Published on Marksist Tutum (https://fa.marksist.net)

Home > Millî Mücadele ve Cumhuriyet: Efsaneler ve Gerçekler

Millî Mücadele ve Cumhuriyet: Efsaneler ve Gerçekler

1.Bölüm

western_front_31_march_1922_bis.jpg

Batı Cephesi, 31 Mart 1922

Toplumun muhalif kesimlerinde Erdoğan ve AKP’ye karşı artan tepki bir kez daha Kemalist ideolojiye kan nakli için kullanılmaya çalışılıyor. Rejimin dini suiistimale dayanan söylem ve icraatlarına, AKP’li bazı yazar ya da yorumcuların Cumhuriyetin kuruluşuna dönük gerici, Osmanlıcı, saltanatçı söylemlerine dönük tepkiler bu çabayı kolaylaştırıyor. Cumhuriyetin 100. yılının kutlanıyor olması da buna katkıda bulunuyor. İşçi sınıfı, yoksul emekçiler ve gençlik bu propagandanın hedefi durumunda. Onları bundan koruması gerekenlerin çoğuysa maalesef kendilerini de Kemalizmin etkisinden sıyırabilmiş değiller. Yıllardır Kemalizm sosyalist hareket içerisinden sökülüp atılamamış, Kemalist ideolojinin birçok tezi pek sorgulanmadan tekrar edilmiştir. Marksistlerin bu hususta üzerine düşen görev, devletçiliğe ve milliyetçiliğe boyun eğmeden, Millî Mücadele dönemine ve sonrasına dair Kemalist efsaneleri sorgulatmak, bunların emekçiler nezdindeki etkisini kırmaya çabalamaktır. Bunu gerekli kılan nedenlerden biri de Stalinizm ile Kemalizmin birçok başlıkta iç içe geçiyor oluşudur. Kemalist ideolojinin sol içinde bu denli etkili olabilmesi, onunla Stalinizmin birçok ortak paydasının (devletçilik, ulusalcılık, kalkınmacılık, ilerlemecilik) bulunmasından kaynaklanıyor. Marksist Tutum, tüm bu hususlarda en baştan beri yoğun bir çaba ortaya koyuyor. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabının 3. bölümü ve Kolonyalizmden Emperyalizme adlı çalışmasının bütünü doğrudan ya da dolaylı olarak bu konuyla ilgilidir. Mehmet Sinan, bölümler halinde yayınlanan çalışmalarıyla hem TC’nin oluşum ve gelişim sürecini hem de onun tarihsel arka planını çok detaylı bir şekilde ele almıştır. Bunlar dışında sitemizde Kemalizm başlığı altında (https://marksist.net/konular/teori/kemalizm) yayınlanan çok sayıda yazı da onun çeşitli yönleriyle hesaplaşma çabasının somut ürünleridirler. Bu yazıda, bir kez daha, Cumhuriyetin kuruluşuna giden sürece, Millî Mücadele dönemine bakıp, ona dair yaratılan efsaneleri açığa çıkarmaya çalışacağız.

Millî Mücadele anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı değildir

Kemalist propagandaya göre, Millî Mücadele, en başından itibaren cumhuriyeti hedefleyen, saltanat ve hilafet karşıtı, emperyalizme diz çöktürmüş, ezilen halklara örnek olmuş, kadınıyla erkeğiyle yoksul emekçilerin desteğini alarak onların kanıyla kazanılmış ve “yedi düvele” karşı yürütülmüş bir “ulusal kurtuluş savaşı”dır. Eğitim sistemi aracılığıyla onyıllardır tüm topluma dayatılan bu gerçek dışı iddia, toplumun çoğunluğunda olduğu gibi solda da yaygın bir kabul görür. Sosyalist solun geniş kesimleri ile has Kemalistler arasında bu Millî Mücadele’nin anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı olduğu konusunda bir anlaşmazlık yoktur. Her iki kesim de “emperyalizme karşı emekçilerin kanı pahasına kazanılan ülkenin bağımsızlığının”, sonradan Menderes’le başlayan sağcı hükümetler aracılığıyla emperyalizme peşkeş çekildiği konusunda da mutabıktırlar. Oysaki 1918 sonundan 1922 sonbaharına uzanan Millî Mücadele, anti-emperyalist bir mücadele değildir. Çünkü emperyalizm, kapitalizmin en son aşamasıdır, sömürgeciliğe indirgenemez, onunla bir tutulamaz. Dolayısıyla kapitalizme karşı olmayan, kapitalist üretim ilişkilerine darbe indirmeyen bir anti-emperyalizm olamaz. Bu nedenle de sömürgeci ya da işgalci-ilhakçı bir büyük güce karşı ulusal/siyasal bağımsızlık uğruna mücadele etmek, otomatikman anti-emperyalist bir mücadele olarak nitelenemez. Lenin bu konuda son derece net görüşler ortaya koymuş ve o hayattayken Komünist Enternasyonal’de de genel olarak bu görüşler benimsenmişti. Diğer taraftan, Millî Mücadele, egemenlerin dillendirdikleri gibi anlı şanlı bir ulusal kurtuluş savaşı da değildir. Halk kitlelerine, onların enerjisine, gönüllü seferberliğine yaslanmayıp, o doğrultudaki cılız girişimleri de boğan, egemen sınıfın unsurlarınca girişilmiş, aşağıdan değil tepeden bir mücadeledir. Kaldı ki, bu yanlış tezi desteklemek için ileri sürülen ve Osmanlı’yı mazlum olarak gösteren yaklaşımlar da doğru değildir. Osmanlı bir sömürge ülke değil, can çekişmekte olsa da kaybettiği toprakları tekrar ele geçirerek yeni bir atılım yapma hayalleriyle savaşa aktif bir taraf olarak katılmış emperyal bir devletti. Bu devlet savaşta umduğunu bulamadı, yenildi, toprakları işgale uğradı, yıkımın eşiğine geldi. Millî Mücadele’nin başlangıcında da amaç, bağımsız ve demokratik modern bir cumhuriyet kurmak değil, “Devlet-i Âli Osmani”yi kurtarmak, saltanatı ve uhdesinde bulunan halifelik makamını korumak idi. Bunu başlatacak olanlar da, bizzat bu devletin egemen sınıfını oluşturan asker-sivil bürokrasinin millici-Batıcı-yenilikçi kesimi ve onların harekete geçirebildiği Müslüman-Türk kent burjuvazisinin unsurlarıydı. Osmanlı’nın parlak genç komutanlarının ve yerel idari amirlerinin başını çektiği bu kesimler, yenilginin dayatılan sonuçlarını, büyük toprak kayıplarını ve işgali kabullenmeyip, devleti ayağa kaldırmak ve kendilerince daha adil bir barış antlaşması yapmak üzere girişmişlerdi mücadeleye. Emperyalist-kapitalist sisteme de, onun doğurduğu emperyalist savaşa da karşı değillerdi, aksine bu kadroların da içinde yer aldığı İttihat Terakki partisi, bilerek ve isteyerek ve üstelik bir oldubittiye getirerek dalmıştı emperyalist savaşın içine. Osmanlı’nın bu genç paşaları o zaman buna seslerini çıkarmamış, cephelerde Osmanlı için savaşıp durmuşlardı. Kaybettiler ve sonunda kendilerine bırakılan paya isyan ettiler. Başlangıçta amaç bir cumhuriyet kurmak değildi dedik. Gerçekten de aksini doğrulayacak ne bir belge, ne bir yazışma, ne de dost meclislerinde yapılan sohbetlere dair bir anı ya da aktarım mevcuttur. Siyasal ufukları esasen, yenilenmiş, Batılılaşmış, burjuvalaşmış bir meşruti yönetimle sınırlıydı. Batılılaşma, modernleşme (yani aslında kapitalistleşme) hedefi de M. Kemal’le başlamış değildi. Öncesinde bu yönde adımlar atılmıştı zaten: 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat fermanı, 1876 I. Meşrutiyet ve Kanûn-î Esasî’nin kabulü ve 1908’de II. Meşrutiyet. Gerek M. Kemal gerekse de onun ekibindekiler de zaten bu çizginin bir devamı ve uzantısıydılar. Çoğu bu çizginin son momenti olan 1908’de aktif rol almış, İttihat ve Terakki üyesi genç subaylardı. Aslında başlangıçta yapmak istedikleri de bu çizgiyi daha ileri taşımak, 1908’in yarım kalan işlerini tamamlamak, Padişahlığı göstermelik bir makam haline getirerek meşruti sistemi güçlendirmekti. Kafalarda cumhuriyet fikri değil, Osmanlı Devletinin modernleştirilerek Batılı temellerde ayağa kaldırılması fikri vardı. Ancak mevcut ulusal ve uluslararası dengeler, bilhassa da Ekim Devrimiyle oluşan konjonktür, bu mücadelenin başlangıçta arzu edilen siyasal hedeflerin ötesine geçerek monarşinin kaldırılmasıyla sonuçlanmasını doğurdu. Kemalist önderliğin aslında emperyalistler tarafından askeri olarak çok üzerine gidilmemesinde de, onunla bir uzlaşmanın kabulünde de, hem Ekim Devriminin hem de bizzat emperyalist ülkelerdeki iç karışıklıkların ciddi bir rolü vardır: “Sovyetler’in burnunun dibinde, Anadolu’da, Ekim devriminden etkilenen gerçek bir anti-emperyalist halk hareketinin gelişmesi, hem Türk burjuvazisinin hem de Batılı emperyalist devletlerin korkulu rüyasıydı. Bir yanda, kendi burjuva düzenini kurarak Batılılaşmaya, kapitalistleşmeye can atan Türk burjuvazisi; öte yanda, Sovyet devriminin Anadolu’ya yayılmasından ürken emperyalistler. Bu güçler gerçekte bir çıkar birliği içindeydiler. Bu durum, hem M. Kemal’in emperyalist devletlere ne ölçüde kafa tutabileceğinin belirlenmesinde, hem de emperyalist hükümetlerin akıllarını başlarına devşirip Kemal gibi burjuva önderlere uzlaşma eli uzatmalarında temel bir etken oldu. Sovyet hükümetinin, «Sovyet devletinin korunması» amacıyla Türkiye burjuvazisine verdiği ödün de bu süreçte önemli bir faktör oluşturdu.”[1]

