5 Ocak 1938
Herşeyden önce, bu kitabın yazarının tarihsel materyalizm okuluna mensup olması gerçeği, çalışmasından dolayı bizim gözümüzde onay bulması için hiç de yeterli değil. Günümüz koşullarında Marksist etiket bizi, kabullenmekten ziyade güvensizliğe yatkınlaştırıyor. Sovyet devletinin dejenerasyonuyla yakından ilişkili olarak, son on beş yıldır Marksizm görülmedik bir gerileme ve itibar kaybının yaşandığı bir dönemden geçiyor. Marksizm, bir analiz ve eleştiri aracı olmaktan çıkartılıp, ucuz bir mazeret bulma aracına dönüştürülmüştür. Olguları analiz etmek yerine, kendisini yüksek makamlardaki müşterilerin çıkarları için safsata devşirmekle meşgul ediyor.
Komünist Enternasyonal 1925-27 Çin devriminde bu kitapta da oldukça kapsamlı biçimde tasvir edilen büyük bir rol oynadı. Ama yine de Komünist Enternasyonal kütüphanesinde şu ya da bu şekilde Çin devriminin genel bir resmini çizmeye çalışan tek bir kitap bulmak için boşuna aranıp dururuz. Bunun yerine, Komünist Enternasyonalin politikasındaki, daha doğrusu Sovyet diplomasisinin Çin’deki her bir zikzağını yumuşak başlılıkla yansıtan ve genel yaklaşıma olduğu kadar her bir zikzağa da tâbi çok sayıda “konjonktürel” çalışma buluruz. Zihinsel tiksiniş dışında hiçbir şey uyandırmayacak olan bu literatürün tam tersine, Isaacs’in kitabı baştan sona bilimsel bir çalışma örneğidir. Muazzam sayıda orijinal kaynak ve ilave materyalin dikkatlice incelenmesi üzerine kurulu. Isaacs bu çalışma üstünde üç yıldan fazla çalıştı. Öncesinde Çin’de bir gazeteci ve Çin’deki yaşamının gözlemcisi olarak beş yıl geçirdiği de eklenmeli.
Bu kitabın yazarı devrime bir devrimci olarak yaklaşıyor ve bunu gizlemek için hiçbir neden görmüyor. Bir filistenin gözünde, devrimci bakış açısı, neredeyse bilimsel objektiflik eksikliğiyle eş anlamlıdır. Biz tam tersini düşünüyoruz: Ancak bir devrimci –elbette ki bilimsel yöntemle donandığı takdirde– devrimin nesnel dinamiklerini ortaya koyma yeteneğine sahiptir. Kavrayışlı bir düşünce, genelde dalgın değil aktiftir. İrade unsuru, doğa ve toplumun sırlarına nüfuz etmek için vazgeçilmezdir. Tıpkı insan hayatının onun neşterine bağlı olduğu bir cerrahın bir organizmanın farklı dokularını son derece dikkatle ayrıştırması gibi, bir devrimci de, eğer kendi görevine ciddiyetle yaklaşıyorsa, toplumun organellerini, bunların işlevlerini ve tepkilerini son derece dikkatlice analiz etmek zorundadır.
Japonya ve Çin arasındaki mevcut savaşı anlamak için, ikinci Çin devrimi hareket noktası olarak alınmalıdır. Her iki durumda da yalnızca aynı toplumsal güçlerle değil, hem de sıklıkla aynı kişiliklerle karşılaşıyoruz. Çan Kay-şek’in şahsiyetinin bu kitabın merkezini işgal ettiğini söylemek yeterli olacaktır. Bu satırlar yazıldığı sırada Çin-Japon savaşının nasıl ve ne zaman biteceğini kestirmek halen güçlüğünü korumaktadır. Ancak Uzak Doğu’daki mevcut çatışmanın neticesi her durumda geçici bir karaktere sahip olacaktır. Çin sorunu, karşı koyulmaz bir güçle yaklaşan dünya savaşı tarafından sömürge egemenliğinin tüm diğer sorunları ile birlikte tekrar gözden geçirilecektir. Çünkü ikinci dünya savaşının gerçek görevi, emperyalist güçler arasındaki yeni ilişkilere göre gezegeni yeniden bölmektir. Mücadelenin temel arenası, elbette ki Liliputluların[184] küveti, Akdeniz veya hatta Atlantik okyanusu değil, Pasifik havzasıdır. Mücadelenin en önemli hedefi insan ırkının yaklaşık dörtte birini kucaklayan Çin olacaktır. Yaklaşan savaşta büyük bir pasta olan Sovyetler Birliği’nin kaderi belirli bir ölçüde Uzak Doğu’da belirlenecektir. Devlerin bu çarpışması için hazırlanan Tokyo bugün Asya kıtasındaki olası en geniş talim alanını kendisi açısından sağlama bağlamaya çalışıyor. Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri de aynı şekilde hiç vakit kaybetmiyorlar. Yine de kesinlikle önceden söyleyebiliriz ki, dünya savaşı nihai kararı vermeyecektir: Bu savaşı, yalnızca savaşın hükümlerini değil aynı zamanda savaşa yol açan tüm bu mülkiyet ilişkilerini de yeniden gözden geçirecek olan bir devrimler dizisi izleyecektir. Ve bu durum özü itibarıyla kaderin şimdiki yazıcıları tarafından da kavranılmaktadır.
