Sovyet devletinin bürokratlaşmasının giderek büyüyen bir tehlike olmakla kalmayıp, artık yerleşik bir olgu, Stalinist aygıtın egemenliğinde ifadesini bulan bir gerçeklik olduğunu izleme ve bu durumdan sonuçlar çıkarma olanağına Lenin sahip olamadı. Lenin’in ölümünden (1924) sonra Troçki, Stalin tarafından öldürtüldüğü 1940 yılına dek geçen on altı yıl boyunca, Sovyetler Birliği gerçeğini, yani oluşum ve değişim halindeki bir sosyo-ekonomik formasyonu irdeledi. Bu durum bizzat Troçki tarafından da dile getirilmiştir:
Toplumsal olguların her zaman bitmiş bir karakteri olsaydı sosyolojik sorunlar kuşkusuz daha basit olurdu. Ancak mantıksal bütünlük uğruna bugün sizin şemanızı bozan ve yarın onu tümüyle tersine çevirebilecek olan ögeleri gerçeğin dışına atmaktan daha tehlikeli bir şey yoktur. Çözümlememizde biz, daha önce görülmeyen ve benzer örnekleri bulunmayan dinamik toplumsal formasyonların hakkını vermemekten öncelikle kaçındık. Siyasal olduğu gibi bilimsel görev de bitmemiş bir sürece bitmiş bir tanım değil onun tüm aşamalarını izlemek, içindeki ilerici eğilimlerle gericileri birbirlerinden ayırmak, bunların karşılıklı ilişkilerini sergilemek, olanaklı gelişme çeşitlerini önceden görmek ve bu önceden görüşte eylem için bir zemin bulmaktır.[1]
Bu bakış açısı göz önünde bulundurulacak olursa, Troçki’nin konuya ilişkin açıklamalarını kesin ve tamamlanmış sonuçlar olarak değil, bizzat sorgulamanın hareketli süreci içinde gerçekliği kavrama çabası ve olasılıkların zengin bir sergilenmesi olarak ele almak gerekir. Sovyet devletinin niteliği üzerine getirdiği çözümlemeler, yaşanan sürecin dinamizmi içinde ele alınıp irdelendiğinde ve onun işaret ettiği olasılıklar pratiğin akışı içinde ayıklandığında, SSCB gerçeğini kavramak bakımından temel bir kalkış noktası oluşturmaktadır. Böyle bir yol izlendiğinde, herhangi bir kesitte Troçki’nin çıkarmış bulunduğu sonuçların, gerek daha öncekilere oranla içerdiği ileri yönleri, gerekse daha sonrakilere oranla taşıdığı eksiklikleri ve hataları görebilmek mümkün olabilir. Ve ancak soruna bu şekilde yaklaşıldığında, örneğin “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” tanımlamasının taşıdığı yanılgılara rağmen, Troçki’nin bütünsel devrimci düşünsel zenginliğinden bugünü çözümleyebilmek için yararlanılabilir.
1929’dan 1936’ya
Troçki 1929’da Büyükada’da sürgünde yazdığı Sürekli Devrim kitabının önsözünde, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün kaderinin dünya devrimi kapsamında ele alınması gerektiğini hatırlatmaktaydı:
Proleter devriminin, Sovyetler Birliği deneyiminin de gösterdiği gibi uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde, ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Buradan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ellerine geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir parçasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.[2]
Uluslararası arenada proleter yöneliş temelinde ilerlemezse, devrimin ulusal çerçevede bürokratik bir yönelişte tıkanabileceği, kendi çöküşüne doğru ilerlemek zorunda kalacağı, tarihsel perspektif içinde bunun tartışmasız bir doğru olduğu düşüncesi Troçki tarafından çok net biçimde ifade edilmiş ve savunulmuştur. Temel düşüncesi bu olmakla birlikte, o, Stalinist bürokrasinin politikalarının işçi devletinin tasfiyesine yol açmış olduğunun henüz söylenemeyeceği noktasından hareket etmiştir. Bu nedenle, 1 Ekim 1933 tarihli Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri broşüründe, Sovyet bürokrasisinin ikili bir konuma sahip olduğunu dile getirmektedir. Komünist Enternasyonal’in çöküşüne neden olan Stalinist bürokrasinin, uluslararası bir etmen olarak devrimci niteliğini tamamen tüketmiş olsa da, Ekim Devriminin kazanımlarını koruma bakımından ilerici niteliğini bir parça olsun muhafaza ettiğini düşünmektedir Troçki:
Bu bize Stalinist aygıtın devrimci uluslararası bir etmen olarak anlamını nasıl tamamen tükettiğini, ama hâlâ proleter devrimin toplumsal kazanımlarının koruyuculuğunu yapma bakımından ilerici niteliğini bir parça olsun korumakta olduğunu göstermektedir.[3]
Gerçekten de öyle miydi? Yoksa bürokrasi, bu kazanımları tasfiye eden ve dolayısıyla proletaryanın tarihsel çıkarlarına düşman egemen bir sınıf olarak mı sivrilmekteydi? Kuşkusuz doğru olan ikincisidir. Stalinist bürokrasi, kendi egemenliğini giderek pekiştirdiği bürokratik karşı-devrim süreci içinde, Sovyet proletaryasının tarihsel kazanımlarını tasfiye etmekte ve sovyet kurumlarını kendi bürokratik egemenliğinin aygıtlarına dönüştürmekteydi.
Diyelim ki Troçki’nin 1933’lerdeki bu yanılgısı, bürokrasinin yükselişinin böyle bir noktaya kadar ilerlediğini henüz görememiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak bu yine de onun değerlendirmesindeki bir çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Çünkü, Stalinist bürokrasinin politikalarının içte ayrı, dışta ayrı sonuçlar yaratabildiği biçimindeki bir yaklaşımın tutarsızlığını yine aynı broşürde bizzat kendisi eleştirmiştir:
Biz Marksistler, hiçbir zaman Brandlerciler gibi Stalinistlerin iç politikada günahsız ama dış politikada yıkıcı olduğunu söyleyecek kadar çifte muhasebe tutan patronlar olamayız. Bizim inancımız bu politikanın her iki durumda da aynı biçimde yıkıcı olduğudur.[4]
Troçki’nin söz konusu broşüründe dikkati çeken bir diğer nokta, proletarya diktatörlüğünün “tedrici” bir burjuva karşı-devrimi ile ortadan kaldırılamayacağına ilişkin değerlendirmesidir:
İktidarın bir sınıfın elinden diğerine geçmesinin çatışmalı niteliğine ilişkin Marksist kavrayış, yalnızca tarihin çılgınca ileri atıldığı devrimci süreçler için değil, toplumun geriye yuvarlandığı karşı-devrimci süreçler için de geçerlidir. Sovyet hükümetinin proleterden burjuvaya doğru tedrici olarak dönüştüğünü söylemek yalnızca, deyim yerinde ise, reformizmin filmini geriye oynatmaktır.[5]
Burada üzerinde durulması gereken husus, işçi devletinin varlık koşulunun, yalnızca bir burjuva karşı-devrimin gerçekleşip gerçekleşmediği hususu ile ilişkili kılınmasıdır. Soruna böyle yaklaşıldığında, işçi devletinin son bulması açısından, bir dış saldırı ya da dünya burjuvazisinin öncülüğünde içte kışkırtılacak bir burjuva karşı-devrimi dışında bir olasılığın mevcut olamayacağı biçiminde bir sonuç ortaya çıkar. Oysaki, herhangi bir dış saldırıya ya da burjuva karşı-devrimine gerek kalmaksızın, bizzat bürokrasinin bir karşı-devrim süreci içinde işçi sınıfının egemenliğine son verebileceği olasılığı da vardı. Nitekim gerçekleşen de buydu. Kaldı ki Sovyetler Birliği’nde bürokratik bir karşı-devrimin yaşanmış olduğunu, ilerleyen yıllar içinde bizzat Troçki de ifade etmiştir. Demek ki, Sovyetler Birliği’nde bir burjuva karşı-devrimin vuku bulmadığına bakarak ve salt bu gerekçeyle, bürokratik yozlaşmaya uğramış da olsa, devletin hâlâ bir işçi devleti olduğunu söylemek, doğru bir saptama değildi.
Ekim Devrimiyle başlamış bulunan kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin, bürokratik diktatörlük altında sona erdiği ve bu diktatörlük proletaryanın yeni bir devrimci atılımıyla yıkılmadıkça, ucu yalnızca kapitalizme açık olan bir başka “geçiş” sürecinin başlamış bulunduğu bir gerçeklikse; tarihsel olarak bürokrasinin egemenliği, iktidarın yeniden burjuvaziye geçmesinde bir ara basamak oluşturmaktadır. Fakat kuşkusuz bu olgular, Troçki’nin ölümünden bu yana geçen elli yıllık bir zaman kesitinde yaşanan pratiğin eşliğinde bugün geriye dönüp rahatlıkla netleştirilebilecek boyutları içeriyor. Oysa, içinden bizzat geçilmekte olunan tarihsel anda, Troçki tüm dikkatini, Ekim Devriminin kazanımlarını korumayı mümkün kılacak en küçük ihtimali bile değerlendirmekte yoğunlaştırmıştı.
