Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Portekiz’de Salazar Faşizmi ve Faşizme Karşı Mücadele

Portekiz’de Salazar Faşizmi ve Faşizme Karşı Mücadele

1.Bölüm

portuguese-revolution-1974-image-flickr-hemeroteca-digital-1536x1106.jpg.webp

Portekiz’de 47 yıl süren faşizmin çözülüş ve yıkılış süreci derslerle doludur. Faşist rejimlerin ilânihaye süremediğini, er geç çözüldüğünü ya da yıkıldığını, ancak bunun olağan burjuva rejimdeki gibi seçim sandığı yoluyla değil, iç ve dış faktörlerin zorlaması ve/veya kitlelerin mücadelesi yoluyla olduğunu gösteren bir örnektir. Portekiz’de yaşananlar, kitle hareketinde önderliğin hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle önemini, kritik dönemeç noktalarında yaptığı hata, ihmal ve ihanetlerin nelere yol açabileceğini göstermesi açısından da incelenmeyi hak eder. Ayrıca Hitler ve Mussolini rejimleri derecesinde baskıcı olmadığı gerekçesiyle yasama, yürütme ve yargıyı tek bir korporatif devlet erkinde toplayan, sansür, baskı, işkence, siyasal ve sendikal yasaklar uygulayan bir rejimi faşizm olarak nitelendirmekte tereddüt edilmesi, bugün Türkiye örneğinde gördüğümüze benzer bir yanılgıdır. Sömürgelerde ulusal mücadele veren unsurların askere alınan Portekizli emekçilerle kurduğu sağlıklı bağlar ve Portekizli sosyalistlerin savaş karşıtı etkin propagandası faşizmin çözülüşünü ivmelendirmiş; faşizmi sonlandıran kitle hareketi sömürgelerdeki savaşı sona erdirmiş ve sömürgelerde bağımsızlıkların kazanılmasında son noktayı koymuştur. Faşizmi zayıflatan burjuvazi içi çelişkilerin ötesinde, Karanfil Devrimi bulutsuz gökyüzünde çakan bir şimşek değildir. Keskinleşen çelişkilerin yanı sıra yıllarca faşizm koşullarında mücadele veren işçilerin, devrimcilerin, komünistlerin, anarşistlerin, sendikalistlerin, sosyal demokratların mücadelesi sayesinde koşullar olgunlaştığında kitleler kayayı çatlatmış, su gürül gürül akmıştır.

Tarihsel arka plan ve 1910 burjuva devrimi

1400’lü yıllardan itibaren Ümit Burnu gibi yeni deniz yolları bulan Portekiz, dört kıtaya yayılan, köle ve meta ticaretine önem verip sınaî faaliyeti ön plana almayan bir sömürge imparatorluğu kurdu. 1700-1800’lü yıllarda İspanya ve Fransa ile girdiği sömürge savaşları sonrasında 1822’de Brezilya’yı elinden kaybetti, kalan sömürgelerini elinde tutmaya yöneldi. Bu savaşlar sürecinde İngiltere’ye borçlanmış ve yaptıkları ittifak sonucunda İngiltere Portekiz ticaretini kontrol etmeye başlamıştı. Portekiz, sömürge savaşları sürecinden Batı Avrupa’nın ekonomi, sanayi ve eğitim düzeyi açısından en geri kalmış ülkesi olarak çıktı. 1810-1836 yılları arasındaki liberal burjuvazinin de mücadelesi sonucu meşruti monarşi kurulsa da asıl sonuç birkaç elde toplanan büyük toprak mülkünün parçalanması oldu. Kapitalizmin gelişimiyle loncalar çözüldü. Öncesinde var olan kooperatif toplulukları, kültürel birlikler vb. işçi hareketini besleyen kaynaklar oldular. 1890’dan itibaren emek örgütlülüğü Avrupa’ya paralel olarak sendikalaşma ve ülke çapında federasyonlaşma yönünde evrildi. Aristokrasiye karşı mücadele veren tüm burjuva devrim süreçlerinde olduğu gibi Cumhuriyetçilerin sosyal reform perspektifi alt sınıflara daha geniş bir hareket alanı sağlamıştı. Cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin, anarşistlerin ve sendikalistlerin monarşi karşıtı mücadelesi işçi örgütlerinin güçlenmesini de pekiştirmiş, kitleleri politikleştirmişti. Meşruti monarşiler çoğu durumda Asyatik veya feodal iktidarlar ile yükselmekte olan burjuvazinin bir bakıma geçici uzlaşı formu, burjuva cumhuriyete geçiş formu olmuştur. Eninde sonunda defakto iktidar burjuvaziye geçer, eski egemen sınıf kalıntıları burjuvalaşır veya tasfiye olur. Nitekim Portekiz’de krallık 1910 yılında bir burjuva devrimle yıkıldı. Yeni burjuva efendiler 1910 devrimi sonrası kitle desteğini devam ettirebilmek için grev ve sendikalaşma yasağını kaldırsa da sendikal-siyasal baskıları, sürgünleri devam ettirdiler. Baskılara rağmen 19. yüzyıldan beri Portekiz’de var olan sınıf mücadelesi burjuva devrim sonrasında yeni bir yükselişe geçti, grevlerde artış yaşandı. Makineleşmeyle beraber kadın ve çocukların üretime katılımıyla işçi sınıfı kitlesi büyümeye başladı. Kadınların mücadeleye katılımı arttı. Anarşistler, sosyalistler, sendikalistler sınıf örgütlerinde ve halk içinde örgütleniyor, grev ve eylemler düzenliyordu. Sendikal ve siyasal birlikler oluşturuyor, bunları merkezileştiriyorlardı. 1917 Ekim Devrimi tüm dünyada olduğu gibi Portekiz emekçi sınıflarında da yankısını bulmuştu. Avrupa’daki tüm miting ve gösterilerde Sovyetler övgüyle karşılanıyordu. Dünyadaki devrim dalgasına da paralel olarak 1917’de yükselen sınıf hareketi 1919’da doruğa ulaştı ve sonraki yıllarda da devam etti. Uzun dönemli eğilimlerin sonucu olarak 1919’da 170 sendikanın katılımıyla CGT (Genel Emek Konfederasyonu) kuruldu. 8 saatlik işgünü hakkı gibi kazanımları olan büyük grevler ve işçi sınıfının örgütlülüğü burjuvaziye korku salıyordu. 1921’de Portekiz Komünist Partisi kuruldu ancak 1924 dönemecinden sonra SSCB’deki bürokratik karşı-devrim sürecine paralel olarak ne yazık ki sekterliğe dümen kırdı ve Stalinizme kaydı. Sendikalar siyasi gruplar tarafından bölündü. Faşist çetelerden yılmış, devrimci önderliği olmayan işçi sınıfının mücadelesi ivme kaybetti. Öte yandan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve dünya krizi koşullarında burjuva siyasetindeki istikrarsızlık 1910-1926 arasında 45 hükümet kurulması ve darbe girişimleriyle kendini açığa vurdu. Örneğin 1919’da monarşist darbeciler bir ay boyunca ülkenin kuzeyini kontrol etti. Burjuvalar kendi aralarındaki iktidar savaşı nedeniyle emek hareketine tam bir saldırı düzenleyemiyordu.