Bu olasılığın bir idil olmaktan hayli uzak olduğu itiraf edilmelidir, fakat tarih tanrıçası Clio da zaten hiçbir zaman hanımefendilerin barış kulübünün üyesi olmamıştı. 1914-18 savaşından geçen yaşlı kuşak kendi görevlerinin bir tekini bile yerine getirmedi ve yeni kuşağa savaşların ve devrimlerin yükünü miras bırakıyor. İnsanlık tarihinde bu en önemli ve en trajik olaylar genellikle yan yana ilerlemişlerdir. Gelecek on yılların arka planını kesinlikle bu olaylar şekillendirecek. Geriye yalnızca, miras aldığı koşullardan kendisini keyfi olarak koparamayacak olan yeni kuşağın, kendi çağının yasalarını en azından daha iyi anlamayı öğrenmiş olduğunu umut etmek kalıyor. Bu kuşak 1925-27 Çin Devriminin bilgisini almak için, bugün bu kitaptan daha iyi bir rehber bulamayacaktır.
Anglo-Sakson dehasının tartışılmaz büyüklüğüne rağmen, devrimin yasalarının en az anlaşıldığı yerlerin tam da Anglo-Sakson ülkeleri olduğunu görmemek mümkün değildir. Bunun açıklaması, bir taraftan bu ülkelerde devrimin ilk ortaya çıkışının üzerinden çok uzun bir zaman geçmesi ve bunun resmi “sosyologlarda” sanki çocukça bir yaramazlıkmış gibi küçümseyici bir tebessüm uyandırmasında yatıyor. Diğer yandan da, Anglo-Sakson düşünüşünün karakteristik özelliği olan pragmatizm, devrimci krizlerin anlaşılabilmesi için en elverişsiz olan anlayıştır.
On sekizinci yüzyılın Fransız Devrimi gibi on yedinci yüzyılın İngiliz devrimi de toplumun yapısını “rasyonalize etme” göreviyle, yani toplumu feodal sarkıt ve dikitlerden temizlemek ve onu o çağda “sağduyunun” yasaları olarak görülen serbest rekabet yasalarının boyunduruğu altına alma göreviyle yükümlüydü. Bunu yaparken, Püriten devrimi papaz cüppelerine büründü ve böylece kendi önemini kavramakta bir bebekten bile daha başarılı olmadığını göstermiş oldu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ilerici düşünce üzerinde önemli bir etkiye sahip olan Fransız devrimine ise, saf rasyonalizmin formülasyonları kılavuzluk ediyordu. Hâlâ kendisinden korkan ve mukaddes peygamber maskesinde çare arayan sağduyu ya da toplumu rasyonel bir “sözleşmenin” ürünü olarak gören laik sağduyu, bugüne kadar felsefe ve sosyoloji alanlarında Anglo-Sakson düşünüşünün asli biçimleri olarak varolmaya devam etmiştir.
Ama yine de gerçek tarihsel toplum, ne Rousseau’yu takip ederek rasyonel bir “sözleşme” üzerine, ne de Bentham’ı izleyerek “en büyük fayda” ilkesi üzerine inşa edilmemiştir, tersine bu gerçek toplum çelişkiler ve uzlaşmazlıklar temelinde “irrasyonel olarak” serpilip gelişmiştir. Devrimin kaçınılmaz bir hale gelmesi için, sınıf çelişkilerinin kopma noktasına kadar gerilmesi gerekir. İşte savaşlarla birlikte devrimleri de tarihsel sürecin “irrasyonel” temelinin en dramatik ifadesi yapan şey, tam da ne sağlam ne de sakatlanmış zihinlere değil de sınıfların nesnel karşılıklı ilişkilerine dayanan çatışmanın bu kaçınılmaz tarihsel zorunluluğudur.
Ne var ki “irrasyonel,” keyfi anlamına gelmez. Tam tersine, devrimin moleküler hazırlığında, onun patlayışında, yükseliş ve alçalışında, kavranabilir ve aslında önceden görülebilir olan derin bir iç yasallık vardır. Pek çok kez söylendiği gibi devrimlerin kendilerine ait bir mantığı vardır. Ancak bu Aristo mantığı değildir, “sağduyunun” pragmatik yarı mantığı ise hiç değil. Bu düşüncenin daha yüksek bir işlevidir: Gelişmenin ve onun çelişkilerinin mantığı, yani diyalektik.
Anglo-Sakson pragmatizminin inatçılığının ve onun diyalektik düşünceye olan düşmanlığının bu bakımdan maddi nedenleri vardır. Nasıl bir şair kendi kişisel deneyimleri olmaksızın diyalektiğe kitaplar vasıtasıyla ulaşamazsa, çalkantılara alışık olmayan sürekli “kalkınmaya” alışmış hali vakti yerinde bir toplum da kendi gelişiminin diyalektiğini anlama yeteneğinde değildir. Bununla birlikte, Anglo-Sakson dünyasının bu ayrıcalığının sonuna gelindiği fazlasıyla açıktır. Tarih Amerika Birleşik Devletleri’ne olduğu kadar Büyük Britanya’ya da ciddi diyalektik dersleri vermeye hazırlanıyor.