Onun bu “koruma” kaygusunu aşırıya vardırdığı ve açıklanması gereken bazı gerçekleri erken ifade etmiş olmaktan kaçındığı söylenebilir. İşçi devletinin bürokrasisiz bir devlet, daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet olması gerektiği konusunda Marksizmi derinden kavramış bulunan Troçki’nin, bu derin kavrayışını eğip bükmeye kalkıştığı örnekler görülmektedir. Örneğin “Demokratik Merkeziyetçiler” grubu 1925 sonrasında “işçi devletinin artık varlığını sürdürmediği” görüşünü tartışma gündemine sokmuştu. O dönemde bu iddianın doğru olup olmadığını bir yana bırakacak olursak, asıl olarak dikkat çekmek istediğimiz husus, Troçki’nin bu tür savlara ilişkin itirazlarını dayandırdığı argümanlardır. Siyasal tartışmalar sırasında öne sürülen özensiz açılımlar, ilerleyen yıllarda bazı Troçkistlerin, işçi devletinin karakteri konusunda saplanıp kalacakları kimi yanlış düşüncelere (işçi devletinin bürokrasili de olabileceği gibi) gerekçe oluşturmuştur. Örneğin Troçki, Sovyet devletinin artık proleter nitelik taşımadığını iddia edenlerin savlarını, “en popüler ve ilk bakışta çürütülemez görünen savlar” diye tanımlayarak aktarır: “Tek kişinin diktatörlüğüne götüren bir aygıtın diktatörlüğünü, proletaryanın sınıf olarak diktatörlüğüyle özdeşleştirmek olanaklı mıdır? Proletarya üzerindeki diktatörlüğün proletarya diktatörlüğünü dışladığı açık değil midir?”[6] Bu usavurmayı eleştirmektedir Troçki:
Böylesi çarpık bir mantık yürütme, sürecin gerçekliğinin maddi bir çözümlemesine değil, Kantçı normlara dayanan saf idealist şemalar üzerine inşa edilmiştir. Devrimin bazı soylu “dostları” son derece abartmalı bir proletarya diktatörlüğü kavrayışına sahiptirler; içsel çelişkiler taşıyan, önderliğin hata ve suçlarıyla, sınıf barbarlığından kalan mirasla yüklü gerçek diktatörlük olgusu karşısında takatları kesilmiştir. Bu kişiler en güzel duygularında hayal kırıklığına uğrayarak Sovyetler Birliği’ne sırtlarını çevirdiler.[7]
Troçki’nin eleştirilerinin muhatabı olan muhalif çevrelerin, Stalinist diktatörlüğe karşı mücadelede doğru mu yoksa yanlış bir tutum mu almış bulundukları bir yana, bizce sorun hiç de Troçki’nin dediği gibi “önderlerin hata ve suçları”ndan; “sınıf barbarlığından kalan mirasla yüklü gerçek diktatörlük olgusu”ndan ibaret değildir. Muhalefetin ileri sürdüğü savlar, işçi devletinin sırtındaki kamburla da pekâlâ yaşayabileceğine değil, tam tersine yaşayamayacağına işaret edebilir ancak. Söz konusu yazısında Troçki, bürokratik kastın proletaryayı politik olarak mülksüzleştirdiği, ama Ekim Devrimiyle yaratılan mülkiyet biçimleri ortadan kaldırılmadığı sürece, proletaryanın toplumsal hegemonyasını koruduğu düşüncesinden hareket etmektedir. Daha doğrusu, Stalinist egemenliğin proletaryayı politik olarak mülksüzleştirdiği gerçeğini kabul eden Troçki, bu duruma rağmen proletarya diktatörlüğünün yaşayabileceğini ispata çalışmaktadır. Bunu yapabilmek için de, işçi devletinin farklı biçimlerinin olabileceği görüşünü, burjuva devlet biçimlenmesine dayandırdığı bir analojiden hareketle kanıtlamaya çalışmaktadır.
Troçki, Hitler faşizminden örnek vermektedir. Burjuvazinin, bu faşist güruhun politik egemenliği altına girdiğini, burjuvaziyi politik olarak mülksüzleştiren Hitler’in böylece onu ekonomik mülksüzleşmeden koruduğunu belirtmektedir. Burjuvazinin mülkiyeti ve toplumsal hegemonyası korunduğu için, burjuva diktatörlüğünün devam etmekte olduğuna dikkat çekmektedir. İşte bu noktadan hareketle Troçki, Sovyetler Birliği’nde de devlet mülkiyeti muhafaza edildiği için proletarya diktatörlüğünün varlığını sürdürdüğünü söylemektedir. Proletaryayı politik açıdan mülksüzleştiren bürokrasinin onu ekonomik mülksüzleşmeden koruduğunu, bu nedenle de proletaryanın toplumsal hegemonyayı yitirdiğinin iddia edilemeyeceğini düşünmektedir. Şöyle demektedir Troçki:
Toplumun özyapısı ekonomik ilişkileri tarafından belirlenmiştir. Ekim Devrimiyle yaratılan mülkiyet biçimleri ortadan kaldırılmadığı sürece, proletarya yöneten sınıf olarak kalır.[8]
Böylece, işçi devletinin olmazsa olmaz koşulu olan “işçi sınıfının siyasal egemenliği” (işçi demokrasisi), proletarya diktatörlüğünün tercih edilen fakat olmazsa da onun varlığını ortadan kaldırmayan ikincil bir unsuru, bir “devlet biçimi” düzeyine indirgenmiş olmaktadır. “Proletarya Sovyet devletinin belkemiğidir. Ama yönetme işlevi sorumsuz bir bürokrasinin elinde yoğunlaştığı sürece önümüzde belli ki hasta bir devlet var”[9] diyen Troçki, bu görüşünü, burjuva devletin farklı biçimlenmelerine dayandırdığı benzetmeden hareketle kanıtlamaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım, onun ölümünden sonra da Troçkistlerin Sovyetler Birliği’nde devletin ve bürokrasinin karakterini hep bu analoji temelinde değerlendirmelerine yol açmıştır.
Oysa proletaryanın yöneten sınıf olabilmesi, yalnızca mülkiyet biçiminde yaratılan bir değişikliğe, yani devletleştirmelere indirgenemez. Bu değişimin içinin işçi sınıfının egemenliği ile dolabilmesi, toplumsal bir kazanıma dönüşebilmesi için, Marx’ın Paris Komünü deneyiminden çıkardığı temel sonuçların fiilen var olması, yaşama geçirilmesi ve korunması zorunludur. Bu da, proletaryanın yalnızca eski devlet aygıtını parçalamakla kalmayıp, yeni yöneticilerin ayrıcalıklı bir egemen sınıfa dönüşmemesi için zorunlu önlemleri alabilmiş olmasına bağlıdır. Aksi halde devlet mülkiyeti temelindeki değişiklik kaçınılmaz olarak yeni ve ayrıcalıklı bir sınıfın doğmasının yolunu döşeyecektir; nitekim öyle de olmuştur.
Sovyet devletinin artık bir işçi devleti olmadığını ve ancak bir çeşit Bonapartist hükümetin varlığından söz edilebileceğini ileri süren görüş sahiplerini eleştirmek için, Troçki, Bonapartizm tartışmasını gündemine almıştır. Öncelikle bazı yanlış kavrayışları sergileyebilmek amacıyla, burjuva rejimde Bonapartizm kavramının “sınıflar üstü hükümet” anlamına gelmediğini, Bonapartizmin kapitalist egemenliğin türlerinden yalnızca biri olduğunu belirtir. Bu nedenle, ancak toplumsal içeriğinin gerekli açıklıkla tanımlanması koşuluyla Bonapartizm yorumunun kabul edilebileceğini ifade eder. Troçki’ye göre, Sovyet Bonapartizmi de sovyet rejimini ortadan kaldırmamakta, onun üzerinde yükselmektedir:
Sovyet bürokrasisinin kendi yönetiminin hem ulusal hem de uluslararası alanda sınıf güçleri arasındaki kaypak temel üzerinde yükseldiği tamamen doğrudur. Bürokratik laçkalık Stalin’in kişisel plebisiter rejimi ile tamamlandığı ölçüde Sovyet Bonapartizminden bahsedilebilir. Fakat iki Bonaparte’ın Bonapartizmleri de ve onların şimdiki zavallı takipçileri de bir burjuva rejimi içinden geliştiler ve gelişmekteler; Sovyet bürokrasisinin Bonapartizmi ise sovyet rejiminin üstünde yükselmektedir.[10]
Troçki’nin buradaki yaklaşımı özü itibarıyla doğru değildir. Evet, burjuva rejimi içinde siyasal alan (devlet), iktisadi alana oranla görece bağımsızlık kazanabilir. Fakat işçi sınıfının egemenliği altındaki bir rejimde bu iki alan iç içe geçmekte ve kendini egemen bir sınıf olarak örgütlemiş proletaryanın bağrında bütünleşmektedir. Özel mülkiyete dayanan burjuva diktatörlüğünde, burjuvazi mülkiyetini koruduğu sürece, devletin siyasal biçimi ne olursa olsun, burjuvazinin diktatörlüğü devam eder. Fakat devlet mülkiyetine dayanan proletarya diktatörlüğünde, proletarya ancak siyasal egemenliğini koruduğu ve devleti elinde tuttuğu sürece egemen sınıf pozisyonunu koruyabilir ve ancak bu koşulla proletarya diktatörlüğü (işçi devleti) varlığını sürdürebilir. O nedenle, burjuva toplumundaki devlet biçimlerine benzetme yaparak, proletarya diktatörlüğünde de işçi demokrasisi dışında farklı devlet biçimleriyle karşılaşılabileceğini (örneğin Stalin’in despotik-bürokratik diktatörlüğüne Troçki’nin yaptığı “proleter Bonapartizmi” benzetmesi gibi) varsaymak doğru değildir.
Troçki’nin Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri broşüründe yer alan ve ilerleyen yıllarda yanlış kavrayışlara temel oluşturan noktalardan biri de, Sovyet bürokrasisinin hakim bir sınıf değil, proletarya içinde “ayrıcalıklı bir kast” olduğuna dair tezlerdir. Oysa, başlangıçta bürokratik bir kast niteliğiyle beliren bürokrasi, 1924’ten 1928’e ilerleyen ve 1936’lara doğru da pekişen bir bürokratik karşı-devrim süreci içinde kendini yönetici-egemen sınıf konumuna yükseltebilmişti.
Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin niteliğine ilişkin Troçki’nin değerlendirmeleri yıllar içinde değişime uğramıştır. Fakat onun, bürokrasinin hakim bir sınıf oluşturamayacağı görüşü (ki Troçki bu tezini, burjuva toplumunda bürokrasinin tuttuğu yerden yola çıkarak kanıtlamaya çalıştı), Sovyet bürokrasisinin ve benzerlerinin karakteri konusundaki yanılgılı değerlendirmelerin dayanağı olmayı sürdürmüştür. Özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki bürokrasinin konumunu, Troçki, Sovyet bürokrasisinin niteliğinin kavranabilmesinde de kalkış noktası yapmıştır:
Bir sınıf sadece milli gelirin dağılımı içindeki yeri ile değil, ancak ekonominin genel yapısı içindeki değişmez rolü ve toplumun ekonomik temellerindeki bağımsız kökleriyle tanımlanır. Her sınıf … kendi özel mülkiyet biçimini geliştirir. Bürokrasi bütün bu toplumsal özelliklerden yoksundur. Mülkiyetinin bağımsız kökleri yoktur. İşlevleri temelde sınıf egemenliğinin politik tekniğine ilişkindir. Bürokrasinin varlığı biçimlerindeki çeşitliliğe ve özgül ağırlığındaki farklara rağmen, her sınıf rejiminin özelliğidir. Gücü, yansımış bir nitelik taşır. Bürokrasi hakim bir iktisadi sınıfa kopmaz bir biçimde bağlıdır ve onun toplumsal kökleriyle beslenerek, onunla birlikte var olur ve onunla birlikte devrilir.[11]
Bu noktada, Sovyet bürokrasisinin konumuyla burjuva toplumundaki bürokrasinin konumunun tamamen farklı bir karaktere sahip olduğu hatırlanmalıdır. Troçki’nin bürokrasinin niteliğine ilişkin yaptığı genellemeler, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlar (köleci, feodal, kapitalist) ve devletler için doğrudur. Fakat temel üretim araçlarının mülkiyetinin devletleştirildiği koşullarda, eğer işçi sınıfı kendi devlet organlarını ve onunla birlikte iktidarını bürokrasiye kaptırırsa, siyasal gücü elinde toplayan bu yönetici bürokrasinin gücü, artık “yansımış bir güç” değil, kendi özgücü haline gelecektir. Bu durumda bürokrasi, alışılagelenin dışında bağımsızlaşacak, kendine özgü bir karakter kazanacaktır. Yani bizzat bürokrasi “devleti mülk edinecek” ve buna dayanarak toplum üzerinde hakim bir sınıf oluşturacaktır. İşte bu koşullar gerçekleştiğinde, bürokrasi, işçi sınıfının bağımlı bir parçası (tabakası) olmaktan çıkar ve bağımsız bir sınıf konumuna ulaşır. Sovyet bürokrasisinin, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki bürokrasinin bilinen klasik konumundan farkı şuradadır: Sovyet bürokrasisi, “sadece milli gelirin dağılımı içindeki yeri ile değil”, Sovyet ekonomisinin genel yapısı içinde değişmez rolü ve toplumun ekonomik temellerindeki bağımsız kökleri (yani devlet mülkiyetine dayanan üretim ilişkileri içinde bürokrasinin egemen konumu) ile tanımlanır.
Sovyet bürokrasisinin karakterini, tıpkı burjuva toplumda bürokrasinin tuttuğu “bağımlı” konum gibi ele alan Troçki, milli gelirin büyük bir kısmını yutsa da onun yine de bir “uşak” olarak kalacağını söylemektedir. İtalya ve Almanya’daki faşist bürokrasiden örnek veren Troçki, bunların burjuvazinin ağzından en lezzetli parçaları kapsalar da “uğursuz bir uşak” olmaktan öteye geçemediklerini belirtmektedir. Ve bürokrasiye ilişkin olarak bir genelleme daha yapmaktadır: “Her zaman ve her rejimde bürokrasi artı-değerin hiç de az olmayan bir bölümünü yutar.”[12] Kapitalist toplumdaki faşist bürokrasiler için söylenenlerin, gerekli değişiklikler yapıldığında Stalinist bürokrasiye de uygulanabileceğini düşünen Troçki, Sovyet bürokrasisinin ayrıcalıklarının istenmeyen bir eşitsizliğe işaret etmekte olduğunu, fakat geçiş döneminde bu türden eşitsizliklerin varlığını sürdüreceğini vurgulamaktadır:
Eşitsizlik, dahası böylesi belirgin eşitsizlik, elbette sosyalist bir toplumda tamamen olanaksız olacaktır. Ancak resmi ve yarı-resmi yalanların tersine, şu anki sovyet rejimi sosyalist değil geçiş rejimidir. Bu rejim, kapitalizmin korkunç mirasını, özellikle toplumsal eşitsizliği, yalnızca proletarya ile bürokrasi arasında değil, bürokrasinin ve proletaryanın kendi içinde de sürdürmektedir.[13]
Oysa bu noktada sorun, artık Sovyetler Birliği’nde zaten var olmayan bir geçiş rejiminin sosyalist topluma oranla taşıyabileceği eşitsizliklere işaret etmekle geçiştirilemez. Aslında o dönemde, bürokrasinin egemenliğini yansıtan bir devlet mülkiyeti temelinde Sovyet rejiminin ne gibi niteliksel değişikliklere uğramakta olduğunun sorgulanması başta gelmeliydi. Çünkü söz konusu durumda bürokrasinin ayrıcalıkları, yalnızca dağılım koşullarındaki bir eşitsizliğe değil, üretim sürecinde proletaryanın egemen konumunu yitirmiş olduğuna işaret etmekteydi. Fakat Troçki, devlet mülkiyetinin varlığını sürdürmesinin, işçi devletinin devam etmekte olduğunun yeterli bir kanıtı sayılabileceği noktasından soruna yaklaşır. Bu nedenle de bürokrasinin kazandığı yeni konumun ve rejimin niteliğindeki değişimin adını açıkça ifade etmemiş olur. Çünkü Troçki, Sovyet toplumunun Ekim Devrimiyle kazanmış olduğu niteliği veri kabul ettiğinden, rejimde gözlemlediği değişime rağmen, proletaryanın tepesindeki bürokratlaşma belâsını, “toplumsal asalaklık”la sınırlamaktadır. Oysaki Sovyet bürokrasisinin konumunun “toplumsal asalaklık”tan çok öte bir şey olduğu, o yıllar içinde yaşanan muazzam değişimle birlikte açığa çıkmıştır.
Proletarya diktatörlüğünün son bulmasını, yalnızca bir burjuva karşı-devrim olasılığına bağladığı sürece, bürokrasinin tüm asalak karakterine rağmen yine de işçi devletinin varlığını koruduğunu düşünmektedir Troçki. Bu düşüncesini değiştirmediği sürece de, bürokrasinin karakterinin ikili yönü olacağını iddia etmiştir:
Stalinist aygıtı tam da ikili bir rol oynadığı için merkezci olarak adlandırıyoruz; bugün artık bir Marksist liderliğin olmadığı ve henüz ortaya çıkamadığı durumda, bu aygıt proletarya diktatörlüğünü kendi yöntemleriyle korumaktadır; fakat bu yöntemler yarın düşmanın zaferini kolaylaştıracak yöntemlerdir. Stalinizmin SSCB’deki bu ikili karakterini anlamayan hiçbir şey anlamamış demektir.[14]
Stalinist aygıtın “proletarya diktatörlüğünü kendi yöntemleriyle korumakta olduğu” düşüncesinin gerçeklikle bağdaşabilir bir yanı yoktur. Nitekim bu düşünce somut olguların eleştirisi karşısında o kadar dayanaksızdır ki, Stalinist egemenliğin işçi devletinin varlık koşullarıyla çelişen karakteri açığa çıktıkça, Troçki de ilerleyen yıllar içinde vurguyu bürokrasinin “ikili karakteri”ne değil, onun “uğursuz rolü”ne yapma ihtiyacını duyacaktır.
* * *
Troçki, İşçi Devleti ve Termidor, Bonapartizm Sorunları (1935) broşüründe geriye dönüp yeni bir değerlendirme yapar. Geçmişte “Termidor”, yani karşı-devrimci reaksiyon üzerine pek çok tartışma yürütülmüş olduğunu ve bu sorunun Sol Muhalefetin tarihiyle de sıkı sıkıya bağlı bulunduğunu hatırlatır. 1926’larda bu kavramı kullanan Sol Muhalefetin, bununla, büyüyen kırsal burjuvaziyle işçi sınıfı arasında duran bürokrasinin çelişkili konumunu anlatmak istediğini belirtir. Fakat o dönemdeki değerlendirmelere göre, “Termidor” bir tehlikedir ama henüz gerçekleşmemiştir. İşte bu sorunu yeniden ele alan Troçki, bu görüşlerinin yanlış olduğunu, Sovyet Termidorunun gerçekte 1924 yılında başladığını ifade eder. Ancak bu saptamayı, termidor kavramından toplumsal devrimi durduran bir karşı-devrimin anlaşılmaması koşuluyla yapmış olduğunu da ekler. Troçki’ye göre Fransız Devrim sürecindeki 1794 Termidoru, burjuva devrimin toplumsal sonuçlarını ortadan kaldırmayan ve iktidarın muzaffer “halkın” bir kesiminden başka bir tabakanın eline geçmesini sağlayan bir içeriğe sahiptir. Troçki, Sovyet Termidorunun da politik iktidarı proletaryanın elinden bürokrasinin eline geçirdiğini, fakat bu değişikliğin 1917 Ekim Devriminin toplumsal temellerini ortadan kaldırmadığını, onun üzerinde yükseldiğini iddia etmektedir.
