Troçki’nin çözümlemelerinden farklı olarak, Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin ayrıcalıklı bir kast olmayıp, yeni bir egemen sınıf oluşturduğu tezi çok sayıda yazar tarafından ele alınmış ve incelenmiştir. İlk bakışta, sanki benzer yaklaşımlar temelinde bir gruplaşma gerçekleşmiş gibi görünse de, aslında gerek varılan sonuçlar, gerekse söz konusu yazarların siyasal tutumları arasında önemli ayrımlar vardır. Bu bölümü eklememizin nedeni, Sovyet devletinin sınıf karakteriyle ilgili çeşitli araştırmaların sonuçları hakkında ayrıntılı bir döküm yapmak değil. Amacımız, bu konuyla ilgili tartışmalar üzerinde önemli etkiler yaratmış ve öne çıkmış bazı görüşlere değinmek ve böylece farklılıklarımıza dikkat çekebilmektir.
Önce, Troçki’nin sağlığında ve onun çevresinde yürüyen tartışmalarda önemli bir yer tutan Rakovski’nin ve Shachtman’ın değerlendirmelerini ele alacağız. Daha sonra ise, Hilferding’in de içine dahil edilebileceği bir grubun, dünyadaki gidişatın genelde “totaliter devlet ekonomisi” ya da “bürokratik kolektivizm” doğrultusunda olduğunu iddia etmiş bazı yazarların görüşleri üzerinde kısaca duracağız.
Rakovski’nin Değerlendirmesi Üzerine
Rakovski’nin, bürokrasiyi yeni bir egemen sınıf olarak niteleyen Hilferding ve Shachtman’dan da önce bu sorunu bir biçimde gündeme getirmiş olduğu bilinmektedir. Nitekim, onun Stalin tarafından sürgüne gönderilen bir muhalif olan Valantinov’a mektup olarak yazdığı 1928 tarihli Bürokrasi ve Sovyet Devleti başlıklı makalesi konuya ilişkin değerlendirmelerini yansıtmaktadır. Daha sonraki bir yazısında ise Rakovski, rejimin bürokratik yozlaşmasının nesnel nedenleri olarak sıralanan faktörlerin (Rusya’nın ekonomik ve kültürel açıdan geri bir ülke oluşu, iç savaşın yarattığı yıkım ve tüm Rus halkına oranla işçi sınıfının henüz küçük oluşu gibi) dışında bir başka olguya dikkat çekmek istemiştir. En elverişli koşullar altında bile olsa, iktidarın onu daha önce hiç kullanmamış bir sınıf üzerindeki yozlaştırıcı etkilerini araştırmıştır. Rakovski, bürokratik bir devletin ve büyük bir egemenler sınıfının, o günleri yaşamakta olan Bolşeviklerin gözlerinin önünde biçimlenmekte olduğunu dile getirmektedir:
Bürokratik anormallikleri olan işçi devletinden –Lenin’in hükümetimizin biçimini tanımladığı gibi– proleter-komünist kalıntıları olan bürokratik bir devlete dönüştük.
Gözlerimizin önünde büyük bir egemenler sınıfı şekillenmektedir ve daha da gelişmeye devam ediyor… Bu benzersiz sınıfın birleştirici faktörü, özel mülkiyetin şu eşsiz biçimi, devlet iktidarıdır. “Bürokrasi özel mülkiyet hakkı olarak, devlete sahiptir” diye yazar Marx.[1]
Rakovski’nin, “özel mülkiyetin eşsiz bir biçimi” diyerek, bürokratik devlet iktidarına Marx’ın açılımı eşliğinde yaptığı vurgu çok önemlidir. Bilindiği gibi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlarda, son tahlilde devlet bu mülkiyete sahip olan sınıfın devletidir. Böyle bir sınıflı toplumda, bürokrasinin siyasal yaşamdaki ağırlığı ne denli artmış olursa olsun, bu onu üretim araçlarının özel mülkiyetini ele geçiren yeni bir egemen sınıf katına yükseltmez.
Dolayısıyla asıl sorun, üretim araçları üzerindeki hakim mülkiyet biçiminin devlet mülkiyeti olduğu toplumlarda ortaya çıkar. İster eski dönemlerin Asyatik despotluklarında olsun, isterse modern çağın Sovyetler Birliği ve benzeri despotik-bürokratik devletlerinde olsun, genelde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti dışlayan devlet mülkiyeti olgusu, yönetici bürokrasiyi çok farklı bir ayrıcalıkla donatır: devlet onun özel mülkü haline gelir.