Bu kitabın yazarı, a priori tanımlardan ya da tarihsel analojilerden değil, bizzat Çin toplumunun canlı yapısından, onun iç kuvvetlerinin dinamiğinden yola çıkarak Çin devriminin karakterini ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Kitabın başlıca yöntemsel değeri burada yatıyor. Okuyucu sadece Mart olaylarının daha iyi örülmüş bir resmini kavramakla kalmayacak –bundan daha da önemlisi– onların temel toplumsal nedenlerini anlamayı öğrenecektir. Mücadele eden partilerin sloganlarını ve siyasi programlarını doğru şekilde değerlendirebilmek ancak bu temelde mümkündür, ki bu partiler süreçten ne bağımsız ne de son tahlilde belirleyici etken olmasalar bile yine de onun en belirgin göstergeleridir.
Tamamlanmamış Çin devrimi, acil hedefleri bakımından “burjuva”dır. Ne var ki, geçmişin burjuva devrimlerinin sadece bir yankısı olarak kullanılan bu terimin bugün bize pek bir faydası yoktur. Tarihsel analojinin mantık için bir tuzağa dönüşmemesi için, onu somut bir sosyolojik analiz ışığında kontrol etmek gerekir. Çin’de mücadele eden sınıflar hangileridir? Bu sınıfların karşılıklı ilişkileri nelerdir? Bu ilişkiler nasıl ve hangi yönde dönüşüm geçiriyor? Çin devriminin nesnel görevleri, yani gelişim istikametinin emrettiği görevler nelerdir? Bu görevlerin çözümü hangi sınıfların omuzlarına binmektedir? Hangi yöntemlerle çözülebilirler? Isaacsin kitabı bilhassa bu soruları yanıtlıyor.
İnsanlığın çok büyük kısmını kucaklayan sömürge ve yarı-sömürge –bu nedenle de geri– ülkeler, her biri gerilik derecelerine göre, göçebelik ve hatta yamyamlıktan en modern sanayi kültürüne kadar uzanan bir tarihsel merdiveni temsil edecek şekilde olağanüstü farklılıklar gösterirler. Bu aşırı uçların şu ya da bu ölçüdeki karışımı tüm geri ülkeleri karakterize eder. Bununla birlikte, geriliğin hiyerarşisi, eğer böyle bir ifade kullanılabilirse, her sömürge ülkenin yaşamındaki barbarlık ve uygarlık unsurlarının özgül ağırlığı tarafından belirlenir. Ekvatoral Afrika Cezayir’in, Paraguay Meksika’nın, Habeşistan Çin’in veya Hindistan’ın çok gerisindedir. Hepsinin ortak yanı emperyalist metropollere ekonomik bağımlılıkken, politik bağımlılık bazı durumlarda açık sömürge köleliği (Hindistan, Ekvatoral Afrika) karakteri taşır, diğerlerinde devlet bağımsızlığı uydurmacasıyla üstü örtülür (Çin, Latin Amerika).
Gerilik, en organik ve acımasız ifadesini tarım ilişkilerinde bulur. Bu ülkelerin biri bile demokratik devrimini gerçek boyutuyla gerçekleştirmemiştir. Yarım yamalak toprak reformları yarı-serflik ilişkilerince yutulmakta ve bu ilişkiler kaçınılmaz olarak yoksulluk ve baskı ortamında yeniden üretilmektedir. Tarımsal barbarlık her zaman ulaşım yollarının olmayışıyla, eyaletlerin yalıtılmışlığıyla, “ortaçağ” partikülarizmiyle ve ulusal bilinç eksikliğiyle ile el ele gider. Modern feodalizmin kabuğunun kırılması ve antik kalıntıların toplumsal ilişkilerinin tasfiyesi, tüm bu ülkelerdeki en önemli görevdir.
Ne var ki, toprak devriminin tamamlanması, bir yandan kölelik ve serfliğin tüm biçimlerini destekleyip yeniden yaratırken diğer yandan kapitalist ilişkileri yeşerten yabancı emperyalizme bağımlılığın muhafaza edilmesiyle birlikte düşünülemez. Toplumsal ilişkilerin demokratikleştirilmesi ve ulusal bir devletin yaratılması mücadelesi, böylece kesintiye uğramaksızın yabancı egemenliğine karşı açık bir ayaklanmaya dönüşür.
Tarihsel gerilik, bir, iki veya üç yüzyıllık bir gecikmeyle İngiltere ya da Fransa gibi ileri ülkelerin gelişiminin basit bir yeniden üretimi anlamına gelmez. Kapitalist tekniğin ve yapının en son keşiflerinin, feodal ve pre-feodal barbarlık ilişkilerinin içine, bu ilişkileri dönüştürerek, bu ilişkileri hükmü altına alarak ve kendine özgü sınıf ilişkileri yaratarak, kendi köklerini saldığı, tümüyle yeni bir “bileşik” toplumsal oluşuma yol açar.