Böylece Troçki, “Sovyet Bonapartizmi” tanımlamasındaki yanılgısını, bu kez de “Sovyet Termidoru”nun içeriğini açıklarken yinelemektedir. Çünkü Fransız Devrimindeki Termidor, devrime katılan ve burjuva demokratik devrimi halkçı istemlerle ilerletmek isteyen mülksüz, “baldırı çıplak” halk tabakalarının devrimden dışlanmasıydı; onlarla birlikte yürüyen Jakobenlerin de iktidardan tasfiyesiydi. Termidor’dan bir gün önce Robespierre, Konvansiyon Meclisinde şöyle bağırmaktaydı: “Devrimi mahvediyorlar; Cumhuriyet elden gidiyor!” Nitekim de öyle oldu. Termidor’un uzantısı olarak Fransa’da Napolyon’un Bonapartist imparatorluğu kuruldu. Fransız Termidoru sonuç olarak burjuva düzenin gelişimini güçlendirecek önlemleri aldı; fakat devrimin “halkçı-radikal” toplumsal dönüşüm istemlerinde ifadesini bulan ilerleyişini de durdurmuş oldu.
Sovyet Termidoru ise, proletaryanın iktidarına son vererek ve bürokrasinin iktidarını pekiştirerek, toplumsal devrimin ilerleyişini durduran karşı-devrimci bir boyuta sahipti. Fransız Termidoru burjuva düzenin toplumsal temelini (burjuva mülkiyeti) sağlamlaştırırken, “Sovyet Termidoru” proletarya diktatörlüğünü temelinden dinamitlemiştir. Bürokrasinin egemenliği koşullarında “korunan” devlet mülkiyeti, bürokrasinin diktatörlüğünün maddi temellerinin döşenmesi anlamına gelmiştir. Bu nedenle karşılaştırmaya konu olan iki tarihsel-toplumsal durum arasındaki niteliksel farkı göz ardı edip, “Termidor”un devrimin toplumsal temeline dokunmayan bir karşı-devrimci reaksiyon olduğu genellemesine çıkmak yanlış olur.
Troçki’nin 1935’teki değerlendirmesi, Sovyet devletinin niteliğine ilişkin çözümlemesindeki yanılgıyı ortadan kaldırmamış tersine bu konudaki hatalı tutumunu güçlendirmiştir. Çünkü bu kez, “bürokratik diktatörlük”ün artık fiili bir gerçeklik olduğunu kabul ederken, bu durumun yine de bir işçi devletinin varlığı ile bağdaşabileceğini ispat etmeye çalışmıştır. Onun aşağıdaki değerlendirmesinde vurguladığı “gönül rahatlığı”, daha sonra kendisini de rahatsız eden bir yargı olsa gerek:
Nihai tarihsel çözümlemede, sovyet demokrasisi toplumsal çelişkilerin baskısıyla berhava olmuştur. Toplumsal çelişkileri sömürerek, bürokrasi iktidarı kitle örgütlerinin elinden almıştır. Bu anlamda bürokrasinin ve hatta Stalin’in kişisel diktatörlüğünden bahsedebiliriz. Ancak, iktidara böylesi bir el konuşun mümkün olabilmesi ve bu iktidar üzerinde varlığını koruyabilmesi bürokrasinin diktatörlüğünün toplumsal içeriğinin proleter devrimince yaratılmış üretim ilişkileri tarafından belirlenmesi nedeniyledir. Bu anlamda proletarya diktatörlüğünün çarpıtılmış ama onun olduğu şüphe götürmez ifadesini bürokratik diktatörlükte bulduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.[15]
Ancak aradan çok değil bir yıl geçtikten sonra, Troçki İhanete Uğrayan Devrim kitabında Sovyetler Birliği’ndeki realitenin daha kapsamlı bir çözümlemesini yapacaktır. Böylece kendisinin bazı hatalı saptamalarının, ölümünden sonra ilerleyen yıllar içinde aşılmasını mümkün kılacak çok önemli veriler sunacaktır. Bu nedenle onun eski değerlendirmelerine takılıp kalmanın haklı bir nedeni bulunmamaktadır.
Fakat yine de çok açık ve kesin düzeltmelere başvurmadığı konularda, takipçilerinin bir bölümü, onun hatalı görüşlerini sistematize etmeye çalıştıkları ölçüde bu hataları kalıplaştırmışlar, dogmalara dönüştürmüşlerdir. O günlerden bugüne taşınan “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” kategorisi ve “toplumsal devrimin sonuçlarını ortadan kaldırmayan Termidor-Bonapartizm” benzetmesi, bu durumun en tipik örneklerinden biridir. Oysa, hatalı değerlendirmeler ve bunların düzeltilmesi gereği söz konusu olduğunda bizzat Troçki’nin satırları yeterince eğitici bir örnek sunmaktadır:
Eğilimimizin hiçbir zaman hatasız olduğunu iddia etmemiştik. Hiçbir zaman Stalinizmin yüce rahipleri gibi kendi kendilerini ortaya koymuş olan gerçekleri, bir ifşaat gibi öne sürmeyiz. Biz çalışırız, tartışırız, vargılarımızın doğruluğunu, yanlışlığını var olanın ışığında görmeye çalışırız; yaptığımız hataları açıkça düzeltiriz ve yolumuzda ilerleriz. Bilimsel inanç ve bireysel kararlılık Marksizm ve Leninizmin en iyi geleneklerindendir. Bu açıdan da ustalarımıza ters düşmemeye çalışırız.[16]
Keşke tüm Troçkistler bazı hatalı saptamaları dondurup saklayacak yerde, Troçki’nin bu ve benzeri satırlarını sık sık hatırlayabilselerdi!..
1936, “İhanete Uğrayan Devrim” ve Sonrası
Değişimi tarihsel akışı içinde irdeleyen Troçki, İhanete Uğrayan Devrim kitabında (1936), Sovyetler Birliği’ndeki durumu çeşitli açılardan keskin bir sorgulamaya tâbi tutar ve resmi tarih yazıcılarının yalanlarını birer birer ifşa eder. Bu kitabında somutlanan araştırmasının amacını şu güzel deyişiyle belirtmektedir:
Bu araştırmanın amacı, geleceği daha iyi anlayabilmek için şimdiden doğru bir saptamasını yapmaktır. Geçmişe, ancak geleceği görmemize yardımcı olacağı ölçüde değineceğiz. Kitabımız eleştirel olacaktır. Her kim fait accompli’ye, oldu bitti’ye taparsa, geleceği hazırlama yeteneğinden yoksundur.[17]
Troçki’nin bu araştırmasında değindiği gerçekler o denli önemlidir ki, o dönemlerin bizzat tanığı olmuş böyle bir devrimci önderin tuttuğu ışık olmaksızın, Sovyetler Birliği gerçeğini kavramak güç olurdu. Örneğin bürokratik rejimin resmi yalanlarına karşılık, bürokratik diktatörlük altında işçi sınıfının gerçek durumu onun satırlarında dile getirilmektedir. Teknolojik düzeyi yükseltmek için, yeni devletin, işçinin adele ve sinirleri üzerinde eski baskı yöntemlerini uygulamaya başvurduğunu belirten Troçki şöyle devam etmektedir:
Bunun sonucunda bir köle güdücü takım ortaya çıkmıştır. Endüstrinin yönetimi süperbürokratik bir hale gelmiştir. İşçiler fabrika yönetimi üzerindeki tüm etkilerini yitirmişlerdir. Parça başı ödeme, maddi geçimin zor şartları, hareket serbestisinden yoksunluk, her fabrikaya sızan korkunç polis baskısı ile, işçinin kendisini “özgür bir çalışan” olarak hissetmesi gerçekten zordur. Bürokraside yöneticiyi, devlette işvereni görmektedir. Özgür emek ile bürokratik devletin varlığı bir arada gidemez.[18]
Bu kitabında Troçki, Sovyet devletinin karakterinin ve kaderinin kavranabilmesi için Marksizmin işçi devleti konusundaki “olmazsa olmaz” koşullarından hareket edilmesi gerekliliğini temel nokta olarak kabul etmiştir. Daha önceki tarihlerde, “bürokrasili işçi devleti olamaz” görüşünü savunanlara karşı yönelttiği, “devrimin idealist, saf şemalara bağlı arkadaşları vb.” biçimindeki sivri üslubunu da terk etmiştir.