1918 sonlarından 1920 Nisanına

Resmi tarih, M. Kemal’in en başından itibaren cumhuriyeti hedeflediğini ileri sürerken, bunun yanına bir de Millî Mücadele’nin 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başladığını ekler. Oysa Elif Çağlı’nın da dikkat çektiği gibi bu da doğru değildir. Millî Mücadele, 1918 Ekiminde Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri (MHC) tarafından zaten başlatılmıştı.[2] Bu cemiyetlerin başını, İttihat ve Terakkici kadrolarla onların yönlendiriciliği altındaki mülk sahibi ve varlıklı kesimler çekiyordu. En büyükleri İzmir, Adana, Trabzon ve Kars’ta (bunlar 19 Mayıs’tan öncedir!) olmak üzere 20’den fazla kongre toplanmış, bunlara toplamda 1500’e yakın bir katılım olmuştu. O dönemde M. Kemal İstanbul’da padişahla görüşmelerde bulunup Saraya damat olmanın, hükümette bir bakanlık elde etmenin, İngilizlerle görüşmeler yapıp arayı iyi tutmanın peşindeydi. İstanbul’da aradıklarını bulamayan Mustafa Kemal, 1919’un Mayısında, İngilizlerin de isteğiyle, işgal altında olmayan tüm vilayet ve bölgelerde olağanüstü vali yetkileriyle donatılmış ve Anadolu’da düzeni sağlamakla görevlendirilmiş bir Osmanlı paşası olarak Anadolu’ya gönderildi. Ordu komutanları, valiler ve yerel yöneticiler üzerindeki otoritesi padişahtan aldığı yetkiye dayanıyordu. Bir süre sonra ipleri elinden kaçırmaya başladığını hisseden padişah hükümeti, M. Kemal’i görevden alarak İstanbul’a geri çağırmasına rağmen, artık belli bir hareket alanına kavuşan ve eski İttihatçılarla birlikte davranan M. Kemal, Erzurum ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin girişimiyle yapılan Erzurum Kongresine (Temmuz-Ağustos 1919) katıldı.[3] Kongreye katılışı bile, İstanbul hükümetinin temsilcisi olarak görüldüğünden azınlıktaki bazı delegelerin itirazıyla karşılaşmıştı. Ancak henüz, Anadolu’daki direniş hareketlerinin büyük çoğunluğu Padişah ve İstanbul hükümetinin otoritesini reddetmiş değillerdi. İstanbul hükümetine bağlı olan çoğunlukla Padişah’tan aldığı yetkinin devam ettiği havasını yaratarak; bu hükümete karşı çıkan azınlıklaysa görevinden el çektirilmiş bir muhalif direnişçi olarak uzlaşma yolunu bulan M. Kemal, kendi çizgisini yavaş yavaş hâkim kılacaktı. Ama otoritesinin kesinleşmesi için askeri zaferler kazanılmasını beklemek zorundaydı. Demek ki resmi tarih tezine dair işin gerçeği şudur; Millî Mücadele M. Kemal’den önce başlamıştır, o bu mücadelenin belirleyici önderi haline gelmek için, epey badire atlatmış, sayısız oportünist manevra yapmış, rakiplerini siyaseten ve fiziken tasfiye etmekten çekinmemiştir. Adım adım konumunu pekiştirmiş ve ancak iki yıl sonra Sakarya Savaşının kazanılmasıyla bu konumunu garanti altına almıştır. M. Kemal’in çizgisi, yerel direnişlerin merkezileştirilerek birliğinin sağlanması ve bu birliğin merkezine de düzenli bir ordunun ve bürokratik bir aygıtın oturtulması idi. Yerel direniş çeteleri, işgalin ilerleyişini yavaşlatarak düzenli bir ordunun inşası için zaman kazandırma amaçlıydı, bu nedenle de her türlü zorbalıklarına göz yumuldu. Bir süre sonra amaca ulaşılınca, merkezi yönetime doğrudan tabi olanlar dışındaki her türlü yerel oluşum ezilecekti. Burada bir parantez açalım. Sözkonusu yerel direnişler, M. Kemal’in onlara biçtiği misyonu tamamladıklarında ezildiler, ama daha sonraki yıllarda bu direniş çarpıtılıp abartılarak bir destan haline getirildi. Amaç Anadolu’nun yoksul emekçilerinin özgürlük ve bağımsızlık için mücadeleye kendiliklerinden canla başla sarıldıkları efsanesinin yaratılmasıydı. Halkçı geçinen iktidar kendisini bir halk hareketiymiş gibi göstermek istiyordu. Oysa Millî Mücadele’nin şanlı ve destansı bir Kurtuluş Savaşı olduğu, buna yoksul halkın canla başla sahip çıktığı, bağımsızlık ve özgürlük için her türlü zorluğa gönüllüce katlandığı iddiası doğru değildir. Bu iddianın kanıtı olarak sunulan örneklerin önemli kısmı da çarpıtma ve abartıdır.[4] Yoksul halkın içinden çıkan yiğitlerin Kürdistan’da Fransıza, Ege’de Yunana karşı savaştığı iddiası bu çarpıtmanın uzantısıdır. Çarpıcı bir örnek, Antep savunması ve Karayılan efsanesidir. Karayılan namlı Molla Mehmet hiç de sonraları Nâzım’ın da resmettiği gibi yoksul bir ırgat ya da çoban değil, Osmanlı ordusunda becerikli bir asker olarak savaştıktan sonra yaralandığı için memleketine dönen ve dönünce de aşiretin başına geçirilen biridir.[5] Karayılan namını Fransızlara karşı savaşta değil, öncesinde, yerel askeri komutanların yönlendirmesiyle bir çeşit korucu rolü üstlenerek Bozan çetesini yok edişiyle kazanmıştır. Sonrasında Antep savunmasında da kendi inisiyatifi ve bağımsız güçleriyle değil, Ankara’dan gönderilen görevlilerin koordinesinde ve onların organize ettiği diğer gerilla güçleriyle birlikte yer alır. Antep, İngilizlerin işgali altındayken bir silahlı direniş ve çatışma yaşanmamıştır. Ama kent Fransızlara devredilip onlar da Ermeni lejyonlarının da dâhil olduğu kuvvetlerle kente gelince işin rengi değişir. Soykırımdan kaçabilen Ermeniler de bu gelişmeyle kente dönmeye başlarlar. Bu durum hem el konulan mallarının iadesini hem de kentte bir kez daha Türk-Müslüman nüfusun azınlığa düşmesi durumunu doğuracağından, sözde “milli güçler” harekete geçer. Bu husus yalnızca Ermenilerin yaşadığı bölgeler için değil, Doğu Karadeniz ve Ege için de önemli bir faktördür. Dünya Savaşı sırasında topraklarından kovulan, mallarına mülklerine, işyerlerine el konulan Hıristiyanlardan (Ermeniler, Rumlar, Süryaniler) gasp edilen zenginliği koruma kaygısı, MHC’lerin başını çekenler arasındaki yeni yetme savaş zenginleri için önemli bir motivasyon kaynağıydı. Ege’de meşhur Demirci Mehmet Efe çetesinin de gerçekte özgürlükçü, bağımsızlıkçı bir halk hareketi olmakla alakası yoktur. Kendi çıkarlarını en başa koyan, Rumları katledip mallarına el koyan, kendisine karşı çıkanlara hadlerini bildirmek için Denizli kent merkezini basıp 60 kişiyi uluorta idam edip katleden bir “kahramandır” kendisi! Genel olarak diyebiliriz ki bu tür oluşumlarla, Osmanlı derin devletinin bağı vardır. Savaşlarda alınan yenilgilerden sonra İttihat ve Terakki’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Anadolu ve Trakya’da gerektiği durumda bir direniş örgütlemek için oluşturduğu gizli örgütlenmenin hücreleri, silah depoları ve mali kaynakları vardı. Mondros ateşkesinden sonra da Osmanlı birliklerinin terhisi dayatılmış, ama direnişten yana olan subaylar silahları teslim etmeyip onları Teşkilat-ı Mahsusa eliyle güvenli yerlere sevk etmişti. Bu yapılar dünya savaşı sırasındaki Ermeni soykırımında görev üstlendikleri gibi, Millî Mücadele’de de rol oynadılar. Yerel direnişlerin çoğu esasen bu unsurların, sonradan Ankara’yla bağlantı içerisinde giriştikleri, tepeden organize edilen eylemlerdi, halk hareketi değil. Devam edelim. Erzurum Kongresi, İstanbul hükümetinin derhal Meclisi tekrar toplamasını talep ediyordu. M. Kemal de asker arkadaşlarının desteğiyle kongrenin başkanlığına ve temsil heyetine seçilmişti ve artık bu sıfatı kullanarak hareket edecekti. Bu öne çıkışı mümkün kılan esas faktör, M. Kemal’in padişahtan aldığı yetkilerin yanı sıra diğerleri arasındaki en üst rütbeye ve kıdeme sahip subay oluşuydu. Yani bürokratik hiyerarşi gereği öne çıkmıştı; konumu, eşitler arasında birincilikten öteye geçmiyordu henüz. Kısa süre sonra toplanan Sivas Kongresinde (Eylül 1919) ise delegelerin ağırlığı, gerçekte tam da M. Kemal’in arzu ettiği üzere, subay ve bürokratlardan oluşuyordu. Ve bu delegasyonun üçte biri M. Kemal’in ordudan ve İttihat ve Terakki’den yakın çalışma arkadaşları idi. Bu kongrenin en önemli yanı, tüm MHC’lerin tek bir Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) olarak fiilen olmasa bile kâğıt üzerinde birleştirilmesi oldu. M. Kemal artık fiilen bu Cemiyetin “Heyet-i Temsiliye”si adına hareket edecekti. Altını tekrar çizmek gerekirse, M. Kemal ve ekibindekiler Millî Mücadele’yi başlatmadı ama sahip oldukları devlet deneyimi sayesinde, zaten başlamış olan hareketin örgütsel ve politik olarak merkezileşmesinde, dağınıklığının aşılmasında, bir programa kavuşmasında önemli ve belirleyici bir rol oynadılar. Temsil Heyetinin, İstanbul’daki Padişah hükümeti ile uzlaşma yollarını araması ve yeni hükümetin de bir uzlaşmaya açık davranmasıyla Amasya’da bu heyet ile hükümet arasında bir protokol (Ekim 1919) imzalandı. Bu protokolün en önemli maddesi, İstanbul hükümeti tarafından ARMHC ve Temsil Heyetinin resmen tanınması, Padişah Vahdettin tarafından 1918 Aralığında kapatılan Meclis-i Mebusanın yenilenerek tekrar toplanması ve Sivas Kongresinin kararlarını onaylamasıydı. M. Kemal Meclis-i Mebusanın Anadolu’da toplanmasından yanaydı, ama Kâzım Karabekir ve Rauf Orbay’ın ısrarıyla İstanbul’da toplanması kararlaştırıldı. Üyelerinin çoğunluğunu Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının oluşturduğu bu Meclis 1920 Ocağında İstanbul’da toplandı ve Misak-ı Milli olarak adlandırılan kararları aldı.