Bu geri ülkelerde, “burjuva” devriminin tek bir görevi bile “ulusal” burjuvazinin önderliğinde çözülemez, çünkü bu “ulusal” burjuvazi, kendi halkına yabancı ya da düşman bir sınıf olarak birdenbire yabancı desteği sayesinde ortaya çıkar. Gelişimindeki her basamak, aslında acentesi olduğu yabancı mali sermayeye onu daha da sıkı bağlar. Sömürgelerin küçük-burjuvazisi, yani zanaatkârlar ve tüccarlar, ekonomik bakımdan anlamsızlaşarak, deklase olarak ve yoksullaşarak, yabancı sermaye ile eşitsiz mücadelenin ilk kurbanı olurlar. Bağımsız bir siyasi rol oynamayı tasavvur bile edemezler. Sayısal olarak en büyük ama en atomize olmuş, en geri ve en ezilen sınıf olan köylülük, yerel ayaklanmalar ve partizan savaşı yürütme yeteneğindedir, ancak bu mücadelenin ulusal bir düzeye yükseltilmesi için daha ileri ve merkezi bir sınıfın önderliği gerekir. Böylesi bir önderlik görevi, maddenin doğası gereği, daha ilk adımlarından itibaren sadece yabancı burjuvaziyi değil aynı zamanda kendi ulusal burjuvazisini de karşısına alan sömürge proletaryasına düşer.
Kapitalist gelişim, Çin’i, coğrafi yakınlık ve bürokratik aygıt tarafından birbirine bağlanan eyaletler ve kabileler yığınından, ekonomik bir varlık biçimine dönüştürmüştür. Kitlelerin devrimci hareketi, gelişen bu birliği ilk kez ulusal bilinç diline çevirdi. 1925-27 arasındaki grevlerde, köylü ayaklanmalarında ve askeri seferlerde yeni bir Çin doğuyordu. Hem kendisininkine hem de yabancı burjuvaziye bağlı generaller ülkeyi paramparça etmekten başka bir şey yapamadığı halde, Çinli işçiler karşı konulmaz ulusal birlik tutkusunun bayraktarı haline geldiler. Bu hareket partikülarizme karşı Fransız üçüncü zümresinin mücadelesiyle, ya da daha sonra Almanların veya İtalyanların ulusal birlik uğruna verdikleri mücadelelerle su götürmez bir benzerlik içindedir.[185] Fakat kısmen burjuvazinin ve hatta toprak beylerinin önderliğinde (Prusya!) ulusal birliği başarma sorununun küçük-burjuvaziye düştüğü kapitalizmin ilk doğduğu ülkelere tezat olarak Çin’de bu hareketin başlıca itici gücü ve potansiyel önderi olarak ortaya çıkan proletarya idi. Ama tam da bu nedenle, proletarya, burjuvazinin karşısına, birleşik anavatanın önderliğinin burjuvazinin elinde kalmayacağı tehdidiyle çıktı. Yurtseverlik tüm tarih boyunca iktidar ve mülkiyete ayrılmaz bir biçimde bağlı olmuştur. Tehlikeyle karşı karşıya kaldığında egemen sınıflar, ülkenin bir parçasında iktidarı elinde tutabildikleri sürece kendi ülkelerini bölmekten bir an için bile çekinmezler. Bu nedenle, Çan Kay-şek’in temsil ettiği Çin burjuvazisinin 1927’de silahlarını ulusal birliğin bayraktarı olan proletaryaya çevirmiş olması hiç de şaşırtıcı değildir. Isaacs’in kitabının merkezinde yer alan, bu dönüşün sergilenişi ve açıklaması, şimdiki Çin-Japon Savaşının olduğu kadar Çin devriminin de temel sorunlarının anlaşılmasında anahtar görevi görüyor.
Sözde “ulusal” burjuvazi, ulusal aşağılanmanın her biçimine müsamaha eder, yeter ki kendi ayrıcalıklı varoluşunu koruma ümidi olsun. Fakat yabancı sermaye, ülkenin tüm zenginliği üzerinde bölünmez bir egemenlik kurmaya kalkıştığında, sömürge burjuvazisi kendisine kendi “ulusal” yükümlülüklerini hatırlatmak zorunda kalır. Kitlelerin basıncı altında kendisini bir anda savaşın içinde bile bulabilir. Fakat bu savaş, emperyalist güçlerden sadece birine karşı yürütülen ve çok daha yüce gönüllü bir başka gücün hizmetine girme umuduyla müzakerelere en açık biçimde yürütülen bir savaş olacaktır. Çan Kay-şek, Japon mütecavizine karşı, ancak kendisine İngiliz ya da Amerikan patronları tarafından çizilen sınırlar dahilinde mücadele ediyor. Yalnızca zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan bir sınıf, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş için bu savaşı sonuna kadar götürebilir.
Tarihsel olarak gecikmiş ülkelerdeki “burjuva” devrimlerinin kendine özgü niteliğine ilişkin olarak yukarıda geliştirilen düşünceler hiçbir şekilde yalnızca teorik bir analizin ürünü değildirler. İkinci Çin devriminden (1925-27) önce bu görüşler görkemli bir tarihsel sınava tâbi tutulmuşlardı. Üç Rus devriminin (1905, Şubat ve Ekim 1917) deneyimi yirminci yüzyılda, Fransız devriminin on dokuzuncu yüzyılda taşıdığından hiç de daha az bir değer taşımaz. Modern Çin’in yazgısını anlamak için okuyucu Rus devrimci hareketindeki anlayışların mücadelesini gözünde canlandırmak zorundadır, çünkü bu anlayışlar, Çin proletaryasının politikası üzerinde doğrudan ve dahası güçlü bir biçimde, Çin burjuvazisinin politikası üzerinde ise dolaylı bir biçimde etkili olmuştur ve halen de olmaktadır.
