Bolu Kartalkaya kayak merkezindeki Grand Otelde, 21 Ocak gecesi saat 03:30 civarlarında çıkan yangında tam anlamıyla bir katliam yaşandı. Resmi açıklamalara göre bu katliamda 78 kişi hayatını kaybetti, 51 kişi yaralandı. Bunlar arasında otel çalışanları da bulunuyor. Yangının duyulduğu andan itibaren geleneksel refleksle davranan tüm devlet birimleri, olayın gerçek boyutunu gizlemek ve sorumluğu sırtlarından atmak için seferber oldu. Otelde yakınları bulunanlar, kimseye ulaşamadıkları ve yakınlarının başına ne geldiğini öğrenemedikleri için kahredici saatler geçirdiler. Saatler boyunca ölü sayısı 10 olarak açıklanırken, akşam saatlerinde 76 sayısı telâffuz edilmeye başlandı. Yangın ancak 10 saat sonra söndürülebildi. Gerekli yasal düzenlemeleri yapma ve denetleme görevini yerine getirmek için hiçbir şey yapmayan siyasi iktidarsa her zamanki gibi yayın yasağı getirdi ve bir günlük yas ilan etti. Medyanın uzman görüşlerine yer vermesinin, yorum yayınlamasının, eleştiride bulunulmasının yasaklanması konusunda rejim de RTÜK de hiç zaman kaybetmedi.
22 Ocak sabahı korkunç manzara giderek netleşmişken, Bakanlıklar da Bolu Belediyesi de sorumluluktan sıyrılmak için birbirlerini suçlamaya devam ediyorlar. Gerçeklerin perdesi ise büyük oranda gazetecilerin çabalarıyla aralanıyor. Bunun karşısında rejim güçleri, “şimdi sorumlu arama zamanı değil, bu elim kaza karşısında 85 milyon tek yürek davranalım” pozları keserek tepkileri bastırmaya çalışıyor. Erdoğan, yangında 8 ferdini kaybeden Gültekin ailesinin (eski bir AKP milletvekilinin ailesi) cenaze töreninde “sabrın sonu selamettir, zaferdir” diyerek sabır telkin ediyor. Sözünü ettiği şeyin neyin zaferi olduğunu ise anlayabilen yok.
Bu yangın vesilesiyle ortaya saçılan gerçekler, AKP iktidarının müteahhitlerin basıncıyla yangın yönetmeliklerini değiştirip ruhsat almayı nasıl kolaylaştırdığını, İtfaiyenin ve belediyelerin bünyesindeki yetkilerin nasıl Kültür ve Turizm Bakanlığına devredildiğini kamuoyunun öğrenmesini sağladı. Yangınla ilgili denetim sorumluluğunun kimde olduğuna yönelik olarak tartışmalar sürerken, otelin 2024’te Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı kurum olan Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansından (TGA) iki kere Sürdürülebilir Turizm Programı Sertifikası aldığı ortaya çıktı. Son olarak 14 Aralık 2024’te yapılan “denetim”lerin ardından firmaya Sürdürülebilir Turizm Programı Sertifikası verildi. Oysa otelin sürdürülebilirlik programı kapsamında çalışanlara vermesi gereken işçi sağlığı ve güvenliği (İSG), ilk yardım ve yangın eğitimini tamamlamadığı ortaya çıktı. Dahası, otelin sahibi olan Halit Ergül’ün aynı zamanda sertifikaları veren TGA’nın Yönetim Kurulu Üyesi ve Karadeniz Bölge Temsilcisi olduğu anlaşıldı.[1] Turizm işletmelerini denetleyecek Bakanlığın başındaki Bakanın, en büyük turizm firmalarından birinin sahibi olduğu bir ülkede bunda da şaşılacak bir şey yok elbette!
Böyle bir tesiste bu ölçüde büyük bir yangının çıkabilmesi için pek çok yangın güvenlik önleminin olmadığını tahmin etmek için rapora ihtiyaç yoktu elbette. Ama bu otelde daha bir ay önce İtfaiyenin incelemede bulunduğu, üstelik bunun bizzat otel yönetiminin isteği üzerine gerçekleştirildiği ve düzenlenen raporda eksikliklerin tek tek sıralandığı kısa süre içinde ortaya çıktı. Kültür ve Turizm Bakanlığının 30 Nisan 2024’e kadar turizm işletmelerinin almalarını zorunlu kıldığı yangın güvenliği uygunluk belgesi için, bu otel “işyerinin yangın güvenlik tedbirlerinin incelenerek yangın güvenliği uygunluk raporunun verilmesi” için Bolu İtfaiyesine ancak 12 Aralık 2024’te başvuruda bulunmuş. Bu başvuruya binaen İtfaiye Müdürlüğü 16 Aralıkta otelde inceleme yapmış. Düzenlenen “İnceleme ve Denetleme Kontrol Formunda” saptanan eksiklikler her şeyi ayan beyan ortaya koyuyor. Formda, tahliye çıkışlarının, ışıklı yönlendirme levhalarının, binadaki acil aydınlatmanın, elektrik tesisatı uygunluğunun, söndürme gereçleri talimatlarının, algılama sistemleri ve yangın alarmının, paratonerin ve duman havalandırma ve tahliye sisteminin yetersiz olduğu belirtiliyor. Yangın kapılarının mevzuata uygun olmadığı da tespit ediliyor.
