ve böylece söz konusu para yalnızca para sahibi için değil, aynı zamanda başkaları için de sermaye olur. O halde bu durumda para ilk sahibinden yalnızca belirli bir süre için ayrılmakta ve geçici bir süre için onun zilyetliğinden çıkıp iş yapmakta olan kapitalistin zilyetliğine geçmektedir; ama yalnızca ödünç verilmektedir. Burada ilk para sahibinin koşulu, belirli bir sürenin sonunda parasının kendisine geri dönmesi ve verdiği kişinin elde ettiği artı-değerden faiz payını almasıdır. Sermaye olarak ödünç verilen metalar (para ya da makine gibi bir meta), özelliklerine bağlı olarak, sabit ya da döner sermaye olarak ödünç verilebilir. Örneğin para, döner sermaye için kullanılmak üzere ödünç verilebilir. Veya faiziyle birlikte her zaman bir miktar sermayenin de geri döneceği şekilde yaşam boyu gelir biçiminde geri ödenecekse, sabit sermaye için ödünç verilebilir. Evler, gemiler, makineler gibi belirli metalar, kullanım değerlerinin doğaları gereği, yalnızca sabit sermaye olarak ödünç verilebilir. Ama biçimi ne olursa olsun, ödünç verilen her sermaye, her zaman para-sermayenin sadece özel bir biçimidir. “Çünkü burada ödünç verilen şey her zaman belirli bir para tutarıdır ve faiz de bu tutar üzerinden hesaplanır.” Marx bu açıklamadan sonra, burada yalnızca ödünç verilen sermayenin diğer biçimlerine kaynaklık eden gerçek para-sermaye üzerinde durduğunu belirtir. “Ödünç verilen sermaye iki kez geri döner; yeniden üretim sürecinde faal kapitaliste döner ve ardından, dönüş, gerçek sahibine, hukuki çıkış noktasına geri ödeme olarak, ödünç veren kişiye, yani para kapitalistine aktarım şeklinde bir kez daha yinelenir.” Para, sahibinin elindeki para-sermaye olarak ödünç verildiğinde, belirli bir dönemin ardından bir artışla birlikte geri döner. Burada söz konusu olan, ödünç alınan paranın para olarak da meta olarak da harcanmaması ve sermaye olarak kullanılmasıdır. “Kapitalist üretim süreci bir bütün ve tek bir birlik olarak görüldüğünde sermayenin kendisini gösterdiği biçim olan ve onun para doğuran para olarak görünmesini sağlayan bu kendi kendisiyle ilişki, burada, herhangi bir aracılık olmaksızın, basitçe onun karakteri, onun yeteneği olarak ona eklenir. Ve para sermaye olarak ödünç verildiğinde, bu yeteneğiyle elden çıkarılır.” Marx, para-sermayenin rolü hakkında tuhaf bir kavrayışa sahibi olan Proudhon’un yaklaşımına değinir. “Ödünç vermek Proudhon’a kötü bir şey olarak görünür, çünkü satış değildir.” Proudhon’a göre faiz karşılığında borç vermek, satılan nesnenin sahipliğini hiçbir zaman bırakmadan, aynı nesneyi durmadan yeniden satabilmek ve bunun karşılığında durmadan onun fiyatını yeniden elde edebilmektir. “Ama Proudhon, para faiz getiren sermaye biçiminde elden çıkarıldığında, onun karşılığında herhangi bir eş değerin elde edilmediğini görmez.” Borç veren para kapitalistinin elde ettiği faiz, ödünç verdiği sermayenin üretim sürecinde elde ettiği artı-değerin realize edilmesiyle kazanılan kârın bir kısmıdır. İşin özünde, Proudhon’un, üretken kapitalistin metalarını değerlerine satabilmesinin ve tam da bu yolla o metaların içerdiği artı-değer sayesinde kâr elde edebilmesinin sırrını çözemediği açıktır. Marx, 1483-1546 yılları arasında yaşayan ünlü Alman papaz ve teolojist Martin Luther’in Proudhon’un daha ilerisinde olduğunu hatırlatır. Onun için, “kâr elde etmenin, ödünç alma ve satın alma biçimlerinden bağımsız olduğunu biliyordu” der. Çünkü Luther şöyle demiştir: “Satın almayı da tefecilik konusu haline getiriyorlar. Ama şu aşamada bununla da ilgilenmemiz fazla olur. Öncelikle, borç verme işindeki tefecilik sorunuyla uğraşmalıyız ve onu çözdüğümüzde (mahşer gününden sonra) satın alma işindeki tefeciliğin hesabını da soracağız.” Marx, sermayenin başlangıç noktasına geri dönmesinin, sermayenin kendi toplam devresindeki karakteristik hareketi olduğunu vurgular. “Bu, kesinlikle, sadece faiz