İsrail sokakları, bizde “kasap havası” diye bilinen hava nagila yani “haydi neşelenelim” şarkısının nağmeleriyle inlerken, Ortadoğu’nun geri kalanında tam bir yas havası hâkim. Çünkü yüz yılı aşkın bir zamandır Ortadoğu emperyalist devletler için bir paylaşım alanı ve bu yüzden de savaşlar hiç eksik olmuyor. Afganistan, Irak, Filistin ve Lübnan’daki durum herkesin malûmu. Sırada Suriye ve İran var. Emperyalist saldırganlık Ortadoğu’daki her karış toprak parçasını sıcak savaşın alanı haline getiriyor. Ve hiç kimse bu gidişatın tersine döneceğine yahut durdurulabileceğine dair bir umut taşımıyor. Bu yüzden de, emperyalist-kapitalist güçler ve iktidar peşinde koşan yerel gruplar ellerini ovuşturup “haydi neşelenelim” derken, ezilen halklar karalar bağlayıp umutsuzluk içinde yas tutuyor. Filistin halkı ise İsrail’in kuruluşunu nakba yani “felâket”in başlangıcı adıyla anıyor.
Ortadoğu halkları yas tutarken, bombalarla parçalanmış küçük çocukların bedenleri ya da gözleri kanlı yaşlarla dolu kadınların feryatları, burjuvaların yüreğini bir parça olsun sızlatmıyor. Avının üzerine atılmış bir sırtlan nasıl ki onun yakarışlarına kulak vermezse, mali sermayenin hizmetindeki burjuva politikacılar ve generallerin vicdanları da, ezilen halkların inleyişleri karşısında öylesine sağır ve hissizdir. Odaklandıkları tek konu, süregiden emperyalist kapışmada avantajı rakibine kaptırmamak ve en büyük parçayı kapabilmektir. Bundan dolayı da, Gazze denilen küçücük sahil şeridine sıkıştırılmış 1,5 milyon insan, ortaçağın vahşetini andıran bir kuşatma altında inliyor; yiyecek ve ilaç sıkıntısı çekiyor, elektriği yok, içme suyu yok, çocukları okula gidemiyor, hastaları tedavi edilemiyor ve bunlar yetmezmiş gibi İsrail ordusunun yolladığı bombalarla, roketlerle, tanklarla katlediliyor. Son bir ayda 100’den fazla Filistinli bu saldırılarda hayatını kaybetti. Modern çağın en zalimlerinden aynı İsrail devleti, Batı Şeria’da da Yahudi yerleşimciler aracılığıyla işgalin sınırlarını sürekli genişletiyor. Filistinli köylülerin topraklarına el koyuyor, onları göçmenliğe ve mülteciliğe zorluyor. Ellerindeki bir avuç topraklarını da kaybeden bu yoksul insanlar, Lübnan’a, Ürdün’e ya da bir başka ülkeye göç etmek zorunda kalıyor ve mülteci kamplarında sefil bir hayat sürmek zorunda bırakılıyorlar.
Filistin halkı böylesine acılarla sefalet içinde kıvranırken, “şer ekseni”nin asıl başı ABD emperyalizminin en yetkili temsilcisi Bush da, katil İsrail devletine verdiği koşulsuz desteği pervasızca açıkladı. İsrail’deki 60. yıl kutlamalarına katılan Bush, tam da İsrail ordusu Gazze’ye yeni bir saldırı hazırlığı yaptığı sırada, sahte barış mesajlarıyla Filistinlileri aldatmaya çalışıyordu. Filistin halkının büyük çoğunluğunun oylarıyla seçilmiş Hamas hükümetini tanımayan İsrail ve ABD, kendi isteklerine uymadıkları için bir anlamda Filistinlileri cezalandırıyorlar. Hamas’ı istemiyorlar, çünkü Hamas’ın güçlenmesi İran’ın nüfuzunun artışının bir göstergesi. Sıra Tibet veya Myanmar gibi ülkelere geldiğinde büyük bir ikiyüzlülükle timsah gözyaşları döken diğer emperyalist güçler ise, ya açıktan destekleyerek ya da sessiz kalarak ABD emperyalizminin çizgisini onaylıyor, katliamcı İsrail devletinin yaptıklarına göz yumuyorlar. Çünkü onların çıkarları da şimdilik ABD’ninkiyle örtüşüyor.
