Bu kitap yaklaşık on yıl önce kaleme alınmış ve devrimci Marksistlerin tartışma platformuna sunulmuştu. Yazarın bu kitapta dile getirdiği teorik açılımlar, 1990 yılı boyunca devam eden bir tartışma sürecinde biçimlendi. Bu tartışma, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, öteden beri “reel sosyalizm” ya da “yaşayan sosyalizm” olarak nitelendirilen ülkelerin gerçekte nasıl bir sosyo-ekonomik formasyona sahip oldukları, dünya tarihinde nasıl bir rol oynadıkları ve onları nasıl bir geleceğin beklediği soruları ile ilgiliydi.
Bugünden bakıldığında, bu soruların artık geçmişte kaldığı ve önemini yitirdiği düşünülebilir. Hatta geçmişi anımsamak, dünün “reel” sosyalisti, bugünün “liberal”i olan eski kuşaktan pek çok solcuya can sıkıcı da gelebilir. Fakat Marksizmi savunanlar açısından durum hiç de böyle değildir. Marksistler, sağlam bir tarih bilincine ve tutarlı bir sosyalist bakış açısına sahip olabilmenin yolunun, geçmiş hakkında doğru bilgiler edinmekten geçtiğini bilirler. Özellikle de bugün, sosyalizmin tarihi ve yaşanmış “sosyalizm” deneyimleri hakkında doğru bilgilenmek isteyen genç kuşaklar açısından bu daha da önem kazanmaktadır.
Sosyalist mücadeleye katılan eski kuşakların –geçmiş hakkında doğru bilgilenmenin önemini atladıkları ve Marksist tarih bilincinden yoksun kaldıkları için– hem yanılgıları hem de çektikleri acı çok büyük oldu. Oysa Marksizme yönelen yeni kuşakların, yaşanmış bunca deneyden sonra aynı yanılgıları yaşaması hiç gerekmiyor!
Bu bağlamda, sosyalizmin özüne ilişkin tarihsel bir tartışmayı yeniden gündeme getiren ve konuyla ilgili özgün teorik çözümlemeler içeren “Marksizmin Işığında” adlı bu kitabın, okuyucusuna, özellikle de Marksizme yönelen genç kuşaklara ulaşmasını son derecede yararlı bulduğumuzu belirtmek isteriz.
Bu kitabın yazarının da işaret ettiği gibi, SSCB’de ve benzerlerinde yaşanan çöküşün gerçek nedenlerini, o dönemde Stalinist solun yaptığı üzere, birkaç yöneticinin (yani kişilerin) “ihaneti”ne bağlamak veya işçi sınıfının sırtına yıkmak ya da bu rejimlerin son birkaç yıldaki “bozulmaları” ile açıklamaya çalışmak beyhude bir çabaydı ve gerçeklerden kaçmanın küçük-burjuvaziye özgü kestirmeci bir yoluydu. Çöküşün gerçek nedenlerini anlamak isteyenler, “reel sosyalizm” denen bu garabet rejimlerin gerçek karakterini, ortaya çıkış koşullarını ve tarihsel gelişimini sorgulamak zorundaydılar. Bu rejimlerde sosyalizm “adına” yapılan uygulamaların, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarıyla ve bilimsel sosyalizmle ne derecede örtüştüğünü sorgulamaksızın, ne yaşananlar anlaşılabilirdi ne de işçi sınıfının çöküş sürecinde neden tepkisiz kaldığı!
O halde asıl sorun, bu rejimlere hayat veren Stalinizmin sorgulanmasıydı. Bu yapılmadan, sosyalizmin gerçekte ne olup ne olmadığı da pek kolay anlaşılamayacaktı. O yıllarda geleneksel (Stalinist) sol dergilerde yazılanlar tekrar okunduğunda görülecektir ki; bu sorgulamayı yapmaktan köşe bucak kaçan geleneksel solun önde gelen sözcüleri, tüm çöküş süreci boyunca söyledikleri ve yazdıklarıyla sosyalizm düşüncesini bulandırmaya ve tarihsel gerçekleri çarpıtmaya devam ettiler.
Yazarın bu kitapta dile getirdiği ideolojik açılımlar ve teorik çözümlemeler ise, bir bakıma bu Stalinist tahrifata karşı devrimci Marksizmin bir yanıtı niteliğini de taşımaktadır. O dönemin sıcak tartışmaları ortamında kaleme alınmış bu kitabın bizce asıl değeri de buradadır.