Çarlık Rusya’sının, bir doktrin olarak Marksizmin ve bir parti olarak Sosyal Demokrasinin, burjuva devriminden önce güçlü bir gelişim gösterdiği yegâne Avrupa ülkesi olmasının nedeni tam da bu ülkenin tarihsel geriliği idi. Demokrasi mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki ya da burjuva devrim ile sosyalist devrim arasındaki ilişki sorununun teorik bir analize tâbi olduğu ülke, tabiatıyla Rusya idi. Geçtiğimiz yüzyılın seksenli yıllarının başında bu sorunu ortaya koyan ilk kişi Rus Sosyal Demokrasisinin kurucusu olan Plehanov idi. Bir çeşit sosyalist ütopyacılık olan sözde Popülizme (Narodnizm) karşı mücadelede Plehanov, Rusya’nın ayrıcalıklı bir gelişim yolu umması için hiçbir gerekçesinin olmadığını saptamıştı; yani “kâfir” uluslar gibi Rusya da kapitalizm aşamasından geçmek zorundaydı ve bu yolda proletaryanın sosyalizm mücadelesine ilerleyebilmesi için vazgeçilmez olan burjuva demokrasisi rejimine kavuşacaktı. Plehanov, yalnızca burjuva devrimini belirsiz bir geleceğe ertelediği sosyalist devrimden bir görev olarak ayırmakla kalmamış, tamamıyla farklı bir güçler bileşimini çizmişti. Burjuva devrimi, liberal burjuvaziyle ittifak kuran proletarya tarafından gerçekleştirilecek ve böylelikle de kapitalist gelişimin önündeki engelleri temizleyecekti; birkaç on yıl sonra ve çok daha yüksek bir kapitalist gelişme düzeyinde, burjuvaziye karşı doğrudan mücadele içerisinde proletarya sosyalist devrimi gerçekleştirecekti.
Lenin –muhakkak ki hemen değil– bu doktrini gözden geçirdi. Bu yüzyılın başında, Plehanov’dan çok daha güçlü ve çok daha tutarlı bir biçimde, Rusya’daki burjuva devriminin merkezi sorununu tarım sorunu olarak ortaya koydu. Bununla ulaştığı sonuç, liberal burjuvazinin, toprak beylerinin mülklerinin kamulaştırılmasına düşman olduğu ve tam da bu nedenle Prusya tarzında bir anayasa temelinde monarşiyle bir uzlaşma arayışı içinde olacağıydı. Plehanov’un, proletarya ile liberal burjuvazinin ittifakı fikrine karşı Lenin, proletarya ve köylülüğün ittifakı düşüncesini savundu. Bu iki sınıfın devrimci işbirliğinin tuttuğu hedefin, Çarlık imparatorluğunun feodal-polis döküntülerini temizlemenin, özgür çiftçiler sistemini yaratmanın ve kapitalizmin Amerikan çizgisinde gelişme yolunu temizlemenin yegâne aracı olarak “proletarya ve köylülüğün burjuva-demokratik diktatörlüğü”nün kurulması olduğunu ilân etmişti. Lenin’in formülü, Plehanov’unkinin tersine, devrimin merkezi görevini doğru bir biçimde, yani tarımsal ilişkilerin demokratik altüst oluşu olarak saptamakla ve bu görevi çözme yeteneğinde olan sınıf güçlerinin yegâne gerçekçi bileşiminin taslağını doğru biçimde çıkarmakla muazzam bir ileri adım ifade ediyordu. Fakat 1917’ye kadar bizzat Lenin’in düşüncesi geleneksel “burjuva” devrimi anlayışına bağlı kaldı. Plehanov gibi Lenin de, ancak “burjuva-demokratik devrimin tamamlanmasından” sonra sosyalist devrimin görevlerinin günün sorunu haline geleceği öncülünden hareket etmişti. Ne var ki Lenin, epigonlar tarafından daha sonraları imal edilen efsanenin tersine, burjuva altüst oluşun tamamlanmasından sonra köylülüğün köylülük olarak proletaryanın müttefiki kalamayacağını düşünmüştü. Lenin sosyalist umutlarını, tarım emekçilerine ve kendi emek güçlerini satan yarı-proleter köylülere dayandırmıştı.
Lenin’in anlayışının zayıf noktası içsel olarak çelişkili olan “proletarya ve köylülüğün burjuva-demokratik diktatörlüğü” düşüncesi idi. Çıkarları ancak kısmen çakışan iki sınıfın politik bloğu bir diktatörlük ihtimalini dışlar. Bizzat Lenin “proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü”nü açıkça burjuva olarak adlandırarak bu diktatörlüğün temel sınırlarını vurgulamıştı. Bununla kastettiği, köylülükle ittifakı korumak amacıyla proletaryanın, yaklaşan devrimde, sosyalist görevleri doğrudan ortaya koymaktan vazgeçmek zorunda kalabileceğiydi. Ama bu, kesin konuşmak gerekirse, proletaryanın diktatörlükten vazgeçmek zorunda kalabileceği anlamına gelirdi. Bu durumda, devrimci iktidar kimin elinde yoğunlaşacaktı? Köylülüğün elinde mi? Ama o böylesi bir rol için en zayıf sınıftır.
