Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi

Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi

1.Bölüm

capitalism-isnt-working.webp

İçine girdiği krizden bir türlü çıkamayan kapitalist sistemi kurtarmak için çıkış yolu arayan egemenler geçtiğimiz yıl bu zamanlar koronavirüs salgınına sarıldılar ve “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemini ortaya attılar. Bu söylemle milyarlarca insana yaşattıkları ve daha da yaşatacakları cehennemi kabul ettirmek, kitleleri karamsarlığa sürüklemek ve o çok korktukları toplumsal patlamaların önüne geçmek istiyorlardı. Oysa milenyum dönemeciyle birlikte tarihsel bir sistem krizinin içine yuvarlanan kapitalist sistem zaten “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” bir döneme giriş yapmıştı. Elif Çağlı bu yeni dönemi şöyle tarif ediyordu: “Sovyetler Birliği’nin ve benzerlerinin çöküşüyle birlikte, kapitalist sistem karmaşık bir denklemin bilinmeyenlerinin tamamen değiştiği yeni bir döneme adım atmış oldu. Dünya üzerinde tek egemen sistem konumuna geçen kapitalizm, bu yeni durumun moral açıdan getirdiği geçici hazla sarhoş olmuşken kendini aniden ürkütücü bir istikrarsızlık ve dengesizlik uçurumunun eşiğinde buluverdi. Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir.”[1] Milenyum dönemecinden bu yana dünyamız kapitalist sistemin yarattığı yıkım, tahribat, kaos ve toplumsal çalkantılarla sarsılmaktadır. Hegemonya mücadelesi ve emperyalist savaş iyice kızışarak içinden çıkılmaz bir hal almıştır. İçinden çıkamama hali kapitalizmin krizleri için de geçerlidir. Öyle ki, kriz döngüleri artık eskisi gibi yaşanmamakta, cansız büyümelerle neredeyse sürekli bir durgunluk halinde olan kapitalist sistem bir krizden çıkamadan çok daha şiddetli bir başka kriz kapıyı çalmaktadır. Toplumsal eşitsizlik uluslararası kapitalist kurumları dahi ciddi endişelere sevk edecek denli büyümüş, onların bu endişesini haklı çıkaracak şekilde dünyanın her yerinde kitlesel isyanlar yaşanır olmuştur. Giderek şiddeti ve sıklığı artan isyanlara paralel olarak tüm dünyada burjuva demokrasisinden uzaklaşma ve otoriterleşme yönünde genel bir eğilim söz konusudur. Kapitalizmin tarihsel krizinin ifadesi olan bu olgular özellikle 2008 krizinden bu yana çok daha belirgin bir hale gelmiştir. Nasıl ki 2008 krizinden sonra kapitalist sistemin çelişkileri ve toplumsal patlamalar daha da artmışsa, çok açık ki önümüzdeki dönem de geride bıraktığımız 10 yıldan daha çalkantılı ve sınıf mücadelelerinin daha keskin yaşanacağı bir dönem olacak. Bu noktada milenyum dönemecinden bu yana kapitalizmin insanlığı getirdiği noktayı ve sınıf mücadelesi alanında yaşananları bütünlüklü olarak ele almak faydalı olacaktır.

İnsanlık tarihinin yeni milenyumu: Kriz, savaş ve devrimci patlamalar

İnsanlık yeni milenyuma SSCB’nin çökmesinin ardından değişen dengeler, nüfuz alanlarının yeniden paylaşımı için yürütülen savaşlar, hegemonya sorunu ve küresel bir ekonomik durgunlukla girdi. İki kutuplu dünyada kendisini kapitalist dünyanın hegemon gücü olarak kabul ettiren ABD’nin konumu değişen durumla birlikte sarsılmaya başlamıştı. Üstelik ABD’nin tek rakibi AB değildi. Çin ve Rusya yeni emperyalist güçler olarak sivrilmeye başlamıştı. Elif Çağlı’nın dediği gibi “Hegemonu olmayan bir hiyerarşik sistem düşünülemez. Hegemon gücün yer değiştirmesi ise son derece karmaşık ve verili tüm dengeleri en derinden sarsan sıradışı bir olaydır. Bu tür yer değiştirmeler, sistemin olağan işleyişi içinde gerçekleşen periyodik ekonomik krizlerle açıklanamaz. Sistemi yeni bir hegemonya krizine sürükleyen koşullar büyük alt üstlükler ve adeta bir kaos dönemiyle kendilerini açığa vururlar. Bu türden tarih kesitleri dünya işçi sınıfına bu sistemden kurtulmayı mümkün kılacak devrimci fırsatlar sunarken, burjuvazi açısından ise yeni bir dengenin kurulmasını zorunlu kılar”.[2] Yeni bir dengenin kurulması zorunluluğu yeni bir emperyalist paylaşım savaşı demekti. Artık tek kutuplu dünyada, hegemonya mücadelesine eşlik eden ekonomik durgunluk dünya genelinde 80’lerle başlayan neoliberal saldırı politikalarına hız kazandırmış, sosyal hak gaspları, işsizlik ve yoksulluk artmıştı. Dünya yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru giderken neoliberal saldırı politikalarıyla adeta ümüğü sıkılan kitlelerde de bir hareketlenme yaşanıyordu. Bu hareketlenme 1999’un Aralık ayında ABD’nin Seattle şehrinde o güne kadarki en büyük küreselleşme karşıtı eylemlerde doruk noktasına çıktı. “Küreselleşme karşıtı” hareket Brezilya’ya ve oradan diğer ülkelere yayıldı. Ancak 11 Eylül saldırısıyla birlikte hareket geri çekildi. Zamanlaması manidar olan 11 Eylül saldırısı ABD tarafından büyük bir emperyalist paylaşım savaşının başlatılması için bahane olarak kullanıldı. 2001’de ABD’nin Afganistan’a saldırmasıyla başlayan bu savaş 2003’te Irak cephesinin açılmasıyla devam etti. İlerleyen yıllarda yayılıp genişledi ve bir dünya savaşı niteliği kazanarak bugüne kadar geldi. Elif Çağlı paylaşım savaşına ilişkin şunları söylüyordu: “Ortadoğu ve diğer bölgelerde çıkartılan emperyalist savaşlar, yalnızca üç beş savaş baronunu zengin etmek ya da o bölgelerdeki petrol rezervlerini kontrol altına almak gibi alışıldık ve neredeyse sıradanlaşmış gayelerin ötesine geçen büyük bir paylaşım savaşının halkalarıdır. İçinden geçtiğimiz süreçte ortaya çıkabilecek geçici yumuşama evreleri ve dönemsel ateşkes aralıkları bizleri yanıltmasın. Kapitalist sistemin birikmekte olan ve daha da birikecek sorunları çok ciddidir.”[3] Emperyalist paylaşım savaşının bugüne kadar izlediği seyir ve küresel krizin derinleştirdiği sorunlar bu tespiti doğrulamaktadır. Emperyalist savaş ve çeşitli mekanizmalar aracılığıyla 2000-2001 krizinin küresel düzeyde büyük bir çöküşe dönüşmesi engellenebildiyse de krizin Latin Amerika ülkelerini ve Türkiye gibi ekonomisi kırılgan ülkeleri yere sermesinin önüne geçilemedi. Bu ülkelerde yaşanan ekonomik çöküşün faturasını emekçiler ödeyecekti elbette. Ama kapitalistler için faturayı emekçilere kesmek o kadar da kolay olmadı. 2000-2003 yılları arasında Ekvador ve Arjantin’de başlayan halk ayaklanması çeşitli düzeylerde Latin Amerika’nın geneline yayıldı. Genel grevler, “İşgal Et, Diren, Üret” sloganıyla fabrika işgalleri, kitlesel protestolar, halk isyanları kıtayı bir devrimci durumla karşı karşıya bırakmıştı. Ancak devrimci önderliğin yokluğu koşullarında bir devrime dönüşemeyen kitle hareketleri burjuva sol partilerin iktidara gelmesiyle geri çekildi. Ne var ki küresel bir çöküşü çeşitli mekanizmalarla erteleyen ve Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan devrimci durumları savuşturmayı başaran burjuvazinin rahatlaması uzun ömürlü olmayacaktı. Nihayetinde büyük bir çöküşün küresel düzeyde realize olmasının engellenmesi, çözülemeyen sorunların daha da büyüyerek bir sonraki krize devredilmesi anlamına geliyordu. Nitekim aslında onun devamı niteliğindeki 2008 krizi çok daha derin ve şiddetli bir şekilde, üstelik bu kez emperyalizmin kalbinde patlak verdi. Ve böylelikle aslında bu periyodik krizlerin daha büyük bir bütünün parçaları oldukları, yaşanmakta olanın çok daha büyük ve kapsamlı bir tarihsel sistem krizi olduğu teyit edilmiş oldu.

2008 krizi: Kapitalizmin kötüleşen hal ve gidişatı ve yeniden yükselişe geçen sınıf mücadelesi