getiren sermayenin bir özelliği değildir. Bunun ayırt edici özelliği, geri dönüşün yüzeysel, aracılık yapan devreden koparılmış biçimidir.” Borç veren kapitalist sermayesini sanayici kapitaliste aktarır ve böylece yalnızca sanayici kapitalistin ortaya çıkaracağı devrenin hazırlayıcılığını yapar. “Paranın bu ilk yer değiştirmesi, bir başkalaşım işlemini, yani alımı ya da satışı ifade etmez. Herhangi bir mübadele gerçekleşmediğinden, herhangi bir eş değer alınmadığından, sahiplik başkasına bırakılmaz. Paranın sanayici kapitalistin elinden borç veren kapitalistin eline geri dönmesi, sadece, sermayenin verilmesi şeklindeki birinci işlemi tamamlar.” Ödünç verilen sermaye üretimde harcandığı sırada sanayici kapitaliste ait olmadığından, onu borç veren kişiye geri vermek zorundadır. Bu geri ödeme, borç verme şeklindeki birinci hukuki işlemi tamamlayan diğer bir hukuki işlemdir. “Gerçek hareket açısından bakıldığında, sermayenin başından itibaren sanayici kapitaliste ait olması ve bu nedenle ona ait bir şey olarak yalnızca sanayici kapitaliste geri dönmesi hiçbir fark yaratmazdı.” Ödünç verilen paranın sermaye olarak gerçek hareketi ise, borç verenler ile alanlar arasındaki işlemlerin dışında kalan bir faaliyettir. Sermaye, özel türden bir meta olarak, borç verme şeklinde kendisine özgü bir elden çıkarılma tarzına sahiptir. “Bu nedenle, geri dönüş de burada kendisini belirli bir iktisadi süreçler dizisinin eseri ve sonucu olarak değil, alıcı ile satıcı arasındaki özel bir hukuki anlaşmanın ürünü olarak ifade eder. Geri dönüş zamanı, yeniden üretim sürecinin ilerlemesine bağlıdır; faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda, onun sermaye olarak geri dönüşü, sadece borç veren ve alan kişiler arasındaki anlaşmaya bağlı görünür. Böylece, bu işlemle ilişkili olarak, sermayenin geri dönüşü, artık, üretim sürecinin belirlediği bir sonuç olarak görünmez; ödünç verilen sermaye, para biçimini hiçbir zaman yitirmemiş gibi görünür.” Aslında ödünç alınan sermayenin üzerine faiz konularak geri verilmesi kuşkusuz üretim sürecine bağlıdır, fakat yüzeyde görünen borç verme-geri ödeme işlemi bu gerçeği örtüler. Ancak diyelim üretimdeki ve üründeki artı-değerin satış işlemiyle gerçekleşmesindeki tıkanıklığa bağlı olarak, geri dönüş zamanında gerçekleşmeyebilir. Bu durumda, borç alan kişi borç veren kişi karşısındaki yükümlülüklerini yerine getirebilmek için başka kaynaklar aramak zorunda kalır. “Sermayenin gerçek hareketinde geri dönüş dolaşım sürecinin bir uğrağıdır. İlk olarak, para, üretim araçlarına çevrilir; üretim süreci bunları metalara dönüştürür; bunlar da metaların satılması yoluyla yeniden paraya çevrilir ve bu biçim altında, başlangıçta sermayeyi para biçiminde öndelemiş olan kapitaliste geri döner. Oysa faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda, elden çıkarma gibi geri dönüş de, sadece, sermayenin sahibi ile ikinci bir kişi arasındaki hukuki bir işlemin sonucudur. Yalnızca elden çıkarmayı ve geri ödemeyi görürüz. Arada olup biten her şey silinmiştir.” Sermaye olarak ödünç verilen paranın faiz getirisiyle geri dönebilmesi için onun sermaye olarak kullanılması gerekir. Borç alan kişi parayı sermaye olarak kullanmıyorsa bu onun sorunudur ve yine de ödünç aldığı kişiye faiz ödemek zorundadır. Marx buraya kadar yalnızca, ödünç verilen sermayenin sahibi ile sanayici kapitalist arasındaki hareketin ele alındığını ve şimdi de faizin incelenmesi gerektiğini belirtir. Ödünç verilmiş olan değer tutarı, sermaye olarak geri dönebilmek için, hareket sırasında kendisini korumanın ötesinde değerlenmiş ve değer büyüklüğünü çoğaltmış olmalıdır. Yani başlangıçtaki para (P) üzerine faiz (∆P) eklenerek P' olarak geri dönmüş olmalıdır. Burada faiz, ortalama kârdan para sahibi kapitalistin payına düşen kısımdır. Para kapitalistinin kendisinden borç alan sanayici kapitaliste verdiği şey, paranın