Bu yağmacı soyunun, Ortadoğu’nun geri kalanına bakışı da farklı değildir. Başı çeken ABD ve İsrail, İran ve Suriye ile Lübnan üzerinden hesaplaşmayı düşündüklerinden, bu ülkeyi karıştırmak adına her fırsatı değerlendiriyor ve hatta bizzat kendileri provokasyonlar tertipliyorlar. Çıkarmaya çok uğraştıkları halde Lübnan şimdilik bir içsavaşın eşiğinden dönmüş gibi görünse de bu geçici bir durumdur. İran’ın artan nüfuzunu dengelemek isteyen ABD ve İsrail, Hizbullah’ın etkisi iyice kırılmadan provokasyonlardan vazgeçmeyecektir. Daha da ötesi, Lübnan’da bir içsavaşın başlaması, ABD’ye, diğer Batılı güçleri de yedeğine alarak Lübnan’ı –kuşkusuz “özgürlük ve demokrasi” adına!– işgal etmesi için bir fırsat sunacaktır. Böylece ister doğrudan ABD ve İsrail işgali biçiminde olsun isterse “barış gücü” adı altında ağızlarının suları aka aka asker göndermeye hazır emperyalist güçlerin yerleştirilmesi şeklinde, sonuçta İran’ın ve Suriye’nin etkisi iyice kırılmış olacaktır. Bu arada kaç tane çocuğun, kadının ya da erkeğin hayatını kaybedeceğinin, sakatlanacağının yahut göç etmek zorunda kalarak sefalete sürükleneceğinin, bu yağmacılar için bir önemi yoktur.
Onlar için önemli olan, bulunan veya yaratılan her fırsatta İran-Suriye-Hizbullah-Hamas dörtlüsünün üzerine giderek bunlara karşı kendi “ılımlılar” cephesini pekiştirmek ve İran’a doğru kışkırtmaktır. Burjuvazinin uzmanları bu yaz değilse seneye, İran savaşının kesin olduğu konusunda “güvence” veriyorlar. Ancak aynı uzmanlar bu savaşın ABD açısından başarılı geçebilmesi için savaş öncesi hazırlığının iyi yapılması gerektiğinin de farkındalar. Önce İran karşıtı “ılımlılar cephesi”nin safları daha da sıklaştırılmalı, İran’ın bölgedeki artan nüfuzu kırılmalı –ki bu Hamas ve Hizbullah üzerinden yapılmaya çalışılıyor– ve İran’ın bölgedeki en büyük müttefiki Suriye olabildiğince etkisizleştirilmeli. Bu arada da ABD emperyalizmi kendi kuvvetlerini toparlayarak yeni bir saldırıya hazırlanabilmeli. Bu hazırlıklar için gereken süre de, dünya kamuoyuna, “diplomatik yolları sonuna kadar tüketiyoruz ama görüyorsunuz ki fayda etmiyor” mesajıyla verilmeli ve böylece İran savaşının başlatılmasına karşı oluşabilecek tepkiler en aza indirilmeye çalışılmalı.
Kimi burjuva politikacılarınca “barışa giden yol” olarak sunulan İsrail-Suriye görüşmelerinin amacı da bu çerçevede değerlendirilmelidir: Suriye’nin İran’dan uzaklaştırılarak ABD yanlısı emperyalist kampa çekilmesi ya da en azından nötralize edilmesi. Yoksa herkes çok iyi biliyor ki, Suriye ile İsrail bugüne dek pek çok kez barış için masaya oturmuş, fakat hiçbir sonuç çıkmadan masadan kalkmışlardır. Büyük ağabeyi ABD’nin talimatı ve icazetiyle arabuluculuğa soyunan Türkiye’nin niyeti de bellidir. Kendini barış elçisi gibi sunan Erdoğan’ın ve temsilcisi olduğu Türkiye burjuvazisinin yegâne derdi bölgede söz sahibi olabilmek ve kendi paylarına bir parça koparmaktır.