Sovyetler Birliği’ndeki bürokrasi gerçeğini irdelemek isteyen Rakovski’nin bu noktaya dikkat çekmiş olması yerindedir. Fakat onun çözümlemesinin ağırlık noktasını, ele geçirilen iktidarın, onu daha önce hiç kullanmamış bir sınıf, yani işçi sınıfı üzerinde yarattığı yozlaştırıcı ve yolundan saptırıcı etkenlerin incelenmesi oluşturmaktadır. Rakovski “iktidarın mesleki riskleri”ne vurgu yapar:
… bir an için ülkenin yalnızca proleter kitlelerden oluştuğunu ve dışarıda yalnızca proleter devletlerin var olduğunu varsaymamız gerekseydi bile, bu zorluklar belirli bir noktaya kadar var olmaya devam ederdi. Bu zorluklara iktidarın mesleki riskleri denebilir. Gerçekten, iktidarın fethi için savaşan bir sınıfın konumu ile onu elinde tutan bir sınıfın konumu farklıdır. Tehlikelerden bahsederken, diğer sınıflarla var olan ilişkileri değil, tersine muzaffer sınıfın saflarında ortaya çıkanları düşündüğümü tekrarlıyorum.[2]
Tezlerini güçlendirmek amacıyla Fransız devrim sürecinden örnekler veren Rakovski, bir sınıf iktidarı ele geçirdiğinde, sınıfın yalnızca bir bölümünün iktidarın temsilcisi olduğu ve böylece işlerin değiştiği noktasından hareket etmektedir. Ona göre, Ekim Devrimi ve Sovyet devletinin kuruluşu sayesinde iktidara gelen işçi sınıfı içinde de, iktidarın sınıfın yalnızca bazı temsilcileri tarafından kullanılması temelinde önce işlevsel bir farklılaşma geçekleşmiştir. Daha sonra ise aradaki farklılık bir uçuruma dönüşerek toplumsal bir farklılaşma düzeyine yükselmiştir:
Bir sınıf iktidarı ele geçirdiği zaman, onun bir kesimi bu iktidarın yürütücüsü olur. Böylece bürokrasi öne çıkar. Kapitalist birikimin egemen partinin üyeleri tarafından yasaklandığı sosyalist bir devlette, bu farklılaşma işlevsel olarak başlar; daha sonra toplumsal olur.[3]
Sovyet devletinde bürokrasinin giderek siyasal gücü eline geçirmesiyle birlikte işçi devletinde toplumsal bir farklılaşmanın yaşandığı doğrudur. Ne var ki bu farklılaşma başlangıçta işçi sınıfının içinde cereyan etmiş olsa da, olgunlaşmasıyla birlikte artık sınıfın dışına taşan ve böylece işçi devletini de o olmaktan çıkaran niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır. Böyle bir dönüşüm gerçekleştikten sonra, bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu artık işçi sınıfının kendi içindeki bir kopuş ya da “iktidarın mesleki riskleri” ile açıklamak doğru olmamaktadır. Böyle bir nesnel tehlikeden söz etmek anlamlı olsa bile, zaten bu sorunun çözümü, işçi sınıfının devrimi takiben daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir yarı-devleti, yani farklı tipten bir devlet organizasyonunu yaratmış olmasına ve devrimin diğer ülkelerde de ilerlemesine bağlı değil midir?
Oysaki Rakovski, Rusya’da Ekim Devrimiyle bir süreliğine gerçekleşebilmiş olsa da daha sonra böyle bir işçi devletinin tamamen ortadan kalkmış bulunduğu koşullarda, hâlâ iktidardaki işçi sınıfını tehdit eden “mesleki riskleri” araştırmaktadır. Üstelik, en elverişli koşullar altında bile olsa, yine de Rusya’dakine benzer bir bürokratikleşmenin yaşanabileceği düşüncesini genelleştirmekle, neredeyse işçi iktidarının ve onun yarı-devletinin yaşatılabilmesinin pek de mümkün olamayacağı gibi bir sonuca kapıyı açmaktadır.