Büyük Millet Meclisi

16 Martta İstanbul’un tümüyle işgal edilmesinin ardından, 18 Martta toplanan mebuslar, dokunulmazlığın ortadan kalktığı gerekçesiyle meclisi süresiz tatil edip Ankara’da toplanma kararı verdiler. Vahdettin 1920 Nisanında bu Meclisi tekrar kapattı, II. Meşrutiyet’in sona erdiğini ilan etti; Şeyhülislam da Kuvvacıları kâfir ilan ederek “katledilmeleri vaciptir” şeklinde resmi bir fetva yayınladı. M. Kemal hakkında zaten çoktan tutuklama kararı çıkartılmıştı. Ama bu gelişmeler bile Saltanatla bağların kopartılmasını doğurmadı. Kapatılan Meclisi diriltmek adına 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi (BMM) adı altında yeni bir Meclis toplandı.[6] Kapatılan Meclis-i Mebusanın neredeyse tamamının yanı sıra, İstanbul’daki devlet aygıtının çürümemiş ve emperyalist devletlere açıkça boyun eğmemiş unsurları da Ankara’ya taşındılar. Meclis açılışında padişaha bağlılık yemini edildi, açılış konuşmalarında ve yayınlanan ilk Meclis beyannamesinde, padişaha isyan iddiaları kesin bir dille yalanlandı! Meclis meşruluğunu, İstanbul’un işgal edilmesine, padişahın elinin kolunun bağlı kalmasına ve Meclis-i Mebusanın artık İstanbul’da çalışamaz olmasına bağlıyordu! M. Kemal, Meclis ve Hükümet Başkanı olarak seçildi. Benimsenen ilkelerden biri Meclisin üzerinde hiçbir güç olmadığı idi! Bu İstanbul’daki hükümetin tanınmayacağı anlamına geliyordu. Böylelikle Anadolu’da İstanbul’a alternatif bir iktidar odağı oluşuyordu. Ama dediğimiz gibi, bu alternatif iktidar halen padişahın otoritesini sorgulamıyor, tersine onun kurtarıcısı olacağı iddiasıyla kendine meşruluk sağlıyordu. BMM kuruluşunun ardından kendisini devletleştirmeye girişti. Zaten yasama ve yürütme yetkisini elinde toplamıştı, yargı yetkisini de kendi eline aldı: Kendi milletvekillerinden oluşturduğu İstiklal Mahkemelerini kurdu. Kendi otoritesini tanımayanları vatan haini olarak addeden ve idamla cezalandıran bir yasa çıkardı. Bu yasaları uygulama ve askerlik “görevinden” firar edenleri cezalandırma işi bu mahkemelere bırakıldı. İstanbul hükümetinin imzaladığı ve büyük tepki duyulan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşmasından sonra BMM’nin konumu gittikçe güçlendi. Bu duruma rağmen, Kemalist önderliğin Saltanatla karşı karşıya gelmeme temelindeki oportünist tutumu devam etti. Meclisin yayınladığı bildiriyle aynı içerikte olan ve M. Kemal tarafından Padişaha hitaben kaleme alınan mektupta şunlar söyleniyordu: “Halife ve Padişahımız, saltanat haklarını ve ulusal bağımsızlığımızı korumak amacıyla bugün BMM olarak toplanmış bulunuyoruz (…) Bizzat zat-ı şahaneniz bu olaylar önünde duymuş olduğunuz acıyı tüm dünya basınına yansıtmış bulunuyorsunuz. Bu durum içinde, yüzyıllar boyunca Padişahlara dünyanın en şahane tahtını getiren bu ulus ne yapabilirdi? Sefil bir savaş sonunda Padişahının kendi ordularını seferber etmekten menedildiğini görerek bizzat silâha sarıldı ve dinimizi, ulusal onurumuzu kurtarmak için, saldırıya uğrayan bölgelere koştu... Haşmetpenahi, halkı aldatarak ulusal savunmamızı zat-ı şahanenize karşı bir isyan olarak göstermeye çalışan hainler vardır. Bu hainler, ulusumuzu sivil bir savaşa sürükleyerek yurdumuzun düşmanlarca istilâsı için ortam hazırlamaya çalışıyorlar... Düşman bayrakları yurdumuzdan kaldırılmayınca ulusal savunmamızı bırakamayız... Yoksul ve bedbaht olarak yönetimimiz altında yaşamayı, yabancı köleliğinin getireceği rahatlık ve zevke bin kere yeğ tutarız... Kalplerimiz zat-ı âlinize karşı bağlılık ve sevgiyle doludur, öncekine oranla daha sıkı bağlarla Padişahlık katına bağlıyız. Meclisimizin ilk sözleri Halife-Padişahımıza bağlılık olduğu gibi son sözleri de gene aynı olacaktır.”[7] Bu ve buna benzer sayısız beyanat ve belge, daha baştan bir cumhuriyet hedefiyle yola çıkılmadığını, hareketin kendi meşruluğunu “Halifelik ve Padişahlık katlarının kutsal başkentini, yetki ve saygınlığını iade etmek” iddiasına dayandırdığını kanıtlar. İlerleyen yıllarda Kemalist ideologlar bu ve buna benzer sayısız beyanı, M. Kemal’in “siyasi dehası”nın kanıtları olarak aklamaya çalıştılar. Buna göre, M. Kemal, güç dengelerini gözeterek, cumhuriyet hedefini bu aşamada gündeme getirmemişti! Bu subjektif yorumu doğru kabul edersek, o zaman resmi ideolojinin dillendirdiği diğer bir iddianın, yani M. Kemal’in devrimci olduğu iddiasının yanlışlığı ortaya çıkar. Zira dengeler adına bu denli ölçüsüz övgüler, olsa olsa oportünist yaltaklanmaların, saray entrikacılığının ve uzlaşma yollarını açık bırakma çabasının kanıtıdırlar. Resmi tarihin iddialarının aksine M. Kemal rakipsiz değildi. O ve ekibi, gerek diğer ekip ve önderlere, gerek İstanbul hükümetine, gerek Meclisteki saltanatçılara, gerek emperyalist güçlere, gerekse de Sovyet hükümetine karşı sürekli manevralar yaparak rakiplerini ekarte etmiş ve Millî Mücadele’nin önderliğini ancak süreç içerisinde kazanmıştı. Kemalist ekip, tutarlı, kararlı, burjuva anlamda bile olsa net bir devrimci çizgi izlemek yerine, her türlü güç odağıyla ilişkiler kurmaya dönük uzlaşmacı, oportünist ve bürokratik bir çizgi izledi. Kimin desteğini almak gerekiyorsa, ona uygun adımlar atılıyordu. Kemalist kadrolar, içinden çıkıp geldikleri Osmanlı askeri bürokrasisinden çok şey öğrendiklerini, daha Meclisin kuruluşuna giden süreçte ortaya koymuşlardı. Mülk ve politik güç sahibi her türlü kesimle, sınıfla ve devletle işbirliğinin yollarını arayan ama yoksul halkla onun kurtarıcısı olma iddiası dışında hiçbir yakınlığı olmayan bir önderlik idi söz konusu olan. Meclisin kuruluşunu takip eden dönem, ağırlığını iyiden iyiye hissettiren Kemalist önderlik açısından, bir taraftan Anadolu’da çıkan gerici ayaklanmaların bastırılmasıyla, bir taraftan da Sovyet hükümetiyle iyi ilişkiler kurulması ve ondan destek sağlanması çabalarıyla geçti. Sovyet hükümetinin desteğini kazanmak, onun BMM’yi tanımasını, diplomatik, askeri, mali yardımda bulunmasını sağlamak isteyen M. Kemal’in komünizmi öven, emperyalizmi lanetleyen, dünya devrimini göklere çıkaran sözleri, birer bürokratik manevradan başka bir şey değildi. Öncesinde Sovyet heyetleriyle yapılan birçok görüşmeye rağmen resmi bir ilişkinin kurulması Meclisin açılışının ardından gelir. Meclisin kuruluşundan üç gün sonra, 26 Nisan 1920’de, M. Kemal, Meclis adına Sovyetlere dostluk ve ittifak anlaşması yapılması önerisinde bulunuyor, emperyalist işgale son vermek ve ardından emperyalizme karşı birlikte mücadele etmek amacıyla Sovyet hükümetinden askeri ve mali yardım talep ediyordu: “Evvela, milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist kuvvetleri tart ve ileride emperyalizm aleyhine vuku bulacak müşterek mücadelemiz için dahili kuvvetlerimizi organize ettirmek üzere şimdilik ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak miktarda cephane vesair harp vesaiti ve sıhhiye malzemesinin ve yalnız doğuda harekat icra edecek kuvvetler için erzakın Rus Cumhuriyetince temini rica olunur.” Haziranda gelen olumlu cevap üzerine verilen yanıta da bakalım: “…Size, sadece kendi zincirlerini kırmakla yetinmeyip iki yıldan fazla süredir bütün dünyanın kurtarılması uğrunda eşi görülmemiş bir mücadele yürüten ve baskının dünya yüzünden sonsuza dek silinmesi için duyulmamış acılara seve seve katlanan Rus halkına, Türk halkının hayranlık duyduğunu bildirmekten çok büyük mutluluk duyuyorum. Bir yandan Batı emekçilerinin, öte yandan köle Asya ve Afrika halklarının, uluslararası sermayenin, efendilerinin en yüksek kazancı elde etmesi amacıyla birbirlerini yok etmeleri ve köleleştirmeleri için onları kullandığını anladıkları ve sömürge politikasının bir suç olduğu bilincinin dünya emekçi kitlelerinin kafasına yerleştiği gün, burjuvazinin egemenliğinin sona ereceğine ilişkin inancımın bütün yurttaşlarım tarafından da paylaşıldığına eminim.”[8] Kemal ve ekibindekilerin “burjuvazinin egemenliğinin sona ereceğine” dair ne bir inancı vardı ne de böyle bir hedefleri. Zaten kendi sınıf doğaları gereği bu mümkün de değildi. Ama bu yönde bir ümidin tohumlarının Anadolu’nun emekçi halkı arasında yeşermekte olduğu açıktı. (devam edecek)
[1]   Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.102
[2]   Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2004, s.221
[3]   M. Kemal değindiğimiz kongreler dizisinin yalnızca son ikisine, Erzurum ve Sivas Kongrelerine katılmıştır. Diğer kongrelerden tarih derslerinde pek bahsedilmemesinin nedeni de bu olsa gerek!
[4]   Maalesef sosyalist hareketin bu konu bağlamında en zayıf olduğu hususlardan biri budur. Sosyalist sanatçılar, şarkılarıyla, şiirleriyle, romanlarıyla bu efsanelerin solda yaygınlaşmasında ciddi bir rol oynamışlardır.
[5]   https://www.aintabdata.com/2019/02/17/atmali-bir-kahraman-molla-mehmet-k...
[6]   Büyük Millet Meclisi adı, 8 Şubat 1921 tarihli bir Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ne dönüştürülmüştür.
[7]   akt. Salâhi R. Sonyel, “Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngilizlerin Eline Geçen Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Tutanakları”, https://belleten.gov.tr/tam-metin/1680/tur
[8]   Lenin’e hitaben yazılmış 4 Ocak 1922 tarihli mektubunda ise M. Kemal, sömürüye boyun eğmemek, asalak sınıfı ortadan kaldırmak, zenginler sınıfını, büyük arazi sahiplerini zayıflatmaktan bahseder. Türkiye’nin Batı’dansa Sovyetler’e yakın olduğunu, “kapitalist ve emperyalist düzene karşı savaştıklarını”, “bugünkü mücadelenin her şeyden önce kapitalizme karşı yöneldiğini”, zaferden sonra büyük işletmeleri devlet eliyle yöneteceklerini ve “böylece gelecekte büyük kapitalist sınıfların efendiliğinin ülkede hâkim olmasının önüne geçmiş” olacaklarını söyler.