Lenin bu soruları, 4 Nisan 1917’deki meşhur Tezlerine kadar yanıtsız bıraktı. Ancak bu Tezlerde ilk kez geleneksel “burjuva” devrim kavrayışından ve “proletarya ve köylülüğün burjuva-demokratik diktatörlüğü” formülünden koptu. Proletarya diktatörlüğü mücadelesinin, tarım devrimini sonuna kadar götürmenin ve ezilen ulusların özgürlüğünü güvence altına almanın yegâne aracı olduğunu açıkladı. Gelgelelim proletarya diktatörlüğü rejimi, kendi doğası gereği, kendisini burjuva mülkiyet çerçevesiyle sınırlayamazdı. Proletaryanın hakimiyeti gündeme kendiliğinden sosyalist devrimi koydu, ama bu kez demokratik devrimden tarihsel bir dönemle ayrılmayan tersine kesintisiz bir biçimde ona bağlı, ya da daha kesin olarak belirtelim, onun organik büyümesi olan bir sosyalist devrim. Toplumun sosyalist dönüşümünün hangi tempoda gerçekleşeceği ve yakın gelecekte hangi sınırlara ulaşacağı, yalnızca iç değil dış koşullara da bağlı olacaktı. Rus devrimi uluslararası devrimde yalnızca bir halka idi. Bu kavrayış, ana hatları itibarıyla, sürekli (kesintisiz) devrim anlayışının özüydü. Ekim’de proletaryanın zaferini güvence altına alan tam da bu anlayış idi.
Fakat tarihin acı ironisidir ki, Rus devrim deneyimi Çin proletaryasına yalnızca yardım etmemekle kalmamış, tersine gerici, çarpıtılmış biçimiyle onun önündeki başlıca engellerden biri haline gelmiştir. Epigonların Komintern’i Doğunun tüm ülkeleri için, Lenin’in tarihsel deneyimin etkisiyle değersiz olduğunu kabul ettiği “proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” formülünü bir kanun haline getirmekle işe giriştiler. Tarihte her zaman olduğu gibi, yaşamın dışında kalan bir formül, bu formülün geçerli görüldüğü günlerdeki politik içeriğinin tam tersi bir içeriğin üstünü örtmeye hizmet etmiştir. Komintern, doğrudan eylem organları olarak özgürce seçilen sovyetler aracılığıyla onaylanan plebyen kitlelerin, işçi ve köylülerin devrimci ittifakı yerine, parti merkezlerinin bürokratik bloğunu geçirdi. Bu blokta köylülüğü temsil etme hakkı beklenmedik bir biçimde Kuomintang’a, yani, esasen yalnızca üretim araçları üzerindeki değil topraktaki kapitalist mülkiyeti de korumakla ilgilenen baştan aşağı bir burjuva partisine verildi. Proletarya ve köylülüğün ittifakı, “dört sınıf bloğu”na kadar genişletildi: İşçiler, köylüler, kent küçük-burjuvazisi ve sözüm ona “ulusal” burjuvazi. Diğer bir deyişle, Komintern Lenin’in ıskartaya çıkardığı formülü, maskelenmiş ve dolayısıyla çok daha zararlı bir biçimde Plehanov’un politikasının yolunu açmak amacıyla bulup çıkardı.
Proletaryanın burjuvaziye politik olarak tâbi kılınmasını haklı göstermek için Komintern’in teorisyenleri (Stalin, Buharin), emperyalist baskı olgusunun güya “ülkedeki tüm ilerici güçleri” bir ittifak kurmaya zorladığını ileri sürdüler. Ama bu tam da Rus Menşeviklerinin argümanıydı, şu farkla ki, onlarda emperyalizmin yerini Çarlık doldurmuştu. Gerçekte, Çin Komünist Partisinin Kuomintang’a boyun eğmesi onun kitle hareketinden kopması ve kendi tarihsel çıkarlarına doğrudan ihanet etmesi anlamına geldi. Bu şekilde ikinci Çin devriminin felâketi Moskova’nın doğrudan önderliği altında hazırlanmış oldu.
Politikada “sağduyu”nun tahminlerini bilimsel analizin yerine geçirmeye eğilimli birçok politik filistene, Rus Marksistleri arasında devrimin doğası ve sınıf güçlerinin dinamiği hususundaki anlaşmazlıklar bütünüyle skolastizm olarak göründü. Gelgelelim tarihsel deneyim, Rus Marksizminin “doktriner formülleri”nin ölümcül önemini çarpıcı bir biçimde göstermiştir. Bunu bugüne kadar anlamamış olanlar Isaacs’in kitabından çok şey öğrenebilirler. Komünist Enternasyonal’in Çin’deki politikaları, eğer Menşevikler ve Sosyal Devrimciler zamanında Bolşevikler tarafından bir tarafa itilmeselerdi Rus devriminin ne mene bir şeye dönüşeceğini ikna edici bir tarzda göstermiştir. Çin’de sürekli devrim anlayışı bir kez daha doğrulanmıştır, ancak bu kez zafer biçiminde değil, bir felâket biçiminde.