1926 askeri faşist darbesi ve faşizm dönemi

İşçi sınıfının devrimci tehdidi ve siyasal istikrarsızlık karşısında 1926’da General Carmona önderliğinde bir askeri darbe gerçekleştirildi. Bu darbeyle, savaş, baskılar, gıda kıtlığı ve yaygın yolsuzlukların olacağı 47 yıl sürecek faşizm dönemi başlayacaktı. Darbe asıl olarak işçi hareketini hedef aldı ve patronlar sınıfının işine yaradı. Rejim sendikacılara ve devrimcilere saldırdı. Sansür katılaştırıldı. Patronlar işçilerle imzalanan sözleşmelere uymamaya başladı. Darbe sonrası başkanın ve dolayısıyla yürütmenin tüm yetkileri elinde tuttuğu bir rejime geçildi. Yürütme üzerinde herhangi bir kısıtlayıcı yetkisi olmayan Meclis, önemli konularda kararnameler aracılığıyla baypas ediliyordu. Hızla “güvenilir” sivil uzman ve akademisyenler görevlendirilerek faşist rejim inşa edilmeye başlandı ve süreç içinde ordu yönetimi sivillere devrederek kışlaya döndü. Rejimin baş mimarları askerler veya profesyonel siyasetçiler değil Salazar gibi teknokratlardı. “1928 yılına gelindiğinde, Portekiz faşizminin isim babası olacak Salazar, ekonominin kapitalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda düze çıkartılması için olağanüstü yetkilerle donatılıp maliye bakanı olarak atandı. Salazar Portekiz’de faşizmi yerleştirmek üzere 1930’da Milli Birlik adlı bir hareket oluşturmaya girişti. 1932 yılında da başbakan olarak atandı. Ardından, yine Salazar’ın önayak olmasıyla Mavi Gömlekliler adıyla faşist bir örgütlenme daha yaratıldı ve Portekiz Lejyonu adıyla parami­liter silahlı çeteler oluşturuldu.”[1] 1932’de tek parti hariç tüm partiler yasaklandı. 1933’te tüm burjuva güçlerin Salazar’ın yanında hizalanmasıyla denge durumu oluştuğunda faşizm Yeni Devlet adı altında kurumsallaştı. Fiili durumun yasalara geçirilmesine denk düşen bu kurumsallaşma sürecinde, sendika ve toplu sözleşmeleri yasaklayan, özel askeri mahkemeler ve propaganda sekreterliğini kuran, kurulan gizli servisin (PIDE) yetkilerini genişleten baskı yasaları yürürlüğe kondu. Buna tepki olarak anarkosendikalist, sosyalist ve komünistlerin ortak katılımıyla sendikalar 1934 Ocakta ülke genelinde büyük katılımlı bir genel grev düzenledi. Grev yoğun katılıma rağmen dağınıktı ve iyi koordine edilememişti. Faşizmin yoluna devam etmesini engelleyemedi, baskılar şiddetlendi, sendikaların mallarına el kondu. Öncülerinin hapse atılmasına ve sürgüne gönderilmesine rağmen işçi hareketi bu tarihten sonra gizli faaliyetlerini sürdürecek, zaman zaman yayınlar çıkaracaktı. 1936’dan sonra grevin cezası artık hapis veya Cabo Verde’deki toplama kampına sürgündü, buna rağmen mücadele sürdü. Faşist devlet tüm emekçi sınıfları devlet kontrolünde sivil korporatif örgütlülüklerde topladı. Toplumu her alanda, özellikle meslekler temelinde bölerek tepeden kurduğu korporatif kuruluşlarla parça parça etti. Devlet tarafsızlık iddiasına rağmen sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket ediyordu. Tüm ücretleri ve çalışma koşullarını düzenleme yetkisini elinde toplayan rejim, korporatist sözleşmelerle genel ücret düzeylerini düşük tutuyordu. Burjuvaziyi dahi “gremio” adlı korporatif kuruluşlarda birleştirdi. Ancak bu kuruluşlarda şirketlerin devletle iletişim kanallarının başı, büyük şirketler tarafından küçüklerin aleyhine olacak şekilde tutulmuştu. Devlet bürokrasisindeki unsurlar aynı zamanda şirketlerde yöneticilik yapıyor, şirket kârından legal ve illegal yollarla pay alıyor, şirketlere vergi indirimleri yapılıyordu. Sanayideki elitlerin yarıya yakınının aynı zamanda devlet görevi vardı. Portekiz ekonomisindeki kötü gidişe rağmen büyük sermaye daha da büyüyor, ücretlerse sürekli düşüyordu. Faşizmde egemenliğin aslında kimde olduğu sorusunun yanıtı, devlet mi şirketleri kontrol ediyor yoksa devlet kendi politikasını şirketlerin kârlılık gereksinimlerine göre mi düzenliyor sorusuna verilecek cevapta mevcuttur. Kuşkusuz ikincisi doğrudur. Devletle sıkı bağlantı içinde olan Kilise de faşist rejimin korporatist anlayışının topluma benimsetilmesinde etkili bir kurumdu. Devlet okullarında dini eğitimin ağırlığı arttırıldı. Kapitalizmi sözde ehlileştiren, özel mülkiyeti koruyan, işçi-işveren arasında dayanışmayı ve isyan etmemeyi salık veren, anneleri ev işine hapseden, sosyalizm karşıtı Hıristiyanlık yorumları empoze edildi. Kilisede yapılan nikâhlara boşanma yasağı getirildi. Rejim İspanya iç savaşında faşist Franco ordusunu destekledi ve sonunda toplam 18 bin gönüllünün gönderildiğini ve bunların 8 bininin öldüğünü açıkladı. Franco’dan kaçan siyasi mültecileri sınırdan geçirmeyerek öldürülmelerine yol açtı. İkinci Dünya Savaşında sözde tarafsızlığını ilan etmesine rağmen Rusya cephesinde Hitler ordularına destek verdi. Sona doğru Hitler’in kaybedeceği kesinleştiğinde ABD-İngiltere eksenine yanaştı. Portekiz ve İspanya’daki faşist rejimler varlıklarını sürdürmelerinin bir diğerinin ayakta kalmasına bağlı olduğunu görmüş ve birbirlerini desteklemişlerdir. Nitekim toplumsal ve iktisadi benzerlikleri olan (yaygın tarım, görece geri sanayi), her ikisinde de anarşist ve sosyalist hareketin derin kökleri bulunan bu iki ülkede faşist rejimler birbiri ardına kitle hareketiyle yıkılacaktı. 1940’larda ve 50’lerde farklı muhalefet eğilimleri ortaya çıktı. Bunlardan biri 1943 yılında komünistler (Stalinist), sosyalistler (reformist), sosyal demokratlar, cumhuriyetçiler, Katolikler, liberaller, monarşistler gibi pek çok eğilimin faşist rejime karşı oluşturduğu MUNAF (Antifaşist Ulusal Birlik Hareketi) adındaki platformdu. Bu oluşum mahallelerde, dini cemaatlerde yerel komiteler şeklinde örgütlenmeye başladı ve toplum içindeki etkisi arttı. İkinci Dünya Savaşında faşistlerin yenilgisiyle demokrasi makyajına ihtiyaç duyan rejim bu platformu yasal ilan edecekti. Komünistlerin bu ittifak içindeki etkinliği, etkili örgütlülükleri, disiplin ve güçlü propagandaları sayesinde giderek arttı. Sonradan ismi değişen MUNAF 1948’de yasaklandı. Ordu içinde belli ölçülerde reformist muhalefet devam etti, zaman zaman darbe girişimleri ve alt rütbelilerin isyanı gerçekleşiyordu. Rejim, demokrasinin bazı yönlerini sürdürüyor görüntüsü veriyordu. Örneğin hileli sandıklarla göstermelik seçimler yapıyordu. Portekiz’de faşizm her ne kadar askeri darbe olarak başladıysa da, öncesinde faşizmin bir kitle tabanı olmasıyla, yetkinin hızla sivillere devredilmesi ve yönetimdeki sivil ağırlıkla, topluma egemenliğini dayatma noktasında sivil alanda kurulan korporatif örgütlenmelere dayanmasıyla, fabrikalardaki, gazetelerdeki şef ve idarecilere kadar PIDE bağlantılı jurnal ağı kurmasıyla, Futbol-Fado-Fiesta örneğindeki gibi zora dayanmayan uyutma yöntemleriyle, kilisenin manevi otoritesinden yararlanmasıyla ve dolayısıyla –İtalya ve Almanya faşizmi ölçüsünde olmasa da– toplumun dokusunu değiştirmesi ve tahrip etmesiyle, 1933’e kadar sivil alanda ve devlet yönetiminde rakiplerine boyun eğdirmeye çalışarak kendini tahkim etme yolunda ilerlemesiyle bir sivil faşizm örneği oluşturur.

Baskılar, kriz, sömürge savaşları, burjuvazi içi çelişkiler, kitle mücadeleleri, ordu içindeki hoşnutsuzluk