Kitap okunduğunda görülecektir ki, yazarın ideolojik yaklaşımı ve teorik açılımları, Türkiye sosyalist hareketinde egemen olan geleneksel “ulusal sosyalizm” anlayışından tümüyle farklı, hatta ona karşıt bir pozisyonda durmakta ve bu duruş, Marksizm temelinde eleştirici-devrimci bir çizgiyi temsil etmektedir.
Ama kitabı önemli kılan yalnızca bu değildir. Stalinizmin doğuş koşullarını ve SSCB’de despotik bürokratizm altında mülkiyet ilişkilerinin büründüğü biçimleri, Sovyet bürokrasisinin egemen bir sınıf katına yükselişini ve bu re-jimlerde devlet mülkiyeti temelinde gerçekleşen sınıfsal bölünmeyi derinlemesine inceleyen yazarın, SSCB’deki rejimin niteliğine ilişkin yaptığı özgün teorik çözümlemeler de dikkat çekicidir. Marx’ın “Asyatik Üretim Tarzı ve Doğu Despotizmi” üzerine materyalist tarih tezlerinden hareket eden yazarın, Sovyetler Birliği’nde despotik-bürokratik devletin oluşumu ve bürokrasinin özgün konumu hakkında ulaştığı teorik sonuçlar, daha önce bu konuda yapılmış Marksist çalışmalardan oldukça farklıdır.
1991 yılına girildiğinde SSCB hâlâ ayakta ve Gorbaçov da iş başındadır. Fakat yazar gelişmelerin ne yönde sonuçlanacağını kesin olarak saptamıştır. O nedenle de, içinden geçilmekte olan o tarihsel dönemin karakteristiğini kitabının girişinde şöyle betimlemiştir: “Büyük altüstlüklere ve değişimlere gebe her tarihsel dönemeçte olduğu gibi, yaşadığımız bu tarihsel dönemeçte de, uzun yıllardan beri birikmiş ve derinleşmiş olan çelişkilerin şiddetli bunalımlarla dışa vurduğuna ve etkilerinin dünya ölçeğinde yaşandığına tanık olmaktayız ve daha da olacağız. Tarihsel bir dönem kapanırken, insanlığın sancılı fakat geçmişe oranla daha zengin, daha bilgili ve bilinçli eylemine sahne olacak yeni bir tarihsel dönem başlayacak.” Ve başlayacak bu yeni dönemde de insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir toplumsal yaşam için vereceği tarihsel mücadeleye Marksizmin ışık tutmaya devam edeceğini ekliyor yazar.
Yıllardan beri kendilerini dünya kamuoyuna “gerçek sosyalizm” olarak takdim eden Stalinist bürokratik rejimlerin çöküşünden sonra, burjuvazi bu çöküşü, dünya ölçeğinde yürüttüğü ideolojik kampanyada, “Marksizmin ve komünizmin” çöküşü olarak göstermek istedi. Sovyet bürokrasisinin ve diğerlerinin, yıllardan beri kendi totaliter rejimlerini (Stalinizmi) Marksizmle özdeş gösterme sahtekârlığını, burjuvazi de kendi lehine kullanmak istiyordu elbette.
Yazara göre, yaratılan bu düşünce kaosu ve içinden geçilen tarihsel dönemin koşulları nedeniyle, devrimci Marksistlerin önüne, çözümlenmesi gereken bir dizi teorik-politik sorun yığılmıştı. “Yaşanmış tarihsel deneyimleri bütün yönleriyle irdelemek, çıkarılan teorik ve politik sonuçları işçi sınıfının ve sosyalizme yönelen genç kuşakların bilinç sürecine taşımak devrimci Marksistlerin en başta gelen görevi olmalıdır” diyordu yazar. Geçmişle köklü bir hesaplaşmaya girişmedikçe ve yıllardan beri Marksizmin üzerini ölü bir kabuk gibi saran Stalinist düşünce tortularını kazıyıp atmadıkça, Marksizmin bilimselliğini ve tarihsel haklılığını yeniden gün yüzüne çıkarmanın mümkün olamayacağını belirtiyordu. O halde nereden başlanacağı belliydi.