Rakovski’nin bu çözümlemesindeki temel eksiklik, devleti mülk edinme temelinde egemen bir sınıfa dönüşen bürokrasi tarafından işçi sınıfının iktidardan tamamen uzaklaştırıldığını ve dolayısıyla artık “iktidarın mesleki riskleri”nden vb. söz etmenin de bir anlamının kalmadığını incelemesinin ağırlık merkezine koymamasıdır. Ama öte yandan, “sovyetlerin ve partinin bürokrasisi, yeni bir düzenin olgusudur” diyen Rakovski, bürokrasinin egemenliği altında cereyan eden niteliksel değişimi çözümlemeye çalıştığını da kanıtlamıştır. Onun yazdığı şu satırlar, gerçekten de o dönemde devrimci Marksistlerin üzerinde durması gereken temel bir soruna işaret etmektedir:
Burada sorun, münferit vakalar, bir yoldaşın davranışındaki aksaklıklar sorunu değil, daha ziyade, tam bir incelemeye tâbi tutulması gereken yeni bir toplumsal kategori sorunudur.[4]
Max Shachtman’ın Değerlendirmeleri Üzerine
Shachtman’ın değinmek istediğimiz değerlendirmeleri, onun 1940’ta Troçki’den kopuşundan kısa bir süre sonra yazmış olduğu, Stalinizm: Yeni Bir Toplumsal Düzen başlıklı yazısında yer alan görüşleri çerçevesindedir. Shachtman, Sovyetler Birliği’nin yozlaşmış bir işçi devleti olduğuna ilişkin Troçki’nin teorisini eleştirdiği yazısında şöyle diyordu:
Tahlilimizde zorunlu olarak Lev Troçki ile ters düşmek durumunda olmamıza rağmen, aynı zamanda kendimizi büyük ölçüde onun çalışmalarına dayandırıyoruz. Hiç kimse onun Sovyetler Birliği sorununun anlaşılmasına yaptığı katkının kapsam ve derinliğine yaklaşmamıştır bile.[5]
Troçki’nin ölümünden sonra Troçkist harekette yaşanan parçalanma ve yozlaşma koşullarından nasibini alan Shachtman’ın daha sonraki politik evrimini bir tarafa bırakacak olursak, onun Sovyet devletinin doğasına ilişkin bu ilk dönem incelemesinde pek çok önemli husus yer almaktadır.
Shachtman’ın analizinde özellikle dikkat çeken nokta, mülkiyet biçimleri ile mülkiyet ilişkileri arasında var olan ayrıma işaret etmesidir. Şöyle demektedir:
Şurası açık ki, Sovyetler Birliği’nde Stalinizm tarafından değiştirilen şey ne ve ne kadar olursa olsun, üretim ve değişim araçlarındaki devlet mülkiyeti var olmaya devam etmektedir. Daha da açıktır ki, proletarya Rusya’da tekrar başa geçtiği zaman, devlet mülkiyetini sürdürecektir.
Bununla birlikte hayati olan şey, mülkiyet biçimleri, yani varlığı inkâr edilemez olan ulusallaştırılmış mülkiyet değil, özellikle, Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli toplumsal grupların bu mülkiyet ile olan ilişkileri, yani mülkiyet ilişkileridir! Eğer Sovyetler Birliği’nde ulusallaştırılmış mülkiyetten söz edebiliyorsak, bu henüz mülkiyet ilişkilerinin ne olduğunu saptamamaktadır.[6]
Bu husus, Stalinist rejimin kurulmasına rağmen Troçki’nin Rusya’yı hâlâ yozlaşmış işçi devleti olarak kabul etmesinin temelinde yatan “devlet mülkiyeti” olgusunun irdelenmesinde anahtar bir saptamaydı. Çünkü bürokrasinin işçi sınıfı üzerinde uyguladığı baskı, ayrıcalıklı durumu, dünya ölçeğinde devrim karşıtı konumu vb. ile ilgili olarak Troçki’nin gerçekten de çok doğru çözümlemelerine karşın, bürokratik rejimi yozlaşmış işçi devleti olarak kabulündeki asli unsur devlet mülkiyeti biçiminin korunması olgusuydu. Bu nedenle Troçki, Stalinist bürokrasiye karşı işçi sınıfının tarihsel eylemini, toplumsal bir devrim olarak değil, politik bir devrim kapsamında ortaya koydu. Çünkü o, işçi demokrasisini yeniden kuracak ve yaygınlaştıracak bir devrimin mülkiyet ilişkilerinde temel bir değişiklik yaratmayacağını, mülkiyetin devlet mülkiyeti olarak kalacağını düşünüyordu. Öte yandan, Sovyetler Birliği’ni yozlaşmış işçi devleti olarak nitelendirmek için, devletleştirilmiş mülkiyetin varlığının gerekli ve yeterli olduğunu belirtiyordu. Troçki’ye göre Stalinist bürokrasi bir kasttı. Egemen sınıf olabilmesi için yeni mülkiyet biçimleri oluşturmalıydı.
Görüldüğü gibi Troçki, mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri arasında bir ayrıma gitmeksizin, Rusya’da devlet mülkiyetini, yozlaşmış işçi devletinin temel dayanak noktası olarak kabul etmekteydi. Oysaki burada mülkiyet ilişkileri ve mülkiyet biçimleri nitelemesi arasındaki fark basit bir kavram çeşitlemesi olmayıp, sorunun temelinde yatan çok önemli bir ayrıma ışık tutmaktaydı.