Afrika’da yayılan bağımsızlık mücadelelerine paralel olarak Portekiz sömürgeleri Mozambik, Angola, Gine Bissau ve Cabo Verde’de bağımsızlık hareketleri gelişmişti. Faşist rejim demokratik bir çıkış yolunu olanaksız kılan bir katılığa sahipti ve bağımsızlık hareketleriyle anlaşmaya yanaşmayarak onları kanla bastırmaya girişti. Bu yüzden bu hareketler 1960’larda silahlı mücadeleye geçiş yaptılar ve Afrika’da savaş alevlendi.Portekiz’in bütçesinin yaklaşık yarısı Afrika’daki 170 bin askerin iaşesine ve savaşa ayrılıyordu. Enflasyon %25-30’ların üzerine yükselmişti. Sanayi ve tarım düşük teknolojiliydi. Gerilla hareketleriyle savaşta ihtiyaç duyduğu gelişmiş silahları üretecek ekonomisi yoktu.Ayrıca Portekiz burjuvazisi yeni atılımlar yapabilecek güçte değildi. O güne kadar egemenliğinin sarsılmaması için yabancı sermaye akışına direnç gösteren faşist rejim, 1960’tan sonra istemeden de olsa bu akışı kabullendi, EFTA’ya (Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi) girdi, sanayi sektörünü geliştirmeye dönük basınç nedeniyle yabancı yatırımı büyük ölçüde serbestleştiren yasaları çıkardı.[2] Ancak yabancı sermayenin baskın olmasına da izin vermedi. Bu arada liberal ekonomi doğrultusundaki burjuva eğilimler faşist rejimin direnciyle karşılaşacaktı. Düzen güçlerinde politika farklılıklarının kendini ilk gösterdiği dönemeçlerden biri 1952’de ABD’ye askeri ataşe olarak atanan ve sonrasında “liberal” görüşlere dümen kıran faşist Delgado’nun 1958 seçimlerinde Salazar’a rakip olarak seçimlere girmesiydi. Delgado 1964’te öldürüldü. Salazar’ın hastalığı sonrası başkanlığa getirilen Caetano’nun tekellerin zorlamasıyla yapmak istediği liberal reformlar yine faşist rejimin muhafazakâr kanadının tepkisi ve engeliyle karşılaşacak ve geri adım atmak zorunda kalınacaktı. Rejim içinde etkin konuma gelmeye çalışan liberal burjuva politikacılar, 1969 ve 1973 seçimlerindeki hileli sandıkların da katkısıyla amaçlarına ulaşamayacaklardı. Aralık 1973’te burjuvazi içindeki farklı eğilimlere karşı faşist rejimi güçlendirmeyi hedefleyen rejim yanlısı bir darbe girişimi bile olacaktı. 1950-70 yılları arasında dünya kapitalizmindeki canlanmaya ve 1961-73 arası dönemde yabancı yatırımların artmasına bağlı olarak Portekiz ekonomisi büyüse bile makineleşmeyle bağlı emek üretkenliğinde artış nedeniyle işsizlik oranları değişmedi ve Portekiz Batı Avrupa’nın en yoksul ve eğitimsiz ülkesi olmaya devam etti. Proletarya ve küçük-burjuvazi savaşın ve sistemin yükünü çekerken sadece Portekiz’in en zengin “Yedi Aile”si, bankalar ve tekeller bu kan banyosundan nemalanıyordu. Sömürgelerde bağımsızlık mücadelelerinin yükseldiği, işçi ve emekçi kesimlerde hoşnutsuzluğun ve mayalanmanın arttığı bir ortamda, 1962 Şubatında yoğun öğrenci muhalefeti patladı. Portekiz’de pek çok gizli muhalefet örgütlenmeleri gelişmeye başladı. Pek çok Katolik sömürge politikalarına karşı çıkmaya başladı. 1960’lar ve 1970’lerin başları, Portekiz’den Avrupa’nın gelişmiş ekonomilerine doğru göçün damgasını vurduğu yıllar oldu. Gençler askere alınmaktan, baskıdan, bireysel ve siyasi özgürlüklerin yokluğundan kaçıyordu. Ekonominin dışa açılması göçü görece daha olanaklı kılıyordu. Göç, savaş ve askere almalar nedeniyle Portekiz işgücünün yarısını kaybetmişti. Portekiz’de sanayi proletaryası oranı %33’tü. 40 yıldan fazla süren faşist rejimin boğduğu toplumun tüm kesimlerinde kaynama vardı. Öncü işçiler ve devrimciler ise örgütlerinin tüm programatik yanlışlarına rağmen mücadelelerini sürdürüyorlardı. Gençlik ve ekonomik olarak sarsılmış küçük-burjuvazi de rejime karşıydı. Üniversitelerde ve hatta harp akademisinde öğrenci eylemleri gerçekleşiyordu. Özellikle 1968’den sonra işçi grevleri tekrar sahneye çıktı. İşçi sınıfı silahlı polis saldırılarına rağmen Plessey, ITT, Hoechst, Fords, Timex ve diğer pek çok şirkette, faşist kanunları paçavraya çeviren cesur grevler gerçekleştirmeye başlamıştı. İspanya’daki faşizme karşı İspanyol, Bask, Katalan işçilerin mücadeleleri, Avrupa’da ve özellikle Fransa’da esen 1968 rüzgârı Portekiz işçi sınıfına ilham kaynağıydı. Çelişkiler zorba rejimin dayanaklarını aşındırıyor, rejim giderek var olan toplumsal desteğini kaybediyordu. 1973-75 arasında dünya 1929 buhranından sonra en şiddetli ekonomik krizini gördü. Dünyada peş peşe işçi mücadeleleri yükseliyordu. 1973’te Arap-İsrail savaşında OPEC üyesi ülkelerin Batı’ya ve üslerini İsrail’e kullandırtan Portekiz’e ambargosu ekonomik krizin etkilerini şiddetlendirmişti. Ekim 1973’te 60 bin işçinin katıldığı bir grev dalgası gerçekleşti ve sonrasında grevler sürdü. Bu grevlere işçilerin fabrikalarda oluşturduğu işyeri komiteleri önderlik ediyordu. Bu grevlerden bazıları sadece ücret artışını değil faşistlerin ve muhbirlerin fabrikadan atılması taleplerini de içeriyordu. İllegal faaliyet yürüten KP’nin sendikalarda ve işyerlerindeki etkinliğine rağmen işçi hareketi KP’nin kontrolünden çıkmıştı. Kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği emperyalist aşamasında, genel eğilim sömürgelerin siyasi bağımsızlığını kazanması, bununla beraber çeşitli düzeylerde iktisadi karşılıklı bağımlılıkların ortaya çıkmasıdır. Ancak bu tarihsel eğilim farklı sermaye gruplarının çelişen çıkarları nedeniyle sancılı bir şekilde işler. Portekiz özelinde faşist iktidar bu dönüşüm üzerinde engel konumundaydı. Bu bağlamda Portekiz sömürgeciliğinin katillerinden olan General Spinola Şubat 1974’te sömürgelerden çekilmeyi öneren bir kitap yayınladı. Önerdiği model gerçek anlamda sömürgelerden çekilmek değil, ulusal bağımsızlık hareketlerine mesafeli duran yerel siyah elitleri Portekiz güdümünde iktidara geçirmek olsa da Spinola yandaşlarıyla beraber ordudan atıldı. 1974’e doğru Portekiz ordusu Afrika’da gerillalar karşısında askeri olarak zorda kalmış, on binlerce asker cangıllarda kıstırılmış durumdaydı. Faşist rejimlerin aldığı askeri yenilgiler rejimi kırılgan hale getirir. Genç işçi, köylü ve öğrenciler gönderildikleri sonu gelmeyen ve kendilerinin yararına olmayan savaştan nefret ediyor, dört yıla varan zorunlu askerlikten ve Afrika cangıllarındaki açlıktan kurtulmak için ordudan firar ediyorlardı. Askerlerin ve alt rütbeli subayların savaşma gayreti giderek zayıflamıştı ve moralleri bozuktu. Onları bu anlamsız savaşa süren üst rütbelilerden nefret ediyorlardı. Ordu saflarında savaşa karşı tepki büyüyordu. Devrimci ateşi almış pek çok üniversite öğrencisi orduya alt rütbeli asker olarak yazdırılmıştı. Bu öğrenciler sömürge halklarının bağımsızlık hareketleriyle doğrudan temas kuruyor, radikalleşiyorlar ve gizli tartışma çevreleri örgütlemeye başlıyorlardı. Diğer taraftan da Portekiz ordusu içinde KP etkinliği artıyordu. Ordu içindeki bu tepki önce yüzbaşıların başlattığı ve sonrasında savaşın sonlanması, Afrika’dan çekilinmesi ve PIDE’nin lağvedilmesi talepleriyle alt rütbeli askerler ve genç subayların da katılmasıyla genişleyen MFA’yı (Silahlı Kuvvetler Hareketi-Movimento das Forças Armadas) ortaya çıkardı.[3]

