Yürüyen emperyalist savaşta başı çeken büyük güçler, dünyayı nüfuz alanları temelinde yeniden paylaşmanın ve diğerleri üzerinde hegemonya kurmanın kavgasını veriyorlar. 16. yüzyılın başlarından itibaren dünyanın büyük sömürgeci güçler arasında toprak bakımından paylaşıldığı dönemin aksine, emperyalizm, dünyanın büyük güçler arasında nüfuz alanları temelinde paylaşıldığı, mali sermayenin egemenlik çağıdır. Çağımızda büyük güçlerin bir ülke üzerinde hâkimiyet kurması için o ülkeyi işgal ve ardından da ilhak etmesi ya da bir yarı-sömürge haline getirmesi gerekmiyor. Ama bu gerçeklik, işgal ve ilhak olgusunun çağımıza (emperyalizme) tümüyle yabancı olduğu ve bu tür uygulamalara artık hiçbir şekilde başvurulmayacağı anlamına gelmiyor. Hele de yeni bir Dünya Savaşı yaşanırken, bazı bölgelerde ilhak durumlarının veya ulus-devletlerin sınırlarının yeniden çizilmesinin mümkün olamayacağı düşünülemez.
Bu gerçekliğin yakın zamandaki son örneğine, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle şahit olmuştuk. Ardından “yok canım o kadar da olmaz” denilen şey oluverdi ve Rus ordusu Ukrayna’nın doğusunu işgal ederek ilhak doğrultusunda bir savaş başlattı. Çin’in de aynı emelleri Tayvan için güttüğü sır değildir. Şimdilerde bu ilhakçılar korosuna “modern, çağdaş, demokratik” dünyanın kalbinden bir isim daha katıldı. Trump ilk başkanlık döneminden başlayarak, yakın çevresindeki kimi yerlere göz diktiğini hiç saklamadı. Daha o dönemde (2017-2021) göz diktiği Grönland’ı satın almaya talip olduklarını açıklamış, bunun “devasa bir gayrimenkul projesi” olduğunu söylemişti. Son seçim kampanyasında ise Kanada’nın da ABD’nin bir parçası olması gerektiğini söyleyerek Kanada başbakanına “gel ABD’nin 51. eyaleti ol, onun da valisi olursun” diye seslenmişti. Aynı dönemde Panama Kanalının da tekrar ABD’nin mülkü ve kontrolü altında olması gerektiğinden dem vurdu.
Birçokları bu açıklamaların Trump’a has gayri ciddi ve dengesiz sayıklamalar olduğunu iddia ettiler. Meseleye biraz daha yakından bakıldığında ise karşımıza çıkan tablo hiç de aynı sonuca işaret etmiyor. Milliyetçi söylemi köpürttüğü, küreselleşmenin ABD’nin çıkarlarına uygun olmayan yönlerine karşı çıktığı için içe kapanmacı ilan edilen Trump’ın, ABD’yi dünyadan yalıtmak (izolasyonizm) şöyle dursun, azgın bir yayılmacılık yanlısı olduğu apaçık ortaya çıkıyor. Peki Kanada, Grönland ve Panama Kanalı, Amerikan emperyalizmi ya da Trumpçı burjuvazi için neden bu kadar önemli? Meselenin temelinde ABD’nin Rusya-Çin blokuna karşı giriştiği hegemonya savaşı yatmaktadır.
ABD-Çin “ticaret savaşı”
Amerikan emperyalizminin hegemonya savaşı yürüttüğü temel güç Çin ve Rusya’dır. ABD yönetiminin yayınladığı 2022 tarihli Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde, Rusya “acil bir tehdit” olarak tanımlanırken, Çin “hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de giderek artan bir şekilde bu hedefi ilerletmek için ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip tek rakip” olarak ifade ediliyordu.