Kemalizm
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Millî Mücadele ve Cumhuriyet: Efsaneler ve Gerçekler /2

communist_party_of_turkey_founder_mustafa_suphi_right_and_general_secretary_ethem_nejat_middle.jpg

Anadolu’da devrimci filizlenmeler ve bunların boğuluşu

1920’nin son ayları ve 1921’in başlarında yaşananlar, Millî Mücadele’nin ulusal bağımsızlık perspektifiyle sınırlı burjuva içeriğinin somutlaşması bakımından önemlidir. Bu dönem aynı zamanda Kemalist önderliğin nasıl oportünist, baskıcı, despotik ve emekçi düşmanı bir çizgi izlediğini sergilemesi bakımından da çarpıcıdır. Ancak Kemalist çizginin netleşip İstanbul ve İzmir’in cılız yerli burjuvazisinin, Anadolu eşrafının ve emperyalist burjuvazinin güvenini ve onayını kazanması için, kafalarda soru işareti oluşturan birbiriyle bağlantılı iki sorunun yanıtlanması gerekiyordu: Birincisi, Sovyet hükümetiyle ilişkilerin boyutu ve içeriği, ikincisi, Anadolu’da Sovyet sempatisi taşıyan kıpırdanışın başını çeken ya da çekebilecek olan sol örgütlere ilişkin tutum. Birinci sorunun yanıtı bu söylemlerin diplomatik manevralardan ibaret olduğunun süreç içerisinde berraklaşmasıyla verildi. İkinci sorun ise, Meclisin kendini bir parça daha güvende ve güçlü hissetmesiyle askeri çizmeler aracılığıyla “çözüme” kavuşacaktı. I. Dünya Savaşının yıkımla sonuçlanmasının doğurduğu ortamda, Anadolu’da artık Osmanlı yönetimi yönetemez hale gelmişti. Ekonomik yıkım, muazzam can kayıpları, salgın hastalıklar, açlık ve sefaletin büyümesinin yanı sıra doğan siyasal kaos da bu tabloyu tamamlıyordu. Anadolu’nun iktisadi geriliğini, işçi sınıfının cılızlığını, örgütsüzlüğünü ve bilinçsizliğini unutmamak ve abartılı kavramamak kaydıyla şunu söyleyebiliriz ki, Ekim Devriminin yankıları böylesi bir ortamda beklendiğinden de büyük oldu. Yalnızca bunalımdan bir çıkış yolu arayan genç aydınları değil, Anadolu’nun politik gelişmelerden bir ölçüde haberdar olabilen yoksul emekçi kesimleri de Ekim Devrimini ilgiyle takip ediyorlardı. Doğu Anadolu’nun Rus sınırında bulunması, o dönemde Kafkasya’da yaşanan altüst oluşlar dolayısıyla bu etki o bölgede daha güçlü hissediliyordu. Yıllar boyu Osmanlı ile Çarlık arasındaki bitip tükenmez savaşların Çarlığı yıktığı bilinen devrimci bir hükümet tarafından (Sovyet hükümeti) artık sona erdiğinin ve tazminatsız-ilhaksız bir barış istendiğinin açıklanması, Sovyet köylüsünün toprak sorununun çözüme kavuşması, bunları duyabilen yoksul Anadolu emekçileri arasında bir sempati ve merakla karşılanmıştı. Böyle bir ortamda, bir yandan İstanbul’da komünistler ve sosyalistler işçi sınıfı içerisinde bağlar kurarken, diğer tarafta da Anadolu’daki komünistler birkaç büyük kentte ilk örgütlenme adımlarını atmaya, işçi sınıfıyla bağlar kurmaya ve gelişen yoksul köylü hareketleriyle ilişki içerisine girmeye başlamışlardı. 10 Eylül 1920’de tam da bu yeşerişin bir ifadesi olarak Türkiye Komünist Partisi kuruluyor ve böylelikle İstanbul ve Anadolu’daki komünist faaliyetin merkezileşmesinin sağlanmasına dönük önemli bir adım atılmış oluyordu. Bu kongreden hemen önce Bakü’de toplanmış olan I. Doğu Halkları Kurultayına Ankara hükümetinin temsilcileri de katılmış, orada anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm üzerine bolca laf edip kendilerini kızıla boyamalarına rağmen belli bir ihtiyatla karşılanmışlardı. Bu kurultaya Enver Paşa da sözde “Fas, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp devrimcilerini” temsilen katılmıştı. Komintern yönetimi, kendisine iletilen raporlara dayanarak, Avrupa’da ve Kuzey Afrika’da güçlü ilişkilere sahip olduğunu düşündüğü Enver’in bu kurultaya katılmasına göz yummuştu. Enver gibi sınıfı ve siyasi meşrebi belli bir adamın böyle bir kurultaya katılarak bildiri sunması doğal olarak TKP delegasyonu tarafından açıkça protesto edilmişti. Burada Enver için bir parantez açalım. İttihat Terakki ülkede iktidarı kaybetmiş ve en önde gelen lideri olan Enver yurtdışına kaçmış olsa da, her ikisinin de gücü ve etkisi ortadan kalkmamıştı; tersine daha önce de ifade ettiğimiz gibi, MHC’leri kuran, yöneten ve yönlendiren de İttihatçılardı. Enver, Bolşeviklerin desteğini kazanmak için çeşitli manevralar yapıyor, Anadolu’daki hareketin başına geçmek için çabalıyordu.[9] O kadar ki, İngiliz düşmanlığı nedeniyle İngiltere’nin dikkatini yoğunlaştırdığı odaklardan biri olan Enver için, İngiliz istihbarat raporlarında, Bolşeviklerin bu yönde bir planları olduğu dahi dillendiriliyordu. Anadolu’da ve Meclis içerisinde de onun etkisinde olan çok sayıda insan bulunuyordu. Ne kadar cılız olsa da mülksüz yoksul yığınlar arasında ortaya çıkan ve üstelik denetimleri dışında olan bu gelişmeler Ankara hükümetini tedirgin ediyordu. Zira kapitalizmin geriliğine ve cılız işçi sınıfının yolun çok başında oluşuna rağmen, tehdidin büyüğü olan Sovyet Devleti kapı komşusuydu. Etkisi de yabana atılacak gibi değildi. Anadolu’da sosyalizan arayışlar sadece komünistlerle sınırlı değildi. İçine düşülen müşkül durumdan tek çıkış yolunun Bolşeviklerle işbirliği yapmak ve hatta “Bolşevik prensipleri kabullenmek” olduğu düşüncesi hayli yaygındı. Böyle düşünen, Bolşeviklere sempati duyan (bazıları da öyle gözüken) bir kısım mebus Meclis’te Halk Zümresi adlı bir grup kurmuştu. Üçü bakan olmak üzere 14 milletvekilinden oluşan bu grubun üyeleri, aslında Millî Mücadele kadrolarının çoğunluğu gibi İttihatçılıktan geliyorlardı. Onun sol kanadı sayılabilirdiler.[10] Bu grup, Yeşil Ordu Cemiyetinin Meclisteki uzantısı niteliğinde idi. 1920 Eylülünde grubun başını çeken Nâzım Bey, Meclis’teki oylamada M. Kemal’in adayı karşısında ezici bir farkla üstün gelerek İçişleri Bakanı olarak seçilebilmiş, ancak M. Kemal’in kabul etmemesi ve baskıları üzerine istifa etmişti. Yeşil Ordu Cemiyeti, Ankara ve Anadolu’daki komünistlerle ilişki içindeydi. Sovyetler’le gelişen ilişkiler neticesinde Bolşeviklik sempatisi yaygınlaşırken, Çerkez Ethem de (kendi siyasi ikbal hesapları doğrultusunda Bolşeviklerin desteğini kazanmak için) 1920’nin yaz aylarında bu cemiyetle güçlerini birleştirmişti.