25 Nisan 1974 darbesi ve “Karanfil Devrimi”

Asıl olarak tüm toplumu etkileyen faktör yükselen işçi hareketiydi. Ordu içindeki hoşnutsuzluğu aslında yükselen sınıf dinamiklerinin bir sonucu olarak görmek gerekir. Zira diktatörlüğün son 6 ayında yüz bin işçi, çoğu başarıyla sonuçlanan grevlere çıkmıştı. Her grev polisle doğrudan karşı karşıya gelmek ve vurulmak anlamına geldiğinden sadece patronla değil aynı zamanda faşist devletle de bir mücadele demek oluyordu. Fabrikadaki ispiyoncular ve ajanlar şebekesinin ortasında işçilerin tüm eylemleri politik örgütlerin disiplinine sahip olmayı ve cesareti gerektiriyordu. Bu koşullar altında Martta başarısız bir darbe girişiminin hemen ardından 25 Nisan 1974’te MFA askeri darbe ile hükümeti devirdi. Darbeyi savuşturmak için yollanan askeri birlikler darbecilere katıldı. Darbeciler başkanlık sarayının etrafını sardığında ülke genelindeki garnizonlardan destek mesajları yağdı. Tankların Lizbon’a yürümesiyle darbecilerin hiç hesaba katmadığı tarihsel bir olay gerçekleşti. Yüz binlerce emekçi MFA’nın evde kalmaları yönündeki talimatlarına rağmen sokaklara döküldü ve rejimin yıkılmasını kutladı. Askerler işçilerle kardeşleşmeye başladı. Radyo anonsları kitleleri durduramıyordu. Çürümüş rejim kitlelerce “kansız” şekilde yıkıldı. Ölümlerin çoğu PIDE’nin umutsuzca açtığı ateşler nedeniyle olmuştu. İşçiler, gençler yanıt olarak bir daha öbekleşmelerine meydan vermeyecek şekilde gizli polisi bizzat kendi eylemleriyle tasfiye ediyordu. Öfkeli emekçiler sivil polisleri ve muhbirleri ara sokaklarda kovalıyordu. PIDE karargâhları basıldı ve tüm teşkilat mensupları hapse tıkıldı. Devrimin karşısında duracak bir mihrak artık kalmamıştı. Her bir kent meydanında veya köşe başında toplantılar, mitingler düzenleniyor, işçiler fabrikaları, bankaları, gazeteleri, radyo istasyonlarını işgal ediyordu. Bu atmosfer darbe liderlerini öne fırlatacak ve hareketi sınırlandırmaya çalışma çabaları daha büyük bir mücadele dalgasıyla sonuçlanacaktı. Belli bir programı ve vizyonu olmayan MFA, iktidarı Spinola’ya ve bir avuç generalin cuntasına devretti.[4] Ancak MFA çok bileşenli yapısıyla hükümet üzerinde etkili olmaya devam edecekti. Kitleler fabrikaların, işyerlerinin ve kışlaların kontrolü için mücadele etmeye başladılar. Ülke genelinde milyonlarca kadın ve erkek kaderlerini cuntanın eline bırakmayıp kendi ellerine almak için mücedeleye atılacaktı. Her yerde işçi komiteleri yeşeriyordu. Gazetelerin çalışanları faşist editörleri kendileri tasfiye etti ve birçok gazetede yönetimi ellerine aldı. Kamu çalışanları faşist birim şeflerini değiştirmek üzere toplantılar düzenliyordu. Tarım emekçileri toprakları işgal etti. Milyonlarca işçi emekçi mücadelenin içindeydi. Cunta ayrıca siyasi tutukluları serbest bırakma sözü vermiş ancak bunun için tutukluların resmi kararları beklemeleri gerektiğini açıklamıştı. Fakat kitleler 5000 siyasi tutuklunun serbest kalması talebiyle kötülüğüyle nam salmış Caxias hapisanesinin etrafını sararak cuntanın aklını başına devşirmesini sağladı! Politik tutsaklar serbest kaldı. İşçiler, cuntanın izni olmaksızın greve gittiler ve yasaklara rağmen gösteriler düzenlediler. Devrimci ruh hali silahlı kuvvetlerin saflarında da dizginlenemeyen bir yangın gibi yayılıyordu. Askerler tüfek namlularına sonra devrime adını verecek karanfiller takarak yürüyüşler düzenliyordu. Darbeden bir hafta sonra 1 Mayısta Lizbon sokaklarında 500 bin kişi yürüdü. Askerler, bahriyeliler, havacılar işçilerle yan yana yürüyor, sosyalizm çağrısı yapan pankartlar taşınıyordu. Yaşananlar bir devrimin başladığını gösteriyordu, devrimci Marksist bir önderlik olsaydı işçilerin iktidarı alıp devrimi zafere ulaştırmaları ve çok daha ileri taşımaları mümkündü. Sömürgelerde savaş fiilen durdu. Ancak cunta sömürgelerden çıkma niyetlerinin olmadığını, bunun gelecekteki hükümetin vereceği bir karar olduğunu ve kendilerinin sadece Portekiz’de demokrasiyi inşa etme gibi kısıtlı bir işlevinin olduğunu açıkladı. Portekiz sermayesi ve uluslararası sermayeyi korku sarmıştı. Silah yoluyla kitle hareketini bastıramayacağını, aksi takdirde ordunun paramparça olacağını anlayan egemenler fırtınanın önünde eğilmeye ve uzlaşma yolu aramaya karar verdiler. Burjuvazi bazı basit reformlarla hareketi sınırlamayı hedeflemiş ancak daha ileri değişim talepleriyle sokaklara dökülen kitleleri kontrol altında tutmanın tek yolunun işçi sınıfı örgütlerinin liderlerinin desteğini almak olduğunu görmüştü. Spinola bu doğrultuda KP ve sol reformist nitelikteki Portekiz Sosyalist Partisine (SP) yöneldi. KP lideri Cunhal ve SP lideri Soares sürgünden döndü ve kitlesel gösterilerle karşılandılar. Böylece egemen sınıf, işçi ve köylülerin devrimci mücadelesini frenlemek için işçi liderlerinin otoritesinden faydalanacaktı. Diğer yasaklı partiler de yeraltından çıktı, sürgünden döndü. Mayısta Spinola başkanlığında 7 general, Soares, Cunhal ve devrimden hemen sonra kurulan yarı-faşist PPD’nin (Demokratik Halk Partisi) katıldığı bir geçici hükümet kuruldu. PPD, KP’nin hükümette oynayabileceği kilit role ikna olarak hükümete katılmasına onay vermişti. Böylelike KP ve SP’li bakanlar iş disiplinini sağlayacak, kemer sıkma polikalarını ve MFA’nın “üretim için savaş” programını icra edeceklerdi. KP ve SP aslında burjuvaziyle ittifak yaparak devrime ihanet ediyordu. KP “önce demokrasi için mücadele, sonra sosyalizm mücadelesi” olarak özetlenebilecek iki aşamalı milli demokratik devrim programını benimsiyordu. Bu nedenle aslında var olmayan “sol-kanat” burjuvazi ile ittifakı öne çıkardı. Halbuki böylesi bir tutum devrime ihanet anlamına geliyordu. Devrim boyunca KP, MFA dolayımıyla devlet aygıtının peşine takılacak ve böylelikle işçi sınıfını egemen sınıfa eklemleyecekti. KP’nin resmi açıklaması “Şu anda, halk güçleri ile demokratik anlayıştaki ordu güçleriyle işçi sınıfı, demokratik güçler ve gençlik arasında sıkı bir eylem birliğine her zamankinden daha acil bir ihtiyaç vardır” şeklindeydi. MFA’ya atfettiği abartılı ve tehlikeli rol şöyleydi: “MFA devrimimizin itici gücü ve garantisidir. Portekiz Komünist Partisi, halk hareketi ile MFA arasındaki ittifakın demokratik bir rejimin kurulması için gerekli ve belirleyici bir faktörü ve devrimci sürecin gelişmesinin başlıca garantisi olduğuna inanmaktadır.” Kitleler açısından önderlik hem olumlu hem de olumsuz taraflarıyla belirleyicidir. Faşizm koşullarına rağmen illegal faaliyet yürütmeye devam eden KP devrim sonrası çelişkili bir rol oynadı. Örneğin olumlu açıdan Portekiz’deki ve sömürgelerdeki tüm politik tutsakların serbest bırakılmasını, sürgünlerin ülkeye dönmelerini, basındaki tüm sansürün kaldırılmasını, toplanma, örgütlenme, parti kurma gösteri ve grev özgürlüğünü savunuyordu. KP’nin tüm halkı sömürüye, yoksulluğa, baskılara karşı mücadeleye davet etmesi, PIDE gibi faşist kurumların tasfiyesini ve sömürge savaşından derhal çekilmeyi ve bu amaçlara ancak kitlelerin en geniş seferberliğiyle ulaşılabileceğini –en azından söz düzeyinde–savunması hareketin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Ne var ki KP Rusya’daki Stalinist bürokrasiye organik olarak bağlıydı. Devrim sürecini düzen içine kanalize eden karakteriyle, mücadeleyi kapitalist sisteme ve kapitalist özel mülkiyetin tasfiyesine karşı değil “tekellerin egemenliği ve yabancı emperyalizmin boyunduruğuna karşı ulusal bağımsızlık” hedefiyle sınırlandırmasıyla devrimi yolundan saptıran bir rol oynadı. Burjuvaziyle ittifaka yönelen Komünist Partinin işçileri silahlandırmak gündeminde olmadı. Ayrıca süreçte grevleri, basın özgürlüğünü, işçi sınıfının bağımsız eylemliliklerini engelleyici uygulamaları olacaktı. Merkezinde avukatların, entelektüellerin vb. olduğu, reformist bir niteliğe sahip SP ise yeni gelişen koşullarda hızla kitlesel bir güce dönüşüyordu. Soares, cuntanın tanımladığı gibi bir ulusal kurtuluş programından, bir ulusal birlik cephesinden, birçok gücün ittifakından yana olduğunu; böylece yeni sivil yönetimde muhafazakârlar, Katolikler, liberaller, sosyalistler ve komünistlerin birlikte çalışacağını söylüyordu. Tüm sorunlara buldukları çözüm, “İlerleme İçin Sosyal Sözleşme” gibi kavramlarla burjuvaziyle anlaşmaya çalışmaktı. Soares, Spinola’yı övüyor, Portekiz ordusunun demokratik geleneği olduğunu, Şili ordusu ve diğerleri gibi olmadığını vb. ileri sürüyordu. Bu yaklaşım Türk solunun uzunca bir dönem içine düştüğü/düşürüldüğü ideolojik hatanın benzeridir. Bilinmelidir ki burjuva orduya güven olmaz. Soares de geçmişinde işçi grevlerine destek vermiş ve anti-faşist harekete katılmış bir mücadeleciydi. Ne var ki sadece iyi niyet yeterli değildir, işçi sınıfının çıkarından başka hiçbir çıkar gözetmeyen bir komüniste dönüşmek için pusulası şaşmayan sarsılmaz bir devrimci örgüt içinde çelikleşmek zorunludur. Özde SP ve KP kitlelerin kontrolünü, gerçek işçi demokrasisinin hâkim olduğu proletarya iktidarını ve sosyalist devrimi ne istiyorlar, ne de kitlelere güveniyorlardı. Her ikisi de “grevlerin gericiliği kışkırtacağı” gibi gerekçeler ileri sürerek işçileri geride tutmaya çalıştı. Her ikisi de Spinola ile ittifak peşinde koşarak sosyalizmi muğlak bir geleceğe erteledi ve devrime ihanet etti. Stalinist KP veya reformist SP gibi partiler gerçekte kapitalizmin tasfiyesi gibi bir hedef taşımadıkları gibi devrimin gelişimi üzerindeki frenlerdir. “Cahil” ve “uysal/koyun” olduklarına, devrimi gerçekleştiremeyeceklerine inandıkları kitleleri küçümserler ve burjuva müttefikler ararlar. MFA’nın savunduğu “halk ile MFA’nın birliği” anlayışını KP ve SP hiçbir zaman sorgulamadı. Halbuki olması gereken silahlı birimlerin işçilerin tam kontrolüne tâbî olmasıdır. (devam edecek)