sermaye olarak iş görebilir olması ve belirli bir artı-değeri üretmesi şeklindeki kullanım değeridir. Şayet ödünç verilen şey para-sermaye değil de herhangi bir meta olsaydı, bu metanın kullanım değeri son aşamada tüketilir ve böylece metanın kendisi ve onunla birlikte değeri ortadan kalkardı. “Buna karşılık sermaye metasının kendisine özgü özelliği, onun kullanım değeri tüketilirken, değerinin ve kullanım değerinin korunmakla kalmayıp artmasıdır.” Ödünç verilen para-sermayenin kullanım değeri, onun değeri temsil etme ve arttırma yeteneği olarak görünür. Açık ki, olağan metalardakinden farklı olarak, bu kullanım değerinin kendisi değerdir. Marx sorar: “Peki, sanayici kapitalist ne öder ve dolayısıyla ödünç verilen sermayenin fiyatı nedir?” Hatırlanacak olursa, sıradan bir metayı satın alan alıcının satın aldığı şey onun kullanım değeridir; ödediği şey ise onun değişim değeridir. Parayı ödünç alan kişinin satın aldığı da onun sermaye olarak kullanım değeridir. Peki ama neyin karşılığı ödeme yapar? Sıradan metalara göre burada önemli bir fark vardır. Ödünç sermaye alan kişi diğer metalardan farklı olarak onun fiyatını ya da değerini ödemez. Borç veren kişi ile borç alan kişi arasında, diğer alıcı ve satıcılar arasında olduğu gibi, değerin bir seferinde para biçiminde diğer seferinde meta biçiminde bir biçim değişimi gerçekleşmez. Basit meta mübadelesinde para her zaman alıcı tarafındadır, oysa borç verme işleminde para satıcı tarafındadır. Borç alan kişi, parayı sermaye olarak, yani kendisini değerlendiren değer olarak ödünç alır. Ama başlangıçta henüz yalnızca potansiyel sermayedir. “Ancak kullanılması yoluyla kendi değerini artırır, kendisini sermaye olarak gerçekleştirir.” Fakat borç alan kişi, onu gerçekleşmiş sermaye olarak, yani değer+artı-değerin parçası faiz olarak geri ödemek zorundadır. Bu faiz sanayici kapitalistin gerçekleştirdiği kârın tümü değil ancak bir kısmıdır. Kuşkusuz ki bütün kâr borç alan kişiye kalamaz. Aksi durumda, borç alan kişi sermaye şeklinde kullanım değerini elden çıkaran borç vericiye hiçbir şey ödememiş ve parayı ona yalnızca basit para olarak geri vermiş olurdu. Oysa incelememize konu olan böyle basit para verme değil, P+∆P olarak gerçekleşmiş sermayedir. “Her ikisi de, yani borç veren kişi de borç alan kişi de, aynı para tutarını harcar. Ama bu para tutarı yalnızca ikincisinin elinde sermaye olarak iş görür. Aynı para tutarının sermaye olarak iki kişi için iki kez var olması, kârı iki katına çıkarmaz. İkisi için de sermaye olarak iş görmesi, yalnızca, kârın bölünmesi sayesinde mümkün olur. Borç veren kişinin payına düşen kısma faiz denir. Varsayımımıza göre, tüm işlem, iki tür kapitalist arasında, yani para kapitalisti ile sanayici ya da tüccar kapitalist arasında gerçekleşir.” Satmak ve satın almak yerine borç vermek ve borç almak, sermaye şeklindeki metanın özgül doğasından kaynaklanan bir farktır. “Burada ödenen şeyin metanın fiyatı değil faiz olması için de aynısı geçerlidir. Faize para-sermayenin fiyatı denecek olursa, bu, fiyatın, metanın fiyatı kavramıyla tümüyle çelişen, akıl dışı bir biçimi olacaktır. Fiyat burada tümüyle soyut ve anlamsız biçimine indirgenir.” Marx’ın vurguladığı üzere meta şayet sermaye olarak ödünç veriliyorsa, bu, bir para tutarının kılık değiştirmiş biçiminden başka bir şey değildir. O para tutarının kendisini sermaye olarak göstermesinin yolu ise, onun değerlenmesidir. Bu sermayenin ürettiği artı-değer ya da kâr (bunun oranı ya da yüksekliği), yalnızca, yatırılmış olan sermayenin değeriyle karşılaştırılması yoluyla ölçülebilir. Buradan hareketle, faiz getiren sermayenin daha çok mu ya da daha az mı değerlendiği de, yalnızca, toplam kârdan faiz getiren sermayenin payına düşen kısmının yatırılmış olan sermayenin değeriyle karşılaştırılması yoluyla ölçülebilir. “Bu nedenle, fiyat, metanın değerini ifade ediyorsa, faiz de