Hiç şüphesiz Rusya ve Çin’i bir tutmak hoş görülebilir bir şey olmazdı. Önemli ortak özelliklerinin yanı sıra farklılıkları da apaçıktır. Ama insanın kendisini bu farklılıkların Bolşevizmin temel sonuçlarını zayıflatmadığına, bilâkis güçlendirdiğine inandırması hiç de güç değildir. Bir anlamda Çarlık Rusya’sı da bir sömürge ülkeydi ve bu durum kendi ifadesini yabancı sermayenin ağır basan rolünde bulmuştu. Ama Rus burjuvazisi yabancı emperyalizmden bağımsızlığın faydalarından, Çin burjuvazisine göre çok daha fazla yararlanmıştı. Rusya’nın kendisi emperyalist bir ülkeydi. Tüm yetersizliğiyle Rus liberalizmi Çinlilerinkinden çok daha ciddi geleneklere ve daha güçlü bir dayanma zeminine sahipti. Liberallerin solunda, Çarlık karşında devrimci ya da yarı-devrimci olan güçlü küçük-burjuva partileri vardı. Sosyal Devrimciler partisi köylülük arasında, en başta da onun üst katmanları arasında hatırı sayılır bir destek bulmayı becermişti. Sosyal Demokrat (Menşevik) Parti kendi arkasına kent küçük-burjuvazisinin ve işçi aristokrasisinin geniş çevrelerini almıştı. O sıralara henüz Halk Cephesi olarak adlandırılmayan ama onun tüm özelliklerine sahip olan bir koalisyona uzun bir dönem boyunca hazırlık yapan ve 1917’de kararlılıkla bu koalisyonu oluşturan tam da bu üç parti idi; Liberaller, Sosyal Devrimciler ve Menşevikler. Buna karşı Bolşevikler, 1905 devriminin arifesinden itibaren, liberal burjuvaziye karşı uzlaşmaz bir tutum takındılar. Yalnızca, en üst ifadesini 1914-17’deki “yenilgicilik”de bulan bu politika, Bolşevik partinin iktidarı fethetmesini mümkün kılmıştı.
Çin ve Rusya arasındaki farklılıklar –Çin burjuvazisinin yabancı sermayeye karşılaştırılmaz ölçüde daha fazla bağımlılığı, küçük-burjuvazi arasında bağımsız devrimci geleneklerin olmayışı, Komintern bayrağının işçi ve köylüler üzerindeki çekim etkisi– Rusya’da izlenenden çok daha uzlaşmaz bir politikayı –eğer böyle bir politika mümkünse– gerektiriyordu. Ama Komintern’in Çin seksiyonu, Moskova’nın emriyle, Marksizmi reddetmiş, gerici skolastik “Sun Yat-sen ilkelerini” benimsemiş ve Kuomintang saflarına onun disiplinine boyun eğerek katılmıştır. Bir başka deyişle, burjuvaziye teslimiyet yolunda Rus Menşeviklerinden ya da Sosyal Devrimcilerden bile daha fazla yol kat etmiştir. Bu aynı ölümcül politika bugün Japonya’yla savaş koşullarında tekrarlanmaktadır.
Bolşevik devrimden çıkıp gelen bürokrasi, Çin’de ve bütün dünyada Bolşevizmin yöntemlerine taban tabana zıt bu yöntemleri nasıl uygulayabildi? Bu soruya, şu ya da bu bireyin ihmali ya da yetersizliğine atıfta bulunarak bir yanıt vermek çok üstün körü bir yaklaşım olurdu. Konunun özü şurada yatmaktadır: Yeni varoluş koşullarıyla birlikte bürokrasi yeni düşünme yöntemleri edinmiştir. Bolşevik parti kitlelere önderlik etti. Bürokrasi onlara emretmeye başladı. Bolşevikler, kitlelere önderlik etme olanağını, kitlelerin çıkarlarını doğru bir biçimde ifade etmekle elde ettiler. Bürokrasi kitlelerin çıkarlarına karşı kendi çıkarlarını garanti altına almak için emir-komutaya başvurmak zorunda kaldı. Bu emir-komuta yöntemi tabiatıyla Komünist Enternasyonal’e de yayıldı. Moskovalı önderler tam bir ciddiyetle, Kremlin’de çizilen köşegenler boyunca Çin burjuvazisini kendi çıkarlarının soluna ve Çinli işçi ve köylüleri de kendi çıkarlarının sağına kaymaya zorlayabileceklerini tasavvur etmeye başladılar. Oysa devrimin gerçek özü, sömürülenlerin olduğu kadar sömürenlerin de çıkarlarına en uç ifadeyi vermesidir. Eğer düşman sınıflar köşegenler boyunca hareket edecek olsalardı bir iç savaşa gerek kalmazdı. Tükenmez mali kaynakları bir yana, Ekim devriminin ve Komünist Enternasyonal’in otoritesiyle silahlanan bürokrasi, genç Çin Komünist Partisini devrimin en önemli anında itici bir güç olmaktan çıkararak onu bir frene dönüştürdü. Bürokrasinin yenilginin sorumluluğunu kısmen Sosyal Demokrasiye yıkabileceği Almanya ve Avusturya’nın tersine, Çin’de Sosyal Demokrasi yoktu. Komintern Çin devriminin yıkımında tekeldi.
Kuomintang’ın Çin topraklarının hatırı sayılır bir bölümü üzerindeki bugünkü egemenliği, 1925-27’nin güçlü ulusal-devrimci kitle hareketi olmaksızın imkânsız olurdu. Bu hareketin kıyımdan geçirilmesi bir yandan iktidarı Çan Kay-şek’in ellerinde yoğunlaştırmış, diğer yandan da Çan Kay-şek’i emperyalizme karşı mücadelede yarı-önlemlere mahkûm etmiştir. Çin devriminin gidişatını anlamak, bu nedenle, Çin-Japon Savaşının gidişatını anlamak için en doğrudan bir öneme sahiptir. Bu tarih çalışması böylelikle son derece aktüel bir politik anlam kazanmaktadır.