[1]   Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[2]   Portekiz’e 1943-60 arasında girmiş olan yabancı sermayenin 20 katı sadece 1961-67 arasındaki 6 yılda, özellikle ABD kaynaklı olmak üzere girmişti.
[3]   MFA belli bir çizgisi olmayan bir örgütlenmeydi. İçerisinde KP etkinliği olsa da onun konrolünde değildi. Toplum içinde tek ve organik bir sosyal tabanı yoktu ve ileride devrimin basıncı altında, aşağı yukarı sınıf hatları boyunca parçalanmaya ve bölünmeye başlayacaktı. Diğer bir kesimi ise halk hareketine sempati duyacak, sola kayacak, işçi ve emekçi eylemlerinin yardımına koşacak, kaçmaya çalışan patronları işçilerin çağrısıyla yakalamak gibi faydaları dokunacaktı. Ardı ardına gelecek devrimci dalga ilk başta iktidarı generallere devredecek olan MFA’yı sola çekecek ve başlangıçtaki planlarının ötesine geçerek kitlelerin devrimci önderliğinin olmadığı koşullarda MFA içindeki ilerici subayları lider konumuna getirecekti. Bu noktada Çağlı’nın uyarılarını hatırlayalım: “Ordunun içinden çıkacak sol eğilimli hareketler ve darbelerin niteliği konusunda yanılmamak gerekir. 1917 Ekim Devriminde olduğu gibi gerçek bir toplumsal devrimin orduyu bölmesi ile, artık ipliği pazara çıkmış bir faşist diktatörlüğün yarattığı hoşnutsuzluk nedeniyle ordunun bölünmesi aynı şey değildir. (…) [Portekiz’de] devrimcileşen kitle hareketinin basıncıyla sola kayan subaylar, programlarına ulusal kalkınmacı bir sosyalizm anlayışı doğrultusunda birtakım istemler de koyacaklardır. Bu olgu yaşanan süreç içinde ileri bir adımı ifade etse bile, yine de bunun sınırlarını görmek ve abartmamak gerekir.” (Bonapartizmden Faşizme)
[4]   İspanya iç savaşında Franco safında savaşan Spinola ömrü boyunca egemen sınıfa ve faşizme sadakatle hizmet etmişti. Ayrıca, darbeden önce Portekiz’in önde gelen iki tekelinin yöneticisiydi. Gine’deki isyancı hükümetin sözcüsü onu “tebessümün ve kanın adamı” olarak niteliyordu. Ancak basının da parlatmasıyla birdenbire demokrasinin öncüsü oluverdi. Devrik faşist şef Caetano ülkenin “serseri takımının eline geçmesini” engellemek için “Güleryüzlü Kasap” Spinola’nın başkan olmasında özellikle ısrar etti. MFA ise buna razı geldi.