Yazar, çalışmasının başlangıcına, yaşanmış “reel sosyalizm” deneyimlerinin Marksizm açısından konumlarının ne olduğunun anlaşılması bakımından, Marksist teorinin konuyla ilgili en temel çözümlemelerini yerleştiriyor. Bu bölümde “kapitalizmden komünizme geçiş” teorisinin –Marx’ın temel çözümlemesine sadık kalınarak– bir yeniden inşasına girişiliyor. Bu bağlamda; çarpıtılmış ve unutturulmuş olan dünya devrimi, genel olarak devlet ve özel olarak proletarya diktatörlüğü (işçi “devleti”), geçiş dönemi gibi Marksist teorinin en temel kavramlarının gerçek içerikleri yeniden ortaya konuluyor. İkinci bölümde, Ekim Devriminin tasfiyesi üzerinde yükselen ve 1930’lardan itibaren farklı bir “sosyalizm” anlayışı ve geleneği yaratmış olan Stalinizmin varoluş koşulları irdeleniyor. Ve “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisinin bilimsel sosyalizmle hiçbir özdeşliğinin kurulamayacağı, aksine ona karşıt bir “teori” olarak geliştirildiği gerçeği, Sovyet tarihinin evreleri irdelenerek açıklanıyor. Yine aynı bölümde, SSCB’deki sistemin Marksizmin tanımladığı anlamda sosyalist bir sistem olmadığı bir yana, “işçi sınıfı iktidarı altında bir geçiş toplumu” olarak da tanımlanamayacağı, hem teorik hem de somut pratik verilerle sergileniyor.
Yazar, Marx’ın “geçiş teorisi” üzerinde etraflıca durmakta ve bu konudaki yanlış kavrayışlarla ve bilinçli çarpıtmalarla hesaplaşmaktadır. Özellikle de Marx’ın “komünizmin alt evresi” diye tanımladığı sosyalizm döneminde devletin, sınıfların ve meta ilişkilerinin maddi temelleriyle birlikte nasıl ortadan kalkacakları, Marx’ın çözümlemelerinin ışığında ele alınmakta ve açıklanmaktadır.
Yazarın önemle altını çizdiği bir diğer nokta da şudur: Teorisi ve pratiğiyle altmış yıllık bir döneme damgasını vuran Stalinizmin dünya sosyalist hareketinde yarattığı olumsuzlukları aşabilmenin ve dünya burjuvazisinin yürüttüğü anti-komünist ideolojik haçlı seferine karşı durabilmenin yolu, devrimci Marksistlerin uluslararası düzeyde siyasal birliğinin sağlanmasından geçmektedir. Bu nedenle, yaşananlardan doğru teorik-politik sonuçlar çıkarmak Marksistler için yaşamsal önemdedir. Bugün devrimci Marksistler arasındaki tartışmalı konularda tartışmayı derinleştirerek bir senteze ulaşmak son derecede önem kazanmıştır. Tarihsel süreci ve bu süreçte yaşananları göz önünde bulunduracak olursak, “Sovyet devletinin ve benzerlerinin sınıf karakteri” hakkında geçmişte ortaya atılan hiçbir tezin ya da özgün teorik görüşün eleştiri dışı tutulmaması gerektiğini kabul etmek zorundayız. Devrimci Marksistler arasındaki teorik tartışmalar, ayrı sektler oluşturmaya değil, yaşananlardan dersler çıkarmaya, günün görevlerini kavramaya, geleceğe yönelik sağlam bir Marksist perspektif kazanmaya ve proletaryanın devrimci enternasyonalist geleneğinin yeniden örgütlü-siyasal bir güç düzeyine yükseltilmesine hizmet etmelidir.
Yazar bu bağlamda tartışılması ve sorgulanması gerekli olan bir dizi teorik ve tarihsel sorunu yeniden tartışma gündemine getiriyor. Bunlar esasen Stalinizm tarafından çarpıtılmış, bürokratik rejimlerdeki uygulamalarla içerikleri tamamen boşaltılmış, hatta zıddına dönüştürülmüş, sosyalizmin özüne ilişkin kavramlardır. Ama bu kavramlar aynı zamanda, kimi devrimci Marksistler tarafından da yeterince doğru kavranılamamış ve doğru yorumlanamamıştır.
Kitap okunduğunda görülecektir ki, SSCB’nin gerçek niteliği ve tarihsel konumu hakkında yazarın yaptığı teorik çözümlemeler, Stalinist anlayışın anti-Marksist yönlerini teşhir etmekle kalmamakta, aynı zamanda, Troçki’nin çözümlemelerini donduran ve “yozlaşmış işçi devleti” savını adeta bir dogma haline dönüştüren Troçkistleri de eleştirmektedir. Öte yandan SSCB’deki sistemi, “devlet kapitalizmi” gibi bilimsel temelden yoksun bir teoriyle açıklamaya kalkışan kimi Troçkist çevrelerin tutarsızlığı da sergilenmektedir kitapta.