2008’in ayak sesleri 2007’den duyulmaya başlamıştı aslında. 2007’nin yazından itibaren emperyalist ülkeler bankaları kurtarmaya ve faizleri düşürüp para pompalayarak piyasaları canlandırmaya çalışsalar da bu müdahaleler krizin daha da derinleşmesinden başka bir işe yaramadı. Elif Çağlı, çürüyen kapitalizmin sürekli bir istikrarsızlık dönemine girdiğini, bu koşullarda kriz korkusuyla kapitalist devletlerin uyguladığı anti-kriz ekonomi politikalarının ani ve büyük çöküşlerin yolunu döşediğini söylüyordu: “Günümüzde açıkça gözlemlendiği üzere, kapitalist devletlerin uyguladığı merkezi para ve faiz politikalarıyla, kredilerin şişirilmesiyle vb. krizlerin yaşanması geciktirilmeye çalışılmaktadır. Her an patlak verebilecek bir kriz korkusuyla, neredeyse süreklilik arz eder biçimde anti-kriz politikalar uygulaması gündeme sokulmuştur. Ekonomik devrelere yapılan bu müdahaleler krizlerin dengeye getirici mekanizmalarını laçkalaştırıyor ve bu mekanizmaları büyük ölçüde işlevsizleştiriyor. Kısacası, kapitalizmin tarihsel açmazlarına rağmen yol alabilmek için başvurduğu araçların etkinliği gün geçtikçe azalmakta ve böylece ani ve büyük çöküşlerin yolu döşenmektedir.”[4] Devletler eliyle ekonomiye müdahaleler sürerken işçi sınıfına yönelik hak gaspları da tırmandırılmaya başlanmıştı. Bunun anlamı düşen ücretler, artan yoksullaşma, işsizlik ve hayat pahalılığıydı. Elbette işçi sınıfı bu saldırıları yanıtsız bırakmayacaktı. 2007’nin son aylarında, Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik reformu adı altında hayata geçirilmek istenen hak gasplarına karşı Avrupa genelinde milyonlarca işçinin katıldığı yaygın grevler yaşandı. O günlerde ABD’de ise 73 bin General Motors işçisi 37 yıl sonra ilk kez ulusal ölçekte greve çıkmıştı. Keza Mısır da işçi sınıfı tarihinin en hareketli günlerini yaşıyordu aynı yıl. Devlete ait bir tekstil fabrikasında haklarına yönelik saldırılara fabrika işgali ve grevle karşılık veren 27 bin tekstil işçisinin mücadelesi ülke genelinde farklı sektörlere yayılan grevlerle büyüdü ve on binlerce işçiyi içine çekti. Mısır’daki hareketlenme birkaç yıl sonra Arap coğrafyasını sarsacak olan kitlesel isyanların işaretini veriyordu. 2007-2008 yıllarında başta Afrika ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere Bangladeş, Meksika, Haiti gibi ülkelerde gıda isyanları patlak verdi. Güney Kore, Peru, Hindistan, İtalya, Kolombiya ve Şili’de kitlesel grevler yaşandı. Bu dalgaya, kapatılan ya da işgücünün daha ucuz olduğu ülkelere taşınan fabrikalarda çalışan Avrupalı işçilerin eylemleri ve grevleri eşlik etti. Ama bunlar daha başlangıçtı. 2008 yılının Mart ayında kapitalizmin derinleşen krizinin yol açacağı durumlara ilişkin şunları söylüyordu Elif Çağlı: “Kapitalist sistemin küresel krizi öyle ya da böyle hükmünü sonuna dek icra edecektir. Hiçbir ülke, bu durumun dünya ölçeğinde yaratacağı yıkıcı sarsıntılardan muaf değildir ve de muaf olamayacaktır. (…) Önümüzdeki süreçte yaşanacak olayların detayları konusunda kuşkusuz fal açamayız. Ne var ki dünyadaki genel gidişat apaçık ortada. (…) Kapitalist sistemin derinleşen krizi devrimci durumlar gibi olumlu olasılıklara olduğu kadar, faşizm ve emperyalist savaşlar gibi olumsuz olasılıklara da işaret ediyor!”[5] Nitekim 2008’in Eylül ayında finans balonunun patlamasıyla artık inkâr edilemez şekilde açığa çıkan ekonomik kriz yeni bir mücadele döneminin kapısını açtı. Bu dönem aynı zamanda hegemonya krizinin ve emperyalist savaşın kızıştığı, dünya genelinde otoriterleşme dalgasının da büyüdüğü bir dönem olacaktı. Yeni mücadele döneminin işaret fişeği 2008 yılının Aralık ayında Yunanistan’dan geldi. Böylece dünya 2009’a kitlesel protestolarla giriyordu. 15 yaşında bir gencin polis tarafından katledilmesinin ardından başlayan protestolar hızla büyüdü. O zaman protestolara ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştık:  “Yunanistan’da patlak veren isyan … dünya ölçeğinde açılmakta olan yeni mücadele döneminin bir işaret fişeği gibidir. Bu isyan bir yanıyla 2000’lerin başından beri kesik kesik gelen mücadeleler sürecinin yeni bir halkasını oluşturmaktayken, diğer taraftan da, devreye giren yeni ve çok önemli bir olgu olarak dünya ekonomik kriziyle hem çakıştığı hem de bağlantılı olduğu için, yeni bir evreye geçişi de temsil etmektedir. Demek oluyor ki hem bir süreklilik hem de daha önemli olarak yeni bir düzleme sıçrayış vardır.”[6] Yunanistan’da isyan devam ederken Nisan 2009’da Londra’da toplanan G-20 zirvesi, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Norveç, İrlanda ve ABD’de kitlesel eylemlerle, sektörel ve genel grevlerle protesto edildi. Ekim ayında Avusturya’da banka ve şirketleri kurtarmak için milyarlarca euro ödenek ayıran hükümetin eğitim bütçesini kısması ve eğitim kalitesindeki düşüş nedeniyle binlerce öğrencinin katıldığı ve ülke geneline yayılan amfi işgal eylemleri patlak verdi. İşgal eylemlerini kitlesel öğrenci mitingleri takip etti.

2010: Kriz derinleşiyor, işçi sınıfı cephesinde sular ısınıyor

Burjuva iktisatçılar ekonomik krizin sonuna gelindiğini söyleyerek, “U şeklinde mi V şeklinde mi çıkacağız” tartışmalarını yaparken Marksist Tutum sayfalarında gerçeklik şu sözlerle ortaya konuyordu: “Bu koşullarda, krizden şu ya da bu tempoyla (ister V ister U şeklinde olsun) çıkılmasından değil de, en iyi ihtimalle kısa ve cılız bir canlanma evresinin ardından uzun ve sancılı bir durgunluk dönemine saplanılıp kalınmasından, yani depresyondan resesyona (durgunluk) geçişten, krizin bu anlamda devam edeceğinden bahsetmek çok daha mümkün görünüyor. (…) 1989’daki çöküşten sonra Japon ekonomisinin tüm 90’lı yıllar boyunca içine sürüklendiği durum, bugüne de belli ölçülerde ışık tutabilir. Önemli bir farkla ki, bu kez söz konusu olan, birkaç istisnasıyla tüm dünya ülkelerini kapsayan bir resesyon olacaktır. Bunun anlamı ise önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin keskinleşme dinamiklerinin devam ediyor olacağıdır.”[7] Gerçekten de 2010 yılına gelindiğinde kriz derinleşerek devam ederken krizin faturasını ödemek istemeyen işçi sınıfı cephesinde de sular ısınıyordu. Örneğin 2008 yılında yüzde 2 oranında büyüyen Yunanistan ekonomisi 2009’da yüzde 1,2 oranında küçülme yaşamıştı. Bütçe açığı ve cari açık büyümüş, toplam dış borç GSYH’nin yüzde 113’üne ulaşmıştı. Bu durum krizin faturasının emekçilere kesilmesi için yeni adımların atılmasını beraberinde getirdi. Kamu harcamalarının kısılması, kamuda istihdamın daraltılması, esnek çalışma, çalışma saatlerinin uzatılması, düşük ücretler, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve emekli maaşlarının düşürülmesi gibi saldırılardan oluşan bir paketi hayata geçirmek isteyen hükümete emekçiler genel grevlerle yanıt verdiler. Mayıs ayında Atina’da gerçekleştirilen gösteriler, 1974 yılında faşist Albaylar Cuntasının devrilmesine yol açan kitlesel protestolardan beri gerçekleşen en geniş katılımlı gösterilerdi. Kitlesel protestolar, genel grevler aylarca devam etti. 2010 yılının Nisan ayında Kırgızistan’da yolsuzluklar, talan ve fahiş zamlar karşısında ülke genelinde patlak veren protestolar karakolların basıldığı, devlet binalarının işgal edildiği, 100 kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin yaralandığı bir halk ayaklanmasına dönüştü ve hükümet devrildi. Aynı yıl Mayıs ayında dünyanın atölyesi Çin’de de grevler patlak verdi. Honda ve Foxconn’da başlayan grev dalgası yayılarak başka fabrikalara da sıçradı ve kimi işletmelerde ücret artışlarıyla sonuçlandı. Küresel kriz tüm dünyayı kasıp kavururken Çin ekonomisinin kesintisiz büyümesinin kapitalizme nefes aldırdığı bir dönemde bu grevler uluslararası sermayeyi ve Çin burjuvazisini tedirgin edecekti. Küresel ekonomik krizin etkileri burjuva siyaset sahnesine de yansıyacaktı. Yıllarca istikrar unsuru olarak görülen siyasi partiler seçimlerde büyük bir yenilgi alacak, buna karşılık faşist ve ırkçı partiler ile radikal sol görünümlü partiler oy oranlarını arttıracaktı. Bu eğilimin ilk belirtileri 2009 yılında ortaya çıkarken 2010’da ve ilerleyen yıllarda gözle görülür hale gelecekti. Örneğin İngiltere’de 2010 genel seçimleri 13 yıldır iktidarda olan İşçi Partisi hükümetinin sonunu getirmişti. 2010 yılı boyunca Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da milyonlarca emekçi krizin faturasını ödememek için kitlesel mücadeleler yürüttü. Başta Fransa olmak üzere İrlanda, İspanya, Portekiz, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde kitlesel protestolar, sektörel ve genel grevler yaşandı. Fransa’da milyonlarca emekçinin katıldığı protestolar aylarca sürdü. Yüz binlerce liseli ve üniversiteli genç, işçilerle birlikte protesto yürüyüşlerine katıldı. 29 Eylülde 30 Avrupa ülkesinde işçilerin dâhil olduğu bir günlük genel grev örgütlendi. Bu ülkelerden biri olan İspanya’da uzun yıllar sonra ilk kez bir genel grev yapılmış ve bu greve 10 milyon civarında işçi katılmıştı. 2010 yılının kapanışını Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasına yayılan, etkileri ABD ve Avrupa’ya ulaşacak olan bir isyan dalgasını başlatan Tunuslu emekçiler yapacaktı.