İran’ın artan nüfuzu
İran’a yönelik saldırı hazırlıkları tam gaz sürdürülürken, ABD emperyalizmini ve İsrail’i acilen bir şeyler yapmaya iten temel faktör İran’ın bölgesel düzeyde giderek büyüyen etkisi ve bu etkinin barındırdığı potansiyel tehlikelerdir. Irak’taki Şii yönetimin ve direnişin İran’la geliştirdiği ilişkilerin kazandığı boyutlar, Hizbullah’ın Lübnan’da ve Hamas’ın Filistin’de elde ettiği konum, Körfez ülkelerindeki ciddi Şii nüfusun [1] giderek daha fazla sesini yükseltmesi ve Sünni Arap iktidarlara karşı muhalefet yapmaya başlaması, İran’ın artan etkisinin göstergeleridirler.
Bölgede Şii etkisinin yükselmesi, ABD’nin İran’a karşı kurduğu “ılımlılar cephesi”ni oluşturan Sünni Arap iktidarları zayıflatacak ve belki de Şii siyasi grupların –Lübnan’da olduğu gibi– iktidardan pay almasına yol açacaktır. Böylesi bir durumda ise, girişmeyi düşündüğü savaşta ABD emperyalizmi sadece İran ile değil bütün bir Şii cephesiyle uğraşmak zorunda kalacaktır. ABD ve stratejik ortağı İsrail’in Hamas ve Hizbullah ile bu kadar uğraşmaları ya da Suriye’yi etkisizleştirmeye çalışmaları bundandır. Tabii ki bu çabalarını, utanmaz bir biçimde, “bölgeye demokrasi ve özgürlük getirmeye çalışmak” şeklinde lanse etmekten geri durmuyorlar. Bu da işin psikolojik savaş boyutunu oluşturuyor.
Gerici molla rejiminin iktidarda olduğu İran ise elindeki Şii kartını sonuna kadar oynamayı düşünüyor. Bölgedeki yüksek Şii nüfus en büyük kozudur. Ayrıca Irak ve Lübnan’ı saymazsak, Şiilerin diğer Körfez ülkelerinde doğru dürüst hiçbir siyasi hakları yoktur. Azımsanamayacak bir kitle oluşturmalarına rağmen siyaset arenasından böylesine dışlanmış olmaları, özellikle Irak işgali sonrası Şii grupları daha aktif bir pozisyona itmiştir. Bu durum İran için bulunmaz bir fırsat oluşturmuş ve o da eline geçen bu kozu aktif bir şekilde kullanmaya başlamıştır. Şiilerin genel olarak Ortadoğu toplumunun ezilen kesimini oluşturmaları ve ABD’nin de iktidardaki Sünni Arap rejimleri desteklemesi İran’ın Amerikan karşıtı politikasıyla birleşince, Şii siyasi grupların İran’ın etki alanına girmeleri çok zor olmamıştır.
Bu çizgi doğrultusunda İran, iktidar ortağı olan Irak’taki Şii gruplar ile sıkı ilişkiler geliştirmiş durumda. Bu gruplara para ve silah da dâhil olmak üzere her türlü desteği veriyor. Irak hükümetine de düzenli olarak ekonomik yardımda bulunuyor. İran radyo ve televizyonları, Irak’a yönelik Arapça yayınlar yapıyorlar. Ayrıca Amerikan karşıtı direniş de belirli ölçülerde İran tarafından destekleniyor. Irak içinde önemli bir istihbarat ağına da sahip olan İran’ın, yakın zamana kadar Basra gibi bazı şehirlerde Irak’ın ulusal güçlerinden daha etkin olduğu bile söyleniyordu. Kısacası İran, Irak’taki Şii grupları fiilen yönlendirme yeteneğine sahip bir konumda bulunuyor.