[11] Çerkez Ethem Batı Anadolu’da direnişin simgesi durumundaydı ve 1920 yılı boyunca süren gerici ayaklanmaların biri hariç hepsini bastıran bir kahraman olarak anılıyordu. Henüz TBMM güçleri Yunan ordusuyla tek bir çatışma içine dahi girmemişken, Yunan ordularının ilerleyişini durduran, Çerkez Ethem’in Kuvayı Seyyare (Gezgin Kuvvetler) adındaki gerilla birlikleriydi. Yoksul köylülüğün isyancı kesimlerini barındıran bu birliklerin içerisinde bir de Bolşevik Taburu adıyla anılan, başında TKP üyesi bir yüzbaşının bulunduğu 700 piyadelik[12] bir birlik vardı. Bu güçler, başta Eskişehir ve Ankara’dakiler olmak üzere Anadolu’daki komünistlerle birlikte Aralık 1920’de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkasını (THİF) yasal bir parti olarak kuracaklardı. Emekçi halkın seferberliği fikrinden hiçbir şekilde haz etmeyen devletlûlar (M. Kemal ve ekibi) açısından bu güçler potansiyel bir tehdit anlamına geliyordu. Siyaset ve örgütlülük halkın değil, seçkin sivil-asker bürokratların ve onlarla aynı kafada olan aydınların işi olmalıydı. Halk, onların gözünde hep bir tebaa idi ve halkın kendi içerisinden çıkaracağı güçler mutlak surette denetim ve tahakküm altına alınmalı, merkezi bürokratik kurumların içerisinde eritilmeli, bunu kabul etmeyenler imha edilmeliydi. Uzun yıllar sonra, “bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diyenler, daha burjuva cumhuriyetini kurmadan önce bile bu seçkinci despotik kafada olduklarını kanıtladılar. 10 Eylülde gerçek TKP’nin kurulmasının ardından, Mustafa Kemal ekibindekiler önce kendilerini solda gösterebilmek için bir Halkçılık Programı ilan edip, radikal devrimci unsurları kendilerine çekmeye çalıştılar. Ardından Meclis adına “Türkiye halkını emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hâkimiyetinin sahibi kılmak” ifadelerini taşıyan bildiriler yayınladılar. 18 Ekimde de kendilerine bağlı sahte bir Türkiye Komünist Fırkası (TKF) kurdular. Ama bu manevralarla yetinmeyip, devrimci unsurların, solun ve komünistlerin üzerine gitmeye başladılar. 1920 yazında Çerkez Ethem’in güçlerini Yeşil Orduyla birleştirmesi, M. Kemal açısından alarm ziliydi. Çünkü bu adım halk içinde büyük itibar kazanan, Mecliste bağlantıları olan, elinin altında büyük bir askeri güç bulunduran bir milis komutanının Sovyetler’le resmen ilişkilenmesi anlamına geliyordu. M. Kemal, özetle, “memleket elden gidiyor, onu muhafaza etmeli, anarşi ve inkılâbın ve dahi Rus tabiiyetinin önüne geçmeliyiz” diyerek en güçlü rakibi durumundaki Çerkez Ethem’i ve müttefiklerini tasfiye için düğmeye bastı. Önce Yeşil Ordu Cemiyeti yasaklandı, yayınları kapatıldı. Ardından Kasım ayında silahlı halk milislerinin, yani Çerkez Ethem’in Kuvayı Seyyare birliklerinin tasfiye edilerek, milislerin kurulacak düzenli orduya katılması hükümet kararı olarak ilan edildi. Bu karara uymayan Çerkez Ethem vatan haini ilan edildi ve üzerine askeri birliklerle gidildi. Çerkez Ethem karara uymamasına rağmen, Meclise bağlı askeri güçlerle çatışmak istemeyip ya da çatışmayı göze alamayıp 5 Ocak 1921’de geri çekildi, birliklerini dağıttı, kısa bir süre sonra da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle yalnızca muhtemel bir dişli rakibin silahlı gücünün unsurları tasfiye edilmekle kalmayacak, bu olay bahane edilerek birkaç hafta içinde toplumsal bir devrimden yana olan tüm gruplar fiilen tasfiye edileceklerdi. Nitekim bu bahaneyle Meclisteki THİF üyesi olan Halk Zümresi milletvekilleri tutuklanıp vatan hainliğiyle yargılandılar ve parti kapatıldı. Kemal ve kurmaylarının kurduğu sahte komünist fırka da bu temizliklerden sonra kapatıldı. Ardından Türkiye komünist hareketine, etkilerini çok uzun yıllar hissettirecek ağır bir darbe vuruldu. Türkiye Komünist Partisinin 15 kişilik yönetici ekibi, çalışmaları yürütmek, komünistlerin varılan kongre birliğini hayata geçirmek ve “Anadolu devrimini ilerletmek” üzere Bakü’den Ankara’ya gelmek için yola çıkmışlar, ancak Ankara hükümetinin gazabı ile karşılaşmışlardı. Ankara’dan gelen direktiflerle Erzurum’da kente sokulmayan TKP heyeti zorla Trabzon’a götürüldü. Oradan da geri gönderiliyorsunuz denilerek 28 Ocak 1921 gecesi tekneye bindirilip, Karadeniz açıklarında tabancayla, bıçak ve süngülerle katledilip, denize atıldı. En başta Mustafa Suphi olmak üzere TKP merkezinin yok edilmesi, Anadolu devriminin geleceğine büyük ve ezici bir darbeydi. Türkiye komünist hareketine karşı girişilen baskı ve zulmün en kanlı ve birinci perdesi idi bu, arkası da ilerleyen yıllar içerisinde gelecekti. Maalesef bu katliam, hem Sovyet Dışişleri tarafından hem de Komintern tarafından geçiştirildi. İlerleyen yıllarda farklı ülkelerde çok daha acı sonuçlara da yol açacak bir tutumun ilk örneklerindendi bu: Sovyet devletinin kesimsel çıkarlarının ifadesi olan Sovyet diplomasisi, bütünsel çıkarların ifadesi olması gereken Komintern’in politikasının önüne geçirilmiş oluyordu. “Türkiye sorununun Komintern’de açıkça tartışma konusu yapılmayıp, bir oldu-bitti gibi üstünün örtülmesinin haklı çıkartılabilecek bir yanı yoktu. Bu hatalı tutum nedeniyle, Türkiye’deki milli mücadelenin ve M. Kemal önderliğinin niteliği konusunda pek çok yanılsama doğdu; istismara açık boşluklar yaratıldı. Bu durum, daha sonra Stalinizmin egemenliği altında Türkiye komünist hareketine empoze edilecek sınıf uzlaşmacı çizginin de sorgulanmadan kabul edilmesine zemin oluşturacaktı. Bu ortamda Stalinizm, mevcut zaafları fırsat bilecek ve böylece Türkiye komünist hareketine uzun yıllar boyunca, Kemalizm kuyrukçuluğu, ezen ulus milliyetçiliği, «kendi» burjuvazisiyle sarmaş dolaş bir garip «cephe» ya da «anti-emperyalizm» anlayışı egemen olacaktı.”[13]

