AKP hükümetinin üniversitelerde türbana serbestlik tanınmasına yönelik girişimi, beklendiği gibi Kemalist kesimlerin “laiklik elden gidiyor” yaygarasını koparmasına yol açtı. Mecliste ve burjuva medyada, “özgürlük”çüler ile “istemezük”çüler birbirine girerken, akademisyenler de yayınladıkları bildiriler ve imza kampanyaları ile ideolojik mücadelenin kurmayları olarak tarafların arkasına geçtiler. Meselenin özünde yer alan güç ve ayrıcalık kavgasını gözlerden gizlemek için, “üniversitelerde özgürlük ortamının gereği olarak türbanın serbest bırakılması gerektiği” ya da “bilim yuvası olan üniversitelere dogmaların simgesi olan türbanın giremeyeceği” argümanlarını tekrar tekrar önümüze koyup, bunları “yememize” gayret gösterdiler.
Bilimsel üretimin merkezi saydıkları üniversitelerine, öğrencilerin türbanla girmelerinin üniversitelerin niteliğine ters düşeceğini, uğraştıkları bilime halel getireceğini savunma uğraşındaki “istemezük”çü Kemalist akademisyenler, dinsel dogmalara karşı bilime sarılmamız gerektiğini salık veriyorlar. Ne var ki, kendileri de Kemalist dogmalardan bir an olsun vazgeçmiyorlar. Gidişattan dolayı ayrıcalıklarını kaybetme korkusu ile ortalığı ayağa kaldıran ve yasal düzenlemelere sonuna kadar ayak direyeceklerini açıklayan bu statükocu akademisyenler, modernliğin, bilimciliğin ve ilericiliğin bayraktarı kesiliyorlar.
Geçen ay boyunca yürüyen tartışmalarda da bu tutumların örneklerini bol bol verdiler. Bunlardan yerbilimci Prof. Dr. Celal Şengör’ün, boş bulunan YÖK üyeliklerinden birine aday olarak gösterilmesi vesilesiyle Üniversiteler Arası Kurulun 219 üyesine yazdığı mektuptaki düşüncelerini ele almakta fayda var. Çünkü Şengör’ün rafine düşünceleri, bu kesimin düşünme biçimini ve çarpıtmalarını açık bir biçimde gözler önüne seriyor.
Yaz aylarında Harp Akademilerinde verdiği konferansta “emirlerinize hazırım” diyerek komutanlara bağlılığını ifade etmiş, “özgür düşünceli” bir akademisyen olan Şengör mektubunda şöyle diyor:
“Üniversitede dinin «şakırdatılması», bizzat üniversite kavramıyla çelişir. Dünyada katolik, protestan veya islâmi üniversitelerin olması veya üniversitelerin Orta Çağ’da dinsel kurumlardan türemiş olması bu gerçeği değiştiremez. Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir.”
Dinin dogmalardan oluşması, bilimin esasının yanlışlanabilirlik olması, bilimle din arasındaki çelişki gibi genel doğrulardan bahseden Şengör, sonraki satırlarında bu genel doğruları keyfince, üniversitelere türbanla girilmesine karşı görüşlerine destek haline getiriyor:
“Karşımıza dinin dogmalarını reddeden bilimi öğrenmek için geldiğini iddia ederken, o dogmalara bağlı olma sembolünden inatla vaz geçmeyenlerin bilimsel dürüstlük ve samimiyetine nasıl inanacağız? Akla açık bir ihanet olan bu davranışın temsilcilerini, aklın ve bilimin geliştiricisi olan üniversitelerimize nasıl alacağız? Böyle kişilere, öğrettiğimiz bilimi öğrendiklerine itimat ederek nasıl not veya diploma vereceğiz? Günün birinde öğrendiklerini, aklı ve bilimi ve dolayısıyla insan uygarlığını boğmak için kullanmayacaklarına nasıl güvenebileceğiz? … Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz mümkün değildir. … Bizim düşüncemizin ve faaliyetimizin temeli eleştirel akılcılıktır. Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız. İcap ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız. Bu bizim tarihsel geleneklerimizden gelen hakkımız ve hem insanlığa hem de öğrencilerimize karşı görevimizdir.”
“Dogmalarla bilim birlikte var olamaz” düşüncesinin arkasına sığınan Şengör, aslında, dini inancı olan gençlerin bilimi öğrenme hakkı yoktur demeye getiriyor. Oysa bu gerekçe doğru olsaydı, büyük çoğunluğunun ateist olmadığı aşikâr olan üniversite hocalarının tamamına yakınının da üniversite kapısından içeri alınmaması gerekirdi. Yine aynı mantıkla dindarlığı herkes tarafından bilinen Newton gibi bilim insanlarının yasalarının üniversitelerde okutulmaması gerekirdi herhalde.