Arap coğrafyasından dünya geneline yayılan yeni isyan dalgası

Dünya 2011 yılına Tunuslu emekçilerin isyanıyla girdi. Tunus’ta Aralık ayında işsiz bir gencin kendini yakmasıyla tetiklenen isyan ateşi kısa sürede tüm ülkeye yayılarak 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali diktatörlüğünü devirdi. İsyan ateşi ardından Cezayir’e ulaştı ve Ocak ayının ilk haftasında temel gıda maddelerine yapılan zamları protesto etmek için binlerce Cezayirli emekçi sokaklara döküldü. Peşi sıra Ürdün ve Mısır isyanları geldi. Mısır’da yüzlerce insanın öldürüldüğü ve sonunda Mübarek rejimini deviren halk ayaklanması, Yemen, Libya, Bahreyn, Suriye ve diğer Arap ülkelerine de sıçradı. İsyanların altında yatan temel neden aynıydı: Baskı rejimlerine duyulan öfke ve demokrasi talebi, yoksulluk ve işsizlik… Uzun yıllar boyunca biriken bu sorunlar Tunuslu ve Mısırlı emekçilerin “Ekmek, Özgürlük, İnsanlık Onuru!” sloganında dile gelmişti. Arap coğrafyasında isyan ateşi büyümeye devam ederken Marksist Tutum’da şu değerlendirmeyi yapmıştık: “Bu yeni isyan dalgası münferit değildir. Yaklaşık olarak 2000’li yılların başından bu yana dünyanın değişik bölgelerinde kendini gösteren isyan ateşinin yeni bir harlanışıdır. (…) Ateş aynı ateştir, süreç aynı süreçtir. (…) 2000’li yıllarla birlikte içine girilen kapitalizmin tarihsel bunalımı ve yeni sınıf mücadeleleri döneminde, Tunus ve Mısır’daki halk isyanlarıyla yeni bir sayfa açılmıştır. Bu sayfa sadece Tunus ve Mısır’la kapanmayacaktır. Buralardaki emekçi kardeşlerinin korku duvarını yıktığını gören diğer Arap halklarında ve civar ülkelerde sınıf mücadelesinin yeni yükselişlerinin yaşanması büyük olasılıktır. (…) Kapitalizmin krizinin ve tüm dünyada emekçi kitlelere saldırısının sürdüğü düşünüldüğünde, çok uzak olmayan bir gelecekte, Asya halkları da bu sürece yeni sayfalar ekleyeceklerdir.”[8] Arap halklarının estirdiği isyan rüzgârı gerçekten de dünyanın farklı coğrafyalarındaki mücadelelere bir itilim verdi. Mısır’da Tahrir Meydanının işgali bir sembol haline geldi ve Avrupa’dan ABD’ye emekçiler, gençler, kadınlar “Her yer Tahrir” sloganıyla meydanları işgal etmeye başladılar. İspanya’da Öfkeliler Hareketi ile ABD’de “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri Yunanistan, Fransa, İtalya, İsrail, Belçika ve İngiltere’ye yayıldı. ABD’deki eylemlere “biz yüzde 99’uz” sloganı damgasını vurdu. İsrail’de 500 bin kişinin katıldığı kitle grevi ilk defa Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman nüfusu bir araya getirmişti ve ülkenin tarihinde ilk kez bu denli kitlesel eylemler yaşanıyordu. 15 Ekim günü ise 82 ülkedeki 951 şehirde yüz binlerce insan alanlara çıkarak ekonomik krize, toplumsal eşitsizliğe, işsizliğe ve kapitalistlerin açgözlülüğüne öfkesini haykırdı. Aynı yıl Ağustos ayında İngiltere’de çoğunluğunu siyahların oluşturduğu göçmenlerin isyanı patlak verdi. Siyah bir emekçinin polis tarafından katledilmesiyle başlayan protestolar ülke geneline yayılarak bir isyana dönüştü. Görece kısa süren bu isyan İngiltere işçi sınıfının genelini içine çekmemiş olsa da çürüyen kapitalizmin derinleştirdiği toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik ve sefalet koşullarının emekçilerde yarattığı öfke birikiminin patlamasıydı. Bu anlamıyla dünya genelinde yaşanan mücadelelerden bağımsız değildi. Arap isyanları onyıllardır iktidar koltuğunda oturan diktatörleri devirdi, bazı ülkelerde egemenleri siyasi ve ekonomik reformlar yapmak zorunda bıraktı. Ama devrimci bir önderliğin yokluğu koşullarında bu isyanlar ya geri çekildi ya da emperyalistlerin paylaşım savaşında başka yönlere savruldu. Suriye, Yemen ve Libya, zaten büyük projelerini hayata geçirmek için fırsat kollayan emperyalistlerin yürüttüğü paylaşım savaşının sıcak cepheleri haline geldi. İsyanın başını çeken Tunus ve Mısır’da emekçilerin sorunları çözülmedi, talepleri gerçekleşmedi. Dahası Mısır’da emekçilerin “devrimini çalıp” iktidar koltuğuna yerleşen Mursi, 2013 yılında ABD destekli bir ordu darbesiyle devrildi. Bu coğrafyada emekçilerin sorunlarıyla birlikte öfke ve tepki de birikirken, bu birikim 2018’de bir kez daha isyanlarla açığa çıkacaktı. 2011 yılı boyunca yaşanan isyanlar ve protestolar burjuvaziyi derin endişelere sevk etse de, kapitalizmin içinde bulunduğu durum kitleleri yatıştıracak birtakım iyileştirmeler yapmaya dahi izin vermiyordu. Bu durum kapitalizmin çürümüşlüğün doruğuna ulaştığının ve bir çıkmaza girdiğinin göstergesiydi. Elif Çağlı bir kez daha kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmaza ve bu çıkmazın kaçınılmaz sonuçlarına işaret ediyordu: “(…) globalleşen kapitalizm, krizlerden kaçıp kurtulmanın ve krizlerin yıkıcı etkilerini periferi ülkelere ya da daha az gelişmiş bölgelere ihraç ederek merkez emperyalist ülkeleri rahatlatmanın artık olanaksız hale geldiği bir uç olgunlaşma noktasına, yani bir çürümüşlük doruğuna ulaşmıştır. (…) Tarihsel açıdan umutsuz bir tükeniş noktasına sürüklenen tüm toplumsal formasyonların başına geldiği üzere, kapitalist sistem de artık geleceğe dair umut verememektedir. Kapitalizm, isyan ve öfke ateşi içinde neredeyse tüm dünyada peşpeşe dalgalar halinde sokaklara taşan kitleleri yatıştıracak reform kapasitesine de sahip değildir. Bu durum dünya burjuvazisini daha yıkıcı, daha gaddar ve o kadar da daha yalancı tutumlara sürüklemektedir.”[9] Dünya bir taraftan isyan dalgasıyla sarsılırken diğer taraftan emperyalist paylaşım savaşında yeni cephelerin açılması, büyüyen göçmen krizi, milliyetçilik ve faşizm dalgasının yükselmesi çürüyen kapitalizm tablosunu tamamlıyordu. (devam edecek)
[1]   Elif Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay.
[2]   age
[3]   age
[4]   Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, marksist.com
[5]   Elif Çağlı, Kapitalizmin Hal ve Gidişatı, marksist.com
[6]   Levent Toprak, Yunanistan’daki İsyanın Gösterdiği, marksist.com
[7]   Oktay Baran, Kriz Kuyusundaki Kapitalizm, marksist.com
[8]   Arap Halkları İsyanda, Çözüm İşçi İktidarında, marksist.com
[9]   Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com

3 Nisan 2021
İşçi Hareketi
Dünya
Share

Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi /2

capitalism-isnt-working.webp

Büyüyen emperyalist savaş, yükselen faşizm ve işçi sınıfına yönelik saldırıların artması