İran’ın ABD-İsrail ikilisine karşı önemli bir kozu da Lübnan Hizbullahıdır. Nüfusunun %45’i Şii olan Lübnan’da İran, Hizbullah aracılığıyla ABD ve İsrail’e karşı mücadele yürütüyor. Özellikle 2006’daki İsrail saldırısının püskürtülmesinden sonra Hizbullah, ülkenin en büyük siyasi ve askeri gücü haline gelmiş durumdaydı. Son birkaç hafta içinde yaşanan ve Lübnan’ı bir kez daha içsavaşın eşiğine getiren krizden de güçlenerek çıktı. Böylece, İsrail’in çekilmesinden bu yana, ABD’nin güdümündeki Batı yanlısı hükümetle arasında süren dalaşmayı da kazanmış oldu. Bu onun –dolayısıyla da İran-Suriye ikilisinin– kazandığı ikinci zafer ve Hizbullah’ı Lübnan’dan silmeye çalışan ABD-İsrail ikilisinin de ikinci yenilgisidir. Ancak pek tabii olarak bu durum geçicidir ve ABD-İsrail ikilisinin yeni hamleleri kısa zamanda gelecektir. Bu arada İran da, ABD ve İsrail’le Lübnan üzerinde girişeceği savaşın kaçınılmaz olduğu bilinciyle, Hizbullah’ı silahlandırmaya devam ediyor.
Sünni mezhepli bir örgüt olmasına rağmen, ciddi biçimde İran ve Suriye etkisi altındaki Hamas’ın, Gazze şeridinde kontrolü ele geçirmiş olması ve ABD-İsrail destekli El Fetih’in denetimindeki Batı Şeria’da da oldukça yüksek bir popülariteye sahip bulunması da İran’ın bölge halkları üzerindeki etkisini arttırıcı bir faktördür. ABD ve İsrail’in “terör örgütü” olarak ilan edip görüşmeyi reddetmelerinden sonra, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi Sünni Arap devletlerin de Hamas’la olan ilişkilerini soğutmaları, İran’ın devreye girmesine ve Hamas’ı kendi yanına çekmesine fırsat yaratmıştır. Önemli miktarda para ve silah yardımında bulunduğu Hamas ve Hizbullah sayesinde İran, bölgedeki Amerikan ve İsrail karşıtı direnişin hamisi haline gelmiş, Şii kesimin yanı sıra muhalif konumdaki Sünni Arapların da önemli ölçüde desteğini kazanmıştır.
İşte bu yüzden de, ABD-İsrail çetesi, bölgede İran-Suriye-Hizbullah-Hamas dörtlüsünün artan nüfuzunu dengelemeye yönelik operasyonlara girişmiştir. Lübnan’a yapılmaya çalışılan müdahaleler bu operasyonun bir parçasıdır. Diğer parçaları ise, İran’ın nükleer silah yapımında sona yaklaştığı söylemi ve Suriye’yi ayartma çalışmaları oluşturuyor.