Elbette bilimsel çalışmaların yöntemine ya da içeriğine dinsel herhangi bir unsurun etkisi olmamalıdır. Ancak bu temel prensip dinsel inançlara pekâlâ sahip binlerce insanın bugüne kadar bilimsel faaliyette bulunmasına engel olmamıştır. Aslında Şengör de bu durumun farkındadır. Nitekim Ahmet Hakan’a gönderdiği mektubunda, aynı kürsüde çalıştığı Naci Görür’ün Nakşibendî olmasından ya da pek çok şey öğrendiğini söylediği bir başka arkadaşının Katolik olmasından gocunmadığını, aksine onlarla yaptığı bilimsel paylaşımdan dolayı mutlu olduğunu ifade etmektedir.
Türban söz konusu olduğunda dogmalardan, akıldan ve eleştiriden bahseden Şengör gibilerin aklına ne hikmetse Yükseköğretim Kanununun 4. maddesinde sergilenen dogmatizme aynı gerekçelerle itiraz etmek gelmez. Bu maddeye göre Yükseköğrenimin amacı, “1. Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı; 2. Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan; 3. Toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu; 4. Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren” gençler yetiştirmektir.
Dogmalara sözümona karşı olduklarını iddia eden Şengör gibi “bilim adamları”, Atatürk’ü eleştiren konuşmalar yaptığı için hapis cezasına çarptırılan, hatta bu yüzden düzenli olarak, belirlenen bir psikiyatrla görüşmesi zorunlu tutulan bir profesöre layık görünenlere ses çıkarmayı aklının ucuna bile getirmezler. Oysa sorgulamayı akıllarının ucuna getirmedikleri yasa maddesi de, bu statükocu zatların kafası da en az itiraz ettikleri kesimler kadar dogmalarla doludur. Nitekim türbana “bilim sevdaları” yüzünden karşı çıkar gözüken bu türden akademisyenlerin bir kısmı Beyti Dost tarikatının yayınlarında yazarlık yapar, bir kısmı da derslerinde “termodinamiğin ikinci yasasına göre Atatürkçülüğün haklılığını” anlatır durur öğrencilerine!
Kendisini ilerici diye yutturan gericiler
Mustafa Kemal önderliğinde bürokratik bir elit tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kurucu unsur olan ve kendisini devletin gerçek sahibi olarak algılayan bürokrasinin, önemli ayrıcalıklara sahip olduğu bir siyasal yapıyla bugüne gelmiştir. Ancak bu bürokrasinin kucağında büyüyen büyük burjuvazi bugün ulaştığı gelişme düzeyiyle artık bu vesayetten kurtulma arzusu ve ihtiyacı içerisindedir. Bu durumun yarattığı çatışmalar bugünün siyasetinde temel belirleyenlerdendir.
Kurucu bürokrasi, TC’yi baştan itibaren kapitalist Batı ailesinin bir parçası haline getirmeyi hedefleyen Kemalist ideolojiyi benimsemiştir. Batıdaki kurum ve yasaların işlerine gelen yönlerini taklit ederek hayata geçiren ve ülkede kapitalizmi var eden Kemalistler bu çabaları yüzünden kendilerini hep ilerici olarak görmüşlerdir. Taklit ettikleri Batılı yaşam tarzlarını, zevklerini ve en nihayet giysilerini de bu ilericiliklerinin bir göstergesi saymışlardır. Ne var ki, Batılılar gibi giyinip onların yaşam biçimlerini taklit etmenin ilericilik addedilmesi, ileri derecede bir aşağılık kompleksinin kendini ortaya koyması dışında bir anlam ifade etmemektedir.
Kemalizmin alâmet-i farikalarından olan ve bugün türban vesilesiyle elden gidiyor diye tartışılan “laiklik” de, uygulandığı haliyle, Kemalistler tarafından “ilericilik”lerinin bir unsuru olarak ortaya konmuştur. Oysa Türkiye’de, laiklik ilkesinin köklerinde, Avrupa’da Aydınlanma Çağında gerçekleşene benzer düşünsel ve sınıf mücadelelerine dayanan bir birikim değil, Batılılaşma projesi çerçevesinde gücünü perçinlemeye çalışan bir siyasi iktidarın ihtiyaçları vardır. Hilafetin ilgası ve laiklik ilkesinin benimsenmesi de, Mustafa Kemal’in I. Mecliste yer alan “dinci-hilafetçi” kesimle kozlarını paylaşmasının bir ürünüdür. Yani “laik” bir cumhuriyetin oluşturulması, Batılılaşma perspektifinin bir parçası olduğu kadar, Kemalist iktidara karşı Müslümanlık temelinde gelişen muhalefetin zeminini ortadan kaldırma hedefinin de bir aracıdır. Bu nedenle Türkiye’de laiklik “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde değil, dinin, daha doğrusu Sünni Müslümanlığın, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlet denetimine sokulması şeklinde uygulanmıştır. Bu yüzden işçi sınıfının elden gitmesinden kaygı duyacağı bir laiklik uygulaması zaten söz konusu değildir.