1936 dönemecinde Troçki, düşüncesini, Sovyet Devleti’nin bürokrasili bir devlet olduğu ve bürokrasisiz yapamayacağı, fakat bu durumun da Marksizmin işçi devleti konusundaki perspektifiyle bağdaşmadığı olgusu üzerinde yoğunlaştırır. Lenin’in, “proletaryanın yalnız ölüm halindeki bir devlete ihtiyacı olduğu” yolundaki görüşünü hatırlatır. Marx’ın sadık bir izleyicisi olan Lenin’e göre işçi devleti öylesine inşa edilmiş bir devlet olmalıdır ki, hemen ölmeye başlamalı ve ölmekten kaçınamamalıdır. Troçki, yalnızca oportünistlerin bu gerçeği unutup “proletaryanın bir devlete gereksinimi vardır” diyeceklerini vurgular. Nitekim, proletaryanın Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirmesinden bir buçuk yıl sonra hazırlanan parti programına egemen olan anlayış, Lenin’in işçi devleti konusundaki tavizsiz çizgisinin ifadesidir:
Güçlü bir devlet, ama mandarinsiz; silahlı kuvvet, ama Samuraisiz! Askeri ve sivil bürokrasiyi yaratan şey savunma işleri değil, savunma örgütlenmesine taşınmış toplumsal sınıf yapısıdır.… proletarya diktatörlüğü rejimi en başından itibaren, kelimenin eski anlamıyla “devlet” –yani, halkın çoğunluğunu boyunduruk altında tutmak için özel bir araç– olmaktan çıkar. Silahlarla birlikte maddi güç de derhal ve doğrudan doğruya, Sovyetler gibi işçi örgütlerinin ellerine geçer. Bürokratik mekanizma olarak devlet, proletarya diktatörlüğünün ilk gününden itibaren ölüp gitmeye başlar.[19]
Oysa 1936’daki durum, devrimci Marksizmin devlet sorunundaki anlayışıyla alay edercesine, ölüp gitmeye hiç de niyeti olmayan ve tersine güçlenen bürokratik bir devletin varlığına işaret etmektedir. Bu durumu şu sözleriyle dile getirmektedir Troçki:
Daha kötüsü (devlet), şimdiye kadar emsali duyulmamış bir zorlama mekanizmasına dönüşmüştür. Bürokrasi yalnızca yerini yığınlara terk edip yok olmamakla kalmamış, yığınlara egemen olan denetimsiz bir güç haline gelmiştir. Ordu, silahlı halka yerini terk etmemiş, mareşallerle taçlandırılmış ayrıcalıklı bir subay sınıfını doğurmuş, “diktatörlüğün silahlı desteği” olan halk ise artık Sovyetler Birliği’nde patlayıcı olmayan silah taşımaktan bile men edilmiştir. En geniş hayal gücü ile dahi, Marx, Engels ve Lenin’in çizdiği işçi devleti şeması ile şu anda Stalin’in başkanlığını yaptığı devlet arasında var olandan daha çarpıcı bir karşıtlık düşünmeye olanak yoktur.[20]
Proleter devrimin Rusya gibi geri bir ülkede sıkışıp kalmasının sonucu olarak ortaya çıkan nesnel durumla, Marksizmin işaret ettiği yeni tipte bir devletin gerektirdiği varlık koşulları arasındaki keskin karşıtlık, bürokrasili bir devletin varoluşunda ifadesini bulmuştur. Sovyet devletinin bürokrasili bir devlet olduğu gerçeğinden sonuçlar çıkarmayı amaçlayan Troçki; “… bürokrasi için toplumsal talep, keskin karşıtlıkların «yumuşatılma», «ayarlanma» ve «düzenlenme» gereksinmesi gösterdiği (daima ayrıcalıklı, varlıklı kişilerin çıkarına ve daima bürokrasinin kendi yararına olmak üzere) tüm koşullarda ortaya çıkar”[21] demektedir.
Proleter devrimin sorunlarını dünya devriminin ilerleyişi kapsamında ele alan Lenin, devrim sonrasında Rusya’da “bürokrasili bir devlet olabileceği” düşüncesinden değil, “bürokrasili bir devletin olmaması gerektiği” perspektifinden hareket etmişti. Bu nedenle Troçki, Lenin’in ülkenin geriliği ve tecrit edilmişliğinden, devletin niteliğine ilişkin tüm sonuçları çıkarmayı başaramadığına değinmektedir. Lenin’den farklı olarak, devrimi izleyen yıllar boyunca gerçek durumu gözlemleme olanağına sahip bulunan Troçki, “maddi yokluk ve kültürel gerilik” koşullarında bürokratizm tehlikesinden kaçıp kurtulmanın olanaksızlığına ilişkin sonuçlar çıkarmaktadır:
Kapitalist ülkelerde işçi hareketini boğan bürokratizm eğilimleri, bir proleter devriminden sonra bile her yerde kendilerini gösterecektir. Ama son derece açıktır ki, devrimden çıkan toplum yoksul olduğu ölçüde, bu “yasa”nın ifadesi de daha kati ve çıplak olacak, bürokratizmin aldığı biçimler daha kaba olacak ve sosyalist gelişme için daha tehlikeli hale gelecektir. Sovyet devletinin yalnızca ölüp gitmesi değil, kendisini bürokratik asalaktan kurtarması da engellenmektedir ve üstelik Stalin’in çıplak polis doktrininin beyan ettiği gibi, eski hakim sınıfların “kalıntıları” tarafından değil, çünkü bu kalıntılar kendi başına güçsüzdürler. Engelleyenler çok daha güçlü faktörlerdir, maddi yokluk gibi, kültürel gerilik ve bunlardan doğan “burjuva hukuku”nun egemenliği gibi her insana doğrudan ve sipsivri dokunan kişisel varlığını güvence altına alma uğraşıdır.[22]
Sovyetler Birliği’ndeki gerçek durumu açıklayabilmek bakımından, Troçki’nin “bürokrasili devlet” konusundaki değerlendirmeleri çok önemli nesnelliklere ışık tutmakta ve bürokratizm belâsının maddi kaynaklarını ortaya sermektedir. Soruna Sovyetler Birliği ve benzer durumdaki ülkelerdeki “bürokratik devlet” olgusunun çözümlenmesi açısından yaklaşıldığında, Troçki’nin açıklamaları tam da ihtiyaç duyulan noktalara ilişkindir. Şöyle denilebilir: işçi devleti bürokrasili bir devlet olmamalıydı; fakat Sovyet devleti bürokrasili bir devlettir. Bu durumun nesnel nedenleri nelerdir ve böyle bir devleti işçi devleti olarak değerlendirmek mümkün müdür?
Aslında, Troçki’nin verdiği ipuçları bu soruların yanıtlanmasını olanaklı kılmakta ve böyle bir devleti, işçi devleti olarak nitelemenin olanaksızlığına işaret etmektedir. Bu çerçeve içinde tartışıldığında bir problem yoktur. Fakat Troçki’nin dile getirdiği nesnellikler, “işçi devleti bürokrasisiz bir devlet olmalıydı; ama ne yazık ki bürokrasili bir işçi devleti oldu; o halde Sovyet devleti her şeye rağmen yine de bir işçi devletidir” biçiminde özetlenebilecek bir anlayışın temeli yapılmaya devam edilirse, buna katılmak mümkün değildir. Kaldı ki, Troçki Sovyet devletinin gerçek niteliğini tüm açıklığıyla gözlerimizin önüne serdikten sonra, kendi değerlendirmesini “bürokrasili bir işçi devletinin de olabileceği” noktasına çekiştirmeye çalıştığı her durumda, bizzat kendisinin o derin çözümlemeleriyle çelişmektedir.
Sovyet devletini nitelerken eşyaya gerçek adının konulması gerektiğini belirtmekte ve Sovyetler Birliği’nde bir azınlığın maddi ayrıcalığının devam ettiğini vurgulamaktadır Troçki:
Eğer devlet ölüp gitmiyor, aksine giderek daha da despotlaşıyorsa, eğer işçi sınıfının tam yetkili elçileri bürokratikleşiyorsa ve bürokrasi yeni toplumun üzerine yükseliyorsa, bunun sebebi geçmişten devralınan psikolojik kalıntılar vb. gibi ikincil nedenler değil, sahici eşitliği garanti altına almak olanaksız olduğu sürece ayrıcalıklı bir azınlığı doğurmak ve desteklemek için var olan katı gerekliliktir.[23]
Oysa, ekonomik ve kültürel gerilik nedeniyle, “işçi demokrasisi”nin ifadesi olan bir hukuk henüz işler kılınamıyorsa, bu durumda işçi devletinin varlığından söz edebilmenin de maddi bir temeli yok demektir. Bir başka deyişle, işçi devleti, kapitalizmden miras kalan eşitsizlik ve ayrıcalıkların tasfiyesi için başlatılmış fiili bir atılıma denk düşebilir. Bu nedenle de, bürokrasi gibi ayrıcalıklı bir azınlığın doğumunun ve desteklenmesinin kaçınılmaz olduğu maddi koşullar, işçi devletinin varlık koşulları ile bağdaşmaz. Aksi halde devlet, bir azınlığın maddi ayrıcalıklarını çoğunluğa karşı özel baskı yöntemleri ve aygıtlarıyla koruyan bir gerçeklik olacaktır. Böyle bir durum Sovyetler Birliği’ndeki devletin niteliği olabilir, doğrudur. Ama böyle bir gerçekliğe işçi devleti denebilir mi? İşte sorun burada!
Rusya gibi geri bir ülkede devrimin yalıtıldığı koşullar altında işçi sovyetleri devletinin muazzam bir yozlaşmaya uğradığını ve böylece yükselen bürokrasinin karşı-devrimiyle son bulduğunu görebilmek ve benzeri koşullar altında proletarya diktatörlüğünün yaşayamayacağı sonucunu çıkarmak doğru olan tutumdur. Böyle bir gerçekliği “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” olarak kategorize etmeye çalışmak ya da “işçi devletinin de bürokrasili bir devlet olacağı” genellemesini savunmak ise, yıllar ilerledikçe olumsuz etkisi gittikçe büyüyen önemli bir yanılgıdır.