27 Eylül 2024
Burjuva Devlet
Devrimler Tarihi
Share

Portekiz’de Salazar Faşizmi ve Faşizme Karşı Mücadele /2

celeste-dos-cravos.jpg

Pörsütülüp boğulan devrim

KP’nin de bir parçası olduğu geçici hükümetin ilk icraatlarından biri çok düşük bir asgari ücret belirlemek oldu. Üstüne üstlük belirlenen asgari ücret sadece 6 işçiden fazla çalıştıran işyerleri için geçerli oldu. Bunun üzerine pek çok küçük işletme işçi sayısını 6’ya indirmek için işten çıkartmalara gitti. İşçilerin bu ücrete cevabı yine grev oldu. Asgari ücret nedeniyle işten çıkarmalara girişen iki fabrikayı işçiler işgal etti ve üretim patronsuz olarak devam ettirildi. Daha sonra bu işgaller genelleşecekti. KP lideri bakan Cunhal Portekiz ekonomisinin %70’inin 1 ilâ 5 işçi istihdam ettiğini ve bu artışları karşılayamayarak iflas edeceğini iddia ederken, cuntanın başı Spinola ise gerekirse grevlere şiddetle karşılık vermekten çekinmeyeceğini ilan ediyor, böylece KP grev karşıtlığında burjuvazi ile birleşmiş oluyordu. Faşist rejime güvenerek Portekiz’e fabrika kuran yabancı şirketlerin hevesleri devrim süreci nedeniyle kursaklarında kalırken, bu süreci sona erdirecek planlar yapmaya girişiyorlardı. Takip eden aylarda tüm sektörlerde grevler gerçekleşti. 8400 işçi Lisnave tersanesini işgal etti. İşçiler daha yüksek asgari ücret, faşist sempatizanların tutuklanması, işçi denetimi ve sosyalizm talep eden komiteler kurdu. Timex saat fabrikası işçileri Haziran’da greve giderek faşizm döneminde 1973’te başlattıkları mücadelelerini sürdürdü ve iki hafta sonra 25.000 haberleşme işçisi greve giderek posta ve telefon hizmetlerini felce uğrattı. Gazeteler ele geçirilmişti ve sayfalarını partilerin manifestoları dolduruyordu. Hükümetin tüm reformist politikalarına rağmen işçiler faşizmden arta kalan meslek sendikalarını tuzla buz ediyor, büyük fabrikalarda işçi komisyonları oluşturuyordu. Stalinizm ise tepeden kendi seçtiği liderlerden oluşan bürokratik bir sendikal merkezileşmenin peşindeydi. Yıllar boyu sendikaların içinde faaliyet yürüten KP sendikalarda daha etkindi. Diktatörlük döneminin korporatif sendikalarının içinden doğan ve KP’nin etkili olduğu sendikalar birliği (Intersindical) hızla örgütlendi ve işgücünün %80’ini birliğe kaydetti. SP ve KP’ye on binlerce yeni üye katıldı. Kendilerini siyaseten ifade etme gereğini hisseden işçiler ilk önce eski geleneksel örgütleri kanalıyla bunu gerçekleştirmeye yöneliyordu. Ancak bu partilerin önderliklerinin kapitalizm sınırları içinde bir “ileri” burjuva demokrasisinin ötesinde bir programı yoktu. Cunta liderleri de bir taraftan “sivil özgürlükleri hayata geçirme” sözü verirken diğer taraftan halkı sükûnete davet ediyor, geçici askeri iktidara destek çağrısı yapıyordu. Stalinistlerin karşı çıkmasına, reformist partilerin sükûnet çağrılarına ve hükümetin tehditlerine rağmen işçiler grevlere devam ettiler. Kitle iletişim kanalları aracılığıyla grev dalgasına kara çalınıyor ve grevlerin “kabadayı aşırı sollar” yüzünden gerçekleştiği iddia ediliyordu. Öte yandan hükümet ortağı KP ve SP temsilcileri iktidara geldiklerinde önlerinde hiçbir engel olmamasına rağmen burjuva çıkarları gözetiyor, hala temel demokratik görevleri olan Afrika’daki sömürgelerden derhal ve koşulsuz olarak çekilme görevinden kaçınıyorlardı. Sömürgelerle bağımsızlık anlaşmaları Karanfil Devriminin ancak 8 ila 15. ayında imzalandı. Bu sırada burjuvazi sahne arkasında geri dönüşe hazırlanıyordu. Devrim sürecinde sol partilerin ve sendikaların merkezlerine terör saldırıları düzenlemek için komplo kuracak, solcu militanları öldürecek, eski PIDE ajanlarından ve aşırı sağcı güruhtan oluşan silahlı milisler örgütleyecek ve İspanya faşizmini Portekiz devrimine müdahale etmeye, kan dökmeye ikna etmeye çalışacaktı. Temmuz ve Eylül 1974 arasında işçilerin devrimci mücadelesini önlemek amacıyla burjuvazinin bir dizi teşebbüsü gerçekleşti. Temmuzda hükümeti düşürmek amacıyla başbakan ve 4 bakan istifa etti. Soares ve Cunhal istifa eden bakanları Spinola’ya şikâyet ediyordu. Halbuki Spinola onlarla işbirliği içindeydi. Halen düşük işçi ücretleri ve enflasyonla boğuşan işçiler bu hükümet düşürme girişimini sokağa dökülerek püskürttü. Böylelikle kitle basıncı etkisiyle MFA’nın da sol eğilimli subayları daha etkin konuma geldi, hükümette sol eğilimlerin ağırlığı arttı. İşçiler hâlâ yoksuldu, yoksul köylü hâlâ çocuklarını beslemek için çiftliğini terk edip göç yollarına düşmek zorunda kalıyordu. Gençler hâlâ sömürge savaşlarında savaşmak üzere dört yıllık askerliğe çağrılıyordu. Ama işçi sınıfının kendi gücüne güveni artmış, yüz binlerce işçi kapitalist sistemin toplumsal sorunları çözme yeteneğini sorgulamaya başlamıştı. Ağustosta SP ve KP’nin yazımında rolü olduğu, grev hakkının resmen tanındığı bir yasa kabul edildi, ancak bu içerdiği kısıtlamalarla adeta grev karşıtı bir yasaydı ve burjuvaziyle ittifakın nasıl içler acısı bir savrulmaya yol açacağının başlardaki göstergelerinden oldu. Grevlere ancak “MFA programının ruhuna uygun” olduğu takdirde izin veriliyordu. Tüm grevlerde oylama yapılması ve 30 günlük bir bekleme süresi olması gerekiyordu. Temel hizmetlerde hiçbir greve izin verilmiyor ve siyasi grevler, dayanışma grevleri ve işgaller yasaklanıyordu. KP ve SP liderleri grev ve işgalleri “aşırı sol maceralar” ve hatta “emperyalist komplolar” olarak kınamaya devam ediyordu. Yasanın çıkmasıyla hemen ordu güçleri devlet havayolu şirketini işgal eden işçilerin üzerine sürüldü ve emirlere uymayan işçiler tutuklandı. Devrim süreci ilerledikçe, tekeller ve uluslararası sermaye giderek daha fazla telaşlanıyordu. Spinola paramiliter faşist grupların ve sağ eğilimli subayların yanı sıra küçük-burjuvaziyi ve özellikle de siyasi olarak geri kalmış kuzeydeki köylü küçük mülk sahiplerini bir araya getirmeye, Lizbon ve diğer şehirlerde kendi tabiriyle “sessiz çoğunluk” ile bir mitinge ve ardından bir darbeye hazırlanıyordu.[1] Paramiliter grupların Lizbon’a silahlar getirdiği bilgileri yayılmaya başladığında 26 Eylülde Ulaştırma İşçileri Sendikası mitinge karayolu veya demiryolu ile insan taşımayı reddetti. Bunun üzerine mitingin organizatörleri göstericileri kamyonla nakletmekle tehdit etti. Bu girişim de yola bariyerler yerleştirilerek boşa çıkarıldı. Lizbon yakınlarında faşist gruplar toplaşmaya başlamıştı. Ancak pek çok işçi silahlanmıştı ve hatta bazı askerler kendi tüfeklerini işçilere vermişlerdi. KP lideri Cunhal ise hâlâ organizasyonun elebaşı Spinola’ya “sağın” yükselişini bastırma çağrısı yapmakla meşguldü. Spinola, başbakan ve SP’li bakanı başkanlık sarayına çağırtarak tutuklattı. Tüm yetkileri kendinde toplayacak bir olağanüstü hâl ilan etmeyi denedi. Ancak kitleler harekete geçti, mitingin yapılacağı Lizbon merkezine giden yollara barikatlar kurdu. Devriye gezen askerler bu barikatlara müdahale etmeyi reddetti. Tüm halkı piknik yapmaya davet eden radyo anonsları yapıldı. Pek çok askeri birlik ve hatta seçme komando birliği bile emirlere uymadı. Birliklerin ilerlemesi ve radyo ve televizyon istasyonlarını ele geçirmelerine barikatlarla karşılık veren işçiler darbe girişimini ezdiler. İki saatin sonunda caddelerde 40 bin işçi zafer yürüyüşü yapıyordu. Orduda Spinola yanlıları tasfiye edildi. Ancak Spinola’nın elini kolunu sallayarak evine gitmesine de izin verildi. Devrim süreci bu olay sonrası daha da sola kaydı. Enflasyon %30-35 civarındaydı ve işsizlik hızla yükseliyordu. Enflasyon kitlelerin bir kat daha belini bükerken büyük kapitalist işletmeler ve bankalar pasif direnişe devam ediyordu. Yatırımları ve üretimi düşürmüşlerdi. Tüm bunlar olurken KP’nin Ekimdeki kongresinde sadece demokratik talepler ve “ekonomik gelişimde tekellerin tasfiyesi” gibi her anlama gelebilecek muğlak ifadeler ileri sürülüyordu. Kasım 1974’te kapitalistlerin düşük kapasite çalışma veya sermaye kaçırma gibi “ekonomik sabotaj” ihtimaline karşı devlete müdahale yetkisi veren yasa çıkarıldı. Şefler ve gizli polis tarafından korkutulup uysallaştırılan eski işçiler artık yoktu. Fabrikalardaki gizli polisler kovulmuş, şefler ise ya kovulmuş ya da hizaya getirilmişti. Korporatist meslek sendikalarının tasfiyesi gerçekleşiyor, sendikalar ilericileşiyor ve merkezileşiyordu. İşyeri komiteleri gibi mahalle komiteleri de yaygındı. Çoğunluğu spekülasyon ve piyasa kontrolü amacıyla kasten boş bırakılan konutları mahalle komiteleri tespit edip kullanıma açıyordu. Kitlelerin politik bilincinde muazzam bir sıçrama yaşanıyordu. Bu dönemde Timex, devlet havayolu işletmesi TAP, Lisnave tersane işçileri ve diğer şirketlerden işçilerin kurduğu bir işçi komiteleri federasyonu (Inter-Empresas) oluşturuldu. Bu oluşumun ilk eylemlerinden biri tatbikat için Lizbon limanlarına gelen NATO gemilerini protesto etmek oldu. Fakat işçi kitlelerin bağrından çıkan bu eylem KP ve SP’den destek görmedi. “NATO ile zıtlaşmanın gericiliği tetikleyeceği” gerekçesiyle tüm gösterileri yasakladılar, KP eylemin örgütleyicilerine saldırdı. KP’den kopmuş ve KP karşıtı olan Maoist MRPP, işçilerin eylemini anarko-sendikalist bularak kınadı. Buna rağmen gösteriye 40 bin işçi katıldı. İşçi iktidarı hedefinden yoksun önderlikler işçi sınıfının öz-örgütlülüklerinin aldığı inisiyatifleri desteklemiyor, onları yalnız bırakıyordu. Büyük fabrikaların ve sanayilerin tümünde olmasa da birçoğunda işyeri temsilci komiteleri işe alma ve işten çıkarma gücünün büyük bir kısmını elinde toplamıştı. Her ne kadar bu komitelerde sahneye çıkan küçük sol partilerin katkıları olsa da bu siyasi oluşumlar birbirleriyle ve KP’lilerle didişiyordu. Taban inisiyatifinin önünün merkezi olarak açılması embriyo durumundaki bu özyönetim organlarının önünü açabilir ve gelişmesini sağlayabilirdi ancak KP’nin buna niyeti yoktu. KP’nin tercihi bürokratik atama gibi anti-demokratik uygulamalar ve sendikal tasfiyecilikti. MFA bile işçilerin ve rütbesiz askerlerin hareketiyle daha da sola kayarken, KP komutanların seçimle işbaşına gelmesini ve devrimi savunmak üzere işçilerin silahlandırılmasını talep etmek, yüzünü işçilere ve sıradan askerlere dönmek yerine sola kayan rütbeli subaylara yöneliyor ve yeni bir bürokratik rejimde kendilerine ayrıcalıklı bir konum yaratmak için onlarla ittifak kurmaya çalışıyordu. Öte yandan konumu zayıflayan SP liderleri, KP’nin uygulamalarına muhalefet olarak demokrasi çağrıları yapmaya başlamıştı. Tabii ki onların bu çağrısı işçi egemenliğine dayalı bir işçi demokrasisi değil, egemenliğin banka ve sanayi kapitalistlerinin elinde olduğu bir demokrasi çağrısı idi. Devrim sürecinde SP tabanı da radikalleşti. Soares SP’nin Marksist bir parti olduğunu iddia ediyordu. SP’nin Aralık 1974’teki ilk kongresinde delegeler birbiri ardına söz alıyor, sanayinin ve bankaların devletleştirilmesi, demokratik işçi denetimini ve sosyalist bir üretim planını savunuyor, hatta bir delege kapitalizme derhal son verilmesini talep ediyordu. Ancak Soares’in Marksist retoriği sadece laftaydı ve pasiflikleriyle burjuvaziye güç toplama fırsatı veriyorlardı. Nitekim partinin sol kanadı süreç içinde tasfiye edilecekti. İşçi sınıfının iktidarına odaklanmak yerine birbiriyle rekabet eden SP ile KP arasındaki rekabet giderek keskinleşti ve öyle bir boyuta ulaştı ki, ikisi de birbirine karşı mitingler organize etmeye başladı. Ocak 1975’te KP hegemonyasındaki hükümet, tek bir merkezi sendika yasasını geçirdi. Sendikalarda etkin olan KP bu yasayı savunuyor ve bu tek sendikaya tek başına hâkim olma hesapları yapıyordu. SP ve pek çok sol grup bu yasaya karşı çıktı. Neredeyse yarım asır sürmüş faşizmin toplumda bıraktığı etki nedeniyle bu hamleler işçiler arasında huzursuzluğa yol açıyor, tek sendika politikasına karşı miting düzenleyen SP’nin içi boş şekilsiz “demokrasi” çağrıları işçiler arasında karşılık buluyordu. Şubat 1975’te devletleştirmeleri içermesine karşın mevcut üretim ilişkilerine dokunmayan ve güçlü ve bağımsız özel sektörü desteklemeye yönelik devlet müdahalelerini içeren 3 yıllık ekonomik plan kabul edildi. Ancak işçiler bunun kendilerine yönelik bir saldırı olduğunu fark etti. Spinola Mart 1975’te bir darbeye daha yeltendi. Bu darbe de kitlelerin gazabına uğradı. Darbenin ardından yine kitleler fabrikaları boşaltarak sokaklara döküldü, işçiler askerlerle birlikte silahları ellerine alarak kontrol noktaları ve barikatlar oluşturdu, polis karakollarını kuşattı ve askerlere saldıran darbeci paraşütçü askerlerin etrafını sararak onları püskürttüler. Darbe saatler içinde boşa çıkarıldı. Silahlı işçiler kontrol noktaları oluşturdu ve 3 gün boyunca sokakları terk etmediler. Spinola bu sefer Brezilya’ya kaçtı. Her bir karşı-devrim hamlesi emekçilerin kitlesel tepkisiyle boşa çıkarılıyordu. Sokaklardan gelen muazzam baskı, hükümeti işçi sınıfını kontrol altına almak için bazı adımlar atmaya zorladı: asgari ücret arttırıldı ve toprak reformu sözü verildi. En zengin 7 ailenin üyeleri de dâhil olmak üzere darbenin arkasındaki pek çok işadamı tutuklandı (ancak akabinde tümü serbest bırakıldı). Bu süreçte topraksız emekçiler özellikle ülkenin orta ve güneyinde büyük toprakları kendi doğrudan eylemleriyle kolektifleştirdiler. İşverenlerinin darbeyi nasıl finanse ettiğini öğrenen banka çalışanları bankaları işgal ettiler. Sermaye transferine engel olmak amacıyla tüm banka işlemlerini durdurdular. Bankaların kamulaştırılmasını talep ettiler, ama KP ve SP buna karşı çıktı ve sorunun çözümünü belirsiz bir geleceğe ertelemek istedi. Ancak banka çalışanları muğlak vaatlere kanacak gibi değillerdi ve işgali sürdürdüler. Hükümet devletleştirmelerin bedelsiz olup olmaması konusunda tereddüt ederken, Plessey işçileri şirketin devletleştirme için hazırladığı fahiş fiyat teklifini ifşa edecekti. Nihayetinde banka işçilerinin işgali sayesinde bankalar bir hafta içinde büyük kapitalistlere bedel ödenmeksizin devletleştirildi.[2] Devletleştirilen bankalar şirketleri de kontrol ettikleri için geniş çaplı devletleştirmelerin sonucunda ağır sanayi, gazeteler, sigorta şirketleri, oteller, inşaat şirketleri ve başka sektörlerdeki pek çok şirket dâhil olmak üzere ekonominin %70-80’inin kontrolü doğrudan ve dolaylı olarak devletin eline geçmiş oldu. Fakat devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyet anlamına gelmemektedir. İşçi sınıfının ihtiyacı olan şey kapitalist devletleştirmeler değil, bir işçi iktidarıdır. Oysa Portekiz’de KP ve SP hükümette yer alsa da, ekonomik güç ve devlet gücü hâlâ burjuvazinin elindeydi. Ek olarak devletleştirmeler özel girişimcilere daha istikrarlı bir ekonomik ortam ve altyapı hazırlamıştı. Egemen sınıf, 11 Marttaki girişimlerinin yenilgiye uğramasının ardından yatırım yapmama, sermaye kaçışı gibi uygulamalarla ekonomide büyük çaplı bir boykot başlattı. Ticaret açığı ve enflasyon fırladı, ulusal para birimi değer kaybetti. Egemen sınıfın bundan muradı karşı-devrim için daha geniş bir toplumsal temel yaratmaktı. Ancak bu girişimler ters tepecek ve fabrikalarda işçiler tarafından seçilen komiteler aracılığıyla işçi yönetiminin ortaya çıkmasına yol açacaktı. Ama KP ve ve onun güdümündeki sendikalar grevleri “sorumsuz” ve taleplerini “imkânsız” olarak kınadı ve Lizbon’da grevlere karşı bir gösteri düzenledi, Timex grevini kırmak için ordu güçleri gönderildi. Paramiliter örgütleri ve faşist partiyi finanse eden burjuva örgütler ile KP aynı dilden konuşuyordu.