Kapitalist işleyişin uzun dönemde giderek daha yıkıcı bunalımları hazırlayan ve yeniden dengeye getirici mekanizmaları da giderek tehlikeli biçimde aşındıran bir tarihsel eğilim sergilediğini söyleyen Elif Çağlı gelinen noktada kapitalizmin geçmişte olduğu gibi büyük bir yapısal dönüşüm yaşayarak sistem krizini atlatabilme şansının olmadığını belirtiyordu. Bunun anlamı yaşanmakta olan büyük kriz döneminden çıkma çabalarının çok daha yıkıcı ve ağır sonuçlar yaratacak olmasıydı. “Dünyamız kapitalizmin elinde kaldığı sürece geçmişte yaşananlardan çok daha şiddetli rekabet savaşlarına, militarizmin ve burjuva gericiliğin çok daha vahşi bir yükselişine ve insanlığa öncekilerden misliyle felaket getirecek emperyalist yeniden paylaşım savaşlarına sahne olacak. Fakat diğer yandan kapitalizmin yeterince olgunlaşıp köhnediği ve bu düzenin yerini üretici güçlerin toplumsallaşma düzeyine uygun yeni bir düzene bırakmasının nesnel açıdan zorlayıcı hale geldiği de bir gerçek. Zaten dünya ölçeğinde kendini ortaya koyan toplumsal huzursuzluk ve kaynama hali de bu durumun bir yansıması.”[1] 2012’den günümüze dek yaşananlara baktığımızda Çağlı’nın işaret ettiği olguların giderek belirginleştiğini, keskinleştiğini ve yıkıcı sonuçlarının büyüyerek bugüne kadar geldiğini görmek mümkündür. Krizin derinleşmesi kaçınılmaz olarak rekabeti ve emperyalist paylaşım savaşını kızıştırırken, bu tabloyu tamamlayan sosyal ve siyasal unsurlar göçmen krizi, kanlı provokasyonlar, yükselen faşizm ve ırkçılık, İslamofobi, burjuva siyaset sahnesinde şiddetli sarsıntılar, artan otoriterleşme, hak gaspları, toplumsal eşitsizliğin büyümesi, baskı ve yasaklar oldu. Tüm bu sorunlar büyüyerek iyice içinden çıkılmaz hale gelirken, sınıf mücadelesi dünyanın dört bir yanında yükselişini sürdürdü. 2013’te IMF ve Dünya Bankası ekonomistlerinin yaptıkları çalışma krizin devam ettiğini gösteren veriler içeriyordu. Bu çalışmada son 40 yıldır ilk kez dünya ekonomisinden daha yavaş büyüyen dünya ticaretinin 1987-2007 yılları arasında yüzde 7,1 olan artış hızının 2012 ve 2013 yıllarında yüzde 3’ün altında kaldığı, bu yavaşlamanın döngüsel değil yapısal ve kalıcı olduğu tespiti yapılmıştı. Bir yandan devam eden krizden çıkma çabaları diğer yandan hegemonya mücadelesi, işçi sınıfına yönelik saldırıların arttırılması ve emperyalist savaşın yayılıp genişlemesi anlamına geliyordu. Emperyalist ülkeler hem emperyalist savaşı meşrulaştırmak hem de saldırıların hedefindeki emekçilerin öfkesini başka yerlere çekmek için milliyetçiliği ve İslamofobiyi kışkırttılar. Bunun için türlü provokasyonlara başvurmaktan çekinmediler. Bu provokasyonlar aynı zamanda toplumda “hiçbirimiz güvende değiliz” duygusu oluşturarak otoriterleşmeye zemin hazırlamak için kullanıldı. İslamofobik provokasyonların ilki 2012 Eylülünde İslam dinine ve onun peygamberine dönük aşağılamalar ve hakaretler içeren ABD yapımı bir filmin internette yayınlanması oldu. Müslüman ülkelerde büyük tepkiyle karşılanan film barışçıl protesto gösterilerinin yanı sıra onlarca insanın hayatını kaybettiği çatışmalara da yol açtı. Hatta Libya’da ABD büyükelçisinin öldürüldüğü bir saldırı gerçekleşti. Daha bu olaylar etkisini kaybetmeden bu kez Fransa’da mizah dergisi Charlie Hebdo filme verilen tepkileri alaya alan ve İslam peygamberi Muhammed’le ilgili cinsel imalar içeren karikatürler yayınladı. ABD’de ise “Uygar insan ile barbar arasındaki her savaşta uygar insanı destekle. İsrail’i destekle. Cihadı mağlup et” yazılı afişler New York metrosunun bilboardlarında yer aldı. Suriye’deki iç savaşın kızışması, hem Suriye’de hem de Libya’da radikal İslamcı grupların palazlanarak Batılı emperyalistlerin denetiminden çıkmaya başlaması bu provokasyonlarla aynı zamana denk geliyordu. 2014’te emperyalistlerin beslemesi IŞİD denilen radikal İslamcı örgüt sahneye çıktı. IŞİD’in kısa sürede (hiçbir engelle karşılaşmaksızın) Irak ve Suriye’nin bir bölümünde hâkimiyetini sağlaması ve giriştiği vahşi katliamlar emperyalist ülkelerin “IŞİD’le mücadele” adı altında Ortadoğu’daki paylaşım savaşını körüklemelerinin bahanesi yapıldı. Savaşın genişlemesi silah harcamalarında muazzam artışı beraberinde getirdi. İşçi ve emekçiler giderek yoksullaşırken dünya genelinde silahlanmaya ayrılan bütçe 2014 yılında 2 trilyon dolara varıyordu. IŞİD ve türevlerinin Avrupa’da gerçekleştirdiği kanlı saldırılar ise emperyalistler tarafından çok amaçlı olarak kullanıldı. Örneğin 2015’te Fransa’daki Charlie Hebdo dergisine radikal İslamcılar tarafından gerçekleştirilen ve 12 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan saldırı Avrupalı emperyalistler için adeta “Allahın bir lütfu” oldu. Avrupa genelinde şok etkisi yaratan bu saldırı başta Fransa olmak üzere polis devleti uygulamalarının, baskı ve yasakların arttırılmasının bahanesi yapıldı. İslamofobi körüklenerek ırkçı ve faşist hareketlerin güçlenmesinin önü açıldı. Örneğin Almanya’da PEGIDA denilen faşist hareket bu saldırıyı bahane ederek binlerce kişinin katıldığı bir miting düzenleyebildi. 350 kişiyle kurulan bu faşist örgüt, İslamofobiyi kullanarak kısa sürede on binlerce kişiyi peşinden sürükleyecek kadar büyüdü. Fransa’da ise saldırıyı takip eden günlerde Müslümanların işyerlerine ve camilere yönelik saldırılar gerçekleşti. Charlie Hebdo saldırısı aynı zamanda büyümekte olan toplumsal öfkeyi başka mecralara kanalize etmek isteyen Avrupalı egemenlerin elini güçlendirdi. 2015’te Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere savaş, işsizlik ve yoksulluk yüzünden göç yollarına düşen 1,5 milyon insan Avrupa’ya gelmişti. Savaş cehenneminden kaçıp gelen insanların sayısındaki artışın üzerine gelen bu saldırı Müslüman göçmenleri ırkçı siyasetin kolay hedefi haline getirdi. Böylece işsizlikten “terör” saldırılarına dek yaşanan her türlü sorunun ve kötülüğün baş sorumlusu Müslümanlar oluyordu. Charlie Hebdo saldırısını başka saldırılar takip etti. 2015-2017 yılları arasında başta Fransa olmak üzere Almanya, İngiltere, Belçika, Danimarka ve İsveç’te radikal İslamcı gruplar tarafından gerçekleştirilen ve yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan kanlı saldırılar Avrupa toplumunda şok ve dehşet etkisi yarattı. Yaratılan korkuyla felçleştirilen kitleler içeride baskı yasalarına, dışarıda ise Ortadoğu’ya yönelik savaş politikalarına razı edildiler. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi kriz koşullarında kitlelerdeki düzen dışı arayışlar artar. Burjuva siyaset sahnesinde derin sarsıntılar yaşanır. Devrimci bir önderliğe sahip olmayan kitleler ya reformizm tuzağına çekilirler ya da milliyetçi, faşist söylemlerin cazibesine kapılırlar. 2008 krizinden bu yana yaşananlar bu gerçeği defalarca doğrulamıştır. Özellikle 2012 yılından itibaren emperyalist savaşın kızışarak genişlemesi ve radikal İslamcı grupların kanlı saldırılarıyla savaşın alevlerinin Avrupa’ya sıçraması, giderek artan işsizlik ve yoksullaşma, büyüyen göçmen krizi kitlelerdeki öfkeyi hem büyütecek ama hem de örgütsüzlüğün sonucu olarak faşist eğilimleri güçlendirecekti. Ağırlıklı eğilim faşizmin yükselmesi olmakla birlikte yeni, daha radikal söylemleri barındıran sol partilere ve figürlere olan ilgi de artacaktı. Fransa’da 2012’de 17 yıl aradan sonra ilk kez bir “sosyalist” aday Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanırken aynı zamanda faşist Ulusal Cephe partisinin oy oranının artması bunu gösteriyordu. Keza Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelişi ile faşist Altın Şafak’ın oylarının artması aynı sürece denk geliyordu. İspanya’da henüz yeni kurulmasına rağmen sol parti Podemos’un girdiği ilk seçimlerden ikinci parti olarak çıkması geleneksel burjuva siyasetini sarsmıştı. İngiltere’de 1997 yılında kurulan faşist Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) ilk kez 2015 yılında seçimlerde meclise girmeyi başarmıştı. Aynı yıl İşçi Partisinin liderliğini açık ara farkla “sosyalist” aday Jeremy Corbyn’in gençlerin yoğun ilgisi ve desteğiyle kazanması siyasette yeni arayışların bir ifadesiydi. ABD’de Trump gibi bir faşistin başkanlık seçimlerini kazanması, ama aynı zamanda Demokrat Parti saflarında sol eğilimin güçlenmesi de kapitalizmin tarihsel sistem krizinin keskinleştirdiği çelişkileri ortaya koyan en çarpıcı örneklerden biridir. 2016 Kasım seçimlerinde Trump’ın ABD başkanlığını kazanması “şaşkınlık” yaratmıştı. Oysa bunda şaşıracak bir şey yoktu. Oktay Baran, Trump’ın “zaferinin” arka planını şöyle anlatıyordu: “Trump, zenginlerin ve güçlülerin borusunun öttüğü yozlaşmış ve kokuşmuş bu sistemin değiştirilmesi gereğinden, ABD’nin imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarının iptal edileceğinden, ülkeyi işgal eden Çin mallarına yüksek vergiler koyacağından, finans şirketlerinin başlarındaki CEO’ların kokuşmuşluğundan dem vuruyor, sanayi işletmelerini Amerika’ya geri getireceğinden, ABD’nin tekrar büyük bir sanayi gücüne dönüştürüleceğinden, işsizliğe son verileceğinden bahsediyor, bu konular konuşmalarında epey ağırlıklı bir yer tutuyordu. (…) Obama’ya büyük bir beklentiyle bel bağlayan işçiler, emekçiler, büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Tam da bu yüzden, hoşnutsuzluk ve hep zenginlerin lehine işleyen sisteme dönük öfke gün geçtikçe birikti. Kitlelerin bu hoşnutsuzluğuna hiçbir şekilde dokunmayıp, Trump’ın kabalığı, patavatsızlığı, ırkçılığı, göçmen düşmanlığı vb. üzerinden onu köşeye sıkıştırmaya çalışan Clinton, tuzukuru bir seçkin algısını daha da derinleştirdi. Trump ise, faşist demagojinin temel yaklaşımlarını sergileyerek, kitlelerin birikmiş öfkesine bir «çıkış yolu» göstermiş (kuşkusuz büyük bir yalandır) ve bununla o kitlelerden artan bir destek sağlayamamış olsa da en azından bu kitlelerin Clinton’a oy vermesini engellemiş oldu.”[2] İşin aslı Trump “Eski statükonun tümüyle bozulduğu, dengelerin tümüyle değiştiği, düzenin çatırdamaya başladığı, emperyalist rekabet ve paylaşım kavgasının had safhaya ulaştığı, toplumların siyasal krizlerle sarsıldığı, sosyal buhranların derinleşip toplumsal kutuplaşmanın arttığı bir dönemin”[3] ürünüydü. Diğer taraftan Trump başkanlık koltuğuna oturduğu gün kitlesel gösterilerle protesto edilmişti. Üstelik sadece ABD’de değil, dünya genelinde tam 600 kentte... Demokrat Partide adaylık yarışında Bernie Sanders’ın ilgi görmesi ve hatta yarışı kıl payı kaybetmesi de sosyalizme olan ilginin arttığının işaretiydi. “Sanders’ın kampanyasının dikkat çekilmesi gereken bir özelliği şuydu: Kampanya çok büyük oranda gençlerin aktif ve örgütlü bir seferberliği temelinde yürütülmüştü. Kendini adamış çok geniş bir genç kitle, dört bir yana koşturarak, Sanders fenomeninin hayat bulmasını sağlamışlardı. Bu ABD başkanlık ve başkan adaylığı kampanyalarında çok uzun yıllardır bu derecede pek görülmeyen bir şeydi. Medya son derece eşitsiz biçimde yer verse de, Sanders’ın etkisinin sanılandan çok daha büyük olmasının temel nedenlerinden biri bu aktif, örgütlü genç seferberlikti. Örneğin bütün burjuva medya Clinton’ı ışıklar altında gösterirken, aynı kentte ondan birkaç kilometre ötede konuşma yapan ve Clinton’dan misliyle daha fazla kitle toplayan, ondan misliyle daha coşkulu olan Sanders mitinginden hiç söz etmemeyi tercih ediyordu. Sanders kampanyası sırasında ve sonrasında ABD’deki yerel ve ulusal düzeydeki sosyalist ve anti-faşist yapıların/grupların birçoğunda katlamalı büyüme yaşandı.”[4] Sürekli olarak vurguladığımız gibi Marksist bakış, olayları, eğilimleri çok yönlü olarak görmeyi gerektirir. Dolayısıyla kapitalizmin tarihsel krizi bir yandan gerici, şoven eğilimleri beslerken diğer yandan kapitalizmin sorgulanmasını, anti-kapitalist, anti-faşist, sosyalizan eğilimleri de güçlendirir. ABD’de kapitalizmden umudunu kesen ve sosyalizme yönelen gençlerin sayısındaki artış, bunun başkanlık seçimi yarışında Bernie Sanders’a artan destekte ifadesini bulması gibi mesela… Bir başka örnek ise Charlottesville kasabasında yaşananlardır. 2017 Ağustosunda, Virginia eyaletinin Charlottesville kasabasında faşistler bir gövde gösterisi yaptılar. Ülkenin dört bir yanından kasabaya akan faşistler, ırkçı ve kölecilik yanlısı generallerden birinin heykelinin belediye meclisinin kararıyla kaldırılacak olmasını protesto edeceklerdi. Ancak meydanı faşistlere bırakmak istemeyen anti-faşistler aynı gün karşı gösteriler örgütlediler. Sonraki günlerde ülke çapında birçok kentte yapılan iki taraflı eylemlerde faşist kitle cılız kalırken, anti-faşist kitlenin on binleri bulduğu görüldü. Yaşananlar ABD’de düzen karşıtı, sol yönelimli ve anti-faşist bir eğilimin güçlendiğini gösteriyordu. Irkçı bir generalin heykelinin yıkılmasına karşı çıkan faşistler cevabını almıştı ama asıl büyük cevap 2020’de ABD’yi sarsan isyanlarda bu heykel gibi onlarcasının yıkılmasıyla verilecekti. Aynı yılın Eylül ayında ABD’de Emek Günü’nde yapılan eylemler işçi sınıfının kapitalizme olan öfkesinin biriktiğinin ve büyüdüğünün işaretiydi. O zamana kadar bir mücadele günü olmaktan çok tatil günü olarak algılanan Emek Günü ilk kez kitlesel eylemlere tanık oluyordu. O gün 400 civarında kentte Beyaz Amerikalılar, Siyahlar, Hispanikler, göçmenler yan yana yürüdüler; ücretlerin arttırılması, herkes için sağlık güvencesi ve emeklilik hakkı, sendikal hakların tanınmasını talep ettiler. İşsizliğin artmasını, ücretlerin düşmesini, iş yükünün artmasını protesto ettiler. Ama sadece ekonomik taleplerini haykırmadılar. Aynı zamanda Trump yönetiminin yaşanan sorunların kaynağı olarak göçmenleri göstermesine, ırkçılığı, milliyetçiliği ve İslamofobiyi körüklemesine rağmen göçmen düşmanlığına ve ırkçılığa karşı mücadele çağrısı yaptılar.