Kapitalizmden komünizme geçiş yolunda planlanan adımların atılabilmesi için, temelde iki kaldıraca gereksinim olduğuna işaret ediyordu Troçki; “… ilgili kitlelerin kendilerinin liderliğe katılımı biçiminde siyasal kaldıraç, ki sovyet demokrasisi olmaksızın düşünülemez bir şeydir; ve bir evrensel eşitin yardımıyla a priori hesapların gerçek sınanması biçiminde bir parasal kaldıraç, ki istikrarlı bir para sistemi olmaksızın düşünülemez bir şeydir.”[24] Ve Sovyetler Birliği’nde bu iki kaldıracın da mevcut olmadığını kanıtlayan pek çok veri sunmaktaydı. İşte bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmden komünizme doğru yol alan bir geçiş rejiminin işlediğinden söz edebilmek olanaklı değildi. Nitekim Troçki de, 1935 sonrasında “geçiş rejimi” kavramına oldukça ihtiyatlı yaklaşmış ve Sovyetler Birliği’ndeki durumu “kapitalizmden sosyalizme geçiş için bir hazırlık rejimi,”[25] “tarihin henüz kaderini nihai olarak tartmadığı bir geçiş rejimi”[26] gibi kavramlarla ifade etmiştir.
Sovyet devletinin kaderini sorgularken, Troçki soruna asla ulusal çerçeveyle sınırlı biçimde yaklaşmadı. Tersine, Sovyet devletinin kaderini belirleyecek olanın, son tahlilde dünya kapitalist ekonomisi karşısındaki konumu olacağını vurguladı. Sovyetler Birliği para sisteminin kapalı bir karaktere sahip olduğunu, dünya pazarı için “ruble”nin bir anlamının olmadığını, bu durumun da geleceği belirleyen nesnelliği oluşturduğunu belirtti. Böylece o, döne döne, Sovyetler Birliği’nin kaderinin dünya devriminin kaderine bağlı olduğu gerçeğini göstermeye çalışıyordu. Tarihsel açıdan bakıldığında son derece sınırlı sayılacak bir zaman kesitinde, Sovyetler Birliği, dış ticaretteki devlet tekeli, ülkedeki doğal zenginlikler sayesinde içe kapalı bir ekonominin pençesinde boğulmaktan kurtulup ileriye doğru mesafe kat etmeyi başarmıştı. Fakat sorun yalnızca “boğulmaktan kurtulmak” sorunu değildi. Sovyet devletinin yaşayabilmesi, dünya pazarının ezici etkisine karşı koyabilecek bir konuma ulaşabilmesiyle olanaklıydı. Bu nedenle Troçki dikkatleri asıl olarak bu gerçeğe çekti:
Ancak başarılması gereken tarihsel iş yalnızca boğulmaktan kaçınmak değil, dünya pazarının en yüksek kazanımlarıyla yüz yüze gelerek, en çok zaman tasarrufunu ve dolayısıyla en yüksek kültür açılımını garanti edecek akılcı ve güçlü bir ekonomi yaratmaktır.[27]
Bürokratik egemenlik altında, bürokratik planlamayla ve ulusal ekonomi çerçevesinde böyle bir noktaya ulaşabilmek olanaksızdı. O nedenle, bürokrasinin günahı onun “ulusal ekonomiyi neden daha çok geliştiremediği” sorusunda değil, dünya devriminin ilerleyişini engelleyen bir etken olması gerçeğinde yatıyordu.
Kendi ulus-devletlerinin egemenlik koşullarını pekiştirme çabası içinde üretimi arttırmak üzere işçi sınıfını kapitalist yöntemlerle mahmuzlayan bürokrasilerin, bu eylemlerini “sosyalizme tam da uygun düşen bir durum” olarak sunmaları ve bu düşüncenin dünya komünist hareketinde sosyalizm adına savunula gelmiş olması, yeterince ibret vericiydi. Stahanov hareketini, sosyalizmden komünizme geçiş koşullarının hazırlanması olarak sunan Stalin’in kepazeliğini teşhir eden Troçki, üretim araçlarındaki devlet mülkiyetini sorgulamaksızın fetişleştiren küçük-burjuva mantalitesinin de ağzının payını vermekteydi:
Sovyetler Birliği’nde işçilerin “kendileri için” çalışmakta olduğu düşüncesi yalnızca tarihsel bir perspektif içinde ve yalnızca … işçilerin, otokratik bir bürokrasinin vuracağı semere boyun eğmemeleri koşulu ile doğrudur. Ne olursa olsun üretim araçlarında devlet mülkiyeti, tezeği altına dönüştürmez ve üretici güçlerin en yücesini, insanı tüketen atölye sisteminin çevresini bir kutsallık halesi ile sarmaz.[28]
Bu değerlendirme, salt devlet mülkiyetinin işçi sınıfını iktisaden egemen sınıf konumuna yükseltmeye yetmeyeceğinin ifadesidir. Troçki, eski saptamalarında bir değişiklik ihtiyacından açıkça söz etmese de, İhanete Uğrayan Devrim’de, artık bürokrasinin konumunu daha farklı değerlendirdiğinin örneklerini vermektedir. Örneğin, 1936 anayasasının sovyet sistemi açısından getirdiği değişimi yorumlayan satırlarına rağmen, bürokrasiyi bir egemen sınıf olarak değil de, hâlâ işçi sınıfının sırtındaki bir ur olarak tanımlamak mantıklı bir tutum olabilir mi? Şöyle demektedir Troçki:
Sosyalist ilkelerden burjuva ilkelere doğru devasa bir geri adımı temsil eden ve iktidar grubunun üstüne göre biçilip dikilmiş olan yeni anayasa, Cemiyeti Akvam, burjuva ailesinin restorasyonu, milisin yerini düzenli ordunun alması, rütbe ve madalyaların geri getirilmesi ve eşitsizliğin artması yararına dünya devriminin terk edilmesiyle aynı tarihsel yolu izlemektedir. Hukuksal olarak “sınıflar üstü” bürokrasinin mutlakiyetini pekiştirmek suretiyle yeni anayasa yeni bir varlıklı sınıfın doğuşu için siyasal zemini yaratmaktadır.[29]
Daha önceki yazılarında, Sovyet bürokrasisinin son tahlilde proletaryadan bağımsız olamayacağını kanıtlamaya çalışan Troçki, bu kitabında bürokrasinin bağımsız konumunu vurgulamaya önem verir. Örneğin:
İlk önceleri proletaryanın bir aracı olarak ortaya çıkan genç bürokrasi, şimdi kendisini sınıflar arası bir uzlaşma mahkemesi olarak duymaya başlıyordu. Bağımsızlığı aydan aya artıyordu.
Bürokrasi Sol Muhalefetin ötesinde bir şeyi fethetti: Bolşevik Partisini. Başlıca tehlikeyi devlet organlarının “toplumun hizmetkârlarından toplumun efendilerine” dönüşmesinde gören Lenin’in programını yenilgiye uğrattı. Bütün bu düşmanları, muhalefeti, partiyi ve Lenin’i fikirler ve savlarla değil, kendi toplumsal ağırlığı ile yenilgiye uğrattı. Bürokrasinin koca kıçı devrimin başına ağır bastı. İşte Sovyet Termidoru’nun sırrı budur.
Sovyet devleti, totaliter-bürokratik bir nitelik kazanmıştır.[30]
Bürokrasinin bağımsız bir toplumsal güç haline gelerek, proletaryayı egemenliği altına alması ve tüm toplum üzerinde iktidar tekelini kurması, Troçki’nin deyimiyle, rejimin “totaliter-bürokratik” olması neyi anlatır? Herhalde “devletin her türlü bürokratik yozlaşmaya rağmen yine de bir işçi devleti olduğu”nu, ya da “işçi sınıfının hakim sınıf olmaya devam ettiği”ni değil! Tam tersine, Sovyet devletinin artık bir işçi devleti olarak tanımlanamayacağını, Sovyetler Birliğinde işçi sınıfının hakimiyetinden söz edilemeyeceğini anlatır. Bizzat bu ipuçlarını vermiş olan Troçki, henüz politik bir “ihtiyat kaydı” ile bu gerçekliğe “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” demeye devam etmiş olsa bile, bu durum ilerleyen yıllar içinde bu kalıba takılıp kalma eğilimine asla haklılık kazandırmaz. Çünkü Troçki gerçekliği henüz kendi adıyla anmamış da olsa, onun özünü çarpıcı biçimde gözler önüne sermiştir:
Azledilen ve küfredilen bürokrasi toplumun hizmetkârlığından bir kez daha efendisi durumuna gelmiştir. Bu yolda ilerlerken halk kitlelerinden, toplumsal ve moral bakımdan öylesine yabancılaşmıştır ki artık ne faaliyetleri ne de gelirleri üzerinde herhangi bir denetime izin veremez.
Üretim araçları devlete aittir. Ama devlet, sözün gelişi, bürokrasiye “aittir”. Şimdiki halde tümüyle yeni olan bu ilişkiler işçilerden gelecek bir direnç olsun ya da olmasın katılaşacak, standartlaşacak ve meşrulaşacak olursa, uzun vadede proleter devrimin toplumsal kazanımlarının tümden tasfiyesine yol açacaklardır.
… devlet artık toplumun sosyalist dönüşümü için bir araç değil, iktidar tabakası için güç, gelir ve ayrıcalık kaynağıdır.[31]
Troçki’nin bu satırları yazdığı tarihte zaten kurulmuş bulunan bürokratik diktatörlük, aradan geçen yıllar içinde onun öngörüsünü fazlasıyla doğrulayan biçimde “katılaşmış”, “standartlaşmış” ve “meşrulaşmış”tı. Bu durumun proleter devrimin toplumsal kazanımlarının tasfiyesi anlamına geldiği çok açıktı. Bu nedenle, Sovyet devletinin karakterinin Troçkistler tarafından bugün hâlâ Troçki’nin eski değerlendirmeleri temelinde ele alınmasının anlaşılır bir nedeni bulunmamaktadır. Örneğin, “Bilinçli bir siyasal kuvvet olarak bürokrasi devrime ihanet etmiştir.… Ona ihanet etmek yeterli değildir. Onu devirmek gereklidir. Ekim Devrimi, iktidar tabakası tarafından ihanete uğramıştır ama henüz devrilmemiştir”[32] diyen Troçki’nin bu tür yanlış değerlendirmelerini yıllar sonra aynen tekrar etmek, aslında zamanla daha da netleşen bürokratik rejimin karakterini yeniden sorgulama görevini ihmal etmek anlamına geliyor.