Ortadoğu’da nükleer yarış başlıyor
Buna taze bir örnek, geçtiğimiz Nisan ayında Beyaz Saray’ın Suriye hakkında yayınladığı bir bildiriydi. Bu bildiriye göre Suriye, Kuzey Kore ile işbirliği halinde, ülkenin doğusundaki çöl bölgesinde, plütonyum üretme kapasitesine sahip bir nükleer tesis inşa etmişti. Bildiri, Suriye’yi bu konudaki çalışmalarını aydınlatmaya çağıran ve Amerikan karşıtı “teröristlere” göz yumulmasını eleştiren cümlelerle bitiyordu. Kısa süre sonra bildiriyle neyin amaçlandığı anlaşılacaktı. Hem İsrail ile görüşmeler yürüten Suriye tehdit ediliyor, hem de İsrail’in artık rutin hale gelen hava saldırılarına meşru bir zemin yaratılmış olunuyordu. Ayrıca nükleer silahsızlandırma görüşmeleri yürütülen Kuzey Kore de köşeye sıkıştırılmış olunuyordu. Hatta Hizbullah’ın önde gelen liderlerinden birinin Şam’da CIA ve MOSSAD ajanlarınca katledilmesi meselesi de bu vesileyle hasıraltı edilmeye çalışılıyordu. Bildiride ortaya atılan iddia, geçtiğimiz Eylül ayında İsrail’in Suriye’ye düzenlediği hava saldırısının ayrıntılarının CIA tarafından basına sunulması ve bahsi geçen nükleer reaktörün vurulmuş olduğunun anlatılmasıyla da “kanıtlanmış” oldu. Kuşkusuz bu “kanıtlar” [2] da, en az Irak’ta kitle imha silahları bulunduğunu gösterenler kadar “sahici”ydi!
Bu gelişmelerin hemen ardından İran’la olası bir savaşa karşı çıkan Orta Asya ve Afrika Boynuzu’ndaki ABD güçlerinden sorumlu Merkez Karargâhının (CENTCOM) eski komutanı Amiral William Fallon görevden alındı ve yerine ABD’nin Irak’taki güçlerinin komutanı David Petraeus atandı. İsrail de, bu “başarılı” operasyon sayesinde azalan prestijini bir nebze olsun tamir etme şansına sahip oldu. Bir yandan da İran’a, elindeki nükleer tesislerin her an vurulabileceği mesajı verilmiş olunuyordu. Son olarak da “ılımlı cephe”de bulunan Arap devletlerinin tepkisi, ki hiçbir tepki vermediler, ölçülmüş oluyordu. Yani bir taşla birkaç kuş… Hiç kuşku yok ki, bu ayak oyunları ve entrikalarla ABD-İsrail çetesinin yapmaya çalıştığı şey, Batı kamuoyunu İran-Suriye-Hizbullah ve Hamas’ın vurulmasına hazırlamaktır.
İran’ın veya Suriye’nin nükleer silah sahibi olmaya çalıştıkları yolundaki bu propagandanın çok daha önemli bir sonucu ise, bölgede söz sahibi olmaya çalışan devletler arasında bir nükleer yarışın başlatılması ve böylece halkların nükleer silahların kullanılması tehlikesiyle yüz yüze gelmeleri olmuştur. Daha şimdiden, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 40’a yakın ülke nükleer enerji programı başlatacağına ilişkin bilgiyi uluslararası kamuoyuna geçmiştir. Altı ülke de uranyum zenginleştirme ya da nükleer yakıtı yeniden işleme planlarını duyurmuştur. Bu ülkeler arasında, Türkiye’nin yanı sıra Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Libya, Cezayir, Fas ve Yemen de bulunuyor.
Bu ülkelerin nükleer silah geliştirebilmelerinin yıllar alacak olması tehlikenin büyüklüğünü hafifletmiyor. Çünkü böylesi bir yarış ve istek, bu ülkelerden en azından bir kısmının kendisi üretmeden önce de nükleer cephaneliğe sahip olmasının önünü açıyor. Ayrıca yaratılan ortam, ABD’nin ve İsrail’in İran savaşında nükleer silahları kullanmasını da meşrulaştırmaktadır. Kısacası ABD emperyalizmi, on yıllardır süren savaşlardan dolayı zaten bitap düşmüş Ortadoğu halklarının başına şimdi de nükleer savaş belâsını açmaktadır. Bu öyle büyük bir belâdır ki, geçmiştekilere rahmet okutacak ve şimdiye değin görülmemiş muazzam bir yıkıma yol açacaktır.
İsrail-Suriye görüşmelerinden “barış” çıkar mı?