Kurucu Meclis seçimleri

Nisan 1975’te yapılan “Kurucu Meclis” seçimlerinde KP %13 oy alarak %38 alan SP ve %26 alan PPD’nin ardından üçüncü parti oldu. KP’ye yakın bir general devlet başkanı olsa da KP beklemediği bu sonucu adeta yok sayarak tasfiyeci ve anti-demokratik uygulamalarına hız verdi. 1975’in 1 Mayıs gösterilerinde Soares 1 Mayıs alanına alınmadı. SP kontrolündeki Republica gazetesi KP tarafından basıldı ve el kondu. Bu olay büyük bir etki yarattı. SP tepki olarak KP’nin olayların gerisinde kaldığını ilan eden bir miting düzenledi. KP liderliği Mart darbesinden sonra tekar yükselişe geçen sınıf hareketini yerel konseylerde ve sendikalarda kendi konumunu bürokratik olarak sağlamlaştırma fırsatına çevirmeye yöneldi. KP işgalleri “anarşist” olarak nitelendiriyor ve gelecekteki tüm işgallerin –aslında büyük ölçüde kendi kontrolünde olan– sendikalar tarafından kontrol edilmesini öneriyordu. İşçilerin desteğini alan SP ile KP’nin oy toplamı %50 iken, birbirleriyle didişen bu iki parti, bu potansiyeli sınıfın çıkarları doğrultusunda yönlendirecek vasıfta değildi. Bunda Stalinist SSCB bürokrasisinin direktiflerinin payı olmadığı düşünülemez. KP’nin bürokratik dayatmacılığını fırsata çevirmek adına burjuvazinin ve SP liderlerinin arkasına saklandığı demagojik “demokrasi” kampanyasını boşa düşürecek olan şey, geri çağırma hakkı, hiçbir yöneticinin ortalama bir işçinin ücretinden fazlasını alamaması, işçi milislerinin örgütlenmesi gibi doğrudan demokrasi hamlelerinin savunusu olurdu. Ama buna asla yeltenilmedi. 1975’in yazına doğru tekrar bir hareketlilik dönemi başlıyor, devasa miting ve grevler gerçekleştiriliyor, işçi komisyonları, mahalle komisyonları büyüyor ve ordu içinde isyan dalgası gelişiyordu. Bu dönem devrimin zirve noktasıydı. Yüzlerce işyeri –kimisinde ücretler alınamadığı için, kimisinde de patronu terk ettiği için– işçilerin yönetimindeydi. İşçi yönetimindeki bazı işletmeler devletten kredi de almaya başladı. Devlet aygıtının hızla çürümesi karşısında işçi bölgelerinde ortaya çıkan işçi iktidarının başlangıç örgütlenmeleri konut dağıtımını, spor ve kültür merkezleri kurmayı vb. üstlendi. Ordu içinde egemen sınıfın tahakkümü ortadan kalktı; subaylardan gelen emirler asker meclisleri tarafından tartışılıyor sorgulanıyor ve oylanıyordu. Ordu içindeki karşı-devrimci komplolara karşı mücadele etmek için askerler kendi devrimci örgütlerini kurdular (Askerler İrade Birliği-SUV). Bu mücadelenin büyütülmesi gereken kritik bir momentti. Sosyalist devrimin zaferi için koşullar olgunlaşmıştı ancak eksik olan şey yine devrimci önderlikti. Gerçekte Portekiz’de nüve halindeki işçi iktidarıyla onun karşısındaki son derece zayıflamış bir burjuva devlet arasında ikili bir iktidar durumu söz konusuydu. Ekonominin büyük bölümü zaten devletin elindeydi, fabrikalarda, mahallelerde ve kışlalarda işçi demokrasisinin/doğrudan demokrasinin organlarını yaratmak için adımlar atılmıştı. Ancak bunlar başlangıç formunda kaldı ve onları ilerletebilecek ve merkezileştirebilecek bir devrimci liderliğin eksikliği nedeniyle tam olarak gelişemedi. Portekiz’deki bu süreç devrimci bir önderlik olması durumunda kuşkusuz devrimin zaferiyle sonuçlanacak bir dönemdi. Tüm dünyada olduğu gibi Portekiz’de de ekonomik krizin etkisi hissedilirken, kitleler ayaktayken ve devrim sürecinin zirvesine doğru gidilirken KP sosyalist devrimi gerçekleştirmek yerine işçilere daha çok üretmeyi ve iş disiplinini salık veriyordu. Aynı süreçte, Temmuz ve Ağustos aylarında köylülüğün daha yaygın olduğu görece geri bölgeler olan kuzey bölgelerinde sendikalara ve KP bürolarına burjuvazinin tertiplediği saldırılar başlamıştı. Bir dönem sınıfın beklentileri doğrultusunda KP’nin daha solunda sloganları öne çıkarmış olan SP ise Soaresin önderliğinde sağa dümen kırmış, bu da parti içi çatlak ve bölünmeleri tetiklemişti. KP her ne kadar düzen içi milli demokratik devrim programını benimsiyor olsa da SSCB’nin etki alanında olduğu için, burjuvazi nezdinde SP daha makul bir müttefikti. 1975 Temmuz ortalarında doğru SP ve PPD hükümetten istifa etti, böylece KP ve müttefikleri artık devlet ve bakanlıkları fiilen kontrol ediyordu. SP mitingler düzenleyerek muhalefete başladı. Kendini tek parti diktatörlüğüne karşı olan ve demokrasiyi savunan bir parti gibi sunuyordu. KP, gücünü tahkim amacıyla MFA bileşenlerinden FUR adında bir ordu grubu kurdu. Maoist-Stalinist, gerillacı ve Troçkist 70 kadar grup KP’yi destekliyordu. Başlıca Troçkist gruplardan Mandelci Birleşik Sekreterya ile bağlantılı LCI, bağlı olduğu merkezin KP’ye desteğini sonradan çekmesine rağmen KP’yi destekliyordu. Cliff’çi SWP bağlantılı PRP ise bir yandan silahlı isyan çağrısı yapıyor, diğer yandan KP’yi destekliyordu. KP’den kopma MRPP ve diğer bazı Maoist gruplar SP’yi destekliyordu. Böylece Troçkist grupların neredeyse tamamı bağımsız bir devrimci sınıf çizgisini takip etmeyip/edemeyip devrimi yolundan saptıran iki cepheden birini destekleme noktasına savruluyordu. Ağustos 1975’te MFA’da SP yanlısı bir grup rütbeli asker (Melo Antunes önderliğindeki Dokuzlar Grubu) sosyal demokrat bir manifesto yayınladı. Bu manifesto yerel işçi demokrasisinin fabrika ve mahallelerde güçlendirilmesini içeren tumturaklı aşağıdan demokrasi vurgularına karşın kapitalist özel mülkiyete dokunulmayacağını, sosyalizmi savunmadığını özellikle vurguluyordu. “Totalitarizmi” ve “aşırı solu” reddettiğini söylerken, Avrupa tipi çoğulcu bir demokrasiyi savunuyordu ancak yerel demokratik birimlere üretimin kontrolü görevini bırakmıyordu! Kısmi devletleştirmeler, kötü yönetilen bazı büyük toprakların alınması ve yabancı yatırımını arttırma çağrısı yapıyordu. Bu program SP, Hıristiyan Demokrat Parti ve yarı-faşist PPD tarafından desteklenirken, KP’nin artan hegemonyasından ve anti-demokratik uygulamalarından rahatsız olan MFA üyelerince de olumlu karşılandı. Söz konusu program MFA genel kurulunda kabul edildi ve KP önderliğindeki hükümet bunu onaylamak durumunda kaldı. Akabinde KP’nin çoğunluğu kaybetmesiyle hükümet düştü. Son kurulan geçici hükümet SP hegemonyası altında kuruldu. Hükümet derhal özel sektörü canlandırmak, devlet sektörünü yeniden yapılandırmak, silahlı sivillerin cezalandırılmasına yönelik yasalar çıkartmak, MFA’nın silahlı kolu COPCON’u dağıtmak ve solcuların etkisi altındaki askeri birlikleri tasfiye etmek için kolları sıvadı. Eylülde tüm radyo istasyonları ordu tarafından işgal edildi. Küba Stalinizminden etkilenen bir grubun görece daha etkin olduğu COPCON, bu hamleye karşı işçileri savunacağına yemin etse de etkili olamadı. Ekim 1975’te burjuvazi “anarşi” karşıtı bir miting çağrısında bulundu. Ancak 800.000 işçi ve genç buna sosyalist devrim sloganlarını haykırdıkları büyük bir mitingle karşılık verdi. Portekiz işçi sınıfı tersanelerden, metal ve inşaat sektörlerinden sokaklara döküldü ve 48 saat boyunca Meclisi kuşattı. Sonunda hükümet geri adım atmak zorunda kaldı ve işçileri durdurmak için %45 ücret artışını kabul etti. Bugüne kadarki işçi eylemlerinin hep karşısında duran KP, son kurulan hükümette artık gücü azalınca bu sefer işine geldiği için işçi muhalefetini destekliyordu. Fakat devrimci tarzda değil KP bürokrasisinin hedefleri doğrultusunda. Önderliksiz işçilerin avcunun içine aldığı burjuva Meclis paçayı kurtararak çalışmaya devam etti. Bu olaylar bağlamında 25 Kasımda SP ağırlıklı hükümete sol kanattan bir darbe girişimi oldu. Ancak bu darbe, işçi sınıfının kafasını karıştıran ve onu hazırlıksız yakalayan bir maceraydı. Sadece tersane işçileri ayaklanmayı destekledi. Sonuç olarak darbe izole oldu ve başarısızlığa uğradı. Hükümet bu darbe girişimini bahane göstererek olağanüstü hal ilan etti ve karşı-devrimci bir süreç başladı. Sol görüşlü subaylar görevden alındı veya tutuklandı, sol eğilimli askeri örgütler dağıtıldı. Ordu, barikatları dağıtmak, işçileri ve askerleri silahsızlandırmak için harekete geçti ve işçi-emekçi kitlelerden ve ordu içinden neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadı. Bağımsız radyo ve gazeteler devlet kontrolüne alındı. Sonrasında artık fabrika işgalleri olmadı ama işçi yönetimindeki işyerleri ve tarım kooperatifleri birkaç yıl daha devam etti. 1978’de 60 bin kadar işçi halen işçi yönetimindeki fabrikalarda ve tarım kooperatiflerinde çalışıyordu. Burjuvazi, işçilerin kontrolündeki fabrikalarda, tarlalarda ve mahallelerde kontrolü kademe kademe, ama kesin olarak geri aldı. Ocak 1976’da gıda fiyatları yüzde 40 oranında arttı. Nisan 1976’da ülkede sosyalizmi gerçekleştirme sözünü kâğıt üstünde veren, devletleştirmeleri ve toprak işgallerini kalıcı ilan eden yeni bir anayasa kabul edildi. Parlamento seçimleri bir yıl önceki seçimlerle benzer oy oranlarıyla SP’nin zaferiyle sonuçlandı ve derhal IMF’nin yapısal uyum programı uygulamaya kondu. Yıllar geçtikçe burjuvazi devrim sürecinde vermek zorunda kaldığı ödünleri bir bir geri aldı. Portekiz, 1986’da AB’nin öncülü AET’ye girdi ve bundan sonra yabancı yatırımlar artmaya başladı. SP reformizmle dahi bağlarını tamamen kesen, kemer sıkma politikalarına onay veren bir burjuva partiye dönüştü.