* * *
Troçki 1936’yı takiben yaşamının son birkaç yılı içinde, Sovyet gerçekliğine ilişkin eski değerlendirmelerini değişikliğe uğratacak yeni ipuçlarını da verdi. Ayrıca, örneğin kapitalist restorasyon tehlikesini artık salt bir burjuva karşı-devrim olasılığına bağlamayıp, Sovyet bürokrasisinin böyle bir sonucun doğuşu açısından oynayabileceği role de değinmekteydi: “Aslında yeni anayasa … bürokrasi için iktisadi karşı-devrimin «yasal» yollarını açıyor; yani kapitalizmin restorasyonunu «soğuk grev» yoluyla mümkün kılıyor.”[33] Son yazılarında, bürokrasinin proletaryanın tarihsel kazanımlarını korumak bir yana, tersine Sovyet devletinin bağrında uluslararası burjuvazinin bir uzantısı olarak işlev görebileceğine dikkat çekmeye başladı. Fakat bunun yanı sıra, Sovyet devletini tanımlarken “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” kavramını kullanmaktan da henüz vazgeçmiş değildi. Örneğin 1938 yılında Geçiş Programı’nda, bir yandan bürokrasinin egemenliğinin dünya burjuvazisine sunacağı tarihsel fırsata vurguyu yaparken, öte yandan bu öngörüsünü aslında bu koşullarda artık var olmayan bir “yozlaşmış işçi devleti” kategorisiyle bağdaştırmaya çalışmaktaydı:
… SSCB şiddetli çelişkiler taşımaktadır. Yine de hâlâ yozlaşmış bir işçi devleti olmaya devam etmektedir. Toplumsal teşhis bu yöndedir. Politik gelişme için iki alternatif söz konusudur: ya bürokrasi gittikçe daha çok dünya burjuvazisinin işçi devletindeki organı haline gelerek yeni mülkiyet biçimlerini devirecek ve ülkeyi kapitalizme geri sürükleyecek, ya da işçi sınıfı bürokrasiyi ezerek yolu sosyalizme açacaktır.[34]
Oysaki, dünya burjuvazisinin Sovyet devletindeki organı haline gelecek bir bürokratik egemenliği, “yozlaşmış işçi devleti” kavramıyla bir arada var edebilmenin artık hiçbir inandırıcı nedeni bulunmamaktaydı. Sovyet bürokrasisinin oynayabileceği rolü vurgularken kullandığı “dünya burjuvazisinin işçi devletindeki organı” ifadesindeki “işçi devleti” kavramı burada tam anlamıyla eğreti durmaktaydı. Bürokrasinin “yeni mülkiyet biçimlerini devirebileceği” olasılığıyla birlikte işaret edilmiş bulunan “devlet mülkiyeti” gerçekliğine gelince; bürokrasinin egemenliği altında devlet mülkiyetinin “henüz” korunuyor olması, proleter devrimin kazanımlarının korunduğu anlamına gelmemekteydi. Üstelik bu devlet mülkiyeti Troçki’nin de belirttiği gibi, bürokrasinin dünya burjuvazisiyle el ele vererek özel mülkiyet yönünde bir çözülmeyi başlatmasını engelleyecek bir garantiye de sahip değildi. Tersine, bürokrasinin egemenliği koşullarında devlet mülkiyeti uzun süren bir tecrit döneminin sonunda, pekâlâ Sovyet devletinin içinde uluslararası burjuvazinin uzantısı olarak harekete geçecek bürokrasi eliyle de çözülebilecekti; nitekim de öyle olmaktadır. Kaldı ki, bizzat Troçki “uzatılmış bir tecrit dönemini” bekleyen bu tür bir sonuca dikkatleri çekmişti:
Sovyetler Birliği kapitalizm ile çevrelenmeye ne kadar devam ederse, toplumsal dokunun dejenerasyonu da o kadar ilerler. Uzatılmış bir tecrit dönemi, kaçınılmaz olarak, ulusal komünizmle değil, kapitalizmin restorasyonu ile bitecektir.[35]
İşte Troçki, “bürokratik yozlaşmış işçi devleti” tanımını terk etmiş olmasa da, bürokrasinin uluslararası burjuvazinin uzantısı olarak hareket edebileceği öngörüsünde yanılmamıştır. Dolayısıyla o bu tutumuyla, burjuvazinin yönettiği bir karşı-devrime gerek kalmaksızın bürokratik rejimin kapitalizm yönünde çözülme olasılığına işaret etmiştir. Örneğin Ağustos 1939’daki Rus Devriminin Üç Kavranışı adlı yazısında da, Stalinist bürokratik egemenliğin varlığı ile burjuva rejime geri dönüş arasındaki doğrudan bağıntıya açıkça değinmektedir:
Batıda proleter devrimin yardımı olmadan Rusya’da geri dönüşün kaçınılmaz olduğunu tekrarlıyordu Lenin. Yanılmamıştı: Stalinist bürokrasi, burjuva geri dönüşünün ilk evresinden başka bir şey değil.[36]
Bu satırlar, Stalinist Sovyet bürokrasisinin dünya kapitalizmi karşısında geleceği olmayan bir sınıf olduğunun, onun ilerleyen yıllar içinde bizzat kendi eliyle burjuva ilişkiler doğrultusunda bir çözülme sürecini başlatabileceğinin öngörüsüdür. Yani, işçi iktidarı altında devlet mülkiyetinin tasfiyesi için açıkça bir burjuva karşı-devrim gerekli iken, bürokrasinin egemenliği altında devlet mülkiyetinin devamının bir garantisi yoktur ve bunun tasfiyesi için bir burjuva karşı-devrim zorunlu değildir. Nihayetinde bürokratik rejimin yalnızca kapitalizme açık bir ucu vardır ve eğer bir karşı-devrimden söz ediyorsanız, o zaten vaktiyle bürokrasinin diktatörlüğünün kurulmasıyla işçi sınıfı iktidarına karşı gerçekleşmiştir.
Troçki’nin Eylül 1939’da kaleme aldığı SSCB Savaşta yazısında ise, bir işçi devletinin sahip olması gereken norma yaptığı vurgu dikkat çekicidir. Sovyetler Birliği’ndeki somut olgunun, yani bürokratik diktatörlük gerçeğinin, işçi devleti normundan ayrıldığını belirten Troçki, “Ne var ki bu, somut olgunun normu geçersizleştirdiği anlamına gelmez; aksine, onu olumsuz yönden doğrulamıştır.… Somut olgu ile norm arasındaki çelişki bizi normu reddetmeye değil, aksine devrimci yoldan onun için savaşmaya zorlar” demektedir.[37] Diğer yandan, yaşanmakta olan olaylar, örneğin Stalinist bürokrasinin kendi ulus-devletini koruma kaygısı içinde II. Dünya Savaşı konjonktüründe “Alman-Sovyet Paktı”nı imzalamış olması vb. Troçki’nin “yozlaşmış işçi devleti” görüşünü fiilen zorlamaktadır. Bu nedenle Troçki, bu konuda esaslı bir sorgulamanın eşiğinde olduğunu çağrıştıran bir yaklaşımla, politik sonuçları itibarıyla nasılsa kendilerinin de, bürokrasiyi egemen sınıf olarak değerlendirenlerle benzer şeyleri savunduklarına dikkat çekmektedir. Troçki’nin dediğine göre sorun “terminolojik”tir.
“Bir an için bürokrasinin yeni bir «sınıf» olduğunu ve SSCB’deki mevcut rejimin özel bir sınıfsal sömürü sistemi olduğunu kabul edelim. Bu tanımlardan çıkaracağımız yeni politik sonuçlar ne olur?” diye sormaktadır Troçki.[38] Ona göre, IV. Enternasyonal, bürokrasinin emekçilerin devrimci ayaklanmasıyla devrilmesi gerektiğini uzun süre önce kabul ettiğine göre, önerilebilecek farklı bir şey yoktur. Öte yandan, bürokrasi devrilse bile, devlet mülkiyeti ve planlı ekonomi korunacağına göre, bu devrim özünde bir politik devrim olacaktır. O halde, buna “toplumsal devrim” demek de bir şeyi değiştirmeyecektir. Bu tür hususları sıraladıktan sonra, kendi görüşlerini eleştirenleri kastederek şu değerlendirmeyi yapmaktadır Troçki: “Bunların bize karşı yönelttikleri yegâne suçlama, gerekli «sonuçlar»ı çıkarmadığımız suçlamasıdır. Ne var ki analiz edildiğinde, bu sonuçların tamamen terminolojik karakterde oldukları ortaya çıkar.”[39] Bir yandan, politik görevleri sahiplenme bakımından önemli bir farklılık yoksa, SSCB’nin sosyolojik yapısı hakkında farklı görüşlere sahip olanlarla bir bölünmeye gitmenin “korkunç bir saçmalık” olacağını ifade eden Troçki, öte yandan “tamamen teorik ve hatta terminolojik farklılıkları önemsememek bizim adımıza körlük olacaktır” demektedir.[40]
Aslında, Sovyetler Birliği’ne ilişkin somut gerçeklik bağlamında, bizzat kendisinin ileri sürmüş olduğu argümanlar yan yana getirildiğinde, bürokrasinin egemen bir sınıf olmadığını kanıtlamak o derece olanaksızdır ki, görüldüğü üzere Troçki de temel sorunun etrafında dönüp durmak zorunda kalmaktadır. Örneğin şöyle demektedir:
Ancak Sovyet bürokrasisini bir “sınıf” olarak görürsek, o zaman, bu sınıfın geçmişten bildiğimiz o mülk sahibi sınıfların hiçbirine kesinlikle benzemediğini hemen belirtmek zorunda kalırız; sonuçta büyük bir kazanım sağlamış olmayız. … Ancak kast tanımı da kuşkusuz tam anlamıyla bilimsel bir karaktere sahip değil. … Ne var ki hepimiz, tarihsel özelliklerini gözden kaçırmayarak Sovyet bürokrasisine, bir bürokrasi, diyoruz. Bize göre bu şimdilik yeterli olmalıdır.[41]
Troçki’nin saptaması doğrudur. Gerçekten de Sovyet bürokrasisi, geçmişte bildiğimiz o bireysel özel mülkiyet sahibi sınıfların hiçbirine benzemiyordu. Ama asıl ayırt edici nokta da buydu işte. Stalinist bürokrasi, Batı’da karşılaşılan özel mülkiyet sahibi egemen sınıflara benzemiyordu ama, devlet mülkiyeti temelinde oluşan Doğu despotizminin egemen sınıfına (asker-sivil-dinsel bürokrasiden oluşan kolektif yönetici sınıf) benziyordu. Marx, binlerce yıl süren Doğu despotizminin, Batılı sınıflı toplumlardan farklılığını keşfetmiş ve bu farklılığa çarpıcı çözümlemeler getirmişti. Ne var ki, Sovyet devletinin niteliğini araştıran Troçki, aslında tam da konuyu aydınlatacak olan bu önemli husus üzerinde durmadı.