para-sermayenin değerlenmesini ifade eder ve bu yüzden para-sermaye için borç veren kişiye ödenen fiyat olarak görünür.” İncelenen durumda, ödünç verilen paranın kullanım değeri gerçekten de sermaye olarak elden çıkarıldığı için sermaye meta olarak görünür. Onun kullanım değeri kâr üretmesidir ve sermaye olarak bu metanın değişim değeri, sahipleri için ürettikleri artı-değerin miktarıyla belirlenir. Kapitalist üretimde paranın para olarak harcanması ya da sermaye olarak yatırılması yalnızca farklı kullanım biçimleridir. “Emek gücü nasıl potansiyel sermayeyse, para ya da meta da, aslında, potansiyel sermayedir.” Çünkü para üretim öğelerine dönüştürülebilir ve servetin maddi öğeleri potansiyel sermaye olma özelliğine sahiptir. “Çünkü onları sermaye haline getiren tamamlayıcı karşıtları (ücretli emek), kapitalist üretim temeli üzerinde mevcuttur.” Maddi servetin ücretli emekle karşıtlık içinde olması, sermaye mülkiyetinin ifade ettiği bir şeydir. “Bu özel olgu, kendisini, hem paranın hem de metaların, özünde, gizil olarak, potansiyel olarak sermaye olmalarıyla, sermaye olarak satılabilmeleriyle ve bu biçimleriyle başkalarının emeğine komuta etmeleriyle, başkalarının emeğine el koyma hakkını vermeleriyle ve bu nedenle kendilerini değerlendiren değerler olmalarıyla ifade eder. Burada, başkalarının emeğine el koyma hakkını ve bunun araçlarını sağlayan şeyin, kapitalist tarafından eş değer olarak sunulan herhangi bir emek değil, bu ilişki olduğu da açık şekilde ortaya çıkıyor.” Kârın faize ve asıl kâra bölünmesi, tıpkı metaların piyasa fiyatları gibi arz ve talep yoluyla yani rekabet yoluyla düzenlendiği ölçüde, sermaye bir meta olarak görünür. “Ama burada, farklılık da kendisini benzerlik kadar çarpıcı bir şekilde gösterir.” Şöyle ki, piyasadaki etkiler karşılıklı olarak birbirini ortadan kaldırıp arz ve talep dengeye kavuştuğunda, piyasa fiyatı, üretim tarzının kendisine içkin olan yasalarca düzenlenen üretim fiyatına karşılık gelir. “Ücretler için de aynısı geçerlidir. Arz ve talep dengedeyse, bunların etkisi ortadan kalkar ve ücretler emek gücünün değerine eşit olur.” Fakat para-sermayenin faizi için durum farklıdır. Faiz söz konusu olduğunda, rekabet tarafından dayatılan yasa dışında bir yasa yoktur; faiz oranının “doğal” sınırları yoktur. Faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda her şey yüzeysel görünür. Örneğin sermayenin yatırılması sadece onun borç veren kişiden borç alan kişiye aktarılması olarak görünürken, gerçekleşen sermayenin geri dönüşü ise sadece borç alan kişiden borç veren kişiye faizle birlikte geri ödenmesi olarak görünür. (devam edecek)

2 Nisan 2025
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /21

Bölüm 22: Kârın Bölüşümü. Faiz Oranı. “Doğal” Faiz Oranı

Marx, burada konunun ayrıntılı biçimde incelenemeyeceğini belirtir. Ayrıca, borç verenler ile borç alanlar arasındaki rekabet ve para piyasasında bundan kaynaklanan küçük ölçekli dalgalanmaların da incelemenin dışında bırakılacağını vurgular. “Faiz oranının sınaî çevrim sırasında izlediği devrenin sunulması, bu devrenin kendisinin sunulmasını gerektirir, ama burada bu da yapılamaz. Faiz oranının dünya pazarındaki şu ya da bu ölçekte gerçekleşen yaklaşık eşitlenmesi için de aynısı geçerlidir. Burada yalnızca, faiz getiren sermayenin bağımsız şeklini ve faizin kârdan bağımsızlaşmasını inceleyeceğiz.” Buraya kadarki varsayımlara göre, faiz, faal kapitalistin elde ettiği kârdan para kapitalistine ödeyeceği kısımdır. Bu nedenle, faizin üst sınırı kârın kendisi olarak görünür; fakat bu sınıra ulaşılmış olsaydı faal kapitalistin payına düşen kısım sıfıra eşit olurdu. “Faizin alt sınırı ise hiçbir şekilde belirlenemez. Akla gelebilecek her tür düzeye düşebilir. Ama bu durumda her zaman karşıt yöndeki etkiler devreye girer ve faizi bu göreli en alt düzeyin üzerine çıkarır.” Faiz oranı, ödünç verilen sermaye için