Çin, ekonomik bir deve dönüşmüş, dünyanın atölyesi durumuna ulaşmış, en büyük ihracatçı ülke konumuna gelmiştir. O kadar ki, dünyadaki mamul ürünlerin üçte biri Çin’de üretiliyor; bu oran ABD, Japonya, Almanya, Güney Kore ve İngiltere’nin toplamından fazladır. Çin dünyanın en büyük ihracatçısıdır ve geçen yıl eşi benzeri olmayan bir biçimde tam 1 trilyon dolar dış ticaret fazlası vermiştir. Üstelik bir taklitçi ve ucuz malcı olarak nitelendiği geçmişten farklı olarak artık sivil ve askeri havacılıktan uzaya, otomotivden her türlü elektronik eşyaya, mekanikten robotiğe kadar her alanda ciddi bir teknolojik atılım yapmış ve bu alanların hepsinde önde gelen üretici haline gelmiş ya da gelmek üzeredir. Kendi başına sahip olduğu askeri güce ek olarak Rusya’yla geliştirdiği işbirliği sayesinde Amerikan emperyalizmi açısından askeri-siyasal olarak kolay lokma olmaktan çoktan çıkmış durumdadır.
Bugün yürüyen Dünya Savaşının iki ana kutbunu da bir yanda ABD ile müttefikleri, diğer yanda da Rusya-Çin bloku oluşturuyor. Çin emperyalizminin atılımını sınırlama gayreti içindeki ABD, ticaret savaşlarından Asya-Pasifik kuşatmasına kadar her yola başvuruyor. Körüklenen Tayvan krizinin, Japonya’nın hızlı militarizasyonunun, Güney Kore ve Avustralya ile ittifak halinde yürütülen planların hedefinde Çin vardır. Diğer taraftan Çin de silahlanmasını arttırarak, tahıl ve enerji stoku yaparak bölgede açılacak yeni cephelere hazırlık yapıyor. Asya-Pasifik bölgesi iki emperyalist kutbun militarist yığınağıyla tam bir barut fıçısına dönmüştür. Küresel ısınmaya bağlı olarak ortaya çıkacak olan Arktik Okyanusu da daha şimdiden bu paylaşım kavgasının odaklarından biri haline gelmektedir.
İşte Trump nezdinde Amerikan emperyalizminin Kanada, Meksika, Grönland ve Panama Kanalıyla daha yakından ilgilenmesinin arkasında, Çin-Rusya blokuyla giriştiği hegemonya savaşında avantaj elde etme çabası yatıyor. Çin emperyalizmi, etki alanını Asya’nın ötesine taşıyalı çok oldu. Afrika’da hem ABD hem de AB emperyalizmini birçok ülkede geriletti. Bunun sembolik ifadelerinden biri Batılı emperyalist ülkelerin askeri güçlerinin Orta Afrika’daki birçok ülkeyi terk etmek zorunda kalmaları ve oralardaki hammadde kaynakları üzerindeki imtiyazlarını kaybetmeleridir.
Dahası Çin uzun süredir Latin Amerika’ya da gözünü dikmiştir. ABD’nin karşısına diktiği gümrük duvarlarını aşmak için Meksika ve diğer Latin Amerika ülkelerinde çok sayıda yatırım yapmış durumdadır. Bunlardan bir tanesi de Panama Kanalı çıkışlarında işletmesini satın aldığı iki konteyner limanıdır. Ayrıca kanalın genişletilmesi çalışmalarına Çinli firmalar da katılıyorlar. Kanalın kontrolünü Çin’e kaptırmaktan korkan yeni ABD yönetimi, onun yönetimini tekrar resmen üzerine almak istiyor.[1] Üstelik Trump’ın bu yöndeki açıklamaları yeni de değil, ilk başkanlık döneminde de bu niyetini dillendirmişti. Trump, Kanal yönetiminin ABD gemilerinden haksız yere yüksek geçiş ücreti aldığını iddia ediyor; Çin’e atıfla, “kanal yanlış ellere kayıyor” diyor. Bu yalanı başkanlığı devraldığı gün on milyonlar önünde de tekrarladı: “Panama Kanalını Çin işletiyor. Biz onu Çin’e vermedik, Panama’ya verdik ve geri alıyoruz”. Esas yapmak istediği şey bu kanal ve o sayede 144 ticaret rotası üzerinde tam hakimiyet kurmak, oradan ABD savaş gemilerinin geçişini garanti altına almak ve gerektiğinde Çin ticari ve askeri gemilerinin geçişini tamamen engellemektir.