Büyüyen kriz ve toplumsal eşitsizlik yeni bir isyan dalgasını hazırlıyor

Toplumsal eşitsizliğin büyümesi, servetin giderek daha az sayıda elde toplanması kapitalizmin tarihsel eğilimidir ve bundan kaçış yoktur. Nitekim Oxfam raporuna göre, toplam servetleri dünya nüfusunun en yoksul yarısının toplam zenginliğine eşit olan kişilerin sayısı 2010’da 388 kişi iken bu sayı 2011’de 177 kişi, 2012’de 159 kişi, 2013’te 92 kişi, 2014’te 80 kişi, 2015’te 62 kişi, 2017’de 43 kişi ve 2018’de 26 kişiye düşmüştür! Bir tarafta 26 kişi, diğer tarafta 3 milyar 800 milyon insan! Eşitsizlik bu denli büyüyünce doğal olarak toplumsal öfke de büyür. Toplumsal öfkenin büyümesi kitlesel isyanların yaşanması demektir. Toplumsal isyanlardan duyulan korku burjuva sınıf cenahında toplumsal eşitsizlik sorununun dillendirilmesini de beraberinde getirmiştir. 2014’te ABD’de üç bilim insanının hazırladığı bir raporda şöyle deniyordu: “Devasa miktarda zenginliğin elitlerin elinde toplanması ve sayıca çok daha fazla olan ve çalışarak onları besleyen kesimlere fazla bir şey kalmaması toplumu istikrarsızlığa ve sonunda çöküşe sürükleyebilir. (…) Nüfus artışı belli bir dengeye kavuşur, insan başına kaynak tüketimi azaltılır ve kaynaklar daha eşitlikçi biçimde dağıtılabilirse toplumsal çöküş engellenebilir.” Burjuva iktisatçısından, yazar-çizerine ve hatta kapitalistine kadar kimileri daha vicdanlı bir kapitalizm önerirken kimileri ise buna “kapsayıcı kapitalizm” diyordu. Defalarca dile getirdiğimiz gerçek şuydu ki kapitalizmin vicdanlısı vicdansızı olmazdı. Esas sorun bizzat kapitalist sistemin kendisiydi zaten. Nitekim kapsayıcı kapitalizm söylemine destek veren isimlerden biri olan Kale Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Bodur Okyay’ın söyledikleri bu gerçeğin ifadesiydi: “Kapitalizmin insanileştirilmesi konusunda düşünmek gerekiyor. Bunda ben de hemfikirim. Ama piyasa kuralları var. Ve buna müdahale de doğru olmaz.”[5] Krizin derinleşmesiyle birlikte Keynesçi politikaların hayata geçirilmesi, gelir eşitsizliğinin giderilmesi, adil vergilendirme gibi öneriler çeşitli raporlarda, ekonomik forumlarda çok daha fazla dillendirilir oldu. Oysa çözüm diye sunulan öneriler kapitalizmin doğasına aykırıydı. Levent Toprak’ın söylediği gibi: “Eğer 20 yıldır dünya sermaye düzeninin genel çıkarları açısından da tehditkâr hale gelen biçimde bir vahşi sömürü, zulüm, kan ve ateş gezegeni haline gelmekteyse, protesto hareketlerinden tutun saygın kapitalist uzmanlara kadar nice kesimin talep ve önerilerine rağmen sistem bu talep ve öneriler doğrultusunda dişe dokunur hiçbir adım atmayıp, aksine şikâyetlere neden olan sorunları daha da şiddetlendiriyorsa, bunun anlaşılması hiç de zor olmayan çok basit bir anlamı vardır: sistem bunları yapamamaktadır!”[6] Bir taraftan önlenemeyen ekonomik kriz, diğer taraftan büyüyen toplumsal eşitsizlik ve tüm bunların yarattığı sorunlar işçi emekçi kitlelerdeki öfkeyi kaçınılmaz olarak büyütüyordu. Toplumda biriken öfke 2018 yılında açığa çıkacak, giderek büyüyen kitle hareketi asıl olarak 2019’da tüm dünyayı sallayacaktı. 2018 yılında isyan dalgasının açılışını İranlı emekçiler yapmış, sonrasında İspanya’dan ABD’ye, Ermenistan’dan Meksika’ya, Bulgaristan’dan Fransa’ya dünyanın dört bir yanında işçilerin ayak sesleri duyulmuştu.[7] Fransa’daki Sarı Yeleklilerin eylemleri Belçika, Macaristan, İsrail, Fas, Lübnan, Tunus, ABD ve Hollanda’da benzer eylemleri tetiklemişti. 2018 yılının kapanışını ve aynı zamanda 2019 yılının açılışını Sudanlı emekçiler yaptılar. 19 Aralıkta ekmek zammına tepki olarak başlayan protestolar 25 Aralıkta ülke geneline yayılarak diktatör Ömer El Beşir’in istifasını talep eden politik bir içeriğe büründü. Kadınların ve gençlerin başını çektiği protestolar Nisan ayında 30 yıllık diktatörü devirdi. Ömer El Beşir’i deviren gerçekte kitlelerdi ancak ayaklanmayı bastırmak isteyen ordunun devreye girmesi ve bir darbeyle El Beşir’i görevden alması olayların gidişatını belirledi. Diyebiliriz ki Sudan’da yaşananlar bir anlamıyla Mısır’da yaşananlara benziyor. Ayağa kalkan, kararlı bir mücadele yürüten, polis ve ordu şiddetine rağmen taleplerinden geri adım atmayan Sudanlı emekçiler devrimci bir önderlikleri olmadığı için mücadelelerini sonuçlandıramadılar. Ama daha önce söylediklerimiz Sudan için de geçerlidir. Sorunlar olduğu yerde duruyorsa ve hatta büyüyorsa öfke de birikiyor demektir, yeniden açığa çıkacağı güne dek… 2018 yılındaki protestolar işçi ve emekçiler için bir nevi ısınma turuydu. Asıl büyük dalga 2019’da gelecekti. 2019’un Şubat ayında Dünya Hükümet Zirvesinde konuşan IMF Başkanı Christine Lagarde kapitalist sistemi bekleyen tehlikeye dikkat çekmek için fırtına benzetmesi yapmıştı: “Havada çok fazla bulut olduğunda, fırtınanın çıkması için gereken tek şey bir yıldırımdır.” Neydi bu bulutlar? Ticaret savaşı, Brexit, Çin ekonomisinin küçülmesi, devasa boyutlara varan küresel borçluluk. Bu kara bulutlar dağılmadı, aksine giderek büyüdü, yoğunlaştı ve kriz rüzgârları yeniden sert bir şekilde sistemin tepesinde esmeye başladı. Levent Toprak gelmekte olanı şöyle yazıyordu: “Kapitalizmin dev gemisi bilinmeyen sularda (öncekilerden farklı olarak bir tarihsel kriz) pusulasız vaziyette yol almaktadır. Bu koşullarda egemen sınıf sistemin işleyişini yeniden tesis etmek ya da bunu sağlama bağlamaktan ziyade, isyanı bastırmaya, egemenliğini yitirmemeye giderek daha fazla odaklanıyor… Dünya genelinde daha baskıcı yönetimlerin işbaşına gelmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin çeşitli bahanelerle ortadan kaldırılması, militarizmin, silahlanmanın yükselişi, savaşın körüklenişi gibi eğilimler buna işaret ediyor. Ancak kapitalizmin çıkmazı karşısında ıstırap içindeki emekçi kitleler tek çıkar yolun mücadele olduğunu her geçen gün daha çok anlıyor ve bunu gösteriyorlar. Burjuvaların korktuğu gibi bu mücadeleler daha da yayılacak, sertleşecek. Bundan kaçış yok, kimse birtakım düzeltmelerin, reformların yapılabileceği ve kapitalist sistemin topluma refah ve huzur getirebileceği hayaline kapılmasın. Önümüz kavga!”[8] Ve öyle de oldu. 2019 yılında kapitalist gemi bir yandan 2020’de kasırgaya dönüşecek olan kriz fırtınasının estirdiği rüzgârlarla, diğer yandan dünya geneline yayılan protestolarla sallandı. Çevre sorunu, siyasal talepler ve ekonomik sorunları içeren ve kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye yayılarak büyüyen protestolar dev bir isyan dalgasına dönüştü. Her ne kadar kitleler içerik olarak farklı taleplerle sokağa çıkmış olsalar da bütün protestoları birleştiren ortak yön kapitalizmin yarattığı ve tarihsel sistem krizinin derinleştirdiği sorunlara duyulan öfkeydi. Protestolarda ağırlığı oluşturan tetikleyici unsurlar ise işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılar, yolsuzluk, işsizlik ve yoksulluk, zamlar, hayat pahalılığı idi. Ekonomik sorunlara ilişkin taleplerle başlayan protestolar bazı ülkelerde siyasi iktidara yönelik protestolara dönüştü. Hemen bütün ülkelerde siyasi iktidarlar protestolar karşısında baskı, şiddet ve tehdit ile “dış güçlerin müdahalesi” gibi milliyetçi ve kutuplaştırıcı söylemlere sarıldılar. Ancak bu yöntemler çoğunlukla ters tepti, öfkesi artan kitleler daha büyük kalabalıklarla ve daha uzun süre meydanlarda kaldılar. Zorbalık işe yaramayınca bu sefer çeşitli vaatlerle oyalama, kırıntı kabilinden düzenlemeler yapma, saldırı yasalarında geri adım atma gibi yollara başvuran egemenler yine de kitleleri yatıştırmayı başaramadılar. Kitle eylemlerinin süreç içinde sönümlenmesinin ya da geri çekilmesinin arkasında yatan asıl neden kitlelerin önderlikten yoksun oluşuydu. 2018’in kapanışını ve 2019’un açılışını yapan Sudanlı emekçilere Hindistanlı işçiler Modi hükümetinin işçi sınıfına yönelik saldırı yasalarını hayata geçirmek istemesine karşı düzenledikleri ve 200 milyon işçinin katıldığı iki günlük grevle eşlik ettiler. Şubat ayında ise sıra Cezayir halkındaydı. 8 yıllık aradan sonra sokaklara dökülen Cezayirli emekçiler diktatör Buteflika’yı devirdiler. Cezayir’deki protestolar dönem dönem yavaşlama eğilimi gösterdiyse de yıl boyunca etkisini sürdürdü. Yeri gelmişken halkın taleplerinin karşılanmadığı Cezayir’de suların halen tam olarak durulmuş olmadığını belirtelim. Kapitalizmin krizi derinleştikçe artan eşitsizlik ve saldırılar karşısında emekçilerin sokağa döküldüğü ülkelere hızla yenileri eklendi. Irak’ta emekçiler, işsizliğe, yolsuzluğa ve son derece yaşamsal olan kamu hizmetlerinin yetersizliğine karşı sokağa dökülürken, İran’da benzin fiyatlarına yapılan zam protestoların tetikleyicisi oldu. Lübnan’da ise milyonlarca insanın sokağa dökülmesine yol açan kıvılcım, hükümetin cep telefonlarındaki WhatsApp ve FaceTime gibi uygulamalar üzerinden iletişime vergi getirileceğini açıklaması oldu. Dahası vergilerin geri çekilmesi talebiyle başlayan protestolar hükümetin istifasını talep eden protestolara dönüştü. Aynı yıl Porto Riko ve Haiti’de yolsuzluğa karşı, Honduras’ta reform adı altında sağlık ve eğitimde özelleştirme ve işten atma saldırısına karşı kitlesel ve şiddetli protestolar yaşandı. Ardından Şili, Ekvador ve Kolombiya’da emekçiler isyan bayrağını yükseltti. Şili’de ulaşım zammına karşı öğrencilerin protestosuyla başlayan isyan giderek genişledi ve grevlerle devam etti. Ekonomik taleplere bir süre sonra faşist anayasanın değiştirilmesi talebi de eklendi. Ekvador’da ise emekçiler, kamu harcamalarında kesintiye giden, çalışanların kazanılmış haklarını gasp eden, akaryakıtta sübvansiyonların kaldırılmasını ve sermayeye vergi indirimleri getirilmesini içeren saldırı paketine karşı sokağa dökülmüşlerdi. Kolombiya’da da emekçiler sağcı hükümetin benzer saldırı planına karşı genel grev örgütlediler, kitlesel protesto gösterileri düzenlediler. Hükümetin 8’i çocuk 15 sivili “terörist” olduğu gerekçesiyle öldürmesinin ardından büyüyen öfke daha kitlesel bir genel grev ve yaygın protestolara dönüştü. Hong Kong baskıcı rejime karşı demokratik taleplerle ayağa kalkan yüz binlerin şiddetli protestolarına sahne olurken, İspanya’nın Katalonya özerk bölgesinde milyonlarca insan siyasal haklarının gasp edilmesi ve siyasal temsilcilerinin tutuklanmasına karşı ayağa kalktı. Endonezya’da ise hükümetin toplum üzerinde baskıyı arttırarak demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayan, sermayeyi büyütüp yoksulluğu ve toplumsal eşitsizliği derinleştiren yasa tasarılarına karşı fitilini üniversiteli gençlerin ateşlediği kitleselleşip yayılan protestolar yaşandı. Fransa’da emeklilik yaşının yükseltilmesi ve emekli maaşlarının düşürülmesini içeren saldırı yasasını protesto eden milyonlarca işçi hem genel greve çıktı hem de gösteriler düzenledi. Diğer taraftan 2019 yılı küresel iklim değişikliği protestolarına da şahit oldu. Eylül ayında toplam 150 ülkede başını gençlerin çektiği milyonlarca insan kapitalizmin yarattığı küresel ısınma ve iklim krizine karşı sokaklara döküldü. (devam edecek)
[1]   Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com
[2]   Oktay Baran, Kriz, Savaş ve Yükselen Faşizmin Bir Ürünü: Trump, marksist.com
[3]   Oktay Baran, age
[4]   Levent Toprak, Tarihsel İyimserlik, Gençlik ve Alametler, marksist.com
[5]   Zeynep Güneş, “Kapsayıcı Kapitalizm”in Çekim Gücü Nereye Kadar?, marksist.com
[6]   Levent Toprak, Kapitalist Sistemin Sancısı, marksist.com
[7]   Ayrıntılı bilgi için bkz. İlkay Meriç, Dünya İsyanda, marksist.com
[8]   Levent Toprak, age