ödenen faizin sermaye tutarına oranlanmasıyla bulunur. Marx, ilk olarak, toplam kâr ile ödenecek faiz arasında sabit bir oranın bulunduğunu varsayar. “Bu durumda, faizin toplam kârla birlikte yükselip düşeceği açıktır ve toplam kâr da genel kâr oranı ve onun dalgalanmalarıyla belirlenir.” Ödenen faiz ile toplam kâr arasındaki oranın az çok değişmez olduğu varsayıldığında, faal kapitalist, kâr oranıyla doğru orantılı olarak daha yüksek ya da daha düşük faizler ödeyebilecektir. Kâr oranının yüksekliğinin, kapitalist üretimin gelişmesiyle ters orantılı olarak değiştiğini görmüştük. Buradan çıkan sonuç, faiz oranındaki farklılık kâr oranlarındaki farklılığı ifade ettiği sürece, bir ülkedeki daha yüksek ya da daha düşük faiz oranının sınaî gelişmenin derecesiyle ters orantılı ilişki içinde olacağıdır. “Bu durumun her zaman geçerli olmasının hiçbir şekilde gerekmediğini daha sonra göreceğiz. Bu bağlamda, faizi kârın ve daha yakından bakıldığında genel kâr oranının düzenlediği söylenebilir. Ve faizin bu düzenlenme tarzı, onun ortalaması için bile geçerlidir.” Marx, “her durumda, ortalama kâr oranı, faizin üst sınırının nihai belirleyicisi sayılmalıdır” der. Fakat dikkat edilmesi gerekir ki, karşılığı ödenmemiş emeğin sağladığı kârın büyüklüğünü belirleyen koşullarla, bu kârın ödünç sermaye veren kapitalistle faal kapitalist arasındaki dağılımını belirleyen koşullar çok farklıdır. “Bu farklı koşullar sıklıkla tümüyle karşıt yönlerde etkide bulunurlar.” “Modern sanayinin hareketinin izlediği devir çevrimleri (hareketsizlik durumu, giderek artan canlanma, gönenç, aşırı üretim, çöküş, durgunluk, hareketsizlik durumu vb.; yani, daha geniş kapsamlı çözümlemeleri inceleme alanımızın dışında kalan çevrimler) ele alınırsa, düşük faizlerin çoğunlukla gönenç ya da ekstra kâr dönemlerine karşılık geldiği” görülecektir. Bunun yanı sıra, “faiz yükselişinin gönenç ile onun tersini birbirinden ayırdığı, ama en aşırı tefecilik düzeyindeki en yüksek faizin bunalım dönemine karşılık geldiği görülür”. Bu genel eğilime karşın, Marx, durgunluğa düşük bir faizin ve giderek artan canlanmaya ılımlı bir şekilde yükselen bir faizin eşlik etmesinin de mümkün olduğunu vurgular. “Faiz oranı, ödeme yapabilmek için maliyeti ne olursa olsun borç almanın zorunlu olduğu bunalımlar sırasında kendi en yüksek noktasına ulaşır.” Faiz yükselişi değerli kâğıtların fiyatlarındaki bir düşüşe karşılık gelir. Bu durum, faiz oranı düşer düşmez yeniden ortalama fiyatlarına ulaşacak bu kâğıtları çok düşük fiyatlarla ele geçirmek isteyen kapitalistler için çok hoş bir fırsattır. Marx, kâr oranındaki dalgalanmalardan tümüyle bağımsız olarak, faiz oranının bir düşme eğilimine sahip olduğunu vurgular ve bunun iki temel nedeni olduğunu belirtir. Birincisi hakkında, Marx, İngiliz iktisatçı Ramsay’dan bir alıntı yapar: “Bir ulus zenginleşme yolunda ilerlerken, atalarının emekleri sayesinde sadece faizle iyi bir şekilde geçinmelerine yetecek bolluktaki fonlara sahip olan bir grup insan ortaya çıkar ve bunların sayısı giderek artar. Gençlik ve orta yaş dönemlerinde aktif olarak iş yaşamında yer alan pek çokları da, ileri yaşlarında, biriktirdikleri tutarların faiziyle huzur içinde yaşamak için emekliye ayrılır. Her iki grup da ülkenin zenginliğindeki artışla birlikte büyüme eğilimi gösterir, çünkü orta ölçekli bir sermayeyle başlayanlar, küçük bir sermayeyle başlayanlara göre daha çabuk bağımsızlaşabilir. Bu nedenle, onu bizzat kullanma zahmetine katlanmak istemeyenlere ait olan ulusal sermaye miktarının toplumun toplam üretken sermayesine oranı, eski ve zengin ülkelerde, yerleşime yeni açılmış ve daha yoksul bölgelerdekine göre daha yüksek olur. İngiltere’de rantiyeler sınıfının nüfusa oranı ne kadar yüksek! Rantiyeler sınıfı büyürken sermayeyi ödünç verenlerin sayısı da artar, çünkü bunlar bir ve aynıdır.” İkincisi ise, kredi sisteminin gelişmesi