Bilindiği gibi, kapitalist toplumda üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet biçiminin yanı sıra, devlet mülkiyeti biçimi de varlığını sürdürmektedir. Fakat mülkiyet ilişkileri kapitalisttir ve gerek özel gerekse de devlet mülkiyeti biçimleri üzerinde yükselmektedir. Oysaki, Stalinist Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi kapitalist özel mülkiyetin ilga edildiği, fakat işçi sınıfının da iktidardan alaşağı edildiği koşullarda, devlet yönetimini tekelinde tutan yönetici bürokrasi, devlet mülkiyetine de hakim olarak, toplumla despotik tarzda bir ilişki içinde olacaktır. Ve bu koşullarda, devlet mülkiyeti biçiminin varlığını sürdürmesi asla işçi sınıfına bir egemen sınıf karakteri kazandıramayacak, tersine,işçisi ve köylüsüyle bu doğrudan üreticiler sınıfı, devletin tebaası olarak egemen bürokrasinin hükümranlığı altında yaşayacaklardır.
Bu nedenle Shachtman, “Troçki, ülkedeki «mülkiyet biçimleri» ve «mülkiyet ilişkileri»ni, sanki bir ve aynı şeyden bahsedermiş gibi birbiri yerine kullanıyor”[7] derken çok önemli bir tartışma konusunu gündeme getirmiş oluyordu. Ne var ki, daha sonra pek çok Troçkist çevre, bu ve benzeri sorunları incelemek yerine, şayet ileri sürülen görüş kendi sektlerine ait değilse, doğruları dar politik çıkarlara feda ederek tutum almayı sürdürdü.
Stalinist rejimin, kapitalist toplumda görülen Bonapartist rejim benzeri bir çeşit Bonapartizm olarak kabul edilip edilmeyeceği konusunda da Shachtman, söz konusu yazısında doğru bir yaklaşım sergilemekteydi. Kapitalist sınıfın toplumsal gücünün, esas olarak onun üretim araçlarına sahip oluşunda yattığını ve bu ekonomik üstünlüğü sayesinde de, devletin Bonapartist, faşist vb. gibi farklı biçimlenmelerine rağmen egemen sınıf olmayı sürdürdüğünü belirtmekteydi. Oysa soruna SSCB özelinde ve proletaryanın cephesinden yaklaştığımızda, Bonapartizm benzetmesine elverişli olmayan niteliksel bir farklılıkla yüz yüze gelmekteydik:
Proletaryanın, onun devletinin cephesinde, ona özgü mülkiyet biçimleri ve mülkiyet ilişkileri açısından durum nasıldır? … Eski toplumdaki konumu gereği, proletaryanın kapitalizm altında hiçbir mülkiyeti yoktur. İşçi sınıfı, ekonomik üstünlüğü ancak politik iktidarı ele geçirdikten sonra kazanır.[8]
Gerçekten de, kapitalist sınıfın egemenlik kaynağı ile proletaryanın egemenlik kaynağı arasında tarihsel bir farklılık vardır. İşçi sınıfının ancak, daha baştan sönmeye yüz tutmuş tipte bir yarı-devleti, işçi demokrasisini kurması ve sürdürmesi koşuluyla ekonomik açıdan egemen olabilmesi mümkündür. Nitekim Shachtman’ın da doğru olarak dile getirdiği bir husustu bu:
Böylece, yeni toplumdaki bu konumu nedeniyle, proletaryanın hâlâ mülkiyeti yoktur, yani feodal lordun ya da kapitalistin sahip olduğu anlamda, mülkiyete sahip değildir. Mülksüz bir sınıftı ve öyle kalır. Devlet iktidarını elinde tutar. Yeni devlet, yalnızca, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır. Devlet, toprağın ve sermayenin özel mülkiyetine sahip olanları mülksüzleştirir ve toprağın ve üretim ve değişim araçlarının mülkiyeti devlete geçmiş olur. Bu eylemiyle devlet, yeni mülkiyet biçimlerini kurar; ulusallaştırılmış veya devletleştirilmiş ya da kolektifleştirilmiş mülkiyet. Aynı zamanda yeni mülkiyet ilişkileri de kurar. Proletarya söz konusu olduğu ölçüde, o, mülkiyetle tamamen yeni bir ilişki içine girer. Değişikliğin esası, işçi sınıfının, bu devlete ait mülkiyeti yönetmesinde yatmaktadır, çünkü devlet, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadır (sovyetleri, ordusu, mahkemeleri ve parti, sendikalar, fabrika komiteleri gibi kurumları aracılığıyla). Sorunun özü budur.[9]
Shachtman, Troçki’nin tahlilinde proletaryanın politik olarak mülksüzleştirilmesi diye tanımlanan şeyin, işçilerin sınıf egemenliğinin yıkılmasından, Sovyetler Birliği’nin bir işçi devleti olarak sona ermesinden başka bir şey olmadığı sonucuna çıkmıştı. Ve tam da bu noktada, Troçki’nin bir değerlendirmesini hatırlatarak sözlerini sürdürmekteydi: “Sınıf egemenliğinde bir değişim, bir devrim ya da karşı-devrim, hem de şiddet olmaksızın, iç savaş olmaksızın, kademe kademe? Troçki, böyle bir görüşü savunanları, «tersine reformizm» ile suçlamıştı. Bizde bu suçlamaya katılıyoruz, ama Stalinist karşı-devrimin yeterince şiddetli ve kanlı olduğunu da ekliyoruz.”[10]