12 Temmuz 2021
İşçi Hareketi
Share

Son 10 Yıl ve Sınıf Mücadelesi /3

capitalism-isnt-working.webp

2020: Kapitalizmin “kurtarıcısı” pandemi

2019’da meydanlarda, sokaklarda, grevde olan emekçi kitleler baskı ve şiddete rağmen 2020’ye de eylemlerle giriş yaptılar.[1] Protestoların dinmek bir yana daha da büyümesi ve ertelemeye çalıştıkları ekonomik krizin patlak vermesi karşısında endişeye kapılan egemenlerin imdadına koronavirüs yetişecekti. İlk olarak 2019’un Aralık ayında Çin’de görülen koronavirüs önce emperyalist ülkelerin birbirini sıkıştırmak ve ekonomik olarak geriletmek için kullandıkları bir araç oldu. ABD-Çin arasındaki ticaret savaşının bir unsuru haline getirildi. Ancak bu arada virüsün hızla dünyaya yayılması karşısında kapitalist egemenler virüsle mücadele etmek yerine onu bir kurtarıcı olarak kullanmayı tercih ettiler. Salgını, krizin faturasını işçi sınıfına yıkmak için hak gasplarını hayata geçirmenin ve zaten meydanlarda olan işçi sınıfından gelebilecek daha büyük tepkileri engellemenin bir bahanesi haline getirdiler. Henüz çok erken bir tarihte, 14 Mart 2020’de burjuvazinin koronavirüs salgınını kullanarak toplumda bir korku ve panik havası yarattığını söylemiş ve işçi sınıfını bekleyen tehlikeye dikkat çekmiştik: “Kapitalizm tarihsel bir sistem kriziyle boğuşuyor. Sistemin bağrında biriken ve uzun süredir ertelenmeye çalışan sorunlar patlamaktadır. Şimdi koronavirüs ile kapitalizmin doğurduğu krizin üzerini örtmek, sistemin sorgulanmasının önüne geçmek istiyorlar. Önümüzdeki dönemde işten atmalar gündeme geldiğinde suçu Covid-19’a yükleyip kapitalist sistemi aklamaları, durumu normal göstermeye çalışmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Koronavirüs, şimdiden ticaret savaşının ya da emperyalist kapışmanın bir aracına dönüştürülmüştür. Bu durum, Covid-19’a yalnızca hızla yayılan bir virüs olarak bakılamayacağını, alındığı söylenen önlemlerin sorgusuz sualsiz kabul edilemeyeceğini ortaya koyuyor. İnsanı değil kârı esas alan kapitalist düzende egemenlerin topluma gerçekleri söylediğini düşünmek saflık olur… İşçi sınıfının bağışıklık sistemini güçlendirecek olan örgütlülüğü ve sermaye sınıfının yalanlarına karşı uyanık olmasıdır.”[2] Bir başka yazımızda, sosyalist hareketin burjuvazinin yaydığı “insanlığın büyük bir felâketle karşı karşıya olduğu” söylemine tav olması, burjuva devletlerden ve burjuvazinin uluslararası kurumlarından medet uman yaklaşımlar sergilemesi karşısında, kapitalist sistemde toplumun sınıflara bölündüğü gerçeğinin hiçbir koşulda değişmeyeceğini hatırlatmıştık: “Yerel, ulusal ve hatta kimi küresel sorunlarda toplumun sınıflara bölünmüş olduğu gerçeği unutulmazken, insanlığın tümünü şu ya da bu ölçüde etkileyebilecek sorunlarda bu gerçekliğin bir tarafa bırakılabilmesi kabul edilemez. İşçi sınıfı tüm insanlığın çıkarları (ki geçersiz bir soyutlamadan başka bir şey değildir) adına sınıf mücadelesini, toplumun sınıflara bölünmüş olduğu gerçeğini, devletin burjuvazinin genel çıkarlarını koruma aygıtı olduğu olgusunu geçici bir süreliğine görmezden gelmeye kalksa bile, burjuvazi hele de onun en tepe kesimlerinin hiçbir zaman ve koşulda kendi sınıf çıkarlarını bir tarafa bırakarak ortak çıkarlar adına hareket ettiği görülmemiştir, görülmeyecektir de.”[3] Nitekim burjuvazinin yaptığımız uyarıları ve hatırlatmaları doğrulaması çok uzun sürmedi. Dünyanın her yerinde demokratik ve ekonomik hak gaspları, işten atmalar, otoriterleşme ve baskı virüsten çok daha hızlı yayıldı. Neler yaşandığını kısaca hatırlatmadan önce Marksist Tutum olarak yaptığımız öngörünün nasıl bu kadar isabetli olduğu konusuna değinmekte yarar var. Aslında işçi sınıfının son 10 yılının mücadelesini anlatırken geçmiş yazılarımızdan yaptığımız hatırlatmalar bu sorunun cevabını veriyor. Kapitalizmin tarihsel bir krize sürüklendiğini uzun zamandır söylüyorduk. Emperyalist paylaşım ve hegemonya savaşının bir dünya savaşı niteliğini alması, ekonomik krizlerin atlatılamaması, ekolojik kriz, toplumsal eşitsizliğin büyümesi ve kitle isyanlarındaki yükseliş gibi faktörler hem bu tespitimize kaynak oluşturan hem de tespitimizi doğrulayan gelişmelerdi. Salgının ortaya çıktığı döneme kadar Marksist Tutum’da yayınlanan makaleler bütünlüklü olarak okunduğunda burjuvazinin koronavirüs salgınından muradının ne olduğunu tespit etmenin hiç de zor olmadığı görülecektir. Kapitalist sistemi, olayları ve olguları ancak Marksist pencereden okuyabilenler doğru tespitler yaparlar. Tespitlerin doğruluğu ise sınıf mücadelesinde hayatidir. Çünkü doğru tespitler doğru bir örgütsel ve politik tutum anlamına gelirken tersi savrulmak demektir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine önderlik etme iddiasıyla yola çıkanların böyle bir lüksü yoktur. Gelelim 2020 yılı ve içinde bulunduğumuz 2021’de burjuvazi ve işçi sınıfı cephesinde yaşananlara… Dünya genelinde “özgürlük mü güvenlik mi” ikilemini topluma dayatan burjuvazi salgının daha ilk haftalarında saldırılara başladı. Gösteriler yasaklandı, sokağa çıkma yasağı getirildi, demokratik geçinenler de dâhil pek çok ülkede olağanüstü hal ilan edildi. Ekonomik krizin sebebi virüsmüş gibi gösterilip on milyonlarca insan işten atıldı, ücretsiz izin dayatmasına, esnek çalışmaya, düşük ücretlere razı edilmeye çalışıldı. Sosyal haklar kırpıldı. Eğitim ve sağlık gibi temel kamusal hizmetlerin pespayeliği çok daha görünür hale geldi. Dünya Sağlık Örgütünün yayınladığı raporlar 10 ülkeden 9’unda temel sağlık hizmetlerinde aksama yaşandığını ortaya koyuyordu. Örneğin İngiltere’de 4 milyon insanın koronavirüs gerekçesiyle tedavi süreci ertelenmişti. Bu arada saldırılar karşısında doğması muhtemel tepkileri bastırmak için iç savaş aygıtları tahkim edildi. ABD’de koronavirüsle mücadele bahanesiyle 800 bin eski asker göreve çağrılırken, İtalya’da mafyayla mücadele adı altında çeşitli bölgelere ordu yığınağı yapılırken, Sicilya’da yerel yönetim yetkileri asker ve polis gücünden oluşan bir konseye devredildi. Macaristan’da Orban yine salgın bahanesiyle parlamentoyu devre dışı bırakarak ülkeyi kanun hükmünde kararnamelerle yönetme yetkisi aldı. Filipinler’de faşist Duterte 6 aylık “felâket durumu” ilan ederken polise sokağa çıkma yasağına uymayanları vurma yetkisi verdi. Hindistan’da sokağa çıkma yasağına ve diğer yasaklara uymayanlar polisin vahşi saldırısına maruz kalırken Müslümanlara yönelik ırkçılık ve saldırganlık azdırıldı. Nijerya gibi ülkelerde sokağa çıkma yasağına uymayan onlarca insan katledildi.[4] Türkiye’de de benzer olaylar yaşandı. Sokağa çıkma yasağına uymayanlar bekçi ve polis zorbalığına uğrarken öldürülenler oldu. Siyasi iktidar koronavirüsü baskı ve yasakları arttırmanın, işçi sınıfının haklarına saldırmanın aracı haline getirdi. Grevler yasaklandı, toplu sözleşme görüşmeleri ertelendi, toplanma ve gösteri yasağı getirildi, sendikaların, partilerin ve derneklerin genelkurullarını yapması yasaklandı, anlamsız sokağa çıkma yasakları getirildi, sözde işten atma yasağı getirilirken tazminatsız işten atmalar serbest bırakıldı, ücretsiz izin ve kısa çalışma uygulamasının önü açıldı. Toplum adeta nefessiz bırakıldı. Bir emekçinin iktidarın “salgın önlemlerine”, “İşçiyim, TIR şoförüyüm. Çalışmasam ekmek yok. Ha senin lafınla açlıktan ölmüşüm, ha virüsten ölmüşüm. Ama beni bu virüs öldürmez, beni bu düzeniniz öldürür” diyerek isyan etmesi ve ardından hem işten atılması hem de gözaltına alınması Türkiye’de yaşananların özetiydi. Bütün bu saldırılar yaşanırken Türkiye dâhil tüm ülkelerde devletler sermayeye devasa miktarlarda kaynak aktarmaya devam ettiler. Zaten büyümekte olan toplumsal gelir eşitsizliği daha da arttı, milyarlar sefalet çukuruna itilirken bir avuç kapitalistin serveti katlandıkça katlandı. Pandeminin ilk aylarında borsa çöküşü nedeniyle servetinde düşüş yaşayan 1000 milyarder, bunu birkaç ay gibi kısa bir sürede telafi edip kârlarını hızla arttırmıştı. Buna karşılık Oxfam’ın “eşitsizlik virüsü raporu” adını verdiği 2021 raporunda dünyanın en yoksul kesiminin sadece pandemi öncesi durumuna dönmesi için 10 yıldan daha uzun süre gerekeceği belirtiliyor. “Koronavirüsle mücadele” adına yapılanların emekçilerin zaten birikmiş öfkesini daha da büyüteceğini, salgın üzerinden yaratılan korku ve panik havasının kapitalistleri kurtarmaya yetmeyeceğini söylemiştik. Salgın bahanesiyle evlerine çekilmeye zorlanan emekçiler eninde sonunda meydanlara yeniden dönecekti. Nitekim Mart ayında koronavirüs yasakları nedeniyle protestoları sekteye uğrayan Tunus halkı Nisan ayının sonunda yasaklara rağmen yeniden sokaklara döküldü. Ekonomik krizin faturasının salgın bahanesiyle kendilerine kesilmesi ve özellikle genç nüfusta yaşanan işsizlik karşısında büyüyen öfke koronavirüs korkusuna galip geldi. 