Grönland
“Amerika Birleşik Devletleri, ulusal güvenlik ve dünya genelinde özgürlük hedefleri doğrultusunda Grönland’ın mülkiyeti ve kontrolünün mutlak bir gereklilik olduğunu düşünüyor” diyor Trump. Dahası bunun için askeri güç kullanımını da dışlamadığını hatırlatıyor. Birçokları bu ve benzer söylemlerin bir çılgınlık, aşırılık, boş laf vb. olduğunu düşünmeye devam ediyor. Ama değil! Nereden çıktı Grönland, kısaca bir bakıp, meselenin arka planını anlamaya çalışalım.
Grönland, Danimarka’ya bağlı olarak özerk bir şekilde yönetilen, 56 bin kişinin yaşadığı devasa bir ada. Neredeyse tamamı buzlarla kaplı, tarım yapılamıyor, halk ticaret ve balıkçılıkla (son yıllarda buna turizm de eklenmiş durumda) geçimini sağlıyor ve büyük oranda da Danimarka’dan gelen yardıma bağımlı yaşıyor. Ama bu dev ada bir süredir ABD emperyalizminin daha da yakından merceği altına girmiş durumda. Zira ada buzulların altında büyük miktarda fosil yakıt ve çeşitli nadir toprak elementleri başta gelmek üzere birçok hammadde barındırıyor. Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’nın geleceği için kritik kabul edilen 34 “önemli hammadde”den 25’i Grönland’da bulunuyor. Bunların çoğunun dünya çapındaki en büyük üreticisi ve ihracatçısı Çin, bir kısmının ise Rusya’dır. İçlerinde Trump’ın yeni gözdesi Elon Musk’ın elektrikli aracı Tesla için çok ihtiyaç duyduğu zengin lityum yatakları da var! Küresel ısınma nedeniyle buzların erimesi durumunda bu nadir madenler ve enerji kaynakları kullanılabilir hale gelecek. Bu durumda Çin’in hammadde ihracat tekeli kırılabilecek ve onun üzerinde çok daha ağır ticari ambargolar uygulanabilecektir.
Dünya küresel ısınma nedeniyle bin bir felâketle boğuşurken, kapitalistler ve onların politikacıları, ideologları, bilimcileri bu felâketleri bile kârlı fırsatlara dönüştürmenin peşinde koşuyorlar. Kapitalistlerin “felâket ekonomisi” olarak adlandırdığı bu konuyu daha 2008 yılı gibi erken bir tarihte Küresel Isınma ve Emperyalist Paylaşım adlı bir makalede ele almıştık. Daha yakın tarihli ve detaylı bir analiz içeren Arktik’te Hegemonya Kavgası Kızışıyor başlıklı yazımızda[2] da vurguladığımız gibi, mesele Grönland’ın barındırdığı hammaddelerden ibaret de değildir. Bir o kadar önemli diğer bir faktör de bu dev adanın stratejik konumudur. ABD bu konumun önemi ve değerinin yeni farkına varıyor da değildir. II. Dünya Savaşında adaya kurduğu bir hava üssüyle kuzey denizi üzerinde kontrol sağlamıştı, ilerleyen yıllarda bu üs, SSCB’den gelebilecek füze saldırılarına karşı bir hava savunma üssü haline getirilmişti. Bugün bu stratejik konum, askeri alanın ötesinde de büyük bir önem kazanmıştır. Buzların erimesi durumunda ortaya çıkacak olan Arktik Okyanusu ve halihazırdaki kuzey denizi yeni ve çok önemli bir deniz rotası haline gelecektir. Zira Asya ile Avrupa arasındaki deniz ticareti bu rota üzerinde çok fazla kısalıp hızlanacaktır. Üstelik bu yeni bölgeler muazzam bir zenginliğe de