Bu bağlamda, yazarın sorunları ele alışında uyguladığı yöntem, teorik yaklaşımındaki sorgulayıcı ve eleştirici tutum, temelde Marx’ın bilimsel yöntemine sadık kalan, eleştirici ve devrimci bir tutum olarak belirginleşiyor.
Yazar esas olarak, yaşanmış tarihsel deneyimler üzerinden tartışma yürüten, sorgulayan, irdeleyen ve dersler çıkarmaya çalışan devrimci Marksist çevrelerle diyaloğa önem veriyor. Bu bağlamda, bilimsel sosyalizmin esasına ilişkin en temel sorunların üstünde durup, tartışılması için yeniden gündeme getiriyor ve şunları sorguluyor:
Marx’ın açımladığı bilimsel sosyalizm kuramı, “tek ülkede sosyalizm”in ya da “ulusal sosyalizm”in olabilirliğini içermekte midir? Marx’ın teorisinde, komünizm dışında ayrıca “sosyalizm” diye, kendi başına bir bütünlük oluşturan bağımsız bir sosyo-ekonomik formasyon var mıdır? Toplumun sosyalist örgütlenmesi (sınıfsız toplum) ile aynı anda bir “ulus-devlet”in varlığı bağdaşabilir mi? Profesyonel ordusu ve polisiyle, adli ve idari mekanizmasıyla, bürokratik tarzda örgütlenmiş bir devlet, işçi sınıfı “adına” hareket ediyor olsa bile, eğer işçiler yönetemiyorsa, orada gerçekten bir işçi demokrasisi işleyebilir mi; ya da böyle bir “işçi” devletinde gerçek egemenlik işçilerde mi yoksa başkalarında mı olur? Marksizm açısından bakıldığında, devlet mülkiyeti ile toplumsal (sosyalist) mülkiyetin aynı şey olduğu söylenebilir mi; ya da devletin varlığı devam ediyorsa, toplumsal mülkiyetten söz edilebilir mi? Keza, kapitalizmi tasfiye etmiş, üretim araçlarını, toprağı, dış ticareti devletleştirmiş ve kendini “sosyalist” ilân etmiş bile olsa, böyle bir toplumda eğer devletin ve ekonominin denetimi ve yönetimi, doğrudan işçilerin elinde değil de, işçi sınıfı “adına” hareket eden profesyonel bir yönetici elitin (yönetici bürokrasinin) elinde toplanırsa ve bu durum zamanla kalıcı bir sisteme dönüşürse, bu toplumda hâlâ bir işçi devletinin varlığından söz etmek mümkün müdür? Böyle bir toplumda, “devletleştirilmiş mülkiyet her şeye rağmen işçi sınıfının bir kazanımı olmaya devam eder” diyebilir miyiz? Marx’ın “devrimci dönüşümler dönemi” diye tanımladığı “kapitalizmden komünizme geçiş dönemi”, ulusal düzeyde yaşanacak ve tamamlanacak bir süreç olarak mı, yoksa evrensel düzeyde yaşanacak ve tamamlanabilecek bir süreç olarak mı kavranılmalıdır? Ve bu geçiş dönemine tekabül eden işçi devleti, uzunca bir tarihsel dönem boyunca, etrafı kapitalizmle kuşatılıp tecrit olursa, acaba yaşama şansı olabilir mi? Bu bağlamda, “Sosyalist” ya da “Halk Cumhuriyeti” adı altında kurulmuş ulusal devletler, gerçekten de bir işçi devleti miydiler? Eğer değildiyseler, o halde bu rejimlerde devlet kimin devletiydi, ya da hangi sınıfın egemenliği söz konusuydu?
Gerçekten de o dönemde, yani çöküş sürecinin yaşandığı 80’li yılların sonu ve 90’ların başında, bilimsel sosyalizmin esasına ilişkin bu teorik sorunlar, Stalinist solda değil ama devrimci Marksistler arasında yeniden ve yoğun bir biçimde tartışılmaktaydı.
İşte elinizdeki kitapta, yazarın bu teorik sorunlara Marksist yöntemle verdiği yanıtları bulacaksınız.
Tarih Bilinci Yayınevi
link: Tarih Bilinci Yayınevi, Sunuş, Temmuz 2001, https://fa.marksist.net/node/1107