ve onunla birlikte, toplumun tüm sınıflarının tüm parasal tasarruflarının bankerler aracılığıyla sanayici kapitalistlerin ve tüccarların denetimine giderek daha fazla girmesidir. Bu tasarrufların para-sermaye olarak iş görebilecek miktarlara giderek daha fazla ulaşması da faiz oranını aşağıya çeken bir faktördür. Marx’ın yine Ramsay’dan aktardığı üzere, brüt kârın faize ve girişimci kazancına bölünme oranı sermayeyi ödünç verenler ile ödünç alanlar arasındaki rekabete bağlıdır. Gerçekleştirilmesi beklenen brüt kâr oranı, bu rekabeti hiçbir şekilde tümüyle düzenlememekle birlikte onu etkiler. Ortalama faiz oranını bulmak için, birincisi, faiz oranının büyük sınaî çevrimlerdeki değişimleri sırasındaki ortalamasını hesaplamak; ikincisi, sermayenin daha uzun bir süreliğine ödünç verildiği yatırımlardaki faiz oranını bilmek gerekir. Marx, bir ülkede egemen olan ortalama faiz oranını belirleyen hiçbir yasanın bulunmadığını belirtir. “İktisatçıların sözünü ettiği doğal bir kâr oranına ya da doğal bir ücret haddine benzer bir doğal faiz oranı bulunmaz” der. Marx konuyla ilişkili olarak rekabetin rolüne değinir. “Ortalama rekabet ilişkilerinin, borç veren ile borç alan arasındaki dengenin, borç veren kişiye sermayesi üzerinden yüzde 3, 4 ya da 5’lik bir faiz oranını ya da brüt kârın belirli bir yüzdesini, örneğin %20’sini ya da %50’sini vermesi için hiç bir neden bulunmaz. Rekabetin kendisi herhangi bir şeyi belirlediğinde, bu belirleme özünde rastlantısaldır ve bu rastlantısallığı gerekli bir şey olarak açıklama isteği, sadece bilgiçlikten ya da hayalcilikten kaynaklanabilir.” Marx’ın belirttiği üzere, ortalama faiz oranının yalnızca bir ortalama sayı olarak değil gerçek bir büyüklük olarak var olması ölçüsünde, bu oranın belirlenmesinde, rekabetin kendisi kadar, alışkanlıklar, yasal gelenekler vb. de rol oynar. “Faizlerin hesaplanmasını gerektiren pek çok hukuki anlaşmazlıkta, bir ortalama faiz oranını yasal faiz oranı olarak kabul etmek gerekir. Daha da ileriye gidilip ortalama faiz oranının sınırlarının neden genel yasalardan türetilemeyeceği sorulacak olursa, cevap, basitçe, faizin doğasında yatar. Faiz, ortalama kârın bir kısmından başka bir şey değildir. Aynı sermaye, iki farklı rol üstlenmiş görünür: Borç veren kişinin elinde ödünç verilebilir sermaye ve faal kapitalistin ellerinde sanayi ya da ticaret sermayesi. Ama yalnızca bir kez iş görür ve kârı da yalnızca bir kez üretir.” Faal kapitalistin kendi sermayesiyle mi yoksa ödünç aldığı sermayeyle mi iş gördüğü üretim sürecinin kendisinde herhangi bir rol oynamaz. Elde edilen kâr üzerinde hak iddia eden iki kişinin bunu ne şekilde paylaşacakları, özünde, tıpkı bir ticari işletmenin kârının farklı ortaklar arasında paylaşılması durumunda olduğu gibi, tümüyle rastlantılar dünyasına ait bir olgudur. Kâr oranının temel belirleyicisi artı-değerdir. Artı-değer ile ücret arasındaki bölünmede ise, tümüyle farklı iki öğe, yani emek gücü ve sermaye belirleyici rol oynar. “Bunlar, karşılıklı olarak birbirlerini sınırlandıran iki bağımsız değişkenin işlevleridir; ve üretilen değerin nicel bölünmesi, bunların nitel farkından kaynaklanır.” Faiz söz konusu olduğunda ise durum farklıdır. Elde edilen kârın faiz ve girişimci kârı şeklindeki niteliksel farkı, artı-değer ile ücret arasındaki farkın tam tersine, aynı artı-değer parçasının tümüyle nicel olan bölünmesinden kaynaklanır. “Buraya kadarki incelemelerden, «doğal» bir faiz oranın bulunmadığı sonucu çıkar.” Marx, faiz oranının kâr oranıyla ilişkisinin, metanın piyasa fiyatının onun değeriyle ilişkisine benzediğini belirtir. Faiz oranının kâr oranıyla belirlenmesi ölçüsünde, burada, tek tek sanayi dallarında geçerli olabilecek olan özgül kâr oranları değil, her zaman genel kâr oranı belirleyicidir. Ancak, faiz oranı borç alanlar tarafından verilen güvencelerin türlerine ve borçlanma sürelerine bağlı olarak