1921-1922

Bu tasfiye ve katliamlarla Anadolu’da yürüyen direniş hareketini Sovyet çizgisine çekme çabasındaki tüm siyasi muhalefet odakları dağıtılmış oluyordu. Sonrasında TBMM’de kabul edilen 1921 Anayasası, elbette ki çok önemli bir adımı temsil ediyordu. Ülkede zaten bir Anayasa vardı, 1876’da kabul edilen Kanun-i Esasi, iki yıl sonra II. Abdülhamid tarafından feshedilmişse de 1908’den sonra tekrar yürürlüğe konmuştu ve halen geçerliydi. Dolayısıyla şimdi yeni bir hükümetten sonra yeni bir Anayasa da varlık kazanıyordu. Bu adımla Ankara hükümeti, devlet benim demiş oluyordu, ama utangaçça! Zira daha Meclis açılırken, onun üstünde hiçbir güç yoktur denilmişti, bu İstanbul hükümetinin artık tanınmayacağı demekti. Şimdi de, Anayasa’nın 1. maddesinde egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu ve bunu da milletin bizzat ve bilfiil Meclis aracılığıyla yürüteceği belirtiliyordu. Bu Fransız devriminin ilkesiydi, cumhuriyetin anlamıydı ve bunun saltanatla bağdaşmadığı apaçıktı. Kişi egemenliğinin yerine (güya) halkın egemenliği getirilerek cumhuriyet ima ediliyordu ama bu kavram asla anılmıyordu.[14] Yani hâlâ Saltanatla yüzleşmeye cesaret edilemiyordu. Tabana, kitlelere dayanan köklü devrimci dönüşümler çizgisini değil de tepede uzlaşmalarla yol alacağı bir kontrollü dönüşüm ve ıslahat çizgisini benimseyenlerin tipik tutumudur bu. TBMM, Anadolu’da henüz yolun başındaki Bolşevik oluşumları ezip yok eden bir güç olarak, gerek İstanbul burjuvazisinin, gerek Anadolu eşrafının, gerekse de emperyalist devletlerin tam onayını almasa bile güvenini kazanıyordu. Onların gözünde, TBMM artık hiç de zayıf bir önderlik değildi, tersine uzlaşılması, ilişkiye geçilmesi ve işbirliği yapılması mümkün ve gerekli bir önderlik haline gelmişti. Emperyalist devletlerin Sevr Antlaşmasındaki uzlaşması istikrarlı gözükmüyordu. Fransa, İngiltere ve İtalya arasındaki çekişmelerin ardı arkası kesilmiyordu. Gerçekte emperyalistler arasındaki bu rekabetten, bizzat emperyalist ülkelerdeki siyasal çalkantılardan, hükümet değişikliklerinden, işçi hareketinin yükselişinden vb. kaynaklı olarak hiçbir emperyalist güç, Anadolu’da doğrudan bir savaşa girişmedi. Fransızlara karşı Antep’te yürütülen gerilla mücadelesi bir yana bırakılırsa, 1919’dan 1923’e dek, bu emperyalist güçlerle TBMM hükümetinin ordusu arasında doğrudan tek bir savaş bile olmamıştı! Türk ordusunun savaştığı güçler, Batı’da 1921’e kadar İngiliz hükümetinin desteğini alan Yunan ordusu, Doğu’da da Ermeni güçleri olacaktı. Üstelik Yunanlılara doğrudan İngiliz desteği bile aktardığımız gelişmeler üzerine 1921’de kesilecekti! Sevr Antlaşmasından sonra da bu antlaşmanın gözden geçirilmesi için bir dizi uluslararası konferans yapıldı. Ve artık bu konferanslara, emperyalist-kapitalizmin gözünde rüştünü ispat eden TBMM de davetli idi! Üstelik Fransa ve İtalya, Yunanlıları değil Ankara hükümetini destekliyordu artık. Anadolu solunun ezilmesinin hemen ardından Şubat 1921’de yapılan Londra Konferansında, TBMM temsilcileri emperyalistlerle ayrı ayrı imtiyaz anlaşmaları imzalamaktan geri kalmadılar. Ankara hükümeti Misak-ı Milliden ciddi geri adımlar atmış, buna mukabil İngilizler ve Fransızlar da işgali sonlandırmayı ve asgariye indirmeyi kabul etmişlerdi. Ama Yunan tarafı bu yeni uzlaşmayı kabullenmedi, geri çekilmeyi reddetti. 1921 Temmuzunda, Anadolu’daki bu belirsizlik durumuna son verip Sevr Antlaşmasıyla edindiği kazanımları somutlamak, İngilizlerin desteğini tekrar kazanmak ve yürüttüğü savaşı sonuçlandırmak üzere Yunan ordusu güçlü bir saldırıya geçti. Türk ordusu geri çekilerek Ankara’ya 70-80 km uzaklıkta mevzilendi. TBMM açısından durum hiç de parlak gözükmüyordu. Meclis tüm yetkilerini Mustafa Kemal’e devrederek onu başkomutan ilan etti. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 arasında yirmi iki gün süren Sakarya savaşı, Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Bu zaferle birlikte TBMM Anadolu’daki hâkimiyetini pekiştirecekti. Askeri açıdan da rüştünü ispatlayan Meclis, artık yeni bir dost daha kazanmıştı: Fransa. Ekim 1921’de Fransa ile Ankara Antlaşması imzalandı. Fransa’nın Suriye’deki egemenliği tanınıyor, buna karşılık Fransa da Ankara hükümetini resmen tanıyor ve Anadolu’daki tüm birliklerini geri çekiyordu. Üstelik tıpkı daha önce İtalyanların yaptığı gibi, İngiltere ile süren rekabetinden dolayı Fransa, silahlarını geride bırakmayı da ihmal etmedi! Ne de olsa bunun karşılığını zaten tanınan ekonomik ayrıcalıklarla fazlasıyla alacaktı! 1922 baharında çıkarılan af kanunuyla, Anadolu TKP’si olarak değerlendirilen THİF’nin yönetici ve üyeleri de hapisten çıktılar. Mart 1922’den itibaren yeniden örgütlenmeye başlayan THİF’nin 1. kongresini toplaması Ankara hükümetince engellenmeye çalışıldı. Komintern delegesinin katılması yasadışı addedilerek iptal edilmeye çalışılan bu kongrenin toplanacağı sinema salonu yakıldı. THİF kongresi ancak Ağustos 1922’de gizli olarak toplanabildi. Kongreden hemen sonra ise THİF bir kez daha yasadışı ilan edilip kapatıldı. Yönetici ve üyeleri bir kez daha devlete karşı suç işlemekten ve Sovyet hükümeti adına casusluk yapmaktan yargılandı. Anadolu’nun çeşitli illerinde 200’den fazla kişi tutuklanıp hapse tıkılmıştı. Bu gelişmelerin ardından İngiltere ile Ankara hükümeti arasındaki müzakereler daha da hızlandı. İngilizler kimi tavizler vermeye başlamışlardı. Ancak İngiliz emperyalizmi ile nihai bir uzlaşmanın sağlanabilmesi için Yunan ordusuna karşı TBMM’nin rüştünü tam olarak ispatlaması gerekiyordu. Bir yıl süren hazırlıklardan sonra 26 Ağustos 1922’de Yunan ordusuna karşı saldırıya geçildi. Dumlupınar’da uğradıkları yenilgiden sonra iki hafta içerisinde Yunan birlikleri Anadolu’dan tümüyle çekilecekler ve böylelikle TBMM amacına ulaşmış olacaktı. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. Yunan birlikleri Trakya’yı da boşaltarak Meriç ırmağının batısına çekilecekler, Boğazlar ise barış antlaşması imzalanana kadar İngilizlerin denetiminde kalacaktı. Böylelikle aslında Millî Mücadele sona ermiş, askeri zafer kazanılmış oluyordu.