Ama otel yönetimi bu tespitler karşısında eksiklikleri gidermek üzere derhal harekete geçmek yerine, “biz dilekçemizi geri alıyoruz, iptal edin” diyor. İtfaiye de hayhay deyip 25 Aralıkta “başvurunuz iptal edilmiştir” yanıtını veriyor. Görülüyor, bu düzende insan hayatı nasıl hiçe sayılıyor. Çoğu çocuk onlarca insanın diri diri yanmış olması zerrece umurlarında değil. Geceliği on binlerce lira olan bu otelin sahipleri, çalışanların ve müşterilerin can güvenliğinden “tasarruf” ederek sermayelerini büyütme derdindeyken, burjuva devletin koltuklarına kurulan efendiler de bundan nemalanmanın derdindeler.
Kapitalistler, devletle, belediyelerle al gülüm ver gülüm ilişkiler içinde gemilerini rahatça yürütüp kârlarına kâr katarken, bu ülkede felâketler birbirini kovalıyor. Maden katliamlarından tren facialarına, depremlerden sel felâketlerine her olayda aynı devlet refleksi, aynı sorumsuzluk sergileniyor. 2002’de iktidara gelen AKP, sermayenin dizginsizce büyümesi için tüm yasal mevzuatın bu doğrultuda değiştirilmesini sağlayan, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini aşındıra aşındıra neredeyse ortadan kaldıran bir politikayı düstur edindi. 2016’da inşa edilen faşist rejim altında ise denetimsizlik, vurdumduymazlık ve yalancılık akıl almaz boyutlara ulaştı. Yaşanan her felâkette Erdoğan’ın ağzından sadece “fıtrat”, “şehadet”, “sabır” lafları saçılıyor.
AKP iktidarı altında önlenebilir onlarca facia yaşandı. Göz göre göre gelen tren kazaları, sanayi tesislerindeki yangınlar/patlamalar, maden faciaları, Aladağ Öğrenci Yurdundaki yangın, orman yangınları, sel felâketleri, on binlerce insanın hayatını kaybettiği depremler, geçen yıl yaşanan örneklerden biri olarak Beşiktaş gece kulübü yangını, çöken binalar ve daha nicesi. 2003’ten bu yana yüksek can kayıplarının yaşandığı 24 faciaya tanık olduk ve bunlarda resmi sayılara göre toplamda 55 bine yakın insan hayatını kaybetti[2] (gerçekte Maraş depremlerinde hayatını kaybedenlerin sayısı bile tek başına 100 bine yakındır). Fakat bu facialardan dolayı bir tek yetkili bile sorumluluk üstlenip istifa etmedi. Onlar istifa etmezken siyasi iktidar da görevden alma mekanizmasını işletmedi. Hükümeti eleştirenler “halkı kin ve düşmanlığa sevketmek”le suçlanıp sopa sallandı. Hatta hayatını kaybedenlerin yakınlarına bu suçlamalarla davalar açıldı. Çorlu tren katliamında oğlunu yitiren Mısra Öz’ün verdiği mücadele boyunca başına gelenleri hatırlayalım.