sahiptirler ve bölgede toprağı olan ülkeler bu zenginlik üzerinde hak sahibi olacaklar: “Kuzey kutbunu çevreleyen Kuzey Buz Denizinin, emperyalist güçlerin bu denli iştahını kabartmasının sebebi barındırdığı petrol, doğalgaz ve maden rezervleridir. Kuzey Buz Denizi, 14 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle Avrupa kıtasından büyüktür. Sadece buzullardan oluşan (Grönland ve diğer ülkelerin kıyıları sayılmazsa) bir alan olmasına rağmen, ABD hükümetine bağlı araştırmacıların bulguları bölgede 90 milyar varillik petrol ve 500 trilyon metreküplük doğalgaz olduğunu gösteriyor. Bunun anlamı, tahmini petrol rezervlerinin %15-25’inin ve doğalgaz rezervlerinin de %30’unun burada olduğudur. Bölgedeki potansiyel petrol rezervi, Suudi Arabistan’dakinden bile fazladır.”[3]
İşte Grönland, Rusya ve Kanada’yla birlikte hem bu yeni okyanus ve onun kaynakları üzerinde en fazla hakkı olan hem de bu ticaret rotasının kontrolünü sağlayacak olan ülkelerden biri olacaktır. Bu alan ve deniz rotaları üzerindeki kontrolü Rusya’ya bırakmak istemeyen ABD, büyük ölçüde Grönland ve Kanada’ya muhtaç olacaktır. Bu üç ülke dışında Kuzey Kutup Dairesi içinde kalan küçük topraklarıyla, Finlandiya, İsveç ve Norveç ile şansa bakın ki Alaska eyaleti sayesinde ABD de söz sahibi olacaktır. “Şans” dedik çünkü Alaska, ABD’nin 1867’de Rusya’dan kelepir fiyatına[4] satın aldığı kocaman bir coğrafyadır. Üstelik de eğer kutuplar üzerinden yeni ticaret rotası açılırsa, Alaska bu rotanın geçmek zorunda olduğu Bering Boğazını da tam olarak kontrol ediyor. Yani bugün Trump Grönland’ı satın almaktan bahsederken kendi atalarının sıkça başvurduğu bir yöntemden[5] bahsediyor aslında. Ve bu konuda gayet de ciddi olduğunu görmek gerekiyor.
Yeri gelmişken Trump ve küresel ısınma gerçeğini reddeden diğer ABD’li ideologların bu konudaki ikiyüzlülüğüne de işaret edelim. Ele geçirmeyi hedefledikleri madenler, petrol yatakları ve deniz rotaları ancak Kuzey Kutup buzullarının erimesi durumunda kullanılabilir olacaktır. Demek ki izledikleri politikaların bu erimeye yol açmakta olduğunu gayet iyi bilmekte ve ondan nasıl yararlanabileceklerinin hesabını yapmaktadırlar.
Yakın zaman önce Trump hayalindeki “Birleşik Devletler”i bir haritayla kendi sosyal medya hesaplarından yayınlamıştı. Panama Kanalından başlayarak Meksika’yı ve Kanada’yı da içererek Grönland’a uzanan bir Amerika! Meksika ve Kanada’ya dönük dillendirdiği düşünce ve öneriler, esasen onlardan ticari tavizler koparmaya dönük baskı yaratma şeklinde düşünülebilir. Ama Grönland ve Panama Kanalına dönük niyetleri çok somut ve ciddidir (1989’da ABD’nin Panama’yı işgal ederek devlet başkanını yargılayıp ABD hapishanelerine tıktığını, ülkenin savunma güçlerini dağıtıp reorganize ettiğini unutmayalım). Askeri güç kullanarak buraları ABD toprağı haline getirmek sözkonusu olmayabilir ama bu tehdidin yarattığı basınçla bu ülkelerden büyük ayrıcalıklar koparmak istendiği apaçıktır.