Ancak asker-sivil bürokrasinin devlet kuruculuğundan gelen imtiyazlarının elden gitmeye başlaması bir gerçekliktir. Bu yüzden her unsuruyla canhıraş bir biçimde mevcut ayrıcalıklarını koruyup kollama telaşına düşmüştür. Üniversitelerdeki “istemezük”çülerin de temel kaygısı aslında buradadır. Şurası bir gerçektir ki, bugün kapitalizmin yarattığı karanlığa ve baskıya karşı çıkmadan ilerici olabilmek mümkün değildir. Bu yüzden söz konusu kesimler hiçbir biçimde ilerici olarak görülemezler. Aksine, emeği ile geçinenleri boğan karanlık ve çürümüşlüğün devamını talep ettikleri için, onlar üzerindeki tahakkümlerini sürdürmek istedikleri için, anti-demokratik yasa ve uygulamalara ses çıkarmadıkları için, Kürt halkına karşı yürütülen savaşta var güçleriyle ezenlerin yanında yer aldıkları için gericidirler.
Türban sorunu üzerinden koparılan fırtınalarda, konunun burjuva taraflarının savundukları argümanların onların savunucularının niyetlerinden ve çıkarlarından ayrı ele alınmaması gerekir. Aksi takdirde, özgürlükleri ya da bilimi ve laikliliği savunma adına burjuva taraflardan birinin çıkarları peşinde sürüklenmek kaçınılmaz hale gelecektir. Bugün burjuvazinin üniversiteleri de, tıpkı kapitalist sistem gibi çürümüş ve gericileşmiştir. Bu yüzden üniversitelerin bugünkü mevcut niteliklerinin üzerinden atlayarak, üniversitelerle ilgili, soyut özgürlük ve bilimsellik tartışmaları yapmak da anlamsızdır.
İkiyüzlü AKP’nin, hele de faşist MHP’nin özgürlükçü düşünceyle hareket ettiğini söylemek gülünçtür. Her ikisinin de türban özgürlüğünü, kitlelerin dinsel inançlarını suiistimal etmek için kullandıkları aşikârdır. Bu zihniyetteki akademisyenlerin de, bıraktık genel anlamda özgürlükçü-demokrat bir dünya görüşünü savunmamalarını, yüksek öğrenim alanındaki özgürlükler konusundaki sicilleri bile demokratlıktan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Nitekim bu “özgürlük”çüler, üniversiteleri düzenin kışlaları haline getirenlere her daim sessiz kalmışlardır. 12 Eylül faşizminin eseri olan YÖK’ün şekillendirdiği üniversitelerde, bugüne kadar her türden özgürlüğü ayaklar altına alan uygulamalara karşı hiçbir zaman gerçek bir muhalefete katılmamış, solcu öğretim üyelerinin 1402 sayılı yasayla üniversitelerden atılmalarına ya da solcu öğrencilerin üniversitelerden uzaklaştırılmalarına sessiz kalmış bu zatların bugün özgürlükten bahsetmeleri, tam bir ikiyüzlülüktür. Hükümeti statükoculara karşı desteklemek üzere özgürlük sözcüğünü ağızlarına sakız eden bu zevatın yarın devrimci öğrencilerin soruşturmalarında yer almaktan ya da anti-demokratik uygulamalara destek veren senato kararlarının arkasında durmaktan kaçınmayacaklarını kestirmek zor değil.
Bu ikiyüzlü “özgürlükçü”lerin tersine, tutarlı demokratlar olarak Marksistler, demokratik hak ve özgürlükleri en gelişmiş biçimleriyle savunmalarının yanı sıra, insanların dinsel inançlarından ötürü kamusal haklarından mahrum edilmesine de karşı çıkarlar. Tüm demokratik sorunlarda olduğu gibi bu sorunda da Marksistlerin görevi, soruna gözlerini kapamak veya burjuvazinin şu ya da bu kesimine yedeklenmek değil, işçi sınıfının bağımsız örgütlülüğü temelinde hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmektir.
link: Selim Fuat, Laiklik Kisvesine Bürünmüş Gericilik, 7 Mart 2008, https://fa.marksist.net/node/1720
DİSK 13. Genel Kurulunda Değişenler, Değişmeyenler
Ergenekon’dan Çıkanlar