İran’a yönelik savaş hazırlıklarının bir diğer ayağını ise Suriye’nin Filistin ve Lübnan’daki etkisinin kırılmasına yönelik çabalar oluşturuyor. Türkiye’nin arabuluculuk ettiği ve İsrail-Suriye arasında bir yıldan uzun bir süredir devam eden “barış” görüşmelerine kazandırılan ivme bunun sonucudur. Baştan söylemek gerekir ki, adı her ne kadar “barış görüşmesi” diye geçse de söz konusu olan İsrail ile Suriye arasında bir barış sağlamak değildir. Amaç her iki taraf açısından da zaman kazanmak ve çeşitli manevralarla karşı tarafı köşeye sıkıştırmaktır. Bu yüzden de bahsi geçen “barış görüşmeleri”, savaşın diplomasi masasında yürüyen halidir ve sık sık da karşılıklı güç gösterileriyle yahut küçük çaplı çatışmalarla paralel yürümektedir. Süregiden görüşmelerde –ki ABD’deki başkanlık seçimleri sonuçlanıncaya ya da İran’a yönelik bir saldırı başlatılıncaya kadar devam edebilir– tüm tarafların kendine göre birtakım hesapları mevcuttur.
ABD’nin hesabı, bir taraftan Batı kamuoyunda “her türlü diplomatik yolu denediğine” dair bir izlenim yaratmak, diğer taraftan da yukarıda bahsettiğimiz nükleer tesis hikâyesini kullanarak Suriye’nin aslında kötü niyetli olduğunu ispatlamaktır. İsrail eliyle masaya sürdüğü şartları (İran’la, Hizbullah’la ve Hamas’la ilişkilerin kesilmesi, Irak’taki direniş gruplarına destek verilmemesi, ardından da ABD-İsrail eksenli çizgiye gelinmesi) Suriye’nin kabul etmesi veya yerine getirmesi mümkün değildir. Zaten ABD de böyle bir şey beklemiyor, ama yine de Suriye üzerinde bir baskı oluşturuluyor, köşeye sıkıştırılıyor ve yoklamalar çekiliyor. “Ilımlılar cephesi”ni oluşturan Arap ülkelerindeki rejimlere de, savaşa hazırlık bağlamında kamuoyu oluşturmaları için fırsat tanınmış olunuyor.
İsrail açısından da durum pek farklı değil, ama ABD’ye nazaran kimi nüanslar da söz konusu. İran’la veya Lübnan’da Hizbullah’la girişilecek bir savaş öncesi, Hamas’a yahut Hizbullah’a yönelik Suriye desteğinin kesilmesi, İsrail açısından kuşkusuz önemli bir kazanım olurdu. Çünkü 2006’da Lübnan’da aldığı yenilgi gösterdi ki, Arap ülkelerinin desteği olmadığı halde bile İran-Suriye-Hamas ve Hizbullah dörtlüsüyle baş etmek kolay değil. O yüzden bu kampın bölünmesi veya zaafa uğratılması yolundaki her çaba İsrail için önemli.
Suriye açısından bakıldığında ise, Golan tepelerinin geri alınması, Amerikan ambargosundan ve yaptırımlarından kurtulmak, Fransa ve Suudi Arabistan’la ilişkilerin yeniden düzelmesi önemli kazanımlardır. Fakat karşılığında istenen bedel çok yüksektir. Çünkü ABD emperyalizminin, el attığı ülkelere nasıl bir yıkım ve karmaşa getirdiği ortada. Irak, Afganistan, Filistin ve Lübnan bunun en bariz örnekleri. Suriye’nin “barış görüşmeleri”ni yürütmesinin asıl nedeni Türkiye ile olan ilişkilerini korumak istemesi ve zaman kazanmaya çalışmasıdır.