Shachtman, Troçki’nin verdiği önemli ipuçlarından hareketle sorgulamayı ilerletmiş ve sorunun çözümü bakımından sorulması gereken bir soruyu yıllar önce dile getirmişti:
Eğer işçiler artık egemen sınıf değilse ve Sovyetler Birliği artık bir işçi devleti değilse, ve eğer Rusya’ya egemen olan özel mülkiyet sahibi hiçbir kapitalist sınıf yoksa, bu devletin sınıf doğası nedir ve ona hakim olan bürokrasi tam olarak nedir?[11]
Troçki de SSCB Savaşta başlıklı makalesinde bürokrasiyi bir kast olarak tanımlamanın tam anlamıyla bilimsel bir karaktere sahip olmadığına dikkat çekmişti. Ayrıca, aradan geçen yıllar, bürokratik rejimin daha önce belki de yeterince kavranamayan pek çok yönünü öylesine aydınlatmaktaydı ki, Stalinist Rusya’da olduğu gibi özgün tarihsel koşullar altında egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasiyi hâlâ bir kast olarak tanımlamanın anlamsızlığı ortadaydı. İşte bu önemli tartışma noktasında Troçki’den farklı olarak, bürokrasinin bir egemen sınıf olduğu sonucuna vardı Shachtman. Şöyle diyordu:
[bürokrasi] öncelikle proleter devrimin geri Rusya’da patlak vermesi ve ileri ülkelerdeki devrimin zaferiyle tamamlanmamış ve bu suretle kurtarılmamış olması gibi koşulların bir araya gelmesinin ürünüdür. Bu nedenle, onun somut özellikleri, onu bu tarihsel kapitalist sınıfla aynı anlamda yaşayabilir ya da vazgeçilmez bir egemen sınıf olarak nitelememize izin vermezken, ondan, devlet üzerindeki tam kontrolü sayesinde ülkedeki politik ve ekonomik üstünlüğünü şu anda garanti altına almış bir egemen sınıf olarak bahsedebiliriz ve edeceğiz.[12]
Shachtman’ın yazısıyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken bir başka önemli tartışma konusu ise şudur: Bu egemen bürokrasi, Sovyetler Birliği’nde (ya da daha sonra benzerlerinde) ortaya çıkan bazı özgül tarihsel koşullarla sınırlı, geleceği bulunmayan, salt bu toplumların tarihinin bir kesitinde burjuvazi ve proletarya dışında bir egemen sınıfın var olması anlamında bir “yeni sınıf” mıdır? Shachtman’ın bu soruya verdiği yanıt şöyledir:
Sovyetler Birliği işçileri, iktidarı ellerinde tutmayı başaramadılar. Onu özgün, beklenmeyen ve beklenmesi de mümkün olmayan bir yoldan kaybettikleri –bir burjuva restorasyon nedeniyle değil, fakat yeni, kolektivist mülkiyet biçimini elinde bulunduran ve kendini ona dayandıran karşı-devrimci bir bürokrasi tarafından iktidarın ele geçirilmesi şeklinde– doğrudur. Ama sonuçta iktidarı kaybetmişlerdi. Eski pislik, yepyeni, benzersiz, şimdiye kadar hiç bilinmeyen bir biçimde, yeni bir bürokratik sınıfın egemenliği biçiminde yeniden ortaya çıktı. Bu sınıf hep var olmuş ve hep var olacak bir sınıf mıdır? Hiç değil.…
Bu yeni sınıf, istediği uzunlukta bir toplumsal yaşam süresi –örneğin kapitalist sınıf kadar– umabilir mi? Bunun olabileceğine inanmak için hiçbir sebep görmüyoruz. Kendi çelişkileriyle vahşice ilerleyen modern kapitalist toplumda, kolektivizm yönünde açıkça fark edilebilen önüne geçilmez bir eğilim vardır, ki ancak bu yolla insanlığın üretici güçleri geliştirilebilir ve bu suretle, yeni bir uygarlık ve kültür patlaması için önkoşul olan insan ihtiyaçlarının azami tatmini sağlanabilir. Ama bu eğilimin evrensel bir “bürokratik kolektivizm” şeklinde gerçekleşeceğine inanmak için yeterli sebep yoktur.[13]
Daha sonra Shachtman’ın bu görüşlerini şu ya da bu doğrultuda değiştirmiş olması burada bizi ilgilendirmiyor. Çünkü sorun, ne Shachtman’ın doğrularını ya da yanlışlarını arayıp bulmak, ne de geçmiş dönemlerde Troçkist çevreler arasında cereyan eden bu türden tartışmalara takılıp kalmaktır. Aslına bakılırsa, tarihin artık bu evresinde devrimci Marksizmin ışığı altında doğruları bulabilme arayışına, geçmişin salt politik çekişmeler tarzındaki tartışmalarının gölgesini düşürmek hoş değil.