“Kuvayı Milliye Destanı”

1919-1923 döneminde emperyalistlerle doğrudan tek bir savaş yaşanmamış, İngilizlerin desteğini kaybeden Yunan ordusuyla ise bir yıl arayla önce bir savunma (Sakarya) ardından da bir taarruz savaşı (Dumlupınar) olmak üzere toplam iki meydan savaşı gerçekleşmiştir. Yunan ordusunun ilerlemesini durduran ya da yavaşlatan irili ufaklı kimi çatışmaları (ki bunlar esas olarak Kuvayı Milliye milisleri tarafından gerçekleştirilmiştir) bir tarafa bırakacak olursak, anlı şanlı “Kurtuluş Savaşı”nın askeri tarihi bundan ibarettir! M. Kemal efsanesini yaratmak üzere abartılıp, hakkında övgüler, destanlar yazılan bu iki savaşta ve hatta Yunan ordusuyla Kuvayı Milliye güçlerinin düzensiz çatışmalarında toplam kaç kişinin öldüğüne tarih derslerinde pek değinilmez. Sakarya nehrinin kızıla boyandığı söylenir de, Sakarya savaşında 90 bin kişilik Türk ordusunun yalnızca 3300 civarında bir kayıp verdiğinden pek bahsedilmez.[15] Ama sadece bu savaşta cepheden kaçan Türk askeri sayısı 31 bindir! Aynı şekilde, tüm 1919-23 döneminde verilen toplam kayıp, kimi kaynaklara göre 9 bin[16], kimilerine göre ise 13 bin civarındadır. Günümüz faşistlerinin dile getirdiği en abartılı rakam bile 30 bin civarındadır. Oysa daha Dumlupınar savaşı gerçekleşmeden önce cepheden kaçan askerlerin sayısı 48 bine ulaşmıştı, yani ordu mevcudunun yaklaşık yarısı![17] İstiklal Mahkemelerinde ölüme mahkûm edilen asker kaçaklarının sayısı, Mustafa Kemal’e Gazi unvanını kazandıran Sakarya savaşında ölen asker sayısından fazladır, 3881 kişi! Yalnızca 1915 Çanakkale savaşında 250 bin askerin öldüğü söylenir. Oysa 4 yıllık bir “kurtuluş” savaşında toplamda 10 bin civarında asker yaşamını yitirmişti. Ama bunun yaklaşık beş katı, yani batı ordusunun neredeyse yarısı firar etmişti. Firarlar o kadar yaygındı ki önlemek için Vatana İhanet Kanunu çıkarılmıştı. Buna göre firar edenler eğer teslim olmazlarsa yakalandıklarında idam edilecekler, “malları ellerinden alınacak, evleri yakılacak, karı ve çocukları sürgüne gönderilecek”ti. Tüm bu olgular, Anadolu’nun yoksul halkının bu “savaş”a büyük fedakârlıklarla ve koşa koşa katıldığını ve savaşın halkın kahramanca mücadelesiyle kazanıldığını mı gösteriyor? Bu iki savaşta M. Kemal’in askeri dehası bolca övülüp efsaneleştirilmiştir. “Kurtuluş Savaşı” efsanesinin bir parçası olarak cefakâr Türk kadınının top mermilerini sırtında cepheye taşıdığı söylenip durulur da, o top mermilerinin, topların, tüfeklerin vb en az yarısını sağlayanın Sovyet hükümeti olduğuna pek değinilmez. Yani sırf Yunan ordusunun arkasındaki İngiliz desteği nedeniyle kendisini emperyalizme karşı savaşım vermiş olarak gösteren Kemalist önderlik, kazandığı zaferdeki Sovyet yardımının payını özenle saklamıştır. Gerçekten de Sovyetler’in yaptığı yardım çok büyük boyutlardaydı. Sovyet hükümeti askeri mühimmattan ve mali yardımdan oluşan desteği iki parti halinde vermişti. Bunlardan ilki Sakarya savaşından, ikincisi ise Dumlupınar savaşından önce yapıldı. Toplam mali yardım 17,5 milyon altın ruble ve 100 bin altın Osmanlı lirası idi. Bu mali yardım, o dönemki TBMM’nin iki yıllık savunma bütçesinden fazlaydı! Askeri mühimmata gelince: 45 bin tüfek, 53 bin kutu tüfek mermisi, 96 top, 167 bin top mermisi, 327 makineli tüfek, 4000 el bombası, 2 avcı botu ve diğer mühimmatlar. Bir ölçü olsun diye söyleyelim. Sakarya Savaşında Türk ordusunun elindeki 55 bin tüfeğin 30 bini, kullanılan mermilerin yarısı, ağır makineli tüfeklerin dörtte biri, topların üçte biri Sovyet hükümetinden gelmişti![18]