“Barış” molası bitmek üzere
Sonuç olarak söylenebilecek tek şey, ABD-İsrail çetesinin, kısa süreli bu “barış molası”nda, savaş hazırlıklarını iyice hızlandırdıklarıdır. Yukarıda bahsettiğimiz İran’ın nüfuzunu dengeleme operasyonunun yanı sıra, dışişleri bakanı Rice’ın, başkan yardımcısı Cheney’in ve nihayetinde bizzat Bush’un kendisinin katıldığı Ortadoğu turlarıyla da İran karşıtı cephe genişletilmeye ve sağlamlaştırılmaya çalışılıyor. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan İran’a karşı kışkırtılmaya çalışılırken, İran da sürekli provoke edilerek savaşı haklı çıkaracak gerekçeler vermeye zorlanıyor. İşin aslı Irak savaşı öncesinde dünya kamuoyuna sunulan bahanelerin hepsi mevcut: kitle imha silahlarının varlığı, teröre ev sahipliği yapılması, Batı demokrasisine ve İsrail’e karşı saldırgan ve uzlaşmaz tutum, azgın bir Amerikan düşmanlığı. Belki de şöyle demeliydik: ABD’nin ve İsrail’in bölgedeki nükleer silah tekeline karşı çıkmak, ABD emperyalizminin çıkarlarına aykırı davranmak ve bölgede nüfuz sahibi olmaya çalışmak.
Oyunun diğer aktörleri de, bu hamlelere göre pozisyonlarını ve tutumlarını belirliyorlar. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan çoktandır Amerikan emperyalizminin dümen suyuna girmiş durumda. Özellikle Suudi Arabistan, kendi sınırlarındaki ve diğer Körfez ülkelerindeki yoğun Şii nüfusun yarattığı potansiyel tehdidin de etkisiyle, fazla da öne çıkmadan, İran’a karşı atılan her adımı destekliyor. Mısır ise şimdilik Hamas ile İsrail arasında arabuluculuk yaparak, Türkiye’ye benzer biçimde bölgede aktif bir rol almak niyetinde. AB ve diğer Batılı emperyalist güçler ABD-İsrail ikilisinin yanında saf tutmuşken, ABD emperyalizminin nihai hedefi ve asıl rakipleri konumundaki Rusya ve Çin, şimdilik kozlarını İran üzerinden oynamakla yetiniyorlar.
ABD genelkurmayı ise İran’a (veya öncesinde Lübnan’da Hizbullah’a ve hatta Suriye’ye) yönelik savaş planlarını iyice ilerletmiş durumda. Planlar, “kitle imha silahı” tesislerine küçük çaplı saldırıları ve misilleme eylemleri boyutundan, topyekûn “denizden çıkarma yaparak işgale girişme” boyutuna kadar uzanıyor. Bir uçak gemisi Lübnan açıklarına gönderilmişti, ikincisi de Körfeze gönderiliyor. Körfez ve çevre ülkelerdeki üsler sürekli takviye edilerek kuvvetlendiriliyor. Kısacası tüm işaretler İran’la girişilecek ve büyük ihtimalle nükleer silahların da kullanılacağı kanlı bir savaşı gösteriyor.
Ortadoğu’nun bir kısmı gözümüzün önünde emperyalist savaşın alevleriyle kavrulurken ve yangın geri kalan bölgelere sıçramak üzereyken, çeşitli kesimlerden burjuva ideologları ve politikacıları, kulağımıza, “barış için şunlar yapılmalı” teranesini fısıldıyorlar. Oysa hepsi de çok iyi biliyor ki, ne ABD emperyalizmi ne de onun bölgedeki uzantısı konumunda olan İsrail kapitalizmi barış istiyor. Ortadoğu’daki dengeleri bozmak üzere Irak’ı işgal etmiş olan bizzat ABD’dir. Filistin meselesi de yıllardır ABD emperyalizminin politikaları yüzünden çözülememektedir. Lübnan’da her fırsatta yeni bir içsavaş için ortam yaratmaya çalışan da yine ABD ve İsrail devletleridir. Bunlarla yetinmeyip Suriye ve İran’a saldırmak üzere de hazırlanmaktadırlar. Bu durumda, kulağımıza fısıldanan yalanların amacı nedir?