Çin’in yakın gelecekteki tarihinde savaş ve devrim iç içe geçecektir. Japonya’nın, muazzam genişlikteki bir ülkeyi onun stratejik merkezlerinde hüküm sürerek, sonsuza dek ya da en azından uzun bir zaman boyunca köleleştirme hedefi, yalnızca açgözlülükle değil kalın kafalılıkla da nitelendirilebilir. Japonya çok geç çıka gelmiştir. İçsel çelişkilerle parçalanan mikado imparatorluğu Britanya’nın yükseliş tarihini yeniden üretemez. Diğer taraftan Çin on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Hindistan’ından çok daha gelişmiştir. Eski sömürge ülkeler bugünlerde kendi ulusal bağımsızlıkları mücadelesini çok daha başarıyla yürütüyorlar. Bu tarihsel koşullarda, eğer Uzak Doğu’daki mevcut savaş Japonya’nın zaferiyle sonuçlanacak olsaydı ve eğer muzaffer olanın bizzat kendisi birkaç yıl içerisinde bir iç felâketten kaçınabilecek olsaydı bile –ve ne ilki ne de sonuncusu zerrece garanti değildir– Japonya’nın Çin üzerindeki egemenliği, çok kısa bir dönemle ölçülürdü, muhtemelen, Çin’in ekonomik yaşamına yeni bir itki kazandırması ve emekçi kitleleri bir kez daha seferber etmesi için gerekecek olan yalnızca birkaç yılla.
Büyük Japon tröstleri ve firmaları halen güvence altına alınmamış olan ganimeti paylaşmak için halihazırda ordunun ardından gidiyorlar. Tokyo hükümeti, Kuzey Çin’i parçalara ayıracak olan mali kliklerin iştahına çeki düzen vermeye çabalıyor. Eğer Japonya birkaç on yıl için fethettiği konumları elde tutmayı başarırsa, bu herşeyden önce Kuzey Çin’in Japon emperyalizminin askeri çıkarları doğrultusunda yoğun bir sanayileşmesi anlamına gelirdi. Yeni demiryolları, madenler, enerji santralleri, madencilik ve metalürji yatırımları ve pamuk plantasyonları hızla ortaya çıkardı. Çin ulusunun kutuplaşması ateşli bir itki kazanırdı. Yüz binlerce ve milyonlarca yeni Çinli proleter mümkün olan en kısa zaman zarfında seferber olurdu. Diğer taraftan Çin burjuvazisi Japon sermayesine hiç olmadığı kadar bağımlılık içine girerdi. Bıraktık bir ulusal devrimi, ulusal bir savaşın başına geçmek için bile geçmişe göre çok daha yetersiz olurdu. Yabancı mütecavizle yüz yüze gelen, sayıca artmış, toplumsal olarak güçlenmiş ve politik olarak olgunlaşmış Çin proletaryası kendisini Çin köyüne önderlik etme durumunda bulabilir. Yabancı köleleştiriciye duyulan nefret sağlam bir devrimci çimentodur. Yeni ulusal devrim, bugünkü kuşağın ömrü içinde bir kez daha gündeme gelecektir. Kendisine dayatılan görevleri çözmek için Çin proletaryasının öncüsü Çin devriminin derslerini baştan aşağıya özümsemek zorundadır. Isaacs’in kitabı bu konuda ona yeri doldurulmaz bir yardımda bulunabilir. Geriye bu kitabın Çinceye olduğu kadar diğer yabancı dillere de çevrileceğini ümit etmek kalıyor.
The Tragedy of the Chinese Revolution’dan, Harold R. Isaacs, Londra, Seeker & Warburg, 1938.
[183] Bu yazı, Harold R. Isaacs’in The Tragedy of the Chinese Revolution (Londra, Secker & Warburg, 1938) adlı kitabının önsözü olarak yayınlandı. Isaacs daha sonraları Marksizmden koptu ve kitaba anti-komünist bir eğilim vermek üzere politik olarak gözden geçirilen sonraki iki baskıda (1951 ve 1961) Troçki’nin önsözünü çıkardı. Isaacs’in kitabının ilk baskısı, Troçki’yle işbirliği içinde tamamlanmıştı. Troçki önsöz yazdığı gibi, kitabın tezini de yazarla tartışmıştı. Troçki’nin burada tarif ettiği aynı içeriğe artık sahip olmasalar da, sonraki baskılar yine de 1925-27 Çin devriminin en tam ve en iyi belgelenmiş kaydı olmaya devam etmektedirler.
[184] Guliver’in cüceleri
[185] Kentlerin ya da avamın temsilcileri olan Fransız üçüncü zümresi 1789’da ilk iki zümreyi (asiller ve ruhbanlar), Fransız devriminin başlangıcını ifade eden ulusal bir meclisin oluşturulmasını zorlayarak yenmeyi başardılar.
link: Lev Troçki, Çin'de Savaş ve Devrim, 5 Ocak 1938, https://fa.marksist.net/node/1467