25 Mayıs 2020’de ise ABD’de siyah bir emekçinin polis tarafından vahşice katledilmesinin ardından başlayan protesto gösterileri bütün eyaletlere yayılarak Amerika tarihinin en yaygın eylemlerine dönüştü. Katledilen George Floyd’un ölmeden önce söylediği “nefes alamıyorum” sözleri protestolarda yükseltilen ses haline geldi. Aylarca süren protestolar ABD ile sınırlı kalmadı; İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika gibi Avrupa ülkelerinden Avustralya’ya, Japonya’dan, Kenya ve Zimbabwe’ye kadar dünyanın dört bir yanında ırkçılık karşıtı protestolar gerçekleşti. Avrupa ve ABD’de ırkçı generallerin, devlet adamlarının, köle tacirlerinin, sömürgeci kralların heykellerinin yıkılması ise kitlelerin burjuvazinin milliyetçilik ve ırkçılık zehrini reddederek asıl düşmana karşı mücadelede birleşmelerinin bir simgesi oldu. 2020’nin Kasım ayında ABD’de yapılan başkanlık seçimlerinin Trump’ın yenilgisiyle sonuçlanması da pandemi döneminde daha da derinleşen toplumsal eşitsizlik uçurumunun, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin ABD halkında biriktirdiği öfkenin yansımalarından biriydi. Zaten var olan ancak pandemi sürecinde derinleşen ekonomik ve siyasi sorunlar, 2020’de yasaklara rağmen dünyanın farklı kıtalarındaki emekçileri yeniden sokağa döktü. Şili, Hindistan, Endonezya, Tayland, Kolombiya ve Peru’da protestolar yaşanırken, Bolivya’da halk darbecilere seçim hezimeti yaşattı. Hindistan tarihinin en büyük grevi 250 milyon işçinin katılımıyla gerçekleşirken, grevin ardından bu kez çiftçilerin haftalar süren eylemleri yaşandı. Avrupa’dan Asya’ya, Latin Amerika’dan Afrika’ya işçilerin grev ve direnişleri de eksik olmadı. Keza Türkiye’de de işçi sınıfına yönelik hak gasplarının dozunun artması, tırmanan enflasyon karşısında ücretlerin hızla erimesi, salgına karşı gereken önlemlerin alınmaması nedeniyle pek çok fabrikada grev ve direnişler yaşandı, yaşanıyor. Pandemi sürecinde işçilerin sendikalaşma isteği ve çabası artarken, bu durum patronların tazminatsız işten atma saldırısını beraberinde getirdi. Gaziantep’ten Kocaeli’ye, Karaman’dan Lüleburgaz’a işçiler bu saldırılar karşısında sessiz kalmadılar ve direnişe geçtiler. Grev ve direnişlerin sayısındaki artış devam ediyor. Siyasi iktidar ekonomik krizin ve pandeminin tüm yükünü işçilere, emekçilere, esnafa, çiftçiye yükledi. Buna karşılık tüm kaynakları sermaye için seferber etti. Emekçiler pandemi sürecinde rejimin gerçek yüzünü çok daha fazla gördüler. Doğa ve köylülerin yaşam alanları sermayenin yağma ve talanına açılırken, buna itiraz eden köylüler polis ve jandarma şiddetine maruz kaldılar, kalıyorlar. Türkiye işsizlik, iş cinayetleri ve gelir eşitsizliğinde Avrupa’da birinci sıraya yükseldi. Son olarak Sedat Peker’in ifşalarıyla kirli ilişkiler, yolsuzluklar ve devlet kaynaklarının büyük bir açgözlülükle yağmalandığı geniş kitlelerce görülür hale geldi, yani rejimin lağımı patladı. Tüm bunların bir öfke birikimine yol açmaması düşünülemez. Bugün Türkiye’de kitlesel protestoların yaşanmaması yanıltıcı olmamalıdır. Köylülerin yaşam alanlarına sahip çıkma mücadelesindeki inadı, dönem dönem çiftçilerden, esnaftan yükselen sesler, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektöre karşı haftalar süren protestoları, 8 Mart’ta kadınların eylemleri, İstanbul Sözleşmesinden çekilme kararına karşı yapılan protestolar, HDP İzmir İl binasına yönelik saldırıda bir kadın emekçinin katledilmesine karşı gerçekleşen protestolar, işçilerin yukarıda sözünü ettiğimiz mücadeleleriyle birleştirildiğinde, rejimin tüm çabalarına rağmen toplumu sindiremediği, mücadele dinamiklerinin filizlenmekte olduğu görülecektir. Dünyaya geri dönecek olursak; burjuvazinin kitleleri eve hapsetme planları birkaç ay içinde suya düşerken 2021 de protestolarla açıldı. Ocak ayında Tunus halkı yeniden sokaklara dökülürken, Myanmar’da Şubat ayında yapılan askeri darbeye karşı başlayan protestolar darbeci ordu yüzlerce kişiyi katletmesine rağmen halen devam ediyor. İngiltere’de Mart ayında genç bir kadının polis tarafından öldürülmesinin ardından polise ve sağcı hükümete yönelik kitlesel protestolar düzenlendi. Bu protestolar devam ederken hükümetin polisin yetkilerini arttıran ve emekçilerin protesto hakkını sınırlayan bir yasa geçirmek istemesi üzerine Nisan ayında bu kez çok daha kitlesel ve yaygın “Kill the Bill” protestoları başladı. İngiltere’de yalnızca polis yasasına değil, sağlık sisteminin çöküşüne, hak gasplarına ve hükümetin pandemi kısıtlamalarına karşı protestolar devam ediyor. İran’da yolsuzluk, yoksulluk, düşük ücretler, hayat pahalılığından bıkan emekçiler 2021’de de sokağa çıktılar. Aslında 2020’nin Aralık ayında başlayan protestolar emeklilerden ortaokul ve liseli gençlere, öğretmenlerden fabrika işçilerine geniş bir emekçi kitlesini kapsıyor. İlk başta ekonomik gerekçelerle sokağa çıkan kitleler sonrasında Haziranda yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etme çağrısı yaptılar. Nitekim 18 Haziranda yapılan seçim İran tarihinin en düşük katılımlı seçimi oldu. 59 milyon seçmenden 30 milyonu sandığa gitmedi. Brezilya’da faşist Bolsonaro’nun saldırılarına karşı Nisan ve Mayıs ayında protestolar düzenleyen, greve giden emekçiler bir yıl içinde koronavirüs salgınının kontrolsüzce yayılması ve 500 bin emekçinin hayatını kaybetmesi üzerine Haziran ayında bir kez daha sokağa çıktılar. Kolombiya’da hükümetin getirmek istediği ve emekçilerin sırtındaki vergi yükünü arttıracak olan vergi yasasına karşı “Fakirlere Ekmek Yoksa Zenginlere Huzur Yok!” diyen emekçiler 28 Nisanda süresiz genel grev ilan ettiler, sokaklara çıktılar. 1 Mayıs’ta ise kitlesel gösteriler düzenlediler. Onlarca emekçi, asker ve polis tarafından katledilmesine rağmen emekçilerin geri adım atmaması üzerine hükümet yasa tasarısını geri çektiğini açıklamak zorunda kaldı. Ancak bu geri adımı yeterli görmeyen emekçiler emeklilik, sağlık ve eğitim sisteminde iyileştirme istediklerini söyleyerek protestolarına devam ediyorlar. Ayrıca 2020 1 Mayıs’ında genel olarak boş kalan meydanların bu yılın 1 Mayıs’ında yasaklara, polis şiddetine rağmen dolduğunu da belirtelim. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya, Endonezya, Güney Afrika, Tayvan, Filipinler, ABD, Kanada, İspanya, Pakistan, İran, Yunanistan, İsviçre, Myanmar ve daha pek çok ülke… Hükümetlerin hak gasplarına, sermayenin saldırılarına karşı sektörel ve ulusal düzeyde grevlerin gerçekleştiği, protestoların yapıldığı pek çok ülkede işçiler 1 Mayıs meydanlarını boş bırakmadılar.