Doğrusu şu ki, ezilen ve yoksulluktan inleyen halkları ve onların çıkarlarını savunan sosyalistleri bir tarafa bırakacak olursak, Ortadoğu’da gerçek ve kalıcı bir barış isteyen yoktur. Emperyalist-kapitalist güçlerin “barış” adı altındaki çözüm önerilerinin tek anlamı, kendi planları gerçekleşinceye kadar savaşın sürmesi ve sonra da bu planlar temelinde oluşturulmuş nüfuz bölgelerine göre barışın şekillenmesidir, ta ki yeni paylaşım kavgalarının zamanı gelinceye kadar. Emperyalistlerin barıştan anladıkları budur. Çeşitli barış hayallerini satmaya çalışan ideologların veya politikacıların söyledikleri ise en iyimser yaklaşımla bile ancak “boş laf” olarak adlandırılabilir, tabii eğer birilerinin çıkarlarına hizmet etmek adına manipülasyon veya dezenformasyon amaçlı konuşulmuyorsa.
Emperyalistler ve yerli iktidar odaklarının “barış” adı altında attıkları her adım bölgede yaşayan halkların başına yeni çoraplar örülmesi anlamına geliyor. Onlar için satranç tahtasındaki hamlelerden ibaret olan gelişmeler, halklar için daha fazla ölüm, sefalet ve ızdırap oluyor. Sorunları yaratan da çözümsüz kılan da burjuva güçlerdir. O halde halkların yararına bir çözümün ve barışın sağlanabilmesi için işçi sınıfının devrimi ve iktidarı şarttır. Ancak böylesi muzaffer işçi devrimleri emperyalistleri, kapitalistleri ve çeşitli burjuva odakları dize getirerek kalıcı barışı sağlayabilir. Fakat işçi sınıfı kendi bağımsız sınıf çıkarlarından bihaber olduğu ve mezhepsel ve etnik temelde bölündüğü sürece bu uzak bir ihtimal olarak kalacaktır. Son tahlilde Ortadoğu’nun genelinde yaşananlar mezhepsel değil siyasi sorunlardır ve sınıflar mücadelesine dayanırlar. Her sınıf kendi çıkarını savunur. İşçi sınıfına düşen de, öncelikle yürüyen savaşımın sınıflar mücadelesinin bir parçası olduğunu anlaması, kendi sınıfının bağımsız çıkarları olduğunun farkına varması ve bu temelde örgütlenmesidir. Yoksa emperyalistler için barış, yeni bir paylaşım savaşına kadar geçirilen hazırlık sürecinden başka bir şey ifade etmez.
[1] Politik saflaşmaların büyük ölçüde dini mezhepler üzerinden ifade edildiği Ortadoğu’da Şiiler ciddi bir nüfusa sahiptir. Dünya çapında, 1 milyarı aşkın Müslüman nüfusun yaklaşık %20’si Şii iken, petrol yataklarının önemli bir kısmını (%43) barındıran Basra Körfezini çevreleyen ülkelerde bu oran %70’lere kadar çıkmaktadır. İran’ın %90’ı, Irak’ın %65’i, Lübnan’ın %45’i, Suudi Arabistan’ın %15’i, Bahreyn’in %75’i, Kuveyt’in %30’u, Katar’ın %16’sı ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin %6’sı Şii’dir.
[2] Tamamen bilgisayar ortamında hazırlanmış animasyonlardan oluşan bu “ciddi kanıtlar”, çeşitli internet sitelerinden rahatlıkla izlenebilir.
link: Kerem Dağlı, İsrail’in 60. Yılında Ortadoğu Yasta, Haziran 2008, https://fa.marksist.net/node/1817
İşçi Sınıfının Devrimci Önderi Marx
Nepal: Maoculuk ve “Sosyalist” Yönelimli Ulusal Kapitalizm!