“Bürokratik Kolektivizm”i Dünya Genelinde Bir Eğilim Olarak Ele Alanlar
II. Dünya Savaşı öncesinde kapitalist sistem içinde yaşanan büyük bunalım, faşizmin yükselişi, ekonomide devlet müdahaleciliğinin artması gibi faktörler nedeniyle, kapitalist ülkelerdeki gidişatı Sovyetler Birliği’ndeki merkeziyetçi sistemle benzeştiren teoriler ortaya atıldı. O dönemde kapitalist ülkelerde gelişen devlet müdahaleciliği ve devlet tekellerinin yaygınlaşması, pek çok yazar tarafından, yeni bir tarihsel dönemin habercisi olarak yorumlandı. Bu tür yazarlara göre, özel girişime dayalı kapitalizm tarihe karışıyor ve yerini devlet kontrolünün esas olduğu totaliter bir toplumsal düzene bırakıyordu.
Bu bağlamda bazı yazarlar “bürokratik kolektivizm”, “totaliter devlet ekonomisi” gibi adlandırmalar altında çeşitli değerlendirmeler yaptılar. Bürokratik kolektivizm teorisi, SSCB’deki toplumsal sistemi, toplumların evrim şemasında kapitalizmden sonra gelen yeni ve genel bir toplumsal sistem olarak görmekte ve SSCB’yi tüm dünyada işlemekte olan genel bir eğilimin gerçekleşmiş en uç ifadesi olarak nitelendirmekteydi. Buna göre insanlık kapitalizmden sonra gelen ve onun iç eğilimlerinden türeyen yeni bir toplumsal aşamaya doğru ilerlemekteydi. Oysa, birbiriyle benzeşmeyen toplumsal formasyonların, devlet baskısı ve ekonomide devletin artan rolü gibi müşterek olgulardan hareketle tek bir sisteme doğru yol aldıkları görüşü temelden yanlıştı.
Bu doğrultuda çözümlemeler yapan ve görüşleri etkili olmuş yazarlar arasında, Burnham İdari Devrim, Hilferding Devlet Kapitalizmi Ya da Totaliter Devlet Ekonomisi, Bruno Rizzi ise Dünyanın Bürokratikleşmesi başlıklı çalışmalarıyla dikkat çektiler. Bu arada belirtmek gerekir ki, bu türden teorilerin kökü, bir yönüyle de, modern sosyolojinin kurucusu olduğu söylenen Max Weber’in tezlerine dayanmaktaydı. Çünkü Weber, 1918 tarihlerinde resmi devlet memurlarının diktatörlüğüne yol açabilecek olan aşırı bürokratik düzen sorununu ele almıştı.
Amerikalı yazar James Burnham, kapitalist ülkelerdeki devlet müdahaleciliğinin artışını, kapitalist mülkiyetin varlığının ve öneminin azalışı şeklinde yorumladı. Özetle şöyle demekteydi: “Kapitalistlerin egemen sınıf olarak ellerinde tuttukları mevkiin altı oyuluyor ve çok geçmeden çökecekler.” Bu görüşü nedeniyle de Burnham “devlet kapitalizmi” teorisini eleştirdi. Onun teorisi genelde benzerleriyle aynı yanlışı içeriyordu; ancak özelde devlet kapitalizmi nitelemesine yönelik eleştirisi ise, kapitalizmin mevcut olmadığı koşullarda bu kavramı kullanarak teori inşa edenlere karşı anlamlıydı. Şöyle diyordu: “Özel sektör yok olduğunda veya yok denecek kadar azaldığında, kapitalizm yok olmuş demektir.”[14] Ona göre, Sovyetler Birliği, Almanya, İtalya gibi ülkelerde mevcut durum “devlet kapitalizmi” değil, ortaya çıkan yeni bir idari sınıfın diktatörlüğü altında totaliter bir yapıydı. Burnham kendi teorisinde vurguyu, bu “yeni sınıf”a yapıyordu.