Bu adımların AB ülkelerine şantaj yaparak onları daha da sıkı şekilde hizaya sokma gayreti olarak düşünülmesi de gerekir. Hem bu ülkelerin daha fazla ABD ürünü satın almasına hem de askeri harcamaları arttırıp NATO’nun ABD’ye yüklediği mali yükü azaltmasına dönük baskılar ilk Trump döneminde de gündemdeydi. Yeni Trump döneminde bu baskıların ve şantajların artacağı kesindir, birtakım oldu bittiler dahi imkân dahilindedir. Zira küresel kapitalizmin büyük başları ve ideologları “Akıl Çağında İşbirliği” mottosuyla Davos’ta eğlenedursunlar, aklın yerini çoktan akıldışılığa bıraktığı çağımızda büyük güçler işbirliğinin peşinden değil, her koyunun kendi bacağından asılacağı bir can pazarından sağ ve güçlü çıkmanın peşinden koşmaktadırlar.
Trump’ın “Önce Amerika” diyerek ABD’nin çıkarlarının öncelikli olduğunu söylemesi, globalistler tarafından sanki çok sıra dışı bir şeymiş gibi sunulup, bu ve benzeri söylemler onun içe kapanmacı olduğunun kanıtı olarak lanse ediliyor. Oysa globalistlerin ideolojik zırvalıkları bir yana, gerçek kapitalist dünyada ulus-devletler varlığını sürdürüyor ve her burjuva iktidar kendi ulus-devletinin çıkarlarını önceliyor! Kapitalist dünyanın her alanda derin bir krizle sarsıldığı koşullarda başka türlüsü de mümkün değildir. İnsanlığın geleceği hiçbirinin umurunda olmadığı gibi hepsi de küresel kapitalizmin geleceğinden önce günü ve kendi paçasını kurtarmanın derdindedir.
Trump’ın pek çoklarına palavra ya da ütopik gibi görünen açıklamaları ve hamleleri, aslında nasıl bir tarihsel dönemden geçtiğimizi gayet net özetlemektedir. Bu dünya, burjuva güçlerin sermayenin çıkarları doğrultusunda bütün bir gezegeni ateşe verdikleri, savaşların çok daha kıran kırana yaşanacağı bir dünyadır. Daha da kıyıcı hale gelecek bu yıkımdan kurtulmanın tek yolu, kâr uğruna insanlığı yok oluşa sürükleyen kapitalist düzeni işçi devrimleriyle yıkmaktan geçiyor.
[1] ABD, 1904 yılında kanal inşası projesini Fransa’dan devraldı ve kanalı 1914’te açtı. Bu tarihten itibaren kanalın ve çevresindeki bölgenin yönetim ve kontrolü ABD’deydi. 1977’de imzalanan Torrijos-Carter Anlaşmalarıyla kanal ve çevresinin yönetiminin 1999 yılında Panama hükümetine devredilmesi kararlaştırılmıştı. Öyle de yapıldı.
[2] Mikail Azad, Arktik’te Hegemonya Kavgası Kızışıyor, 17 Temmuz 2019, https://marksist.net/node/6705
[3] Kerem Dağlı, Küresel Isınma ve Emperyalist Paylaşım, 1 Kasım 2008, https://marksist.net/node/6703
[4] Bugünkü karşılığıyla yaklaşık 150 milyon dolar.
[5] Bağımsızlığını ilan ettiğinde ABD kıtanın doğusundaki 13 küçük eyaletten ibaretti. 1803 yılında, bugün ülkenin ortasında olan 15 eyaleti birden içeren bölge (ki o zamanki adı Louisiana idi ve ABD topraklarının iki katı büyüklüğündeydi) Fransızlardan satın alınmıştı.
link: Oktay Baran, Trump’ın Panama ve Grönland Çıkışlarının Gösterdikleri, 25 Ocak 2025, https://fa.marksist.net/node/8427
Kartalkaya Katliamı: Bu Düzen Bir Kara Tabut!