İnsanlık kurtuluşa hiç olmadığı kadar yakın, devrimci önderlik sorunu hiç olmadığı kadar yakıcı!

Kapitalist balonun sınırlarına dayandığını anlattığı makalesinde Oktay Baran, bugünkü krizin köklü bir dönüşümü dayattığını ancak bu dönüşümü arzulayan ve bunun için çaba gösteren burjuva kesimlerin varlığına rağmen kapitalist sistemin böylesi bir dönüşümü gerçekleştirecek takati olmadığını, yapılan her müdahalenin çelişkileri daha da keskinleştirmekten başka bir işe yaramadığını söylüyordu: “İçinden geçtiğimiz dönemin insanlık tarihinin en çalkantılı dönemi olduğu kesindir. Kuşkusuz geçmişte de toplumlar büyük sarsıntılar geçirmişlerdi, ama şimdiye kadar hiçbir zaman tüm dünyayı, tüm ülkeleri, tüm insanlığı kendi içine çeken böylesi büyüklükte bir çalkantı, bu denli büyümüş belirsizlikler, bu kadar ölümcül tehditler söz konusu olmamıştı. Yarattığı ve artık hiçbir şekilde içinden çıkamayacağı kadar büyüttüğü sorunlar karşısında kapitalist sistemin üretebileceği hiçbir kalıcı çözüm yoktur. Kapitalist sistemin ulaşabileceği olası bir yeni denge, istikrarsız dengeden (tıpkı bir tepenin zirvesinde duran topun dengesi gibi) başka bir şey olamaz, yeni bir küçük sarsıntıda her şeyin bir kez daha allak bullak olması kaçınılmazdır. “Kapitalizm tüm insanlığın kaderini çoktan ortaklaştırmıştır ve artık o, insanlığın önüne ya kendisini bilinçli bir eylemle ortadan kaldırmayı ya da bu çürümüşlük içerisinde sonu gelmez acılara katlanıp yok oluşa sürüklenmeyi koymaktadır... Bu karanlık günlerde insanlık daha önce hiç olmadığı kadar kurtuluşa yakındır; zira kapitalizmi yarattığı tüm pislikle birlikte ortadan kaldırmak için maddi olanaklar hiç bu kadar olgunlaşmamıştı.”[5] Kapitalizmin gidişatına ve işçi sınıfının son 10 yıllık mücadelesine baktığımızda gördüğümüz manzara tam da yukarıda anlatılandır. Pandemiye bir kurtarıcı olarak sarılan kapitalistleri yarattıkları korku atmosferi de kurtaramamıştır. Çelişkiler ve sorunlar o denli büyümüş durumdadır ki, dünyanın dört bir yanında işçiler, emekçiler ayağa kalkıyor, “virüs değil kapitalizm öldürür” diyerek meydanlara çıkıyorlar. İşçi sınıfı saflarında sorunu kapitalizm olarak görenlerin sayısı ve gençlerin sosyalizme olan ilgisi artıyor. Doğrusu işçi sınıfı üzerine düşeni yapmakta, tekrar tekrar ayağa kalkmakta, devrimci potansiyelini ortaya koymaktadır. Ancak bu potansiyelin bir işçi devrimine dönüşmesi kendiliğinden olmayacaktır. Tekrar pahasına söyleyelim; işçi sınıfı ayağa kalktığında onu yönlendirecek bir devrimci önderlik yoksa burjuvazi bir şekilde açığa çıkan öfkeyi düzen içi kanallara akıtmanın ya da bastırmanın yolunu bulur. Ancak unutmayalım ki kapitalizmin çürüdüğü, tarihsel bunalım sürecine girdiği, bir anlamda dünyanın çivisinin çıktığı koşullarda bu geri çekilmenin çok uzun sürmesi mümkün değildir. Zaten milenyum dönemecinden bu yana sınıf mücadelesinde yaşananları bir bütün olarak ele almamızın sebebi bu gerçeğin doğrulandığını ve giderek sıklığı ve şiddeti artan kitlesel isyanlar arasında aslında bir süreklilik olduğunu göstermek, diğer taraftan devrimci önderlik sorununun aciliyetini ve önemini bir kez daha ortaya koymaktır. Görünen o ki, önümüzdeki yıllar meydanlar hep sıcak olacak, sınıf kavgası daha da büyüyecek. Sınıf mücadelesinin daha da keskinleşeceği bir dönem bizi bekliyor. Evet, insanlık kurtuluşa hiç olmadığı kadar yakındır ve tam da bu nedenle kitlelere yol gösterecek bir devrimci önderlik ihtiyacı da bir o kadar yakıcı hale gelmiştir.
[1] İlkay Meriç, Yeni Yıla Mücadeleyle Girenler, marksist.com
[2] Koronavirüse Karşı İşçi Sınıfının Bağışıklık Sistemi Örgütlü Olursa Güçlenir!, marksist.com
[3] Oktay Baran, Covid-19: “Dünya Büyük Bir Felâketle Karşı Karşıya” mı?,marksist.com
[4] Ayrıntılı bilgi için bkz. İlkay Meriç, “Burjuvaziye “Büyük Bir Savaşın İçindeyiz” Dedirten Hakikat”, “Burjuvazinin Yeni Normali ve Yükselen Faşizm”, marksist.com
[5] Oktay Baran, Sınırlarına Dayanan Kapitalist Balon, marksist.com

28 Temmuz 2021
İşçi Hareketi
Dünya
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/7333