Sonuç

Kuşkusuz egemen sınıf içindeki çözülme ve çatışmaların da Portekiz faşizminin yıkılmasında önemli rolü olmuştur. Ancak bugünün dünyası 70’lerin dünyasından oldukça farklı. Bugün kapitalizmin tarihsel krizinden, hegemonya krizinden, Üçüncü Dünya Savaşından ve otoriter-faşist eğilimlerin giderek yayıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu koşullarda dünyadaki burjuva denge ve eğilimlerin faşizmle mücadelede işçi sınıfına faydası olmayacaktır. ABD ve Avrupa Portekiz faşizmini alttan alta desteklemişti. İspanyol devriminde Franco yanında saf tutan, Güney Amerika, Afrika, Türkiye ve tüm dünyadaki askeri-sivil faşist rejimlerle uzlaşan emperyalist ülkelerden demokrasiyi emekçi kitleler lehine desteklemelerini beklemek boşunadır. Bu durum 2015 dönemecinden bugüne Türkiye’de halen süren totaliter rejim için de geçerlidir. 1970’lerin Portekiz’indekine benzer anti-faşist bir liberal burjuvazi Türkiye’de bugün bulunmamaktadır, dolayısıyla bugünkü sistem krizi koşullarında Türkiye’deki burjuvaziden anti-faşist bir tutum beklemek hayaldir. Çağlı’nın belirttiği üzere dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerinde merkez sağ ve merkez sol arasında artık fark kalmamıştır, iç ve dış politikada finans kapitalin hizmetkârlığını paralel biçimlerde yapmaktadırlar.[3] Türkiye’deki burjuva muhalefetin faşizm safında hizalanmasının kökeninde, gerçek anlamda liberal bir burjuva hareketin Türkiye’de hiç kurulmamış olması; burjuva siyasetin devlet ile organik ilişkisinin belirgin olması; ekonomik krizin gerektirdiği zoraki siyasal istikrar ihtiyacı yatmaktadır. Ama bunların yanı sıra Türkiye kapitalizmi bu ileri emperyalist ülkelerin gelişmişlik düzeyine yaklaştıkça ekonomi-politikteki gidişatın burjuva siyasi kutupların aynılaşma eğilimine yol açması eklenebilir. Ek olarak Portekiz’de tıpkı İspanya’da olduğu gibi ciddi bir devrimci işçi hareketi geleneği mevcuttu. Böylesi bir geleneğin varlığı çok önemlidir ve bugün Türkiye’de bu eksiktir. Var olan olan miras da ne yazık ki 12 Eylül darbesiyle harap olmuştur. Bugün yeni bir devrimci işçi mücadelesi geleneği yaratmak gereklidir. Dolayısıyla işçi-emekçi kitleler önderliklerinin izinde kendi göbeğini kendi kesmelidir. Karanfil Devriminde Portekiz işçi sınıfı kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapmıştır. Ama dönemin reformist ve Stalinist işçi önderlikleri devrimi ilerletecek nitelikte değildi ve devrimci Marksist önderlik eksiği devrimin daha ileri kazanımlarla sonuçlanmasını ve devrimin ilerlemesini engellemiş ve işçi hareketi düzen içi sınırlara hapsolmuştur. Bir diğer husus şudur: Faşizm dönemleri seçim sandığı ile son bulacak dönemler değildir. İşçi sınıfı içinde bir çalışma yürütülmeden, örgütlü bir işçi hareketi yaratılmadan, örgütlü işçilerin devrimci mücadelesi olmadan faşizm yıkılamaz. Ne kadar uzun sürerse sürsün umudu sürdürmek, örgütlenmeye devam etmek gerekir. Kitlelerin faşizme karşı örgütlülüğü ve mücadelesi eninde sonunda meyvesini verir. Karanfil Devrimi bize bıraktığı derslerle yenildi ancak emekçi kitlelerin derinden farkına varmış olduğu gücünü ve potansiyeli ortadan kaldırmadı. Yenilgiden sonra uzun yıllar işçi hareketi toparlanamamış olsa da, dünya egemenleri bir devrimi daha savuşturdukları için rahat bir nefes almış olsa da, bugün Avrupa’da ve dünya genelinde olduğu gibi Portekiz’de de işçi hareketinin yükseldiğini görüyoruz. 2008 krizinde mücadeleyi yükselten Portekiz işçi sınıfı yine 2023’te ülke çapında kitlesel grevlerle sahneye çıkmıştır. Öte yandan bu eğilime faşizmin yükselmesi de eşlik ediyor: 2023 seçimlerinde faşist parti Chega 3. parti oldu. Dünyada önderlik krizinin halen hüküm sürdüğü koşullarda Portekiz ve dünya işçi sınıfı, finans-kapitalin silahı faşizme yenik düşmemek, iktidarı alabilmek için devrimci önderliğiyle buluşmayı bekliyor.


[1]   Ülkenin orta ve güney bölgelerinde ücretli tarım emekçilerinin oranı %90’lara ulaşırken kuzeyde bu oran 27’lere düşüyordu. Kuzey küçük-burjuva köylülüğün yaygınlığı nedeniyle burjuva propagandaya daha açıktı.
[2]   Sadece bedelsiz devletleştirme sonucunda ekonomik sıkıntı çekecek küçük hissedarlara ödeme yapıldı. Ancak üç uluslararası banka devletleştirilmedi.
[3]   Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi, marksist.net

10 Ekim 2024
Devrimler Tarihi
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/8355?page=1&qt-diger_makaleler=0