farklılaşabilir. “Ortalama faiz oranı her ülkede görece uzun dönemler boyunca değişmez bir büyüklük olarak görünür.” Bunun nedeni, genel kâr oranının görece uzun dönemlerde değişmesidir. Faiz oranıyla genel kâr oranı arasındaki ilişkinin açıklanmasından sonra, bir de durmadan dalgalanan piyasa faiz oranına bakmak gerekir. “Bu oran, her bir anda, metaların piyasa fiyatı gibi, sabit bir büyüklük olarak verilidir, çünkü para piyasasında ödünç verilebilir tüm sermaye sürekli olarak faal kapitalistin karşısında durur, yani faizin her bir andaki piyasa düzeyi, bir taraftaki ödünç verilebilir sermaye arzı ile diğer taraftaki talep arasındaki ilişkiyle belirlenir.” Marx bu noktada, kredi sisteminin gelişmesinin rolüne değinir. Kredi sisteminin gelişmesi ve bununla bağlantılı yoğunlaşması, ödünç verilebilir sermayeye genel bir toplumsal karakter kazandırır. “Ve onu tek seferde, eş zamanlı olarak para piyasasına sürmesi ölçüsünde, bu söylenen daha fazla geçerli olur. Buna karşılık genel kâr oranı her zaman yalnızca bir eğilim olarak, özel kâr oranlarının eşitlenmesi hareketi olarak var olur.” Bu eşitlenme hareketi, kapitalistler arası rekabetten kaynaklanır. Kapitalistlerin, kârın görece uzun süreler boyunca ortalamanın altında kaldığı alanlardan adım adım sermaye çekmeleri ve kârın ortalamanın üzerinde olduğu alanlara adım adım sermaye aktarmaları şeklinde gerçekleşir. Ya da, ek sermayenin söz konusu alanlara giderek daha farklı oranlarla bölünmesi anlamına gelir. “Burada söz konusu olan şey, hiçbir zaman faiz oranının belirlenmesinde olduğu gibi eş zamanlı bir yığınsal etki değil, bu farklı alanlardaki sermaye giriş çıkışlarının durmadan değişmesidir.” Buraya kadar üzerinde durulan hususlar, faiz getiren sermayenin metadan mutlak olarak farklı bir kategori oluşturmasına karşın, kendine özgü bir meta haline geldiğini açıklar. Tıpkı metanın piyasa fiyatı gibi, her seferinde arz ve taleple sabitlenen faiz de faiz getiren sermayenin fiyatıdır. “Bu nedenle, piyasa faiz oranı, sürekli olarak dalgalansa bile, her bir verili anda, tıpkı metanın her bir andaki piyasa fiyatı gibi, hep sabitlenmiş ve tek biçimli olarak görünür.” Para kapitalistleri faiz getiren sermaye şeklindeki metayı arz eder ve faal kapitalistler onu satın alır, böylece onun talebini yaratır. Eşitlenme yoluyla genel bir kâr oranının oluşumu farklı bir olaydır. Şöyle ki, bir alanda metaların fiyatları üretim fiyatının altında ya da üzerinde olduğunda, dengelenme, üretimin genişlemesi ya da daralması yoluyla gerçekleşir. “Tek tek kâr oranlarının genel ya da ortalama kâr oranından sapmaları, metaların ortalama piyasa fiyatlarının işte bu şekilde üretim fiyatlarına eşitlenmesi yoluyla düzeltilir. Bu süreç, hiçbir zaman, sanayi ya da ticaret sermayesinin kendisinin, faiz getiren sermaye gibi, bir alıcının karşısına meta olarak çıkması şeklinde görünmez.” Söz konusu süreç eğer böyle görünüyorsa, bu, ortalama kârın doğrudan doğruya sabitlenmesi şeklinde değil, yalnızca dalgalanmalarda ve metaların piyasa fiyatlarının üretim fiyatlarına eşitlenmesinde görünür. Genel kâr oranı, birincisi toplam sermayenin ürettiği artı-değerle, ikincisi bu artı-değerin toplam sermayenin değerine oranıyla ve üçüncüsü rekabetle belirlenir. “Dolayısıyla, genel kâr oranının temelindeki nedenler, doğrudan doğruya arz ve talep ilişkisiyle belirlenen piyasa faiz oranının temelindeki nedenlerden tümüyle farklı ve çok daha karmaşıktır ve bu nedenle de, genel kâr oranı, faiz oranı gibi, elle tutulur ve verili bir olgu değildir.” Marx, faiz oranı ile kâr oranı arasındaki farkı vurgularken, faiz oranıyla ilgili iki noktanın göz ardı edildiğini belirtir. “1. faiz getiren sermayenin tarihsel olarak önceden var olması ve geçmişten devrolan bir geleneksel faiz oranının varlığı; 2. dünya pazarının, bir ülkedeki üretim koşullarından bağımsız olarak, kâr oranı üzerindeki etkisiyle