Cumhuriyetin ilanı

Askeri “zafer” kazanılmıştı ve ilk TBMM görevini yerine getirmişti. Şimdi Meclis içerisinde Kemalist ekibin nihai iktidarını kurmak, askeri zaferin siyasi meyvelerini Meclis içerisinde de toplamak gerekiyordu. Sakarya savaşının öncesinde Meclisin tüm yetkilerini üzerine alarak üç aylığına olağanüstü diktatörlük yetkileriyle donanan ve zaferden sonra Gazi sıfatını alan Mustafa Kemal, bu konumunu kaybetmeye hiç de niyetli olmadığını, sözkonusu yetkileri resmen üçer aylığına üç kez uzattırarak göstermişti. Nihayet Yunan işgalinin sona ermesiyle birlikte, zaferi kazanan TBMM içerisinde de o güne dek, “Devlet-i Âli Osmani”nin yani saltanatın ve hilafetin kurtarılması, ulusal bağımsızlığın sağlanması hedefleriyle işbirliği yapan kesimlerden hangisinin yeniden kurulacak devlette söz sahibi olacağının kararının verileceği günler gelmişti. Mecliste eski rejimin devamından yana olanlarla oportünist bir temelde uzlaşan, onların desteğini adım adım kazanan ve artık onlara ihtiyacı kalmadığı ortaya çıkınca safları netleştirmeye girişen Kemalist önderlik, kazandığı prestijle birlikte saldırıya geçti. Mecliste, Mustafa Kemal’in “kişisel diktatörlüğü” ve saltanat sorunu hususunda yükselen tartışmalar Mustafa Kemal’in “bazı kafaların kesilme ihtimali”nden bahsetmesiyle son buldu. 1 Kasım 1922’de “Hilafet, Hanedan-ı Âli Osman’a ait” kalmak üzere saltanattan ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. İşin ilginç tarafı, saltanatın ilga edilmesiyle padişahlık (yani Batı’daki muadiliyle monarşi) ortadan kaldırılmış oluyor ama yerine devletin yönetim şekli olarak bir şey tanımlanmıyordu. Devlet artık ne monarşik bir devletti ne de cumhuriyet! Bu şekilde (birkaç gün eksiğiyle) tam bir yıl geçti cumhuriyetin ilan edilmesi için! Saltanatı kaldırdığını ilan eden ama cumhuriyet ilan edemeyen bir burjuva “devrim”! Sadece bu bile Türk burjuva devriminin, halk katmanlarının hareketine ve seferberliğine dayalı olmayan, tabandan, aşağıdan değil, tepeden bir devrim olduğunun çıplak bir göstergesidir. Ardından kesintilerle de olsa sekiz ay sürecek olan Lozan barış görüşmeleri başladı. Artık TBMM, emperyalist devletlerce resmen tanınan bir hükümeti temsil ediyordu. Bu hükümetin baskı, yasaklama, kapatma ve tutuklama dalgası İstanbul’a da uzanmıştı. 1 Mayıs 1923 gösterileri bahane edilerek İstanbul’da da komünistlerin denetiminde olsun olmasın tüm sendikal birlikler kapatılıyordu. Ankara hükümetinin İstanbul işçi hareketini denetim altına almak için kendi eliyle kurduğu Umum Amele Birliği bile bu baskılardan kurtulamadı ve kapatıldı. Sol örgütlenmelere ve kuşkusuz en başta da komünist çevrelere dönük ezme harekâtı bir kez daha yoğunlaştı. İstanbul’da TKP’nin önderleri ve kadroları tutuklanıp, “işçi iktidarını açıkça savunmak ve işçilerin hükümete karşı gösteriler yapmasına çalışmak”tan yargılandılar. Kemalist önderlik, cumhuriyete doğru giderken, kuracağı rejimin sınırları ve burjuva doğasını böylece net bir şekilde çizmiş oluyordu. Kapitalist üretim ilişkilerinin hızla yaygınlaşmasını ve egemen kılınmasını hedefliyorlardı. Mart 1923 İzmir İktisat Kongresi de bu gerçeğin teyidi anlamına geliyordu. Siyasal iktidarı fiilen elinde tutan milliyetçi askeri bürokrasiyi, İstanbul ve İzmir’in Müslüman-Türk burjuva çevrelerini, Anadolu eşrafını ve büyük toprak sahiplerini bir araya getiren bu kongre Lozan’da görüşmelerin sürdürüldüğü emperyalistlere de, kurulacak yeni rejimin kapitalist sisteme ve Batı’ya bağlı kalacağının, hedefinin kapitalizmi geliştirmek olduğunun mesajını veriyordu. Amaç milli bir burjuvazinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi idi, bu ise Batı ile ticari ve sınai işbirliğini gerektiriyordu. Kesintiye uğrayan Lozan görüşmeleri, emperyalistlere verilen bu güvencelerle Nisan 1923’te tekrar başlayacaktı. Bu arada, Mecliste iç temizlik de devam etti. Lozan görüşmelerinin sonuçlarının değerlendirilmesindeki farklılıklarla bir kez daha alevlenen Meclis içi saflaşma, Mustafa Kemal’in Müdafaa-i Hukuk Grubuna (1. Grup) karşı kurulmuş olan 2. Grup önderlerinden Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’in muhafızları tarafından öldürülmesi üzerine had safhaya ulaştı. Bu durumu fırsat bilen Mustafa Kemal, bu ilk Meclise son vererek, kendi belirlediği adaylardan oluşan yeni bir Meclis için seçimlere gidilmesini karara bağlatmıştı. 11 Ağustosta üçü hariç tümü Mustafa Kemal’in bizzat belirlediği mebuslardan oluşan 2. Meclis açıldı. 23 Ağustosta Lozan Antlaşması Meclis tarafından onaylandı. Ve ardından, 1921 Anayasasının değiştirilmesiyle devletin yönetim şeklinin cumhuriyet olacağı saptandı. Böylelikle 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Mecliste tek bir parti vardı; muhalefet şeklen tasfiye edilmiş, demokratik olmayan, tek partili bir cumhuriyet kurulmuştu. Dolayısıyla, siyasi farklılıklar da bu parti içerisinde şekillendi. Yeni Meclisteki ve Halk Fırkası içindeki tartışmalar, saflaşmalar, entrikalar ve tasfiyeler devam etti. 1925’teki Takrir-i Sükûnla estirilen devlet teröründen yalnızca Kürtler, komünistler, mücadeleci işçiler değil, yeni muktedirlere az ya da çok ses çıkaran herkes nasibine düşeni aldı. İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla M. Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim kuruldu. Ortada bir Meclis olmasına ve zaman zaman seçimler yapılacak olmasına rağmen bu yapı hiçbir şekilde demokratik bir cumhuriyet değildi. Tasfiyelerin ardından Kemalist rejim siyasal istikrara kavuştuğunda, yaratılan şeyin, bir tek parti-tek adam diktatörlüğü, olağanüstü bir burjuva rejimi olduğu daha belirgin şekilde ortaya çıktı. “TC’nin kuruluşuyla sonuçlanan 1923 burjuva devriminin, halk kitlelerinin katılmadığı tepeden bir devrim olduğu açıktır. Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.”[19] Mehmet Sinan da şunları söylüyor: “Millî Mücadele’ye önderlik eden ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra da siyasal iktidar tekelini elinden bırakmayan bu burjuvalaşmış bürokrat kadrolar, iktidarlarını hiçbir dönemde halka dayandırma yanlısı olmamışlardır. Bunlar gerçek anlamda halk devrimcisi değil, çökmüş bir imparatorluğun devlet aygıtından gelen ve tıpkı kendi öncelleri gibi «Batılılaşma, modernleşme» özlemi içinde olan birer burjuva reformisttiler yalnızca. Dolayısıyla bunlar, Osmanlı’dan miras kalan kurum ve yapıları köklü bir halk devrimiyle ortadan kaldırmak yerine, bu yapıların pek çoğunu yeni kurulan cumhuriyet rejimine uyarlayarak muhafaza etme yolunu tutmuşlardı. (…) cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır.”[20] TC’nin kuruluşundan sonra, Kürt halkına, komünistlere, işçi sınıfına ve emekçilere dönük baskılar, katliamlar ve tutuklamaların ardı arkası kesilmedi. Yüzyılın başında Anadolu’nun nüfusunun dörtte biri gayrimüslimler (Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler) iken Millî Mücadele’nin sonucunda bu oran yüzde bire inmişti. Birinci Dünya Savaşında başlayan zulüm, Millî Mücadele sırasında da azalarak sürmüş, ardından kurulan Cumhuriyet döneminde de devam etmişti. Halklar katledildiler, sürüldüler, mallarına çöküldü. Millî Mücadele’nin sonucu, devlete tapınan “akbaba ruhlu” bir burjuvazinin oluşumuydu. TC, Anadolu’nun yoksul emekçi halklarına, barış, huzur ve refah getirmek şöyle dursun, onların emeğinin dizginsiz ve sınırsız bir sömürüsü üzerinden yerli bir burjuva sınıfın oluşumuna kaynak aktarmaktan başka bir şey yapmadı. Kürt halkı yıllar boyunca olduğu gibi bugün de asimilasyon ve devlet terörüyle karşı karşıyadır. TC’nin sözde laikliği, yıllar boyunca gerçekleşen onlarca Kürt ayaklanmasının, gericiliktir, şeriatçılıktır vb. söylemleriyle bastırılmasının kisvesi oldu. Gerçekleşen Kürt ayaklanmalarında öldürülenlerin sayısı en iyimser rakamlarla kurtuluş savaşında ölen asker sayısının 20-30 katına yaklaşmakta, zorunlu göçe tabi tutulanların sayısı yarım milyonu geçmektedir. Komünistler on yıllar boyunca kovuşturmalara, tutuklamalara, işkencelere maruz kalmaktan, hapislerde ömür tüketmekten ve idam sehpalarında can vermekten kurtulamadılar. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren işçi sınıfı, bir iş yasası için 12 yıl (ki o da zamanın faşist İtalya’sından alındı), bir sendika yasası için 23 yıl, grev hakkının sınırlı da olsa elde etmek için ise tam 40 yıl beklemek zorunda kaldı. 1 Mayıs kutlamaları 50 yıldan fazla bir süre boyunca yasak idi. Bu cumhuriyet, gerek kuruluş sürecinde önderliğini üstlenen siyasal güçlerin gösterdiği üzere gerekse de kuruluşunun ardından emekçi kitlelere, ezilen Kürt halkına ve kalan gayrimüslim unsurlara dönük izlediği politikalarla işçi sınıfının da ezilen halkların da cumhuriyeti olmadığını on yıllar boyunca defalarca kanıtlamıştır. Komünistlerin görevi, Anadolu’daki emekçilere sömürüden kurtuluşun yolunu, ezilen halklara da gerçek özgürlüğün yolunu gösterecek ve dünya devriminin kıvılcımını çakacak bir proleter devrimin gerçekleştirilmesinde işçi sınıfına ve yoksul emekçi kesimlere önderlik etmektir. Kuruluşunu şenliklerle, bayram coşkusuyla kutlayacağımız cumhuriyet, ancak böylesi bir emek cumhuriyeti olacaktır!
[9]   Ama onun ufku ve hırsı bununla sınırlı değildi; İngiliz sömürgeciliğinin boyunduruğu altında Müslüman halkları kendi liderliği altında birleştirme hayalini sürdürüyordu. Bu kez müttefik olarak kendisine İngiliz emperyalizmiyle ölümüne bir savaş içerisindeki Sovyet devletini seçmişti. Sovyet devleti, hem İngiliz emperyalizmini sömürgelerde sıkıştırabilmek hem de İngilizlerle rahatça uzlaşabileceğini düşündüğü M. Kemal’e karşı bir denge/baskı unsuru ya da gerektiğinde alternatif olarak Enver’i de desteklemiştir.
[10] Öyle ki, İngiliz istihbarat raporlarında Bolşevik sempatizanları İttihatçılar olarak anılıyor, karşılarında Halide Edip gibilerin başını çektiği Bolşevik düşmanlarının olduğu söyleniyor, M. Kemal’in de iki grubu dengeleyip idare etmeye çalıştığı belirtiliyordu.
[11] Çerkez Ethem’in kendisini Bolşevizm taraftarı olarak göstermesinin Sovyet hükümetine inandırıcı gelmediği biliniyor. Sovyet Devletinin Ankara’yla ilişkilerini yürütenlerden Frunze, anılarında şöyle diyor: “Ulusal devrim hareketi sırasında ortaya çıkan, köylü toplumunun sınıfsal içgüdüsü ve ihtiyaçlarının sömürüsüyle ün kazanan, oysa aslına bakılırsa su katılmamış bir demagog ve maceracıdan başka bir şey olmayan adamın kaderi bu.” (Türkiye Anıları, Cem Yayınevi, İstanbul 1978, s.101)
[12] Çerkez Ethem anılarında 700 piyade diyor. Yeşil Ordu Ankara hükümeti karşısında yenildiğinde, yüzbaşı İsmail Hakkı, Çerkez Ethem gibi Yunan güçlerine sığınmayıp Ankara hükümetine teslim oldu. Verdiği ifadede taburun 5 subay ve 261 erden ibaret olduğunu söyledi. Ardından da idam edildi!
[13] Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.103-104
[14] Bir yıl sonra cumhuriyet ilan edildiğinde, Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu Abdürrahman Şeref Bey: “Eşkâli hükümetin taâdadına lüzum yok. Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir; dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu, cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama, bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin.” Madem bu kadar açıktı, o zaman neden beklendi?
[15] İstiklal Harbi Sıhhi Raporu, Türkiye Cumhuriyeti Müdafaa-i Milliye Vekâleti Sıhhiye Dairesi, 4. Şube, 31 Ekim 1340, s.37. Daha sonra eklenen sayılarla (muhtemelen kayıp ve kaçakların bir kısmının daha şehit sayılmasıyla) bu sayı günümüzde Genelkurmay tarafından 5700 civarında verilmektedir.
[16] İstiklal Harbi Sıhhi Raporu, s.37
[17] Doğu Ergil, Millî Mücadele’nin Sosyal Tarihi, Turhan Kitabevi, 1981, s.238
[18] Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşının Malî Kaynakları, c.2, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Atatürk Araştırmaları Merkezi, 1990, s.522-23
[19] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.222-223
[20] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, Ocak 2008, marksist.net/node/1701

Kemalizm
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Source URL:https://fa.marksist.net/node/8142