Hilferding de gerek Stalinist Rusya’daki toplumsal düzeni, gerekse Almanya ve İtalya’daki faşist düzeni “totaliter devlet ekonomisi” olarak niteledi. Bu ülkelerin hepsinde ekonomiyi kendi amaçlarına tâbi kılan totaliter bir devletin varoluşunun belirleyici unsur olduğunu, bu nedenle de aralarındaki ekonomik farklılıkların önemli olmadığını ileri sürdü. Ona göre dünyada Doğu ve Batı ülkelerinin tümünü kapsayacak yeni bir düzen oluşmaktaydı. Böylece Hilferding, Stalinist Rusya’daki ekonomik sistem ile 1940 Almanya’sı ve İtalya’sındaki ekonomik sistem arasında benzerlikler icat etmiş ve bu tür ülkelerin tümünü kapsayıcı tarzda bir “totaliter devlet ekonomisi” kavrayışının temellerini atmıştır.
İşin doğrusu, Stalinist rejimin baskıcı, totaliter doğası ile Nazi Almanya’sının ve İtalyan faşizminin siyasal uygulamaları arasında benzerlikler bulmak mümkündü. Fakat o kadar. Çünkü, çeşitli türden baskıcı rejimlerin kimi benzerliklerinden hareketle, birinde devlet mülkiyetinin diğerlerinde ise kapitalist özel mülkiyetin hakim olduğu tamamen farklı sosyo-ekonomik olguları benzeştirmeye çalışmak, mesnetsiz ve Marksist kavrayış dışına düşen girişimlerdi. Zaten Hilferding, bu rejimlerde egemen sınıfın politikasının ekonominin karakterini belirlediğini iddia etmekle, Marksist kavrayışa bağlı kalmak gibi bir derdinin olmadığını da ortaya koymaktaydı. O, maddi ekonomik temele ilişkin farklılıklarına rağmen, tüm baskıcı rejimleri tek bir başlık altında toplamakta kendince bir sakınca görmemişti. Ve Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi, devlet olgusunun muazzam bir önem kazanabilmesinin altında yatan özgül koşulları araştıracak yerde, bunu uygulanan politikanın bir sonucu olarak sunmuştu. Hilferding’in dediği şuydu: “ne Rus sistemi ne de genel olarak totaliter sistem, ekonominin karakteriyle belirlenir. Tam tersine, ekonomi, egemen iktidarın politikası tarafından belirlenir ve bu iktidarın hedeflerine ve amaçlarına tâbi kılınır.”[15]
Hilferding, “devletin bağımsız bir güç olarak ortaya çıkışı, politikanın (yani devletin) belirleyici ve kesin rol oynadığı bir toplumun ekonomik nitelenişini büyük ölçüde güçleştirir”[16] saptamasını yaptığında belki önemli bir noktaya temas ediyordu. Fakat ancak, kapitalist özel mülkiyetin son bulduğu Stalinist Rusya ile sınırlı olmak koşuluyla. Yani, egemen bürokrasinin devlete ve dolayısıyla her şey üzerinde tasarruf hakkına sahip olduğu ve tarihte Asyatik devletlerde görülenin benzeri bir despotik hükümranlığın kurulduğu özgün koşullar çerçevesinde Hilferding’in saptaması bir anlam ifade edebilirdi. Ne var ki o ve ona benzer bir yaklaşım sergileyenler, bu türden analizlerini, kapitalist dünyayı da kucaklayacak tarzda bir genelleme düzeyine yükselttiler. İşte yanlış olan da buydu.
Öte yandan, Hilferding gibiler, “totaliter diktatörlük” ve benzeri nitelemelerini, Lenin ve Troçki gibi liderlerin dönemine doğru uzatmakla asıl olarak Ekim Devriminin anlamını çarpıtmak istemekteydiler. Bu yaklaşım zaten Avusturya-Marksist ekolünün bilinen tutumuydu ve işçi sınıfının kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde ihtiyaç duyacağı diktatörlüğün, totaliter bir diktatörlük olarak gösterilmek istenmesine dayanmaktaydı. Dolayısıyla Hilferding’in gayesi, Ekim Devrimini takiben Rusya’da bir işçi devletinin yani işçi demokrasisinin kurulmuş olduğu ve daha sonra bunun bürokratik bir karşı-devrimle yıkıldığı gerçeğini göstermek değildi. O, olumsuzluğun kaynağını Leninist-Bolşevik mücadele ve örgütlenme anlayışında aramaktaydı.