karşılaştırıldığında, faiz oranının belirlenmesinde çok daha büyük bir dolaysız etkiye sahip olması.” Ortalama kâr, ancak, karşıt yönlü dalgalanmaların eşitlenmesinin incelenmesiyle anlaşılabilir. Oysa faiz oranı için durum farklıdır. “Bu oran, en azından yerel düzeydeki genel geçerliliği kapsamında, her gün sabitlenen bir olgudur; hatta, sanayi ve ticaret sermayesi için, işlemlerinin hesaplanması sırasında bir ön koşul ve bir faktör olarak iş gören bir olgudur.” Günümüzde hava raporlarıyla yarışan borsa raporlarını çağrıştırırcasına, Marx ilginç bir hususa işaret eder: “Meteoroloji raporlarında verilen barometre ve termometre değerlerinin doğruluk dereceleri, borsa raporlarında, şu ya da bu sermaye için değil, para piyasasında bulunan, yani genel olarak ödünç verilebilir sermaye için verilen faiz oranlarının doğruluk derecelerinin gerisinde kalır.” Para piyasasında birbirlerinin karşısına çıkanlar, yalnızca borç verenlerle borç alanlardır. Sermayenin farklı üretim ya da dolaşım alanlarına yatırılmasına bağlı olarak aldığı tüm özel biçimler burada silinmiştir. “Sermaye burada bağımsız değerin farksız, kendisine eşit şekli içinde, yani para şeklinde var olur. Farklı alanların rekabeti burada ortadan kalkar; bunların tümü para ödünç alanlar olarak aynı yerde toplanmıştır.” Para-sermaye, para piyasasında ortak bir öğe olarak, özel kullanılma biçiminden bağımsız ve her bir alanın üretim gereksinimleri doğrultusunda faal kapitalistler sınıfının üyeleri arasında bölünen bir şekilde bulunur. Büyük sanayinin gelişmesiyle birlikte, piyasadaki para-sermaye, sermayenin şu ya da bu parçasının sahibi tarafından temsil edilmez; yoğunlaşmış ve örgütlenmiş bir kütle olarak ortaya çıkar. “Bu kütle, gerçek üretimden tümüyle farklı bir şekilde, toplumsal sermayeyi temsil eden bankacıların denetimi altında olur. Böylece, hem talep biçimi söz konusu olduğunda ödünç verilebilir sermayenin karşısına bir sınıfın bütünü çıkar, hem de arz söz konusu olduğunda ödünç verilebilir sermayenin kendisi en masse [topluca] ortaya çıkar.” Nasıl ki paradaki değer değişmeleri onun tüm metalar karşısında aynı değere sahip olmasını engellemiyorsa, faiz oranı da aynı düzenlilikle “paranın fiyatı” olarak kaydedilir. “Bu böyledir, çünkü burada, sermayenin kendisi, para biçiminde, meta olarak sunulur; dolayısıyla, onun fiyatının sabitlenmesi, tüm diğer metalarda olduğu gibi onun piyasa fiyatının sabitlenmesidir; bu nedenle, faiz oranı kendisini her zaman genel faiz oranı olarak, şu kadar para için bu kadar para olarak, belirli bir nicelik olarak ortaya koyar.” Fakat kâr oranında durum farklıdır. Bu oran, “metanın piyasa fiyatları aynıyken, tek tek sermayelerin aynı metayı üretme koşullarındaki farklılaşmalara bağlı olarak, aynı alanın sınırları içinde bile değişebilir; çünkü, tek bir sermayenin kâr oranı, metanın piyasa fiyatıyla değil, piyasa fiyatı ile maliyet fiyatı arasındaki farkla belirlenir. Ve önce aynı alanın sınırları içindeki ve ardından farklı alanlar arasındaki bu farklı kâr oranları, ancak sürekli dalgalanmalar yoluyla bir dengeye kavuşabilir.” Marx bu bölümü bitirirken, daha sonra üzerinde durulmak üzere krediyle ilgili bir not koymuştur. “Kredinin özel bir biçimi: Para satın alma aracı olarak değil ödeme aracı olarak iş gördüğünde, metanın elden çıkarıldığı, ama onun değerinin ancak daha sonra gerçekleştirildiği biliniyor. Ödeme, metanın yeniden satılmasından sonra gerçekleşirse, bu satış, satın almanın bir sonucu olarak görünmez; aksine, satın alma, satış yoluyla gerçekleştirilir. Bir başka deyişle, satış, satın almanın bir aracı olur. - İkincisi: Borç senetleri, poliçeler vb. borç verenler için ödeme araçları olur. - Üçüncüsü: Borç senetlerinin takası paranın yerini alır.” (devam edecek)

30 Nisan 2025
Kapitalizm-Emperyalizm
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/8053?page=2&qt-diger_makaleler=1