Son yangın faciasından sonra meslek odalarından uzmanlar yangın mevzuatına ilişkin çeşitli sorunlara, eksikliklere ve denetimsizliğe dikkat çeken açıklamalar yaptılar. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Başkanı Yunus Yener de özellikle denetimsizliğin altını çizerek, “her türlü binada yangın güvenliği tedbirlerinin sürekliliği için gerekli tedbirlerin alınıp alınmadığı, ilgili güvenlik sistemlerinin bina ömrü boyunca çalışır vaziyette hazır olup olmadığının kontrolü için kapsamlı, görev, yetki ve sorumlulukları belirgin, her aşaması tanımlı bir denetim mekanizmasını sağlayacak mevzuatın acil şekilde oluşturması gerektiğini” belirtiyor. “Denetim kamusal bir görev piyasanın insafsızlığına bırakılamaz. Kural ihlalleri ve kuralsızlığa varan uygulamalar kabul edilemez. Halkın can ve mal güvenliği kâr hırsına feda edilemez” diyor haklı olarak.[3]
Ama kapitalist düzen, halkın can ve mal güvenliği üzerine değil kâr üzerine inşa edilmiş bir düzendir. Kapitalist devletin gerekli önlemleri almasının ön koşulu, emekçilerin örgütlü olması ve siyasal iktidarlar üzerine basınç bindirmesidir. Dahası, her felâkette doğrulandığı üzere gerçek önlem o işyerlerinde çalışanların örgütlenmesinden geçiyor. Tek gerçekçi yol çalışanların sendikal örgütlülükleri aracılığıyla ve meslek odalarıyla işbirliği içinde işyerlerindeki çalışma koşullarını, iş güvenliği ve işçi sağlığı önlemlerini tam yetkili olarak denetlemeleridir. Sonuç olarak, bu düzenin efendilerinin kâr uğruna insan canını hiçe saymakta ne kadar ileri gidebileceklerini belirleyen tek şey sınıfsal güç dengeleridir. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda denge sermaye kefesine doğru engelsizce kayar ve yaşadığımız türden katliamlar bariz bir şekilde yaygınlaşır. Ezici çoğunluğu işçiler, emekçiler olmak üzere insanlar ölür, sermaye ise kâr rekorları kırar. Gelir eşitsizliği arttıkça artar. Sermayeyi ve sermaye devletlerini önlem almak zorunda bırakan sadece ve sadece sınıf mücadelesinin gücüdür. Türkiye’de şu anda iktidarda olan faşist rejimin, sermayenin yük olarak gördüğü tüm hususları yasal yükümlülük olmaktan çıkarmakta bu kadar pervasız olabilmesinin nedeni de işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve bu yüzden sınıf mücadelesinin zayıflamasıdır. Erdoğan bu nedenle gerine gerine patronlara “sizin için grevleri bile yasakladık” diye seslenmekten hiç çekinmemektedir.
Kuşkusuz tüm bunlar sadece Türkiye’de yaşanmamaktadır. İşçi sınıfının sosyalist örgütlerinin ağır bir ideolojik darbe aldığı, burjuvazinin bunu dizginsiz bir ekonomik, sosyal ve siyasal saldırı dalgasıyla fırsata çevirdiği 1990’lardan itibaren hız kazanan azgın kapitalist politikalarla adeta vahşi kapitalizm dönemine geri dönülmüştür. Bu süreçte işçi sınıfının sendikal örgütlülüğü de alabildiğine zayıflamıştır. Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi, bunun anlamı sınıf mücadelesinin gerilemesi, güç dengesinin bariz bir şekilde burjuvaziye kaymasıdır. Kamusal fonların zayıflatılıp tüm devlet kaynaklarının sermayenin emrine amade edilmesinin, onun sınırsız sömürü için ihtiyaç duyduğu “reform”ların yapılmasının, tüm dünyada doğurduğu sonuçlar bellidir. En son örnek olarak Los Angeles yangınına bakmak bile yeterlidir.[4] Aslında her iki facianın da “zenginlerin” mekânlarında yaşanması, sermaye sınıfının daha fazla kâr uğruna işçi sınıfının felâketten felâkete, dünyayı ise yok oluşa sürüklerken kendisinin keyif çatmasının artık mümkün olmadığını da gösteriyor.
Son olarak şunu da dile getirelim. Bu yangın vesilesiyle sınıf refleksleri de kendini bir kez daha apaçık göstermiştir. Felâketin yaşandığı o gece, otel işçileri, dumandan göz gözü görmezken kendi canlarını hiçe sayarak odalarda kalanları uyandırıp dışarı çıkmalarını sağlamaya çalıştılar. Bu sırada ölenler arasında 20’li yaşlardaki işçiler de vardı. Kimisi daha birkaç hafta önce işe başlamıştı. Komşu otellerin işçileri de hemen yardıma koşanlar arasındaydı. Ama gün ışıdığında alevlerin tümüyle yuttuğu bu otelde can pazarı yaşanırken, komşu otellerdeki ensesi kalın, cebi dolgun “misafirler” kayak yapmaya koyulabildiler. Erdoğan’ın Soma’da 300 madenci yanarak kömüre dönüşürken “güzel öldüler” deyip “fıtrat”tan dem vururken sergilediği sınıf tutumuyla bunun arasında hiçbir fark yoktur. Sınıflı toplumlar oluştuğundan beri, sömürücü sınıfların vicdanları her daim taş bağlamıştır. Vicdan denen şey emekçi sınıfların yürek atışlarıyla harekete geçer. Dayanışmayı doğuran şey aslında kader ortaklığıdır. İçgüdüsel olarak yönelinen bu duygu, birlikte kurtuluşun anahtarını da içinde barındırmaktadır.
Bu düzen çoktandır bir kara tabuta dönüşmüştür. Fabrikasına da, binalarına da, ormanlarına da, kentlerine de, otellerine de giren ölmektedir! Bu kara düzeni değiştirebilecek tek güç örgütlü işçi sınıfıdır.
link: Marksist Tutum, Kartalkaya Katliamı: Bu Düzen Bir Kara Tabut!, 23 Ocak 2025, https://fa.marksist.net/node/8426
Rosa Kızıl Kanatlı Bir Kartaldı ve Hep Öyle Kalacaktır…