İtalyan yazar Bruno Rizzi, bu teoriyi “bürokratik kolektivizm” kavramıyla birlikte sunup ona oldukça popülerlik kazandırdı. Dünyanın Bürokratikleşmesi adlı kitabında, kapitalist özel mülkiyetin yerini kolektif mülk sahipliğine bırakmakta olduğunu ve bu temelde de dünyada yeni bir ekonomik sistemin doğmakta olduğunu iddia etti. Rizzi, “bürokratik kolektivizm” olarak adlandırdığı bu yeni toplumda kolektif mülkiyeti bürokrasinin kontrol ettiğini ve kapitalist özel mülkiyete dayanan bireysel sömürüden, bürokrasinin kolektif sömürüsüne geçilmekte olduğunu söyledi. Kuşkusuz ki bu çarpık analize göre, bürokrasinin karşısında bir de yeni bir ezilen sınıfın, yeni türden bir “köle sınıfı”nın tarih sahnesinde yerini alması gerekiyordu. Nitekim Bruno Rizzi bu konuda netti ve artık sömürünün tıpkı bir köleci toplum söz konusuymuşçasına gerçekleştiğini söylüyordu. Rizzi’nin görüşleri kendinden sonra gelen yazarları da etkiledi.
30’lu yılların son döneminin somut koşulları ve tartışmaları içinde Troçki de, örneğin bürokrasinin bir sınıf olarak kabul edilip edilemeyeceği gibi soruları salt Sovyetler Birliği özelinde değil, dünyadaki genel gidişat temelinde irdelemişti. Öte yandan Troçki’nin ele aldığı bir başka sorun ise, proletaryanın iktidara gelememesi durumunda, gelecek dönemde dünyada neler olabileceği idi. Troçki’nin yanıtı, o takdirde kapitalist toplumda kendiliğinden var olan kolektivist eğilimlerin, yeni bir bürokratik sınıf tarafından yönetilen yeni bir sömürü toplumuna yol açabileceği şeklindeydi. Şöyle diyordu:
Ne var ki, şimdiki savaşın devrime değil, proletaryada bir çöküşe yol açacağı düşünülürse, o zaman geriye bir başka alternatif kalır: tekelci kapitalizmin daha fazla çürümesi, devletle daha fazla kaynaşması ve demokrasinin, hâlâ korunduğu yerlerde totaliter bir rejimle yer değiştirmesi. Proletaryanın toplumun liderliğini kendi eline almakta yetersiz kalması, bu koşullar altında Bonapartist faşist bürokrasiden yeni bir sömürücü sınıfın doğup gelişmesine fiilen yol açabilir. Bu, bütün belirtilerin gösterdiği gibi, uygarlığın yok oluşunu haber veren bir çöküş rejimi olur.[17]
Kapitalist toplumlarda da bürokrasinin yeni bir egemen sınıf haline gelmesi, böylece kapitalist sistemin yerini dünya ölçeğinde yeni bir toplumsal sisteme, kimilerinin iddia ettiği gibi bürokratik kolektivist bir sisteme bırakması gibi ihtimaller, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler tarafından doğrulanmayan hipotezler olarak kalıverdi. Stalinist rejim altındaki Sovyetler Birliği’nde ise, bürokrasi bir yandan belirli özgün koşulların bir sonucu olarak pekâlâ egemen bir sınıf katına yükselmişken, diğer yandan dünya kapitalist sisteminin varlığı bu sınıfın kaderini belirliyor ve onu tarihsel geleceği olmayan, geçici bir fenomen olmaya yazgılı kılıyordu.
Dolayısıyla Stalinist tipte bürokratik rejimler, asla insan topluluklarının tarihsel gelişme çizgisinde kapitalist sistemi aşan yeni bir toplumsal sistemin ortaya çıkması anlamına gelmedi. Bu rejimler, dünya kapitalist sistemini ileriye doğru aşacak yegâne alternatif olan işçi iktidarının, Sovyetler Birliği’nde bürokratik bir karşı-devrimle boğulması nedeniyle oluşan özgün koşulların ürünü oldular.
[1] Rakovski’den akt: I. Howe, Essential Works of Socialism, s.178
[2] Rakovski, “Bureaucracy and Soviet State”, Essential Works of Socialism, s.179
[3] Rakovski, age, s.179
[4] Rakovski, age, s.182
[5] Shachtman, “Stalinism: A New Social Order”, Essential Works of Socialism, s.254
[6] Shachtman, age, s.256
[7] Shachtman, age, s.256
[8] Shachtman, age, s.257
[9] Shachtman, age,s.257
[10] Shachtman, age, s.258
[11] Shachtman, age, s.259
[12] Shachtman, age, s.259-260
[13] Shachtman, age, s.261
[14] Burnham, The Managerial Revolution, Penguin Books, 1962, s.114
[15] Hilferding, “State Capitalism or Totalitarian State Economy”, Essential Works of Socialism, s.249
[16] Hilferding, age, s.250
[17] Troçki, Marksizmi Savunurken, s.40
link: Elif Çağlı, SSCB Üzerine Farklı Görüşler, Mayıs 1991, https://fa.marksist.net/node/1118