II. Dünya Savaşı döneminin çalkantılı yıllarında, Almanya, İtalya’daki faşist rejimler, Sovyetler Birliği’ndeki despotik-bürokratik diktatörlük koşulları, genelde geleceğe yönelik bir umutsuzluk yaratmakta ve işçi sınıfının tarihsel misyonundan tamamen umudun kesilmesi yönünde ters eğilimleri beslemekteydi. Dünyadaki gidişatın topyekûn bir şekilde totaliter bir yapılanma, “bürokratik kolektivizm” doğrultusunda seyrettiğini iddia edenlerin karşısında Troçki, o dönemde başlıca iki olasılıktan söz etmekteydi: Ya savaş proletarya devrimine yol açacak ve böylece bürokrasi de devrilecekti (o takdirde Stalinist bürokrasinin karakterine ilişkin tartışmalar da kendiliğinden düşecekti); ya da savaş proletaryada bir çöküşe yol açarsa, kapitalist ülkelerde de kapitalizm yerini totaliter bir rejime bırakacak, bu da uygarlığın çöküşü anlamına gelecekti. Bu tahlilden çıkardığı sonucu Troçki şu sözlerle ifade etmekteydi:
Tarihsel alternatif, sonuna kadar götürüldüğünde şuraya varır: Stalin rejimi ya burjuva toplumunun sosyalist bir topluma dönüşümü sürecinde meydana gelen istenmeyen bir sapmadır ya da yeni bir sömürücü toplumun ilk aşamasıdır. Eğer ikinci teşhisin doğru olduğu kanıtlanırsa, o zaman kuşkusuz, bürokrasi yeni bir sömürücü sınıf haline gelecektir.[42]
Fakat burada Troçki, sanki Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin egemen sınıf düzeyine yükselmesinin mantıksal sonucu, genelde de kapitalizmin yerini “bürokratik kolektivizm” olarak adlandırılan yeni bir sömürücü topluma bırakmasıymış gibi bir akıl yürüttüğünden, daha sonra taraftarlarının aklını iyice karıştıran bir değerlendirme yaptı. Şöyle diyordu Troçki:
İkinci perspektif ne kadar can sıkıcı olsa da dünya proletaryası gelişmelerin kendisine verdiği misyonu yerine getirmede yeteneksiz olduğunu fiilen kanıtlamak durumunda kalırsa, kapitalist toplumun iç çelişkilerini temel alan sosyalist programın sonuçta bir Ütopya olduğunu kabul etmekten başka yapacak şey kalmaz. Bu durumda yeni bir “asgari” programın –totaliter bürokratik toplumdaki kölelerin çıkarlarını savunmak için– gerekli olacağı açıktır.[43]
Kendini, “bürokratik kolektivizm” teorisinin çağrıştırdığı olasılıkların gözden geçirilmesiyle sınırlandırmış bu tarz bir irdeleme aslında mümkün olan ve de pratikte gerçekleşen bir başka olasılığın göz ardı edilmesiyle sonuçlanıyordu. Gerçekte Stalin rejimi kapitalizmden farklı bir sömürücü toplumdu; ve bu toplumdaki egemen bürokrasi de burjuvaziden farklı bir sömürücü sınıftı. II. Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte Sovyetler Birliği’nde bürokratik rejimin ayakta kaldığı belli oldu. Fakat, “bürokratik kolektivizm” teorisini savunanların tezlerinden tamamen farklı olarak, kapitalist ülkeleri de kapsamak üzere bir bütün olarak dünyada değil, Sovyetler Birliği’nde biraraya gelen bazı özgül koşullar nedeniyle orada böyle bir rejim vücut bulmuştu. Ve artık bu rejim temelinde bürokrasiyi egemen sınıf olarak nitelemekten kaçınmanın hiçbir mantıksal gerekçesi kalmamıştı. Yani ortaya çıkan gerçeklik, aslında Troçki’nin sorgulamakta olduğu bir başka sonuca işaret etmekteydi:
Eğer Bonapartist ayak takımı bir sınıf ise, bu onun tarihin bir düşüğü değil, yaşayabilecek yetenekte bir çocuğu olduğu anlamına gelir. Eğer onun yağmacılığı, terimin bilimsel anlamında “sömürü” ise, bu, bürokrasinin verili ekonomi sistemi için vazgeçilemez bir hakim sınıf olarak tarihsel bir geleceğe sahip olduğu anlamına gelir.[44]
Troçki’nin, “eğer” vurgusuyla koşullara bağlamış olduğu olasılık, tam da onun açımlamaya çalıştığı çerçevede ve Sovyetler Birliği’nde devlet mülkiyetine dayanan “verili ekonomi sistemi için” vazgeçilemez bir hakim sınıf düzeyine yükselen bürokratik diktatörlük gerçeğinde yaşam bulmuştu. Öte yandan bu sınıfın, uzun vadede “tarihsel geleceği” bulunmuyor olsa da, Troçki’nin başlangıçta düşündüğünün aksine, belirli bir dönem boyunca dünya tarihine damgasını basacak bir tarihsel gerçeklik oluşturduğu ve hatırı sayılır bir ömre sahip olduğu yadsınamazdı.
Sonuç olarak, Troçki’nin yaşamının son yılları içinde Sovyetler Birliği’nde devletin ve rejimin karakteri ile ilgili düşüncelerinin önemli bir değişim ve hareketlilik gösterdiği açıktır. Bu nedenle Troçki’nin bıraktığı noktadan hareketle ilerleyebilmenin, onun çözümlemelerini belirli noktalarda sabitleştirmekle sağlanamayacağı bellidir. Tam tersine, böyle yapıldığında gerçekliğin Troçki’nin yaşadığı tarihte dile getirdiği ve henüz eksiklikler, düzeltilmesi gereken yönler içeren görünümünden bile geriye düşüleceği kesindir.
[1] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.205
[2] Troçki, Sürekli Devrim, s.16
[3] Troçki, Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri, Enternasyonal Yay., Eylül 1979, s.8
[4] Troçki, age, s.7
[5] Troçki, age, s.9
[6] Troçki, age, s.10
[7] Troçki, age, s.10
[8] Troçki, age, s.11
[9] Troçki, age, s.12
[10] Troçki, age, s.16
[11] Troçki, age, s.22-23
[12] Troçki, age, s.23
[13] Troçki, age, s.24
[14] Troçki, age, s.27
[15] Troçki, age, s.50
[16] Troçki, age, s.64
[17] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.9
[18] Troçki, age, s.195
[19] Troçki, age,s.47-48
[20] Troçki, age, s.48
[21] Troçki, age, s.46-47
[22] Troçki, age, s.51
[23] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.51
[24] Troçki, age, s.60
[25] Troçki, age, s.45
[26] Troçki, age, s.55
[27] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.61
[28] Troçki, age, s.72
[29] Trotsky, The Revolution Betrayed, Pathfinder Press, 1989, s.272 [age, s.218]
[30] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.78, 81 ve 91
[31] Troçki, age, s.95, 200 ve 217
[32] Troçki, age, s.202
[33] Troçki’den akt: T. Cliff, Rusya’da Devlet Kapitalizmi, s.156
[34] Troçki, Geçiş Programı, Kardelen Yay., 1992, s.40
[35] Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.240
[36] Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay., Mart 1990, s.128
[37] Troçki, “SSCB Savaşta”, Marksizmi Savunurken içinde, Kardelen Yay., 1992, s.33
[38] Troçki, age, s.34
[39] Troçki, age, s.35
[40] Troçki, age, s.35
[41] Troçki, age s.36
[42] Troçki, age, s.40
[43] Troçki, age, s.40
[44] Troçki, “Tekrar ve Bir Kez Daha SSCB’nin Yapısı Üzerine (Ekim 1939)”, Marksizmi Savunurken içinde, s.56
link: Elif Çağlı, SSCB Üzerine Troçki'nin Görüşleri, Mayıs 1991, https://fa.marksist.net/node/1115